Anasayfa > Books / Kargakara > Kızılderili Efsaneleri ve Masalları, Richard Erdoes – Alfonso Ortiz

Kızılderili Efsaneleri ve Masalları, Richard Erdoes – Alfonso Ortiz

“(…) Uluyan sesler çıkaran rüzgar, fokurdayan ırmak, çığlıklar atan kuzgun hepsi kendi olmazsa olmaz önemleri içinde, efsanelerin yaratıldığı hikayelere sağdıçlık yaparlar. (…)”

Kızılderili Efsaneleri ve Masalları, Richard Erdoes – Alfonso Ortiz, çev: Kahraman Türel, Anfora Yay., İstanbul, 2006, s. 7

“(…)

Çok çok eski günlerd, dediklerine göre Columbus buraları keşfetmeden önce, hayvanlarla bu gün olduğumuzdan daha içli dışlıydık. İçimizden çoğu hayvanların dilinden anlıyordu; bir kuşla konuşabiliyor, bir kelebekle dedikodu yapabiliyorlardı. Hayvanlar insan kılığına, insanlar da hayvan kılığına girebiliyorlardı. (…)

(…)

Ama Iktome, acımasız, üç kağıtçı, dalavereci ve büyücü Örümcek Adam, bu güzel kızı kendine istiyormuş. (…)

(…) Bu arada Örümcek Adam sihirli çemberini ona fırlatmış. (…)

(…) Örümcek Adam durmadan onların kafalarına girmeye çalışıyormuş: ‘Kasap bıçaklarımızı alalım onu lime lime edelim!’

(…)”

agy, s. 15, 17

“(…)

Blood Clot ta bir gün bir gurup avcı, bizon avlamaya çıkıncaya dek orada kalmış. Bundan çok önceleri karısına, ‘Bizon buzağını bilir misin? Ben onun, o benim bir parçamdır, işte bu yüzden hiç bir zaman ‘buzağı’ kelimesini kullanmamalısın,’ diye uyarıda bulunmuş. Gurup, bir kaç bizon avlamış, derilerini yüzerken, yanlarından başka bir sürü koşarak geçiyormuş. Karısı işaret ederek, ‘Vurun şu buzağıyı!’ diye bağırmış. Blood Clot anında atına atlayarak dört nal oradan uzaklaşmış, tekrar bizon kılığına bürünürken. Karısı çığlıklar atarak onu durdurmak istediyse de, başarılı olamamış. O gün bu gündür Blood Clot bizonlarla birlikte dolaşıp dururmuş.

(…)”

agy s. 22

“(…)

Ve tam ilk Anne’nin kemiklerini yaktıkları yerde, geniş yapraklı ve hoş kokulu bir başka bitki yetişti. Bu İlk Anne’nin nefesiydi ve ruhunun fısıldadığını duydular: ‘Bunu yakıp, koklayın. Kutsaldır. Zihinlerinizi tazeler, dualarınızın kabul edilmesini sağlar ve yüreklerinize ferahlık verir.’

Böylece İlk Anne’nin kocası ilk bitki Skarmunal’a mısır, ikinci bitki utarmur-wahey’e de tütün adını taktı.

(…) ‘ İlk Anne’nin etinin değerini bilin çünkü bu onun iyi yürekliliğinin maddeye dönüşmüş halidir. (…) Onu hiç unutmayın ve bu kutsal bitkiyle her karnınızı doyurduğunuzda, onu her tüttürdüğünüzde annenizi düşünün çünkü siz yaşayasınız diye o hayatını feda etti. (…) Ölmez sevgisiyle durmadan kendini tazeleyip duruyor.’

(…)”

agy s. 25, 26

1_xLNlG3HTC7-kVtXqcTLI5A

“(…) Bu ilk Crow Dog bir zamanlar rakibi şef Spotted Tail’i (Benekli Kuyruk) öldürdüğünden ötürü asılmak üzere kendiliğinden 150 mil yürüyerek mahkemeye gelmiş, ancak Kızılderili Yerleşim Bölgesinde yargılama yetkisi olmadığını ileri süren Yüksek Mahkemece affedilmişti.”

agy s. 40, 41

“(…)

Motzeyouf’un dağlardan getirdiği o büyülü oklar hala varlıklarını korumaktadırlar ve, Oklahama’daki Güney Cheyenne Bölgesi Ok Müzesince koruma altındadırlar.”

agy s. 52, 53

“(…) Sivriltilmiş kancalar göğüs adalelerine saplanır ya da kişinin kendine uyguladığı başka işkenceler söz konusu olurdu. Bu adet bu gün bile Siu’lar arasında hala geçerlidir. Diğer kabilelerde tören adetleri olarak oruç tutmak, dört gün boyunca devamlı ‘gözünü güneşe dikmek’ gibi şeyler görülürdü. Kişinin kendine uyguladığı işkencelerden en öne çıkanı, Mandan’ların Okapi törenleri sırasında 1830 yılında Catlin tarafından tüm detaylarıyla resmedilmişti. Dansçılar, aç insanlara yedirilsin diye bedenlerinden et kesilmesine dayanırlardı. Bir töreye göre, ya da hasta bir aile ferdinin iyileşmesine yardım etmek veya savaş yoluna çıkmış olan canlarının bir parçası evlatları sağ salim geri dönsün diye etlerine demir çubuklar sokulmasına katlanırlardı.

(…)”

agy s. 54

“(…)

Beyaz Bizon Kadın onlara tütün çubuğunun nasıl kullanılacağını öğretmiş. Onu chan-shasha, kırmızı söğüt kabuğu tütünüyle doldurmuş. Çadırın içinde Anpetu-Wi’ye, ulu güneşe ayak uydurarak dört kere tur atmış. Bu sonu olmayan daireyi, kutsal çemberi, yaşam yolunu temsil ediyormuş. Kadın küçük bir bizon kemiği kırıntısını ateşle tutuşturarak, bununla çubuğunu yakmış. Bu peta-owihankeshni, hiç sönmeyen ateş, nesilden nesillere geçirilmesi gereken alevmiş.  Onlara çubuğun haznesinden çıkan dumanın, Tunkashila’nın nefesi, ulu Büyükbabanın Esrarının alıp verdiği soluğu olduğunu anlatmış.

Beyaz Bizon Kadın onlara dua etmenin doğru yolunu, doğru sözlerini ve doğru hareketlerini öğretmiş. Onlara çubuk doldururken söyleyecekleri şarkıyı, ve onu yukarı, göğe, Ulu Babaya doğru, yere, Büyükanne Toprağa, Unci’ye doğru, ve de evrenin dört yönüne doğrultmayı öğretmiş.

‘Bu kutsal çubuk sayesinde,’ demiş, ‘ayaklı bir ibadetkar gibi solaşacaksınız. Ayaklarınız yere basarken, çubuğun gövdesini göğe çevirdiğinizde, bedeniniz Aşağıdaki Kutsal ile, Yukarıdaki Kutsal arasında canlı bir köprü şeklini alacaktır. Wakan Tanka (Yüce ruh) artık bize gülümsememektedir çünkü hepimiz tek bir bedende buluşmuşuzdur; yeryüzü, gökyüzü, iki ya da dört ayaklı ve de kanatlı bütün canlılar, ağaçlar ve çimenler. İnsanları da içine alarak tek bir aile olmuştur artık. Çubuk onların hepsini bir arada tutar.’

(…)

 

Kabilelere ait iki çok eski çubuk bu gün Güney Dakota, Eagle Butte’de, Looking Horse (Bakan At) ailesi tarafından koruma altına alınmış, saklanmaktadır. Bunların bir tanesi bir bizon buzağısının bacak kemiğinden yapılmıştırve çok eski olduğundan artık cam gibi kırılganlaşmıştır ve tütün içmeye uygun değildir. Söylendiğine göre bizon kadının insanlara getirdiği çubuk buymuş. (…)”

agy s. 78, 81

“(…) Çocuk bir yalıçapkını kılığına bürünerek, dibe dalıvermiş.

(…)

(…) Gizemli çocuk bir kez daha yalıçapkını kılığına bürünmüş ve Long Arrow’u, vefakar köpeğinin onu çılgınca bir sevinçle karşıladığı, gölün kıyısına çıkartmış. (…)”

agy s. 87, 90

“(…)

Salt Woman ve torunu bütün evleri dolaştıktan sonra, köyün dışında bir sürü çocuğun oyunlar oynamakta olduğu açıklık bir yere gelmişler. Çocuklar Salt Woman’In elindeki sihirli kristal küreyi görmek için başına üşüşmüşler. Kadın onları bir servi ağacına götürmüş ve hepsinden ağacın dallarına tutunmalarını ve sallanmalarını istemiş. Sihirli küresini kullanarak onları servilerde yaşayan kargalara dönüştürmüş. Salt Woman, ‘Köye vardığımızda kimse kalmamız için bizi misafir etmemişti,’ demiş. ”Sizler bugünden itibaren topal kargalar olarak burada yaşayacaksınız.’

(…)

Salt Woman onlara, ‘Cochiti’de, bana çok kötü davrandılar ve ben de oradan ayrılırken bütün çocuklarını köyün dışına çıkararak, onları servi ağaçlarında tüneyen kargalara dönüştürdüm,’ demiş. (…)”

agy s. 93, 94

KUTSAL OT

(BLACKFOOT-KARAAYAKLAR)

Hiçkimselerin bilemeyeceği kadar uzun bir zaman önce, bütün Amerika’daki Kızılderililer arasında tütün ve başka çeşitli bitkilerin keyif ve dinsel ayinler için tüttürüldüğü bilinir. Duman, edilen duaları En Yukarıdakilere ulaştıran Yüce Ruhun nefesiydi. Elinde çubukla bir adam, yalnız ama yalnız gerçeği konuşabilirdi. Sir Walter Raleigh tütün içimini Kızılderililerden öğrenmişti. Londr’da bir handa ilk kez tütün içtiğinde, barmen yanmakta olduğunu zannederek, kafasından aşağıya bir fıçı İngiliz birası boca etmişti. Beyaz dam tütünün tiryakisi olurken, Amerikan yerlileri için çubuk tüttürmek ve tütün içimi kutsal bir işti ve bunları içmek kutsal bit törenin parçasıydı. Kendi kabilesinden birini öldürmüş olan biri, bu dinsel ayin içinde diğerleriyle birlikte tütün içemezdi. O tek başına, adi, küçük bir çubuk tüttürmek zorunda kalırdı. Bu ağır bir cezaydı.

Bir zamanlar, hepsi ruhani kişiler olan, belli güçlere sahip dört erkek kardeş varmış. İçlerinde en büyük olanı uykusunda kendisine malum olan bir sesin, ‘Dışarılarda bir yerlerde kutsal bir ot yetişmekte,’ dediğini duymuş. ‘Onu topla ve yak.’ Adam etrafına bakındığında, garip bir ot görmüş ve onu ateşe vermiş. Ottan son derece keyif verici, hoş bir koku yayılmış ortalığa.

Derken ikinci kardeş rüyasında bir sesin kendisine, ‘Bu bitkiyi topla. Onu bir güzelce kıy. Sonra deri bir torbaya koy,’ dediğini duymuş. Adam kendisine söylenenleri yapmış. Torbasına koyduğu kurutulmuş ot mis gibi kokuyormuş. Üçüncü kardeşin gördüğü rüyada ise bir adam bir hayvan kemiğini oyuyor ve içine bu garip otu koyuyormuş. Bir ses, ‘Bunun gibi dört tane çubuk yap,’ demiş ve üçüncü kardeş bir hayvanın bacak kemiğinden bunun gibi dört tane çubuk yapmış.

Ve dört erkek kardeşin en küçüğü de bir rüya görmüş. Bir ses ona, ‘Siz dört adam, çubuklarınızı yakın ve tüttürün. Dumanı içinize çekin, sonra dışarı verin. Bırakın duman bulutlara kadar yükselsin,’ demiş. Bu ses ona aynı zamanda tütün içerken söylenmesi gereken şarkı ve duaları da öğretmiş.

Böylece aynı anneden olma dört büyücü kardeş, birlikte oturup, çubuk tüttürmüşler. Bu insanoğlunun ilk kez birlikte oturup tütün içtiği, ve bunu yaparken de, dualar okuyup, şarkı söylediği anmış.

