Anasayfa > Books / Kargakara > Bir Yazara Mektup

Bir Yazara Mektup

Sayın Yazar,

Bu mektubu size yazmadan önce çok düşündüm. Bu mektubu gerçekten yazmalı mıydım? Nihayet gereklilik kipinden kurtulup irade kipine geçmeye karar verince okuduğunuz gibi –ya da okuduğunuzu varsaydığım gibi- bu mektubu yazdım (yazmaktayım). Öncelikle bir yazar olarak sizin hayranınız olduğumu belirtmeliyim. Aslına bakarsanız sadece bir kitabınızı okudum ve bu kitap yazarlığınıza hayran kalmam için yeterli oldu. Evet, sadece bu kitap dışında bir kitap yazmamış ve yazmayacak olsaydınız ya da diğer kitaplarınızın hepsi belki beş para etmez de olsa sırf bu kitabınızdan ötürü siz büyük bir yazarsınız. Bu düşüncelerimi naçizane iyi bir okur olduğunu düşünen birinin mütevazı bir fikri olarak kabul edin lütfen. Bahsettiğim kitap Levent Ailesi’nin Tarihi adlı romanınızdır. Açık konuşmam gerekirse sizin isminizden çok romanınızın ismiyle karşılaşıyordum okumadan önce. Yine affınıza sığınarak söylemeliyim ki kitabınız hakkında sağdan soldan pek çok övgü duyduğum ve kitapçıların raflarında sıkça karşılaştığım halde bu kitabı okumaya pek niyetli değildim. Eğer bu yaz aile ziyaretim sırasında elimde başka bir kitap olsaydı; ağabeyim de bu kitabı almış ve sıkılıp okumadan bırakmamış olsaydı yine de okumayacaktım mükemmel romanınızı.

Evet, sayın bayım (bu hitap tarzını hep kullanmak istemişimdir) bütün bu koşullar bir araya gelmeseydi şaheserinizi okumamış olacaktım. Belki hiç merak etmiyorsunuz ama kitabınızı okumaya neden hiç niyetim olmadığının sebeplerini belirtmek istiyorum, ne de olsa istek kipindeyim şu anda. (Doğrusu alış veriş listesi gibi pratik işlevi olan bir takım küçük notlar dışında yazı yazmanın ahlaki olarak yanlış olduğu kanaatindeyim. Bu kanaatimin nedenlerini açıklamayı şimdilik bir kenara bırakıyorum ama söylemek isterim ki yazarlığınıza hayran olsam da yazmanın ‘olmamışlığın’ bir tezahürü olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncemin temellendirmesini de yine şimdilik bir kenara bırakıyorum çünkü bu meseleye girmek bu anlamsız mektubun gereğinden fazla uzamasına sebep olacaktır. Zaten elime kağıt kalem aldım mı sözü dallandırıp budaklandırıp uzatmak gibi kötü bir huyum var maalesef ki bir parantezin içine bunca şey yazmamdan siz de görüyorsunuzdur bu durumu.) Öncelikle bir okur olarak tercihini şiirden yana koymuş biriyim; yani ben bir şiir okuruyum ve elime geçmedikçe diğer türlerden uzak durmaya çalışırım. İkincileyin romanınızın ismi hep itici gelmiştir bana: Levent Ailesi’nin Tarihi. Bu isim bir romandan çok bir tarih kitabını çağrıştırıyor; üstelik de adı sanı bilinmeyen bir aileyle ilgili bir tarih kitabını. Bu yüzden bir tarihi romanı hem de hiç duymadığım bir aileye dair bir tarih romanını neden okuyayım diye düşünürdüm hep. Bir de kitabın tuğla gibi kalın görüntüsü iyice soğuturdu beni kendinden. Sonuç olarak dediğim gibi bir şekilde elime geçmişse de kitabınızı okumaya başlarken oldukça isteksizdim. Kitabınızın bana uzun ve sıkıcı dakikalara malolacağını düşünmüştüm. Bir kere başladıktan sonra bırakamayacaktım da çünkü okumaya başladığım bir kitabı ne kadar kötü bulsam da bitirmek gibi kötü bir huya sahibimdir. Ne ki 50-60 sayfa okuduktan sonra romanınız beni kendine bağlayıverdi. Levent ailesinin yüz yıla yakın süren hikayesinde ilgimi çeken hemen hemen bütün aile fertlerinin kendi tutkularının peşinde kendi içlerine doğru yol alarak diğer aile fertlerinden uzaklaşmaları ve dolayısıyla onları umursamamasıydı. Burada ‘tutkunun peşinde kendi içine doğru yol almak kesinlikle bir içe kapanış değildi. Bu daha çok insanın kendi ruhunun derinliklerindeki dehlizlerde yol alırken çılgınca eylemlere sürüklenmesi şeklinde cereyan eden bir durumdu. Bu eylemler de çarpıcı ve sıra dışı olaylara yol açıyordu: Cinnet, cinayet, cinsel ilişki, delilik, yolculuk vb.