Kutsal ota nawak’osis adını veren bu dört kardeş, bunu kendi insanlarına öğretmekle görevlendirilmiş. Ama nawak’osis onları güçlü kıldığı ve zihinlerini açtığı için, bunu diğerleriyle paylaşmak istememişler. Kutsal otu yalnızca kendilerinin bildiği gizli bir yere ekmişler. Tütün içerken söylenen şarkıları, duaları ve ayinleri kendilerine saklamışlar. Sadece dördünün olduğu bir Tütün cemiyeti oluşturmuşlar.

Bu yüzden, hiddet, çarpışmalar, ruhsal rahatsızlıklar ve kutsal şeylere karşı inançsızlık almış yürümüş. Halbulki nawak’osis, hiddeti yatıştırmak, insanları inançlı kılmak, barışı sağlamak ve insanların kafalarını rahatlatmak içinmiş. Ama kutsal otun olmadığı yerde, birlik beraberlik ve barış olası değilmiş.

Bull-by-Himself (Kimsesiz Öküz) adında genç bir adam karısına, ‘Bu dört güçlü adama bir zamanlar insanlarla paylaşmaları gereken yararlı bir şey verilmiş ama onlar bunun üstüne oturmuşlar,’ demiş. ‘İşte bu yüzden her şey berbat gidiyor. Bu nawak’osis denilen kutsal bitkiyi bir yerlerden bulup kendim ekmeliyim.’

Bull-by-Himself ve karısı kutsal bir göle gitmişler ve kıyısında çadır kurmuşlar. Adam her gün avlanmak ve nawak’osis denilen bitkiyi bulmak için yollara çıkıyormuş. Kadın ise, kuş tüyü ve kirpi dikeninden süsler yapmak, deri sepilemek ve yemek pişirmek üzere çadırda kalıyormuş. Bir gün yalnız başınayken, birinin harika şarkılar söylediğini duymuş. Her yerde duyduğu müziğin kaynağını aramış ve bu sesin porsuk yuvasından geldiğini keşfetmiş. ‘Porsuklar olmalı bu şarkıyı söyleyen,’ diye düşünmüş. ‘Ne de güzel söylüyorlar, Umarım hiç susmazlar.’

Kocası bir dolu avla eve dönmüş ama kutsal ottan, nawak’osis’den hala eser yokmuş. Kadın müziğe kulak vermesini söylemiş ama o, ‘ben hiçbir şey duymuyorum. Sana öyle geliyor,’ demiş.

Kadın, ‘Hayır,’ demiş. ‘Ben pekala işitiyorum işte. Şuradaki porsuk yuvasına ver kulağını.’ Adam öyle yapsa da, gene hiçbir şey duymamış.

Bunun üzerine karısı bıçağını çıkartarak, porsuk yuvasında bir delik açmış. Açılan delikten yalnız porsukların şarkılarını duymamışlar ama aynı zamanda garip, harika bir dans yaptıklarını görmüşler.

Kadın onlara, ‘Genç kardeşlerim, hadi ruhlarımızı birleştirelim de, bana bu harika şarkınızı ve büyünüzü öğretin!’ demiş.

Porsuklar, ‘Şu açtığınız deliği bir kapatın bakalım, içeri soğuk giriyor,’ demişler. ‘belki o zaman yanınıza gelebiliriz.’ Bunun üzerine kadın deliği tıkamış ve o gece porsuklardan dördü onları ziyarete gelmiş. İçeri girer girmez, insan şekline, dört yakışıklı delikanlı kılığına girmişler. İçlerinden biri, ‘Buraya neden geldiniz?’ diye sormuş.

Bull-by-Himself, ‘Nawak’osis denilen kutsal bir ot bulmaya geldik,’ diye karşılık vermiş.

İnsan porsuklar, ‘O zaman tam yerine geldiniz,’ demişler. Biz su da yaşayan insanlarız ve nawak’osis bizim su büyümüzdür. bu gizemli ottan size vereceğiz ama önce onunla beraber söylenmesi gereken şarkıları, yapılması gereken dansları ve törenleri öğrenmelisiniz.’

Bull-by-Himself, ‘Kabilemizde dört güçlü büyücü var,’ demiş. ‘büyüleri ve yöntemleri biliyorlar ama bizle paylaşmıyorlar.’

İnsan porsuklar, ‘Yo,’ demişler, ‘bu çok yanlış. ‘bu kutsal bitki paylaşılmak içindir. Bakın yapacağınız şey şu. Gündüz olduğunda çıka gelin ve gölün etrafında yaşamakta olan dört ve iki ayaklı yaratıklardan ikisinin derisini yüzün. Ama bu sakın porsuk olmasın. Bunlar misk faresi ve su samuru ile, yalı çapkını ve ördek olmalıdır örneğin, çünkü bunların hepsi suyu temsil ederler. Güneş ve su yaşam demektir. Güneş yaşamı oluşturur, su ise onun yeşerip , serpilmesini sağlar.’

Böylece her gün Bull-by-Himself deri peşinde koşarken, hanımı evde onları yüzmüş, sepilemiş ve tütsülemiş. ve her gece de insan porsuklar çıkagelmişler ve onlara nawak’osis için gerekli şarkıları ve dansları öğretmişler. Bir süre sonra insan porsuklar, ‘Artık her şey hazır. Artık bütün deriler elinizde ve yapılacakları gayet iyi biliyorsunuz. Suyun gücünü temsil eden bu derilerden bir çanta ve bir büyü bohçası yapın. Yarın gece son kere gelecek ve sizlere yapacaklarınız anlatacağız.’

Ertesi gece porsuklar söz verdikleri gibi gelmişler. Yanlarında kutsal bitki, nawak’osis’i de getirmişler. Bitki saplarının uçları minik, yuvarlak tohumlarla kaplıymış ve insan porsuklar bu tohumları kadının yapmış olduğu büyü çantasına koymuşlar.

Porsuklar, ‘Artık ekim zamanı geldi,’ demişler. Ekim için hazır olmadıkça sakın nawak’osis’lere el sürmeyin. Çok fazla kuytu olmayan , aynı zamanda da çok güneş görmeyen bir yer seçin. Bolca kara toprakla, bolca kahverengi toprağı birbirleriyle karıştırın ve toprağı gevşek bırakın. Size öğretmiş olduğumuz duaları okuyun. Sonra sen, Bull-by-Himself, eline bir geyik boynuzu lamalı ve bunun sivri ucuyla toprakta delikler açmalısın- her tohum için bir delik. Ve sen de, onun hanımı olarak, bizon boynuzundan yapılma bir her deliğe bir tek tohum ekmelisin. Bu arada öğrendiğiniz şarkıları durmadan söylemelisiniz. Sonra ikiniz birden bu toprağın üzerinde yavaşça dans etmelisiniz, ayaklarınızla itip, tohumları toprağa gömerek. Artık yapacağınız iş oturup nawak’osis’in yetişmesini beklemek. Artık bilmeniz gereken her şeyi öğrenmiş bulunuyorsunuz. Artık gidiyoruz.’ Yakışıklı genç adamlar tekrar porsuk kılığına bürünerek, gitmişler.

Bull-by-Himself ve karısı kendilerine anlatıldığı gibi tohumları ekmişler. Dört büyücü kardeş birbirlerine, ‘Bu adam, Bull-by-Himself ve karısı böyle ne ekiyor olabilirler ki? Söyledikleri şarkılar hiç de yabancı gelmiyor kulağa.’ demişler. Ne olup bittiğini öğrenmesi için yolladıkları bir adam bir süre sonra geri dönüp, ‘Kutsal yöntemler kullanarak, nawak’osis ekiyorlar,’ demiş.

Dört güçlü adam gülmeye başlamışlar. ‘Hayır, olamaz. Ektikleri bitki beş para etmez. Bizden başka kimse nawak’osis ekemez ki. Yalnız biz kullanabiliriz onu. Bu güç yalnız bizde var.’

Ama nawak’osis’in hasat zamanı geldiğinde, korkunç bir dolu fırtınası dört büyücü kardeşin gizli tütün tarlasının altını üstüne getirerek, mahvetmiş. Geriye tak bir tohum bile kalmamış. Birbirlerine, ‘Belki de bu adam ve karısı her şeye rağmen nawak’osis ekmiş olmalılar. Fırtına belki onların tarlasına hiç zarar vermemiş olabilir,’ demişler.

Dört kardeş bilgi edinmek üzere bir başka adam yollamışlar. Adam geri döndüğüne, ‘Bu adam ve karısının tarlasına tek bir dolu bile düşmemiş. İşte ektikleri şeyden getirdim sizlere,’ demiş. Kardeşlere yanında getirdiği birkaç yaprağı göstermiş. Kardeşler hayretler içinde başlarını sallayarak, ‘Bunlar gerçekten nawak’osis,’ demişler.

Böylece insan porsukların sayesinde Bull-by-Himself ve karısı kutsal otu, o günden beri bunu kutsal davranışlar içinde tüttüre gelen kabilelerine kazandırmışlar.

19. Yüzyıl’dan kalma çeşitli kaynaklardan derlenerek, tekrar anlatılmıştır.”

agy s. 95-99

BÜYÜKBABA PEYOTE’nin(4) KIZILDERİLİLERE GELİŞİ

(BRULE SİU)

Bireyin moral gücü sağlamaya çalıştığı düşsel arayışlar (vision quest)(5), bir çok Kızılderili kabilesi için alışılmış bir şeydir.

Peyote bitkisi çoklukla Siu ve Cheyenne’lerce, bu tür düşsel arayışlarla ilgili dini ayinlerde kullanılırdı terleme çadırı, tek başına uyumadan geçirilen gece, acı çeken bir beden. Bu bitki çoğunlukla bir insan ruhu olarak bilinir ve geçen yüzyıl içinde bir Komançi reisi tarafından kurulan Yerli Hıristiyan Kilisesinde dinsel ayinlerde kullanılmıştır. Bu hikayeyi anlatan adamın babası olan Henry Crow Dog (Henry Uluyan Köpek), 1920 yıllarında Siulara peyote dinini empoze edenlerin arasındaydı.

Büyükbaba Peyote işte bu yolla Kızılderililer arasında yerleşmişti. Çok uzun yıllar öncesinde, beyaz damdan evvel, ta uzaklarda, Siu’ların güneyinde , çölden ve küçük tepeciklerden oluşan topraklarda bir kabile yaşarmış. Bu insanların bir çoğu, bir tür hastalıktan ötürü kırılıp gidiyorlarmış. Köyün yaşlı kadınlarından biri, onları bu hastalıktan kurtaracak bir bitki, bir kök bulduğuna dair bir rüya gördüğünü anlatmış.

Kadın son derece yaşlı ve sağlıksızmış ama, küçük kız torununu yanına alarak, bu kutsal bitkiyi nasıl edebileceğini görmek için düşsel arayış (vision quest) için yollara düşmüş. Yollarını kaybedene dek kamptan uzaklaşmışlar. Issız bir tepenin en üst noktasına ulaştıklarında, büyükanne kendi ve torunu için çalılardan bir barınak yapmış. Susuzluk ve açlıktan bitap düşmüşler ve gece bastırdığında, çaresizlik içinde sıkı sıkı birbirlerine sarılmışlar.

Birden kocaman bir kuşun, doğudan batıya doğru uçmakta olan bir kartalın kanat çırpışlarını sezinlemişler. Yaşlı kadın kollarını göğe kaldırıp, bilgelik ve güç dileyerek, kartala yalvarmış. Sabaha karşı bir insan bedeninin, başlarından dört adım kadar yukarıda, havada süzüldüğünü görmüşler. Yaşlı kadının kulağına bir ses gelmiş: ‘Su ve yiyeceğe ihtiyacınız var ama nereden bulacağınızı bilmiyorsunuz. Bunun size bir büyüm var. Çok işinize yarayacak bir büyü.’

Bu adamın bir kolu, yaşlı kadının oturduğu yerden dört adım kadar ileride bir noktayı işaret ediyormuş. Kadın bakmış ve bir peyote bitkisi görmüş- on altı parçalı kocaman bir Büyükbaba Peyote Bitkisiymiş bu. Kadın bunun ne olduğunu bilmiyormuş ama kemik bıçağını çıkararak, yeşil kısmını kesmiş, almış. Evet, işte o anda ıslaklığın, peyotenin, hayat suyunun farkına varmış. Yaşlı kadın ve torunu bu suyu içmişler ve kendilerine gelmişler.

Güneş tekrar batmış ve ikinci gece başlamış. Yaşlı kadın ulu ruha yalvarmış: ‘Ben kendimi halkıma adadım. Bana acı. Yardım et!’ Bunun üzerine adam gene ortaya çıkmış, başının üzerinden süzülüp, durarak. Kadın gene o sesi duymuş: ‘Sen yolunu kaybetmiş durumdasın ama halkına tekrar kavuşacak ve onları içinde bulundukları durumdan kurtaracaksın. Güneş iki kere daha doğduğunda, onlara kavuşacaksın.’

Büyükanne kutsal büyüden bir parça daha yemiş ve biraz da kıza, torununa vermiş. Derken yedikleri bitkiden yayılan bir güç bütün bedenlerini kaplamış ve onlara istedikleri bilgeliği, zekayı ve kutsal bir hayat görüşü sağlamış. Bu yeni gücün tadını çıkaran büyükanne torun, bütün gece uyumamışlar. Ama buna rağmen sabah olup da doğan güneş içinde peyotenin olduğu deri çantayı ısıtınca, yaşlı insan kendini güçlü hissetmiş. ‘Torunum, bu yeni bitkiyle birlikte dualar oku. Ağzı yok ama bana bir sürü şey anlatıyor,’ demiş.

Üçüncü gece cin yeniden gelmiş ve yaşlı kadına, büyüyü doğru dürüst kullanmayı öğretmiş. Sabahleyin kadın, ‘Bu bir tek bitki bütün insanlarıma yetmez ki,’ diye düşünmüş. ‘Dünyada bu ottan başka yok mu acaba? Daha fazla nereden bulabilirim ki?’

İşte o anda kadının kulağına bir çok küçük küçük sesler gelmiş. ‘Buraya gel. Buraya gel. Toplayacağın ot benim işte.’ Bunlar dikenli çalılar ve yabani otların arasına saklanmış olan peyote bitkilerinin onu çağıran sesleriymiş. Bunun üzerine yaşlı kadın ve torunu bu bitkileri torbalarına doldurmuşlar tıka basa.

Gece gelip .attığında, cin bir kez daha görünmüş onlara, batmakta olan güneş arkasında. Onlara kamplarına giden kestirme yolu gösteriyormuş, bir an varsınlar diye. Dört gün için yanlarına hiç su veya yiyecek almadıkları halde kutsal büyü yol boyunca onların bedenlerini ve akıllarını güçlü kılmış.

Eve vardıklarında, akrabaları onları tekrar aralarında görmekten mutluluk duymuşlar ama insanlar hala hastaymış ve çoğu ölüp gidiyormuş. Yaşlı kadın halkına, ‘Size, dertlerinize çare olacak yeni bir kutsal büyü getirdim,’ diye seslenmiş.

Kadın köyün erkeklerine pejuta’yı, bu ilahi otu nasıl kullanacaklarını göstermiş. Cin zaten ona yapılması gereken töreni öğretmişmiş, ve büyü de ona aklın içinde var olan gücü kullanma bilgeliğini vermişmiş. Erkekler kendilerine tarif edilen şekilde bir çadır kurup, ateş yakmışlar. O zamanlar onları yönlendirecek, ne yönetici, ne yol gösteren varmış ve insanlar bu tür törenleri yapmayı sıfırdan öğrenmek zorundaymışlar.

Kadın erkek, yaşlı gen. herkes, bu yeni büyüden dörder filiz yemişler. Meme emmekte olan bir erkek bebek peyote gücüne annesinden emmekte olduğu süt ile ulaşmış. Parmaklarını emmekte olduğu elini su kabağından yapılma bir çıngırak gibi sallamaya başlamış. Çadırının hemen yanı başında oturmakta olan bir adam, o güçten payını almış ve yalnızca bebeğin koluna bakmakla, bir şarkı tutturmuş.

Büyücülerden biri hayvan derisinden yapılma bir çıngırak alarak, sallamaya başlamış. Çıngırağın içindeki taşların çıkardığı ses, Büyükbaba Peyote’nin sesi imiş ve anlatmak istediğini biliyormuş. Bir başkası bir tamtamı alarak çalmaya başlamış. Hem şarkı, hem çıngırağın içinden gelen ses uyum içindeymiş. Tamtamlar iyi çalınıyormuş ama uygun sesi çıkaramıyorlarmış çünkü, tamtamlarda yeterli su yokmuş.

Bir kadın cinin ondan bir kavak ağacı aramasını istediğini sezinlemiş. Güneşin yükselmesiyle birlikte bütün ahali, Büyükbaba Peyote onu batıya doğru götürürken, peşinden gitmişler. Kurumuş bir ağaçtaki bir tavşanın dışarı atladığını görmüşler ve bunun kutsal kavak ağacı olduğunu anlamışlar.

Ağacı kesmişler ve bir zamanlar tavşanın deliğinin olduğu gövdesini bir davul gibi oymuşlar. Kadının önerisi üzerine içini, taze kaynak suyu, hayat suyuyla doldurmuşlar.

Kampa dönerlerken, adamlardan birine güç tarafından, ona beş tane yuvarlak, pürüzsüz çakıl taşı toplaması ve tamtamını tabaklanmış Amerikan geyiğiyle kaplaması vahiy edilmiş. Çakıl taşlarını davulunun kenarına düğme olarak dizmiş ve bunları işlenmemiş deriden yapılma meşin iplerle deriye bağlamak için kullanmış. Böylece davula vurdukça, sanki tamtam sanki cinin kendisi çalıyormuş gibi hoş bir ses duyulmuş.

Gece gelip, çattığında, insanlar çadırın içinde ateş yakıp, tekrar büyü yapmışlar. Peyotenin verdiği güçle, yaşlı kadın alevlerin içine bakmış ve kavak ağacının kalp şeklindeki yaprağına benzer bir yürek görmüş. Böylece aynı zamanda peyotenin içinde de olan Ulu Ruhun, bu kıtanın kızılderililerine kalbini vermek istediğini anlamış. Ateşi körüklemekte olan adamlardan, parıldamakta olan korlardan bir kalp şekli yapmalarını istemiş ve oradakilerin hepsi bu şeklin tamtamların ritmiyle oynamakta olduğunu görmüşler. Kısa bir süre sonra ruhun etkisi altında kalan yardımcılardan biri, meşin ipin davulun dibinde kalp şeklini aldığını görmüş. Ateşle yanmakta olan kor halindeki kömürleri önce yıldız, sonra ay şekline sokmuş çünkü yıldızların ve ayın gücü çadıra girmiş bulunmaktaymış.

Kapının karşı tarafında oturmakta olan bir adam, su istemesi gerektiğini söyleyen bir hayal görmüş. Yaşlı kadın deri bir kırba içinde taze pınar suyu getirmiş ve herkes bu sudan içip, büyünün etkisi altına girmiş. Suyun ruhunu hisseden ateşin başındaki adam, korları su kuşu şekline sokmuş ve o andan itibaren su kuşu, kutsal büyünün ana sembolü haline gelmiş.

Bu adam ateşin etrafına topraktan bir yarım ay yapmış ve bütün üst tarafı boyunca parmağıyla bir çizgi çekmiş. Böylece bir yol, hayat yolunu oluşturmuş. içi insan sevgisi ve yüreği ile dolu olmak anlamına gelen wacankiyapi’nin bahşettiği zenginliğe sahip olan bir insanın, tam burada oturması gerektiğini söylemiş. Ve o günden sonra, bu tür herhangi bir toplantıyı yöneten herkese, ‘roadman’ (yoladamı) denmiş.

Artık insanlar arzu ettikleri her şeye kavuşmuşlarmış. Kutsal ota, tamtama, su kabağına, ateşe, suya ve dağservisine sahiplermiş artık. O günden sonra benliklerinin farkına varmışlar. Hastaları şifa bulmuş, ve bu güzelliği getirip, kendilerine suna yaşlı kadın ve torununa şükran duymuşlar. Bunlar Komançi’lerdi ve kutsal otun şifası onlardan bütün kabilelere yayılmış.

1970 yılında, Güney Dakota, Winner’daki Kızılderili Yerleşim Bölgesindeki Leonard Crow Dog tarafından anlatılmıştır.

4-İçinde nikotin içeren bir tür kaktüs bitkisi.

5-Kızılderililerin moral güç sağlamak ve gördüğü hayaller aracılığıyla, çoğunlukla hayvan ya da kuş olan koruyucu ruhunun kimliğini öğrenmek, ondan yardım istemek üzere, bütün bir gece tek başına, uyumadan, inzivaya çekilmesi.”

agy s. 100-104

DÜŞSEL ARAYIŞ

(BRULE SİU)

Düşsel Arayış, (Vision Quest) Ova halkları arasında yaygın bir gelenektir. Yaşam yolunda yönünü bulmaya çalışan, ya da kişisel bir sorununa çözüm arayan adam veya bir kadın bu şekilde bilgilenebilir ve aydınlanabilir Bu aç ve susuz bir şekilde, dört gün ve gece boyunca yalnız başına bir dağın tepesinde veya bir çukurda kalarak gerçekleştirilebilir. Bu çok zordur ama ruhların sesleri, bir insanın yaşamını belirleyen bir görüntü ortaya koydukları takdirde bu çekilen sıkıntılara fazlasıyla değer.

(…)

(…) İstediği şey, göreceği düşün ona büyük bir büyücü olma gücünü vermesiymiş. Kendine duyduğu sonsuz güvenle halkının içinde büyük bir insan olma gücüne sahip olduğuna eminmiş ama eksik olan tek şey bir düşmüş.

Genç adam cesur ve yürekli biri olarak dağın tepesine çıkmaya kararlıymış. (…)

(…)

(…) Ses belli bir yerden değil sanki her yönden geliyormuş, yankılanarak. ‘Buraya bak, genç adam, başka yerler de vardı seçeceğin. Etrafta başka tepeler de var. Düş görmek için yalvarıp, yakarmaya neden onlardan birine gitmiyorsun? Bütün geceyi hepimize, bütün biz yaratıklara, hayvanlara ve kuşlara zehir ettin.

Senin yüzünden ağaçları bile uyku tutmadı. Gözümüzü kırpmadık. Neden burada ağlayıp, bağırıyorsun ki? Sen toy, küstah bir gençsin, düş görmeye ne hazır, ne de değer bile değilsin’

(…)

Daha yaşlıca olan amcası, ‘Ama bir şey elde etmişsin bak,’ demiş. ‘Bir bizon avcısı ya da kafa derisi isteyen bir cengaver gibi düşünün peşinde koştun. Orada ruhlarla savaşıyordun. Onların sana bir düş borcu olduğunu zannediyordun. Sırf acı çekmek yetmez düş elde etmeye, ya da yürekli olmaya. Ne de sırf arzu etmek yetmez güç kazanmaya. Bir düş, alçak gönüllü olmakla, aklını kullanmakla ve sabırla elde edilir. Eğer düşsel arayışında sırf bunu bile öğrenmişsen, bayağı bir şey öğrenmişsin denmektir bu. Bunu iyi düşün.’