Şu anda size sizin romanınızı yorumladığım için ukalalık yaptığımı düşünmezsiniz umarım. Belki siz kendi romanınızın bu biçimde okunabileceğinizi düşünmemiş de olabilirsiniz küçük bir ihtimal de olsa. Her neyse işte Levent ailesinin fertlerinin mekansal olarak bu denli birbirine yakın (ki aynı evde yaşadılar bütün tarihleri boyunca) ama ruhsal olarak bu denli uzak oluşları bana kendi ailemi hatırlattı ister istemez. Hatta anlatınız daha da ileriye –ya da geriye- giderek İbrahimi dinlere göre insanlığın ilk ailesi olan Adem ile Havva ve çocuklarını hatırlattı bana. Adem ve Havva’ya erkeklik-kadınlık bilincini ve bu bilinçle beraber cinsiyetlerin tutkularını getiren de önce Havva’nın sonra da Adem’in yasak meyve tutkusu olmamış mıydı? Bu belki fazla metaforik bir benzetme oldu ama Kabil ve Habil hikayesi tutku konusunda daha açık bir örnek olur sanırım. Kabil’i Habil’i öldürerek sonsuz bir yalnızlığa iten de Tanrı’nın yarattığı kıskançlık değil miydi ki kıskançlık belki de tutkuların en güçlüsüdür. Kabil büyük bir kıskançlıkla Habil’i öldürmüş ve gömmemişti. Sonra benim gibi bir karga akıl etmişti Habil’in cesedini gömmeyi. Sonra yerin altından Habil’in sesini duyan Tanrı Kabil’e sormuştu kardeşi nerede diye ki “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” diye soruya soruyla cevap vermişti Kabil. Mesele göre yeryüzündeki ilk kardeş söylüyordu bunu; kardeşlerin ilk örneği. Bir bakıma haklıydı da kimse kimsenin bekçiliğini yapamıyor bu dünyada. İnsanların kardeş olduğu fikri daha en başından yalanlanmış Kabil tarafından. Ama yalnız azizler, yalnız ‘azizler’ insanlık ve kardeşlik fikrine feda ederler kendilerini. Kabil kardeş öldürmenin; azizler ise kardeş için kendini öldürmenin temsilcileridir bu yeryüzünde. Oysa modern dünyanın kurtçuk sürüsünde pek az çıkar Kabil de Azizler de. Çünkü insanın insana yakınlık duymasını gerektirir her iki eylem de. Kabil öldürebilecek kadar yoğun hislere sahipti biricik kardeşine karşı. Onunki bir çıkar cinayeti değil tutku cinayetiydi. Tutku dolu bir kıskançlığın tek nesnesi olmaktı Habil’in şanssızlığı. Kabil’i kınayanların unuttuğu nokta onun kardeşini kimden kıskandığıdır. Kabil meseldeki en yüce varlıktan, Tanrı’dan kıskanmıştır kardeşini. Bu durumdur ki onun kardeş katlini azizlerin kendilerini insan kardeşlerine feda edişi kadar kutsal kılar bir bakıma. Oysa modern dünyada kim onlar kadar yakın hissedebilir kendini öldürecek veya ölecek kadar ‘insan kardeşlerine’. Bu arada söylemek gerek ki ‘bütün insanlar’ ‘insanlık’la aynı anlama gelmez. Çünkü insanlık sadece şimdi yaşayanları değil bütün ölmüşleri ve gelecekte yaşayıp ölecekleri de kapsayan bir kavramdır. Romanınızın sevdiğim yanlarından biri de buydu işte. Yaşayanlardan çok ailenin ölmüşlerinin hayaletleri vardı Levent ailesinin tarihi konağında. Romanınızın bu yanını sevdim, çünkü inanır mısınız bundan yaklaşık on yıl önce ben de öldüm. Bir şehirde yenildim ve öldüm ama intihar edecek cesareti bulamadım. Yenilmek kaybetmek gibi değildir. Bir kere yenildikten sonra kaç zafer elde ederseniz edin silemezsiniz yenilgiyi. O yenilgi, o onursuzluk, o korkaklık ve o kendine dönük nefret hep duraduracaktır yerinde. Ruh bir kez ölür ve dirilmez yeniden. İşte ben de fazladan bir on yıldır sürüklüyorum ruhu ölmüş bir bedeni gün be gün; tıpkı içine bakılsa boş olduğu görülecek bir kaplumbağa kabuğu gibi. Bu yüzden hiçbir amacım yok bu hayatta. İçine sıkıştığım bir şimdim var sadece Sisifos gibi. Benimle ilgili planlar kuranları hayal kırıklığına uğratıyorum sürekli. Levent ailesinin evinde gezinen başıboş bir hayalet gibiyim sanki.

Evet, sayın yazar epeyce uzattığım bu mektuba son verirken size birkaç –aslında bir- soru sormak istiyorum. Bu romanı gerçekte neden yazdınız? Görünüyor ki siz bir sürü insanın derinliklerine inebilen büyük bir ruh sarrafısınız. Bunca çok ruhu avucunun içi gibi bilen bir adam neden bilgeliğini başkalarıyla paylaşmak ister, bunu anlayamıyorum. Bütün bu bilgeliğinizi kendinize saklamak varken neden başkalarıyla paylaşma ihtiyacı hissettiniz? Bunu soruyorum, çünkü sizin gibi bir ruh simsarının ulu bir ruhu olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de sırf egonuzu tatmin etmek için; para kazanmak ya da başka buna benzer bir şey için yazmış olduğunuzu düşünemiyorum. Ne olur cevap verin bana büyük yazar! Bu şaheseri neden yazdınız? Yoksa bunun cevabı sadece yazar olmanızda mı gizli? Ya da yazmadan duramadınız mı? Veya siz de benim gibi ‘istedim ve yazdım’ mı diyeceksiniz? Bu sorunun cevabını gerçekten merak ediyorum sayın yazar. Lütfedip cevap verirseniz beni büyük bir meraktan kurtarırsınız.

Saygılarımla

Ölü Bir Okur

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.