(…)”

agy s. 105-109

“(…) Kuzeybatıda yaşayan insanlar ise, yeni dünyada ortaya çıkmak için, gökteki bir delikten yukarı tırmanmaktan (bu çadırların tepesindeki duman deliğiyle ilintilidir) söz ederler. Burada devreye sayısız karakterler girer- gerçek tanrıalr ve cinler, canavarlar ve ejderhalar, geyikler, ayılar, kartallar ve diğer tür kuşlar gibi. (…)

(…)

Kuzey Pasifik’te ve Rockies platosundan, Cascades’e (Çağlayanlar) kadar uzanan bölgede değişik tipte kahramanlar, buna benzer olayların oluşumunda (dünyanın oluşumu ve ilk insanın ortaya çıkışı, blog. n.) etkindirler. Güneydeki Vancouver adasından kuzeye kadar, baş kahraman Raven’dir. Georgia Körfezi civarında Mink (vizon), Washington ve Oregon’da ise Blue Jay (Alakarga) ön plandadır. (…)”

agy s. 113, 114

“(…)

Kokomaht’ın yaratmış olduğu varlıklar arasında bir de, Hanyi, Kurbağa (the Frog) varmış. O kadar güçlüymüş ki, ateş ona zarar veremezmiş. Kokomaht’ı, onun gücünü kıskanır, kafasında onu yok etme planları yaparmış. Kokomaht’ın bundan haberi varmış çünkü o bütün yarattığı varlıkların düşüncelerini rahatlıkla okuyabilirmiş ama kendi kendine, ‘Ben insanlaranasıl yaşayacaklarını öğrettim. Artık onlara ölmeyi de öğretmem lazım, yoksa bir süre sonra dünyada adım atacak yer kalmaz,’ demiş. ‘Bu yüzden bırakayım da, Kurbağa beni öldürsün.’

Hanyi kokomaht’ın dikilmekte olduğu yerin hemen altını oymuş ve topraktaki bir delik aracılığıyla bütün soluğunu emmiş. Bunun üzerine Kokomaht rahatsızlanmış ve ölüm döşeğine yatmış. İnsanları yanına çağırmış ve batıda kendi halinde kalmayı yeğleyen beyaz adam dışında herkes etrafına toplanmış.

Beyaz adam ağıtlar yakıyormuş çünkü saçlarının rengi soluk ve dalgalı, benzi uçuk ve renksizmiş. Beyaz adam her zaman asık suratlı ve bencilmiş. Ortalıkta ne görse, hemen sahip olmak istermiş. Çocuk ruhlu ve aç gözlü bir yaradılışı varmış. Beyaz adamın feryatları canına tak eden Komashtam’ho yanına gitmiş ve iki sopayı birbirine bağlayarak, ‘Al sana binecek bir şey, ağlamayı kes artık,’ demiş. Beyaz adam üzerine binince, sopalar ata dönüşmüş. Böylece aç gözlü beyaz adam memnun olmuş- bir süre için.

Kokomaht insanlara son öğretisini sunmuş. Onlara, ‘Ölmeyi öğrenin,’ dedikten sonra, yok olup, gitmiş.

(…)

Kokomashtam’ho oradakilere dönerek, ‘O asla geri gelmeyecek,’ demiş. ‘Oöldü. Kendinin öldürülmesine izin verdi çünkü yaşamaya devam edecek olsaydı, siz insanlar da sonsuza dek yaşamaya devam ederdiniz ve çok geçmeden dünyada adım atacak yer kalmazdı. Böylece bundan sonra herkes günü geldiğinde ölecek.’

Bunun üzerine bütün herkes ağıtlar yakmaya başlamış. Kokomaht ve kendileri için ağlayıp, sızlamışlar. Onun bir daha asla geri dönmeyecek olduğuna inanmak istememişler. Oturmuş karalar bağlarken, Kokomaht’ın yanmış olduğu yerden, şeytani bir toz bulutu gibi, küçük bir hortumun yükselmekte olduğunu görmüşler. ‘Bu da ne? Ne olabilir ki bu?’ diye bağırmışlar.

Komashtam’ho, ‘Bu Kokomaht’ın ruhu. bedeni öldü ama ruhu yaşamakta. Şimdi bir yerlere gidcek o, ya kuzeye, ya güneye, ya doğuya, ya da batıya doğru, ruhunun yerleşeceği bir yere. O artık asla yorulmayacak, acıkmayacak, susamayacak ve biz ne kadar o öldü diye arkasından ağlasak da, ruhu hep şen olacaktır.’

Ve Komashtam’ho insanlarına ölümü anlatmış. ‘Öldüğünüzde, sizden önce gitmiş olan sevdiklerinizle bir araya geleceksiniz. öldüğünüzde ne kadar yaşlı ve elden ayaktan düşmüş olsanız da, tekrar genç, güçlü, kuvvetli olacaksınız. Bu kutsal topraklarda arpanız, buğdayınız hep büyüyecek ve yaşamınızda iyi de, kötü de olsanız, orada mutlu olacaksınız. Bu yüzden, ölüm o kadar korkulacak bir şey değil.’ (…)

(…)

Kahk, Karga (Crow), iyi bir ekici ve iyi bir biçiciymiş. Dünyanın dört bir köşesinden tahıl ve türlü türlü, faydalı tohumlar taşırmış. Güneye, büyük sulara doğru, yol boyunca dört kere dinlenerek uçarmış ve ‘Gak, Gak!’ diye bağırırmış. (…) Komashtam’ho’nun neden olduğu nehir taşkınları sonrasında karga, insanlar ekip, biçsinler diye güneyden bir sürü tohum getirmiş.

(…)”

agy s. 118-122

“(…)

Bundan sonra insanlar güneşi ve ayı, uzaklaşıp gitmesinler diye örümcek ağlarıyla bağladıktan sonra gökyüzüne salmışlar. Ve dünyanın yüzeyi sularla kaplı olduğundan, bu suları süpürmek üzere dört fırtına kopmuş. Siyah fırtına doğuya doğru esmiş ve suları iterek orada doğu okyanusunu oluşturmuş. Mavi fırtına güneye doğru esmiş ve suları bu yönde toplamış. Sarı fırtına suları batıya doğru iterken, çok alaca renkli fırtına ise kuzeye doğru eserek, suları buraya yığmış. Böylece bu fırtınalar, doğuda, güneyde batıda ve kuzeyde olmak üzere dört okyanus oluşturmuşlar. Fırtınalar suları toplama işini bitirince, insanların toplu halde bekleşmekte oldukları deliğin başına dönmüşler.

(…)

(…) İnsanlar gene bekleşmeye devam etmişler ve sonunda her şeyin uygun olup olmadığını anlamak için alakargayı salıvermişler dışarı. Karga dünyanın artık kuru olduğunu, bir sürü kurbağa, balık ve su kertenkelesinin ölmüş, yerde yatıyor olduğunu görmüş. Onların gözlerini oymaya başlamış ve Tornado gelene kadar da geri dönmemiş. İnsanlar pek kızmışlar kargaya. Ceza olarak onu çamurların içine atmışlar ve o günden sonra karganın rengi siyah olmuş.

(…)”

agy s. 127

“(…)

Sular durmadan yükselip durmuş. Günümüzde kutsal lületaşı ocağının bulunduğu yerin karşısındaki dağın dışında her şey sular altında kalmış. İnsanlar canlarını kurtarmak için oraya tırmanmışlar ama bunun bir faydası olmamış. Su bu dağı bile aşıp, geçmiş. Dalgalar kayaları ve dağın zirvesini yerinden kopararak, İnsanların üzerine yıkmış. Herkes ölmüş ve akan kanları pelteleşerek, büyük bir göl halini almış. Kan zamanla kırmızı lületaşına dönüşerek, atalarımızın mezarı da denilen lületaşı ocağını meydana getirmiş. İşte bu yüzden kırmızı lületaşından yapılma çubuklar bizler için son derece kutsaldır. Onun kırmızı çanağı atalarımızın etinden ve kanından, çubuğu çok önceleri ölmüş olan bu insanların belkemiğinden, tüten dumanı ise onların nefesinden oluşmuştur. Size bir şey diyeyim mi, bir ayin için kullanıldığında bu çubuk, chanunpa, canlanır; ondan çağlayan gücü hissedebilirsiniz.

(…)”

agy s. 139

“(…) Ia’tik, All-Mother (Anaların Anası), kendi inandığı tanrıları, kendisi yapar.

(…)

Ia’tik’in sepetindeki kendine ait tohum ve canlı şekilleri kullanmakta eli bolken Nao’tsiti bu konuda biraz fazlaca bencil davranıyormuş. Nao’tsiti’nin sepetinde bayağı bir canlı şekil kalmışmış ve şekillerinin bir çoğuna daha can vermek üzere bir şans istemiş. Ia’tik, ‘ben senden büyüğüm,’ diye karşılık vermiş. ‘Sen benim küçüğümsün.’ Nao’tsiti, ‘Bu doğru mu?’ demiş. ‘Aynı anda doğduğumuzu sanıyordum. Gel bu konuda bir sınama yapalım aramızda. Yarın sabah bakalım güneş ilk hangimiz için doğacak.’

Ia’tik sınamaya razı gelmiş ama kız kardeşinin bir şekilde kendisini öne çıkaracak olmasından korkuyormuş. Co’ecka’ya (saksağan), diye bilinen beyaz bir kuşa başvurmuş ve ondan derhal doğuya uçarak, kanatlarını kullanıp, güneşin Nao’tsiti’ye ulaşmasına engel olmasını istemiş. Kuşcağız hızla ve ta uzaklara uçmuş çünkü Ia’tik ona hiç durmamasını emretmişmiş. Karnı acıkmaya başlamış ve yerde aslanların avlamış olduğu bir leş görünce, dayanamayıp, konmuş. geyik leşinin böğründe bir delik varmış. Kuş bağırsaklardan yemek için kafasını delikten içeri sokmuş ve sonra da beyaz tüylerinin toz toprak ve kan içinde kaldığının bile farkına varmadan, yoluna devam etmiş.

Saksağan tam vaktinde güneşin doğuşuna yetişmiş. Nao’tsiti’ye gölge yapacak şekilde kanatlarını güneşin sol yanına doğru germiş. Bu şekilde güneş ışıkları ilk olarak Ia’tik’e vurunca, Naotsiti küplere binmiş. Ia’tik saksağana çenesini tutmasını ve bundan asla bahsetmemesini söylemiş. Derken kuşun tüylerinin leş gibi olduğunu fark edince, ‘Yolda durup, yemek yediğin için, bu günden sonra hep leş yiyeceksin ve tüylerin beyaz değil, siyah beyaz benekli olacak.’

(…)

Ia’tik bundan sonra sepetinden toz toprak çıkararak, tanrılara can vermiş. İlkinin adını Tsitsenus koymuş. Ona, ‘Pek yakışıklısın,’ demiş, ‘ama sana, seni biz insanlardan farklı kılacak bir maske vereceğim.’ Maskeyi bizon derisinden yapmış, onu çeşitli toprak boyalarıyla renklendirmiş ve tüylerle süslemiş. Tsitsenus’un boynuna yaban kedisi derisinden yapılma bir gerdanlık takmış, ve bedenini boyamış. Ona bir eteklik, bir kemer ve mokasenler vermiş, her iki bileğine kaytan ipler bağlamış ve kollarına bizon postu motifleri çizmiş. Kalçasına ise, ladin ağacı dalları bağlamış.

‘Gördüğün gibi bir sürü başka tanrılar yarattım,’ demiş, ‘seni onların başı olarak atıyorum; onları sen başlatacaksın.’ Başlangıç olarak onlara hintkenevirinin haşhaşından ikram etmiş ve sonra hepsine seslenmiş: ‘Bu andan itibaren size yapmış olduğum kıyafetleri giyeceksiniz. Sizler yağmurun ruhlarısınız ve istendiği zaman halkımın gözleri önünde dans ederek, yağmur yağdırmakla yükümlüsünüz. Ölene dek size minnet duyacaklardır.’ Ve, tanrıların her birine tek tek gerekli emirleri ve giysileriyle beraber, edecekleri duaları da verdikten sonra onlara, dört dağın her birinde ayrı ayrı odaları olacağını söylemiş. Böylece her şey yoluna girmiş olacakmış.

(…)”

agy s. 145, 151, 153-154

“(…)

Örümcek Kadın aynı şekilde kilden insanlar yapmaya devam etmiş ve her çifte ayrı ayrı diller öğretmiş. Ama bu arada adamın birine bir eş kadın yapmayı unutmuş ve işte bu yüzden olsa gerek bu gün bile hala tek başına yaşamakta olan bir erkeğe hep rastlarız. (…)”

agy s. 171

“(…)

Bütün bunları biz kendiliğimizden uydurmuş değiliz. Biz bunları, onların da kendi baba ve büyükbabalarından öğrendiklerini bize anlatan baba ve büyükbabalarımızın anlattıklarından öğrendik. Yukarıdaki Ulu reis’in dağları ne zaman alt üst edeceğini  kimse bilemez. Ama şunu iyi biliyoruz ki, ruhlar yalnızca, yaşarlarken atalarının anlattıklarına inanan insanların cesetlerine geri döneceklerdir. Yalnız onların kemikleri dağların altında huzur içinde yatacaklardır.

(…)”

agy s. 174

“(…) Earth Doctor, (Dünya Doktoru) içinde iki tür kök olan sigarasından çektiği dumanı Büyük Kardeşin göğsüne doğru üfürmüş. Anında göğsünden yeşil yapraklar fışkıran Büyük Kardeş’in aklı başına gelmiş. (…)”

agy s. 182

“(…) Hikayeler kendilerini sabah ve akşam yıldızlarına, veya aya bile dönüştürebilen ve bu kılıktayken kendilerine sevgili ve eş edinebilen, ölümlü erkek ve kadınlardan bahseder. (…)”

agy s. 187

GÜNEŞİN YARATILIŞI

(BRULE SİU)

Bırakın yok olup gitmeyi, Kızılderili mitleri kış geceleri hala anlatılmaktadır ve bazı çok eski hikayeler canlılığını kaybetse de, bir büyücünün düşleri üzerine yeni efsaneler yaratılmaktadır. Bir efsanenin doğumuna şahit olmak pek rastlanmayan bir ayrıcalıktır, aynı 1981 yılında Leonard Crow tarafından ilk kez anlatılmış olan şu aşağıdaki efsane gibi.

Bu hikaye daha önce hiç anlatılmamıştır. Ne bir defterde ne de bilgisayarlarda kayıtlıdır. Bu bana düşsel arayış sırasında gelmiş bir hikayedir. bu yaşamın başlangıcı kadar eski bir hikayedir ama düşümde gördüklerimle, atalarımın bana anlattıklarının- anımsanan, unutulmuş olan ya da tekrar anımsanan- yeni bir anlayışla uzlaştırılarak, yeniden dile getirilmesinden oluşmuştur. Belleklerin Dünyasından ortaya çıkmıştır.

Bazı insanlar bizlerin Adem ile Havva’nın soyundan geldiğimizi ileri sürerler ancak, biz yaratıldığımızda ortada ne Adem vardı, Ne de Havva. İnsanların bir kısmı, biz insanların dünyaya işlenen bir günahın yüküyle geldiğimizi anlatmaya çabalarlar ama bu bizim inandıklarımızla taban tabana zıt bir Beyaz Adam düşünce tarzıdır. günah ne bizi yaratanların, ne de biz yaratılanların evreninde bilinirdi.

(…)

Ve ikizin oğlu ilk ateşi yakmış ve ilk terleme odasını kurmuş. Sonra ebeveynlerine giderek, ‘Sizden ayrılmak zorundayım. Ben evrenin rüzgarlarını yönetmekle görevlendirildim,’ demiş. İlk düşsel arayışını yaptığı dağa tırmanmaya başlamış ve babasının, annesinin, We-Ota-Wichasta’ın ve İlk Kadının gözleri önünde bir kartala dönüşmüş. (…)”

agy s. 190, 198

“(…)

Küçük Adamlar iki insanı, biri engerek, diğeri bakırbaş(11) olmak üzere, yılan kılığına sokmak için büyü yapmışlar. (…)

(…) Küçük Adamlar bir büyü daha yaparak, adamlardan birini Uktena, su ejderhası, bir diğerini ise çıngıraklı yılan kılığına sokmuşlar. (…)

11- Kuzey Amerika’ya has, bir tür çok zehirli çayır yılanı.”

agy s. 224

“(…) Maker bütün bu işleri bitirdikten sonra, başka hiçbir şey yapmaz olmuş. O zamandan beri, günlerdir düşünüp, duruyormuş.

(…)”

agy s. 231

“(…) Dördüncü kişi, hiçbir kızın yatağa girmeye bile dayanamayacağı kadar çirkin biri olan Wolverine (Kutup Porsuğu) imiş. (…)”

agy s. 234

AY OYUNA GETİRİLİR

(SNOQUALME)

Snoqualm, ya da bir başka deyişle ay, çok önceleri evrenin efendisiymiş. Bir gün örümceğe, ‘Sedir ağacı liflerinden bir ip yaparak, onu yeryüzünden gökyüzüne doğru uzat,’ demiş.

Çok geçmeden Tilki ve Alakarga bir ip bulup, ona tırmanmışlar. Gece geç vakit, onun gökyüzünün dibine iliştirmiş olduğu yere varmışlar. Alakarga gökyüzünde bir delik açmış ve ikisi birlikte içinden geçmişler.

Alakarga bir ağacın tepesine uçarken, Tilki kendinin bir gölün içinde bulmuş. (…)”

agy s. 248

IŞIĞIN ÇALINMASI

(TSIMSHIAN)

Bu güneşin çalınması efsanesi, Kuzeybatı kabilelerinin çoğunun en gözde kahramanı Dev Kuzgun’u (Raven the Giant) gözler önüne serer.

Bir zamanlar hep zifiri karanlık egemenmiş her yere ve asla gündüz olmazmış. Dev, kuzgun postunu üstüne geçirip, uzun bir süre suların üstünde uçarak gökyüzünü terk etmiş. Yorulduğunda, babası reisin ona vermiş olduğu yuvarlak taşı düşürüvermiş. Taş denize düştüğünde, üstünde kestirip, dinlendiği kocaman bir kaya halini almış. Sonra tekrar doğuya doğru uçmaya devam etmiş, ta ki Skeena ırmağının kaynağında, ana karaya ulaşana dek. Oraya vardığında, ‘her ırmak ve derede her türlü balık olsun,’ diyerek, som balığı ve alabalık yumurtaları serpiştirmiş sulara. İçini meyvelerle doldurmuş olduğu kurutulmuş deniz aslanı derisinden torbasını açarak, ‘Her dağ, tepe, vadi ve ova bunlarla dolsun!’ diyerek onları da yer yüzüne serpiştirmiş.

Bu karanlıklar dünyası, yalnızca çok açık gecelerde yıldızların ışığıyla bir parça aydınlanıyormuş. Ama hava bulutlu olduğunda zifiri karanlık basıyormuş her yanı. Bu karanlıkta nasıl yiyecek bulabileceği konusunda endişeli olan Dev de en az insanlar kadar sıkıntı içindeymiş. Onun geldiği yerde ışık varmış ve onu aşağıya indirmeye karar vermiş. Üstüne kunduz postunu geçirdiği gibi, gök yüzünde bir delik bulana dek yukarı doğru uçmuş ve o delikten çıkıp gitmiş. Sırtından kunduz postunu çıkararak, onu deliğin yanına koyduktan sonra evrenin reisinin bulunduğu kaynağa kadar yürümüş. Orada yere oturup, beklemeye koyulmuş.

Çok geçmeden reisin kızı elinde bir kovayla eve su götürmek üzere kapıda belirmiş. Dev onun pınara doğru geldiğini görünce, hemen bir sedir yaprağı kılığına girerek, suyun üzerinde yüzmeye başlamış. Kız yaprağı hiç fark etmeden kovayı doldurup suyu içince, yaprağı yutuvermiş.

Kısa bir süre sonra kız hamile kalmış ve bir oğlan çocuğu doğuruvermiş. Reis ve karısı bundan pek hoşlanmamışlar ve kısa bir süre sonra oldukça güçlenen ve ortalıklarda emeklemeye başlayan bakıp, beslemişler. Derken nasıl olduysa bebek durmadan, ‘Hama, hama!’ diye ağlamaya başlamış. Ne yaptılarsa bebeği sakinleştirememişler. Reis hemen kabilenin yaşlılarını toplayarak, onlara bebeğin neden durmadan ağladığını sormuş.

İçlerinden biri dikkatlice bebeğe kulak verince ne dediğini anlamış. Reise, ‘O ma için ağlıyor,’ demiş. Bu gün ışığının içinde saklandığı ve reisin evinde bir köşede asılı duran sandığın adıymış. Bu dünyamıza gelirken Dev’in aklında kalan bir şeymiş. Reis onun derhel asılı olduğu yerden indirilip, ocağın yanında yere konmasını emretmiş. Bebek anında ağlamayı keserek, Ma’yı evin içinde yuvarlamaya başlamış. Reis çocuğun oyunlarına alışıp da, dikkati dağılana dek, dört gün boyunca durmadan onunla oynamış. Bunun üzerine çocuk (aslında Dev tabi) ma’yı kaptığı gibi, omzuna atıp, koşarak evden kaçmış. Onu gören biri, ‘Hey, Dev ma’yı kaptı, kaçıyor!’ diye bağırınca, evrenin bütün sahipleri peşine düşmüşler. Ama o gökyüzündeki deliğe ulaşmış, kunduz postunu sırtına geçirmiş ve elinde ma ile, aşağıya uçmuş ve peşindekiler evlerine dönmüşler.

Dev bu sefer Nass ırmağının ağzından başlayarak, karanlıkta yola koyulmuş. Bir süre sonra, kanolarındaki ağlarla olachen tutmakta olan bir takım insanların bağrıştığını duymuş. Dev elinde ma, kıyıya oturmuş ve onlardan kendisine birkaç balık atmalarını istemiş. Yalancı diye bağırarak, isteğini geri çevirmiş balıkçılar. Üstünde kunduz postu olsa da, onun Dev olduğunu biliyorlarmış.

Dev, ‘Bakın, bana bir balık atın yoksa Ma’yı kırarım, ha! diye onları tehdit etmiş. Balıkçılar buna rağmen onu azarlamaya, hakaret etmeye devam etmişler. Dev isteğini dört kere tekrarladıktan sonra, Ma’yı kırıvermiş. Birden ortalık günlük güneşlik oluvermiş. Kuzey rüzgarı olanca hızıyla esmeye başlamış ve aslında kurbağa olan balıkçılar, ta dağlık bir adaya varana dek sulara kapılıp, ırmak boyunca sürüklenip gitmişler. Kurbağalar burada karaya çıkmaya çalışmışlarsa da, dondurucu kuzey rüzgarı yüzünden donarak, kayalara yapışıp kalmışlar. Onlar hala oradalar ve yer yüzünde o günden beri hep gün ışığı var.

1916 yılında Franz Boas tarafından kayda alınmış olan bir efsaneye dayanmaktadır.”

agy s. 250-252

“(…)

Kızılderili kahraman akıllara durgunluk verici yetenekler sergiler; istediği her kılığa bürünebilir ya da gerekli gördüğünde görünmez olabilir. (…)

(…)

Kızılderili kahraman son derece rahatlıkla doğa ile kaynaşır; hayvanlarla konuşabilir, hayvanlar da çoğunlukla, akıl vererek ya da içinde bulunduğu zor durumdan çıkmasına yardım ederek, ona karşılık verirler. Onların kılığına girer, onlar da onu taşır veya saklarlar. Kahraman çoğunlukla kendisi hayvandır ya da daha çok, Old Man Coyote (Kocamış Çakal Adam), Bear-Man (Ayı-Adam), Spider Woman (Örümcek Kadın) veya yırtıcı Man-Eagle (Kartal Adam) gibi aynı zamanda hayvandır da.

(…) Canavarlar ve ejderhalar her biçimde görünebilir ve tabi istediklerinde, biçim de değiştirebilirler. (…) Gerçek bir kahramanın başından dert hiç eksik olmaz.”

agy s. 264, 265

“(…)

İki kardeşin izinden gittiğine inandığı uzun bir yol kat ettikten sonra, bazı insanların tartıştığını duymuş. Sesin geldiği yöne yürüyünce, bedeni üzerinde bir eşekarısı, bir solucan ve bir ağaçkakanın ağız kavgasına tutuşmuş oldukları kocaman bir yaban geyiğine rast gelmiş. Little-Man-with-Hair-All-Over onlara, ‘Dostlarım,’ demiş. ‘bu hepinize yeter. Hadi bunu size bölüştüreyim de, bütün bu zırıltı bitsin.’ Kemikleri ağaçkakana, yağları eşekarısına, etleri ise solucana verince herkes hayatından memnun kalmış.

‘Sağ ol amca,’ demişler, ‘bu işi çözüme ulaştırıp, aramızda barışı sağladığın için. ‘Bu yaptığına karşılık, eğer başın derde girecek olursa, bizlerden birinin kılığına girebilirsin. İster solucan, ister eşekarısı istersen de bir ağaçkakan olabilirsin.’

(…)

(…) Sonra eşekarısı kılığına girerek bacadan, kulübenin içine uçmuş ve sarışın kızın omzuna konmuş. (…)

Ağaçkakan kılığına girip, bacanın ta tepesindeki direğe konan Little-Man, ‘Bu kolay canım,’ demiş.

(…)”

agy s. 277-279

HIAWATHA, BİRLEŞTİRİCİ

(IROQUOIS)

Hiawatha (Haion-Hwa-Tha- Irmakları Yaratan Kişi) devlet adamı, kanun koyucu, şaman ve birleştirici olarak akla gelir ve 1570 yılları civarında yaşamıştır. Bazı kaynaklara göre, Mohawk’ta doğmuştur ve kendi kabilesi ilk zamanlarda öğretilerini özümsemedi diye Onondaga’lara irtica etmiştir. Iroquois kabilelerini birleştirme çabalarına, daha sonra yenilgiye uğrattığı, ve intikam hırsıyla Hiawatha’nın kızını öldüren, yenilmez reis Wathatotarho tarafından karşı gelinmişti.

Göklerin Koruyucusu Ta-ren-ya-wa-gon, acı ve keder dolu bir büyük feryatla uykusundan uyanmış. (…) Fani kılığına bürünen Ta-ren-ya-wa-gon, derhal yeryüzüne inmiş ve küçük bir kızın elini tutarak, korku içindeki insanlara peşinden gelmelerini söylemiş. (…)

(…)

Ta-ren-ya-wa-gon bir insanoğlu olarak, insanların arasında yaşamaya karar vermiş. Her şekle girebilme gücüne sahip biri olarak, insan olmayı seçmiş ve Hiawatha adını almış. (…)”

agy s. 283-286

“(…) Sabaha karşı Sweet Medicine dört tane kutsal şarkı söylemiş. Her şarkıdan sonra çubuğundan bir nefes çekmiş ve onun kutsal soluğu çadırın tepesindeki duman deliğinden süzülerek yukarılara, ulu bilinmeyene ulaşmış.

(…)”

agy s. 296

“(…) Gömlek bitince Örümcak Kadın bunun üzerine kutsal mısır poleni serpmiş ve ilahiler okumuş. Sonra kendini, bir tuz zerreciğinden daha büyük olmayan minik bir örümcek haline sokarak, Işığın Oğlunun sağ kulağının üzerine çöreklenmiş. (…)

(…)

Kartal-Adam, ‘Sen de kimsin?’ diye sormuş. (…)

‘Sen benim karımı çaldın, ben de onu geri almaya geldim.’

Kartal-Adam, ‘Olabilir de, olamayabilir de,’ demiş. ‘büyük laflar ediyorsun ama önce benimle yarışmalısın.’

Işığın Oğlu, ‘Ne gibi bir yarışma?’ diye sormuş.

‘Çubuk tüttürme yarışı,’ demiş. Canavar neredeyse yetişkin bir adam boyunda, kocaman bir çubuk çıkartmış ve tütün doldurmuş. ‘Bundan ikimiz de içeceğiz,’ demiş. ‘Kim zayıf düşer, baygınlık geçirirse, o yarışı kaybeder. Kaybettiğin takdirde seni öldürmek ve karına el koymak hakkına sahip olurum. Ama sen kazanırsan onu alıp gidebilirsin.’

İşe bakın ki, Kartal-Adam’ın büyülü çubuğu, her ne kadar kendisine hiç bir etki yapmıyorsa da, alışık olmayan birini sersemletecek kadar zehirliymiş. Ama Kartal-Adam yarışın kurallarını anlatırken, Köstebek Işığın Oğlu’nun oturmakta olduğu noktada, yere çabucak bir delik açmış. Köstebek buradan dışarıya ulaşan bir tünel açmış ve böylece adam ve canavar çubuktan nefes çektikçe duman Işığın Oğlu’nun içinden deliğe, oradan da dışarı çıkmaktaymış. Kartal-Adam kendi büyülü tütününden kafayı bulup pes edene kadar, ikisi karşılıklı tüttürüp durmuşlar çubuğu. Halbuki Işığın Oğlu’na hiç bir şey olmamış.

İçi dışı duman olan Kartaol-Adam, bir parça soluklanıp, ayılmak için kendini dışarı atmış. Ardından Işığın Oğlu da dışarı çıkmış ve her ikisi de yeri göğü kesif bir duman kapladığını görmüşler. Kartal-Adam, ‘Bu kimin işi acaba?’ diye düşünmüş. Sesini yükselterek, ‘Tamam, yarışı sen kazandın ama bu yalnızca birincisiydi. Şimdi ikincisine bakalım,’ demiş.

(…)

Işığın Oğlu denileni yapmış ve büyüyü küllerin üzerine serpince, Kartal-Adam dirilmiş ve pek yakışıklı bir adam haline bürünmüş.

(…)”

agy s. 308-312

“(…)

Tabi Şeytan Kulesi beyazlara özgü bir isimdir. (…) Şeytanı ortaya çıkaran sizlersiniz ve bana sorarsanız da, aman hep sizde kalsın. (…)”

agy s. 323

“(…) Yakınlardaki bir ağaçta oturmakta olan bir kuzguna seslenerek, ‘Buraya gel; bir iş için seni bir yere yollayacağım,’ demiş. Kuzgun uçarak yanına geldiğinde ona, ‘Git ve halkımın kampını bul. Uçarak kulübelerinin arasında dolaş ve çığlıklar atarak onlara seslen. Ve insanlar dışarı çıkıp da birbirlerine, ‘Bu kuzgun da ne yapıyor böyle? Ya ne taşıyor gagasında? diye sorduklarında, bu yağlı et parçasını kalabalığın tam orta yerine atarak insanlara geldiğin yerde böyle yığınlarla et olduğunu söyle,’ demiş.

Kuzgun et parçası gagasında, uçup gitmiş. Kampı bulmuş ve çığlıklar ata ata üzerinde uçup durmuş. Etrafta oturmakta olan insanlar birbirlerine, ‘Bu kuzgun ne taşıyor öyle?’ diye sormaya başlamışlar. Kuzgun yağlı et parçasını aşağıya atınca biri bunu eline alıp, ‘İşe bak yahu, bu taptaze et,’ demiş.

Bunun üzerine kuzgun, ‘Sizin terk edip gittiğiniz insanlar hala eski kamptalar ve bunun gibi yığınlarla etleri var,’ demiş. Sonra uçup kızın yanına dönmüş.

(…)”

agy s. 340

“(…) Kadın iki kardeşi hoş karşılamış ve, ‘Uncegila ile savaşmaya gönüllü ikiz kardelşer, içeri buyurun,’ demiş. Her şeyden önce içeri girin de, dinlenin, yiyin için ve tütün için.’ Kadın yeterinden fazla yakınlık göstermiş kardeşlere. Onlara ekmek, kurutulmuş et, yemiş çorbası ve buna benzer güzel şeyler ikram etmiş. Bir çubuğu ve kutsal tütünü varmış ve oturup bir güzel tüttürmüşler. (…)

(…)

İyi ama bana verebileceğiniz bir şeyiniz var, genç adamlar. (…) Benimle yatın ve şu kocamış halimle bana biraz zevk tattırın, büyülü oklarımı da alın gidin.’

(…)”

agy s. 343, 344

“(…)

Aslında reis atını sürmeye devam etmişmiş ama çok fazla kan kaybettiğinden atından aşağı düşmüş. Acılar içinde karların içinde yatarken, ölüm şarkısını söylemekte bayağı bir zorluk çekmiş. Ortalıkta ne düşman, ne de dost varmış; tek başına yapayalnızmış.

Ansızın çakallar çıka gelmiş. Hırıldamaları sevecenlik doluymuş. ‘Biz seni biliyoruz,’ demişler ve bütün gece her iki tarafında yatarak onu sıcacık tutmuşlar. Yüzündeki kanları yalamışlar. Gücünü toplasın diye ona geyik eti yedirmişler ve okların açtığı yaralara sürmesini söyleyerek ona kutsal büyülü ilaçlar vermişler. İlaçlar yaralarını öyle yumuşatmış ki, okların başlarını ve kalan parçaları rahatlıkla çıkartıvermişler. Yürüyebilecek kadar iyileştiğinde bir karga çıka gelmiş ve ona evine kadar rehberlik etmiş. Bütün insanlar onu görmekten ve anlattıklarından şaşkına dönmüşler.

Reis iyileştikten sonra tek başına çıktığı av sırasında bir gurup Pahanis savaşçısı tarafından tuzağa düşürülmüş. Bu düşmanların ateşli silahları varmış ve reis, biri koluna, diğeri ise kaburgalarına olmak üzere iki mermi yemiş vücuduna. İkinci mermi akciğerlerine dokunduğundan, o günden sonra az da olsa nefes alma zorluğu çekmiş.

Hızlı atının sayesinde Pahanis’lerden kaçıp, güvenli bir uzaklığa varmayı başarmış ama daha fazla ileri gidememiş. Atından inip, boylu boyunca yere uzanmış. Kendi kendine, ‘Bu sefer sonum geldi galiba,’ demiş.

Ama iki çakal, yanlarında et ve kurşun yarasına iyi gelen merhemle, tekrar çıkagelmiş ve az da olsa gücünü toplayana dek dört gün boyunca onu sıcak tutup, yaralarını otamışlar. Ve gene karga uçarak gelmiş ve düşmanın yakında olduğunu ikaz ederek adamı kollarken, onu alıp atının kaçıp, kaybolduğu yere götürmüş. Böylece reis bir kez daha ölüm yolundan geri dönmüş.

(…)

Ve sonra son ünvanını da almış. Ona Kangi Shunka, Crow Coyote (Uluyan Çakal) adını takmışlar. (…)”

agy s. 358, 359

“(Roman Nose, blog not.) ‘Cengaverlerimin başında olmam gerek. Ben öleceğim. Sonsuzluk yalnızca dağlara, taşlara mahsustur.’ (…)

(…) Yaşadığı gibi ölmüş. İnsanlara bir reis gibi davranmanın, ileri yaşlara kadar yaşayıp, kocamaktan önemli olduğunu göstermiş.

(…)”

agy s. 370

BENEKLİ KARTAL VE KARA KARGA

(WHİTE RİVER SİU)

İki savaşçının haset ve kartallara dair bu hikayesi ilk olarak, ulu Mapiya Luta-Oglasa’ların büyük reisi Red Cloud (Kızıl Bulut) tarafından anlatılmıştır.

Çok çok zamanlar önce, iki gözü pek savaşçı yaşarmış. Birinin adı Wnblee Gleshka, Benekli Kartal imiş. Diğerininki ise Kangi Sapa, Kara Karga imiş. Araları pek iyi, iki dost imişler ama nasıl olmuşsa her ikisi de gönlünü, Zintkala Luta Win, Kızıl Kuş’a kaptırmış. Kız güzel olduğu kadar deri sepilemekte ve işleme yapmakta üstüne yokmuş ve en çok Benekli Kartal’ı seviyormuş ve bu da Kara Karga’yı zıvanadan çıkarıyor, mutsuz ediyormuş.

Kara Karga arkadaşına açılarak, ‘Hadi gel, Pahani’lere savaş açalım. Kendimize güzel atlar edinir, kartal tüyü kazanırız,’ demiş.

Benekli Kartal, ‘İyi fikir,’ demiş ve iki genç arkadaş terleme banyosunda kendilerini arındırmışlar. Savaş büyülerini, kalkanlarını çıkartmışlar, suratlarını boyamışlar ve bir baskına çıkmadan evvel bütün savaşçıların yaptığı her şeyi yerine getirmişler. Sonra da atlarına atlayıp Pahani’lerle savaşa çıkmışlar.

Baskın istedikleri gibi olmamış. Pahani’ler pek uyanık olduklarından genç savaşçılar bir türlü sürünün yanına yaklaşamamışlar. Bırakın birkaç tay kapmayı, düşmanın sürüsüne yaklaşmaya çalışırken kendi atlarından kaybettikleri bile olmuş. Benekli Kartal ile Kara Karga için yayan kaçmak hiç de kolay olmamış çünkü Pahani’ler her yerde onları arıyormuş. Paçaları sıkışınca kendilerini gölün sularına atmışlar ve ucunu suyun yüzeyinde tuttukları kamışlarla nefes alarak saatlerce suyun altında beklemek zorunda kalmışlar. Ama hiç olmazsa gösterdikleri bu kurnazlık sayesinde Phani’ler pes etmiş, onları avlamaktan vazgeçmişler.

Yayan eve dönmek bayağı zaman almış. Mokasenleri paralanmış, ayaklarının altı su toplamış, kan içinde kalmışlar. Sonunda yüksekçe bir tepeye varmışlar. Kara Karga, ‘Hadi, oraya tırmanalım da, düşman hala peşimizde mi anlayalım,’ demiş. Yukarı tırmanıp etrafa baktıklarında peşlerinden gelen kimse olmadığını görmüşler. Ama kendilerinden bayağı aşağılardaki bir kaya çıkıntısının üzerinde, içinde iki yavru kartalın olduğu bir yuva çarpmış gözlerine. Kra Karga, ‘Hiç olmadı, şu kartalları götürelim bari,’ demiş. Sarp kayadan aşağıya inecek hiçbir yer yokmuş ama Kara Karga meşinden kemendini çıkartarak ona bir ilmek yapmış ve bunu Benekli Kartalın göğsünden geçirerek, onu aşağıya sarkıtmış.

Arkadaşı kaya çıkıntısının üzerinde, yuvanın yanına varınca, Kara Karga kendi kendine, ‘Onu burada ölüme terk edebilirim pekala. Köye tek başıma dönersem, Red Bird (Kızıl Kuş) mutlaka benimle evlenecektir,’ demiş. İpi aşağıya atıp, Benekli Kartal’ın çığlıklarına hiç kulak asmadan doğru köyünün yolunu tutmuş.

Arkadaşının kendisine ihanet ettiği ve ölüme terk edilmiş olduğu en sonunda Benekli Kartal’ın kafasına dank etmiş. Kement aşağıya inemeyeceği kadar kısaymış. Ayaklarının dibinde yüz metre derinliğinde bir uçurum yatmaktaymış. Orada yapayalnız, yuvasını zapt etmiş olduğu iki ayaklı yaratığa çığlıklar atarak çemkirmekte olan kartal yavrularıyla baş başa kalmış.

Kara Karga köyüne varmış. Köydekilere Benekli Kartal’ın çatışma sırasında öldüğünü anlatmış. ‘Pahani’ler öldürdü onu,’ demiş. Bütün köy ah vah sesleriyle çınlamış çünkü herkes Benekli Kartal’ı pek severmiş. Kızıl Kuş kollarına bıçakla derin çizikler atmış, ve herkese ne kadar kederli olduğunu göstermek için saçlarını kökünden kesmiş. Ama sonunda yaşam sürüp gittiğine göre, zavallı kız Kara Karga’yla evlenmiş.

Ama gelin görün ki Benekli Kartal tek başına kaldığı kaya çıkıntısının üzerinde ölmemiş. Kartallar ona alışmışlar ve aile büyüğü kartallar ona, yavrularıyla paylaşıp yesin diye, tavşanlar, yabani köpekler ve çayır tavuğu gibi hayvanlardan oluşan bir dolu yiyecek taşıyıp durmuşlar. Kartalların onu kabullenmesini belki de göğsüne takmış olduğu çıkınında sakladığı kartal büyüsü sağlamıştı. Ama gene de o kaya parçasının üzerinde yaşamak hiç de kolay olmamış. Çıkıntı pek dar olduğundan geceleri uyuduğunda aşağıya düşmesin diye kendini bir kaya parçasına bağlıyormuş meşin kementle. Böyle çok sıkıntılı haftalar birbirini kovalamış. Eh, eninde sonunda o, daracık bir kaya çıkıntısının üzerinde yaşayabilecek bir kuş değil, bir insanmış.

Derken minik kartallar uçma denemeleri yapacak kadar büyüyüp, serpilmişler. Genç adam, ‘Şu benim halim ne olacak?’ diye hayıflanıp duruyormuş. ‘Bu yavru kuşlar palazlanıp da yuvadan uçtukları an, büyük kartallar bir daha buraya yiyecek falan getirmezler,’ diye düşünmüş. Derken aklına parlak bir fikir gelmiş ve kendi kendine, ‘Belki de öleceğim. Sanıyorum öyle olacak. Ama burada oturup ölümü beklemeye hiç niyetim yok,’ demiş.

Benekli kartal büyü çıkınından küçük tütün çubuğunu çıkartarak, onu göğe doğru kaldırıp, ‘Wakan Tanka, onshimala ye (Büyük Ruh bana acı),’ diye dualar etmiş. ‘Sen insanı ve onun kardeşi kartalı yarattın. Bana da onun adını verdin. Şimdi kartalların beni aşağıya, yere taşımalarını deneyeceğim. Kartallar yardımcım olsun; başarayım bu işi.’

Tütününden bir fırt çekmiş ve içi güven duygusuyla dolmuş. Sonra da iki genç kartalın ayaklarına tutunmuş sıkıca. Onlara, ‘Kardeşlerim benim,’ demiş. ‘Beni kendinizden biri olarak kabul ettiniz. Şimdi ya birlikte yaşayıp gideceğiz, ya da birlikte öleceğiz. Hoka-hey!’ demiş ve kendini aşağıya fırlatmış.

Aşağıya düşüp parçalanacağını bekliyormuş ama iki genç kartal inanılmaz kanat çırpışlarıyla onun düşmesini önlemiş ve üçü birden sağ salim aşağıya yere inivermişler. Benekli Kartal yukarıdakilere şükranlarını gönderen dualar okumuş. Sonra kartallara teşekkür edip onlara bir gün armağanlarla geri geleceğini ve onların  şerefine sadakalar dağıtacağını söylemiş.

Benekli Kartal köyüne geri dönmüş. Köydeki heyecan görülmeye değermiş. Ölmüş olduğunu zannettikleri kardeşleri çıka gelivermiş işte. Herkes ona nasıl olup da sağ kaldığını, yaşadığını başardığını sormuş ama o hiç kimselere bir şey anlatmamış. ‘Kaçıp kurtuldum ellerinden,’ demiş. ‘Hepsi bu kadar.’ Hain arkadaşının sevdiğiyle evlenmiş olduğunu görmüş ama bağrına taş basıp, susmuş. O köyün huzurunu bozacak, iki aileyi birbirine düşürecek karakterde biri değilmiş. Üstelik de olup biteni değiştirecek ne olabilirmiş ki. Böylece kaderine boyun eğmiş, Benekli Kartal.

Bir yıl akdar sonra, büyük bir Pahani savaşçı gurubu köye saldırmış. Düşman Siu’lardan on kat fazlaymış ve Benekli Kartal’ın elindeki savaşçılar onlarla başa çıkacak durumda değilmiş. Cengaverlerin yapabildiği tek şey ileri geri atak oyunlarıyla onları oyalayarak, yaşlıların, kadınların ve çocukların nehrin öte yakasına kaçmasına fırsat sağlamakmış. halkını bu şekilde savunan Siu savaşçıları kahramanca çarpışarak Pahani’leri durmaya ve tekrar toplanmaya zorlamayı başarmış. Siu’lar her seferinde biraz daha geri çekiliyorlar ve kah bir tepenin yamacında, kah bir vadinin içinde yeniden konuşlanıyorlarmış. Böyle yaparak ailelerini kurtarmayı başarmışlar.

İçlerinde en cesurca çarpışarak, düşmanla göğüs göğüse gelen iki kişi, Benekli Kartal’la, Kara Karga imiş. Sonunda artık düşmanla baş başa kalmış iki gözü pek cengaver. Derken, Kara Karga’nın atı ansızın birkaç ok birden yemiş ve olduğu yere yığılıvermiş. benekli Kartal’a, ‘Kardeşim, sana yaptıklarım için beni affet,’ diye bağırmış. ‘Bırak da terkine atlayayım.’

Benekli kartal, ‘Sen bir Kit Fox cengaverisin, yiğitlik kuşağı sahibisin, unutma. Kuşağını bir nişan diye yere sapla ve sonuna dek çarpış düşmanla. Eğer sağ kalırsan seni affederim; eğer ölecek olursan bil ki gene affedeceğim seni,’ diye karşılık vermiş.

Kara Karga, ‘Ben bir Fox cengaveriyim. Kuşağımı saplayacağım yere. Burada ya kazanacak, ya da öleceğim,’ diye yanıtlamış arkadaşını. Ölüm şarkısını söylemiş. Yiğitçe çarpışmış düşmanla. Onun kuşağını yerden söküp, atına alacak kimse çıkmamış. Mızraklar ve oklar saplanmış her yerine ve orada kahramanca can vermiş.

Kara Karga’nın son savaşını izleyen bir tek Benekli Kartal varmış savaş meydanında. Sonra geri dönüp halkına karışmış ve sağ salim nehrin karşı yakasına geçmişler hep beraber. Pahani’ler peşlerinden gelmemiş. Benekli Kartal Kızıl Kuş’a, ‘Kocan kendine yakışır bir şekilde öldü,’ demiş.

Bir zaman sonra, Benekli Kartal Kızıl Kuşla evlenmiş. Ve çok ama çok zaman sonra anne babasına, ama yalnızca onlara Kara Karga’nın kendisine nasıl ihanet ettiğini anlatmış. ‘Artık onu bağışladım,’ demiş. ‘çünkü çok zaman önce en iyi dostumdu, ve bir cengavere yakışır şekilde can verdi ve ben ve Kızıl Kuş artık mutluyuz.’

(…)”

agy s. 375-379

“(…)

1980 yılında bu kurtarıcı hayalet dansı Ova Kabilelerini kasıp kavurdu. Pauite peygamberi Wovoka’nın hayalinden kaynaklanan ve güneş tutulmasının ürkütücülüğü gibi işaretlerle kendini belli eden hayalet dansı umutsuzluğun ortaya çıkardığı bir dindir. Bu atalarının av sahalarından sürülmüş ve toplama kamplarında acı çekmekte olan halklara umut vermekteydi. Hayalet dansçıları el ele tutuşup daire halinde dönerlerken, ve hayalet dansı şarkıları söylerlerken, sıra dışı bir dans ortaya koyarlardı. Üstlerindeki yıldız, ay, güneş ve saksağan motifleriyle boyanmış gömlekler onları mermilerden korumak içindi. Dansçılar zaman zaman kendilerinden geçer, bayılarak oldukları yerde yığılırlardı. Uyandıklarına ortalığın bizon kaynadığı şahane bir ülkeye gittiklerini ve orada çok uzun zaman önceleri ölmüş atalarınla karşılaştıklarını anlatırlardı.

Wovoka’nın dediği gibi hayalet dansı dünyayı, o beyazlar gelmeden önceki o eski haline geri çevirirdi.”

agy s. 387

BÖLÜM ALTI

ÇAKAL HEM AĞLAR HEM GÜLER

ÜÇKAĞITÇILIK HİKAYELERİ

Üçkağıtçılık ve muziplikler üzerine hikayeler, özellikle aşağı tabakadan, önemsiz ve sıradan kişilerle, büyük ve zengin insanlar arasındaki olayları aksettirdiğinde, hikaye anlatıcılığının ilk başından beri hayranlık dolu dinleyici kitlelerini kendine çekmiştir. (…)

(…)

(…) Kuzgun, Vizon, Tavşan, Ala Karga ve diğer hayvanlar da muziplik ve haşarılıklar yaparak yerlerini alırlar bu hikayelerde. Hayvanların yanı sıra, insan ve yarı insan şakacılar da vardır- Karaayaklar ve Crow’ların Yaşlı Adam’ı (Old Man), Siu Örümcek Adam Iktome, Cheyenne’lerin Veeho ve Vihiotiplemeleri, Büyük Göller ve merkezi ormanlık alanların Manabozho’su ve Cree’lerle Saultaux yerlilerin Whisky Jack’I gibi. (…)

(…) Çakal çoklukla kadın kılığına girerek, büyük bir olasılıkla karnını doyurmak ve bakılmak amacıyla, bir erkekle evlenir. Çok değerli bir zıpkını ve ya oltayı aşırmak için balık kılığına bile girer. (…)”

agy s. 391, 392

“(…) Yağmur ve dolu durmuş ve tekrar güneş açmış. Bunun üzerine Çakal ve Iktome mağaranın önüne oturarak güneşlenmişler, kızarmış ekmek, kurutulmuş et ve wojapi, yemiş çorbasıyla karınlarını doyurmuşlar. Yemek bittikten sonra, tütün çubuklarını çıkararak bir güzel tüttürmüşler.

(…)

(…) Iktome bir anda küçük bir top gibi yuvarlanarak, örümcek kılığına girmiş. (…)”

agy s. 394, 395

BU DA NE DEMEK? TAŞAKLARIMI MI İSTİYORSUN AKŞAM YEMEĞİNE?

(WHİTERİVER SİU)

Iktome, hain Örümcek Adam ve Shunk-Manitu, Çakal, iki işe yaramaz serseridirler. (…)”

agy s. 397

KUZGUN

(ATHAPASCAN)

Kuzey Batı sahilinden bir çok Athapascan’ca konuşan kabileler ve Alaska kabileleri arasında, Kuzgun yalnızca güçlü bir doğa üstü hayvan olarak değil, aynı zamanda muziplikleri ile tanınır.

Bir zamanlar, biricik kızlarının varlıklı biriyle evlenmiş olduğunu görmeyi umut eden yaşlı bir çift varmış. Ne zaman birileri kampa gelse, yaşlı adam oğlunu aşağıya, iskeleye yollar, adamın elbisesindeki kemik boncukları saydırırmış ki, içtimai durumuna göre itibar görsün diye.

Bir gün delikanlı koşarak gelmiş ve gelen adamın kendisine çok uygun bir kayınbirader olacağını çünkü elbisesinde bir sürü şahane boncuk olduğunu anlatmış. Anne derhal nehir kenarına inerek, aynı zamanda çok iyi bir de koca olabileceğini düşündüğü, şık giyimli yabancıya bakmış. Irmak kenarının ıslak ve çamurlu olduğunu fark edince, koşup ağaç kabukları toplamış ve kolaylıkla yürüsün diye yabancının ayaklarına serpmiş. Onu çadırlarına davet etmiş ve baş köşeye, kızının yanına oturtmuş.

Konuk evin bir köşesinde bağlı duran köpeği göstererek, ‘Bu hayvan burada olduğu sürece yemek yiyemem ben,’ demiş. Ancak çok büyük birinin bu kadar özellikli olabileceğini düşünen kadın köpeği ormana götürüp, öldürmüş. Ertesi sabah odun toplamaya çıktığında, köpeği gömmüş olduğu yerdeki toprağın etrafında kuş izleri görmüş ve hayvanın gözlerinin oyulmuş olduğunu fark etmiş. Kampa dönmüş ve bütün herkesten mokasenlerini çıkartıp ayaklarını göstermelerini istemiş çünkü kulağına geldiğine göre Kuzgun insan kılığına girerek, herkesi kandırabilirmiş. Aslında bir kuzgun olan konuk kaşla göz arasında o kadar çabuk çıkarıp, tekrar giymiş ki mokasenlerin, kimse onun pul pul kuş ayaklarının farkına varamamış.

Kızın aklı yatmışmış Kuzgun’la evlenmeye ve kuş adam kızı alıp hemen yola çıkmak istemiş foyası ortaya çıkmadan. Bir kaç gün sonra geri geleceği sözü vererek, kızla beraber kanosuna inmiş.

Çift nehirde pek az yol almışken, yağmur yağmaya başlamış. Kız Kuzgun’un arkasında oturduğundan, yağmurla birlikte sırtından aşağıya beyaz bir şeyler akmakta olduğunu fark etmiş. Bu kızın midesini bulandırmış ve kız kaçmaya karar vermiş. Öne doğru eğilerek, Kuzgun’un kuyruğunu kanonun kirişine bağlamayı başarmış. Sonra, hemen geri döneceğini söyleyerek, bir dakika için kıyıya çıkmak istediğini belirtmiş. Kocası ona fazla uzağa gitmemesini tembihlemiş ama o karaya ayak basar basmaz hızla koşmaya başlamış ve ağaçların arasında gözden kaybolmuş.”

agy s. 406, 407

“(…)

‘Bunu bana hatırlatmayacaktın dostum. Bir kaç hafta evvel wampum(21) boncukları çekiçliyordum ve dövmek için kullandığım taş bir anda ikiye bölündü. (…) Gerçekten façam bozuldu gitti.’

(…)

21- deniz kabuklarından yapılan ve bazı kuzey amerika yerlilerince değişim aracı olarak kullanılan süs eşyası”

agy s. 415

“(…)

Örümcek Adam kızı yere yatırmış, üstüne çıkmış ve onunla çiftleşmiş. (…)

(…)

Örümcek Adam, ‘Öyle ama daha yeteri kadar küçülmedi,’ demiş. ‘Bu zor bir uğraştır. Bir soluklanayım da, bir daha deneyelim.’ (…)”

agy s. 423

“(…)

Bu Çakal’ı pek kızdırmış ve doğru kıyıya doğru kürek çekmeye başlamış. Bütün insanları kuşa, bütün sürüyü de geyiğe dönüştürmüş.

(…)

(…) Çakal hemen geyik maskesini takarak denileni yapmış ve tuzağa düştüğünde geyik ölmüş.

Yaşlı adam, ‘Hah layığını buldun işte,’ demiş. ‘Sen nasıl evime girer ve beni böyle utanca boğarsın ha!’

Ama Çakal geyik maskesini çıkartmış ve karısının yanına geri dönmüş.

(…)

(…) Çakal hemen suratına dağkeçisi maskesini geçirerek, kapıdan fırlayarak, evin orta yerine atlamış ve oracıkta ölmüş. (…)

(…)

(…) Çakal bu sefer bozayı maskesi takmış suratına takarak öbür odaya geçmiş ve tuzağı kırarak, yemeğe oturmuş.

(…)

Çakal derhal çalıkuşu maskesi takarak, çatlaktan uçup, kurtulmuş. (…)

(…)

Beraberce yaşlı adamın kanosuna binmişler ve eve doğru kürek çekmeye başlamışlar. Çakal bir odun parçası çiğnemekteymiş. Yumuşayınca onu ağzından çıkartmış ve bir katil balina şekline sokarak suya atmış. ‘Sen gelecektekikatil balinaların atası olacaksın’ demiş.

İşte tam o sırada katil balina sudan fırlayarak, Hep Sahilde Yaşayan’ı ısırdığı gibi, kanodan al aşağı etmiş.

(…)”

agy s. 428-432

“(…) İngiliz Kolombiya’sında geçen hikayenin birinde bir geyikle evlenen genç adam, büyülü bir şekilde kendisi de bir geyiğe dönüşür ve etinden insanların beslenmesini sağlar. (…)”

agy s. 460

“(…)

İnsanlar ise kendi adlarına yarışmak üzere sinekkuşu, tarlakuşu, şahin ve bir saksağan olmak üzere dört kuş seçmişler. (…)

(…)

(…) Derken olanca gücüyle uçarak en gerilerden kopup gelmekte olan siyah bir nokta görünmüş. Bu yavaş ama yüreği güçlü, inatçı kuş lan saksağanmış. Bizon sürüsü saksağana aldırmamış bile; insanlar sessizlik içinde bakışırken, onlar yarışmacılarına tezahürat yapıyorlarmış.

(…)

(…) Böylece yavaşça ve çaktırmadan saksağan arayı kapatmaya başlamış.

(…) Saksağan hala gerilerde olsa da, gitgide arayı kapatmaktaymış.

(…) Ama gelin görün ki saksağan çoktan arayı kapatmışmış bile. (…) Böylece iki yarışmacı da, Running Slim Buffalo Woman ve saksağan, son bir gayret içinde hızlarını arttırıyor, öne geçmeye çalışıyorlarmış. (…) Bitişe kol uzanımı kadar bir uzaklığa geldiklerinde saksağan son bir hamleyle öne geçivermiş. (…)

(…) Ve o gündür bu gündür insanlar saksağana saygı gösterir, onu asla avlamaz, etini yemezler. (…)

1968 yılının yazında, Crow Acentalığında gerçekleştirilmiş olan kabileler arası Crow fuarında, Richard Erdoes tarafından kayda alınmıştır.”

agy s. 462-464

KARGALAR NASIL KARA OLDU

(BRILE SIU)

Yeryüzü ve üzerindeki insanların henüz pek taze olduğu çok eski günlerde, bütün kargalar süt beyazmış. (…) Bu durumda yiyecek olarak tek dayanakları avladıkları bizonlarmış. Kocaman bizonları yayan, taştan uçlu aletlerle avlamak zor, sonucu kestirilemez ve tehlikeliymiş.

Kargalar bu avcıların işini daha da zorlaştırmaktaymış çünkü onlar bizonlarla sıkı fıkı dost imişler. Ovanın yükseklerinde uçarak süzülürler, aşağıda olup bitenleri gözlerlermiş. Ne zaman bir bizon sürüsüne yaklaşmakta olan avcılar görseler, hemen dostlarının yanına koşar, boynuzları arasına tüneyerek, ‘Gak, gak, gak! Çaktırmadan şuradaki vadinin içinden sürünerek geliyorlar. Şu dağın tepesindeler. Dikkatli olun! Gak, gak, gak!’ diye bağırır, avcıların gelmekte olduğundan onları haberdar ederlermiş. (…)

(…) Kargaların arasında, diğerlerinin iki misli büyüklüğünde, iri bir karga varmış. Bu karga onların reisiymiş. Bilge bir yaşlı reis ayağa kalkarak bir öneride bulunmuş: ‘O iri beyaz kargayı ele geçirmeliyiz,’ demiş. ‘ve ona bir ders vermeliyiz. Ya bunu yapacak, ya da aç kalmaya devam edeceğiz.’ Ortaya, kafası ve boynuzları olan büyük bir bizon postu çıkarmış. bunu genç bir cengaverin sırtına geçirerek, ‘Bak yeğenim, bizonların arasına karışacaksın. Onu kendilerinden biri sanacaklar ve sen de o iri kargayı yakalayacaksın,’ demiş.

(…) Avcılar sürüye yaklaşırken, her zaman olduğu gibi kargalar çıkıp gelmişler, bizonları uyarmak üzere. ‘Yeğenler, sizleri öldürmek üzere avcılar yaklaşmaktalar. Gak, gak, gak! Kendinizi onların oklarından sakının, aman! Gak, gak, gak!’ (…)

Derken iri beyaz karga çıka gelmiş süzülerek ve avcının omuzlarına tüneyip, kanatlarını çırparak, ‘Gak, gak, gak! Kardeşim sağır mısın sen? Avcılar burnunun dibindeler, hemen şu tepenin arkasında. Kaç kurtar kendini!’ diye bağırmış. Ama genç avcı üstündeki pöstekinin altından çıkarak, kargayı bacaklarından yakalamış. Meşin bir iple koca kuşun bacaklarını bağlamış ve diğer ucunu da bir taşa iliştirmiş. Karga ne kadar çırpınırsa çırpınsın, kaçamamış.

(…) ‘Bu koca, kötü huylu, bizleri uzun zamanlardır aç bırakan kargayı ne yapacağız şimdi?’

Kızgın avcılardan biri, ‘Onu ateşte yakacağım!’ diye bağırarak, kimsenin kıpırdamasına bile vakit bırakmadan kargayı avcısının elinden bir hamlede çekip almış ve taşıyla, ipiyle beraber kamp ateşine atmış. (…)

Tabi kuşu tutmakta olan ip aniden tutuşarak, kopup gidince, kocaman karga ateşin içinde uçup kaçmayı başarmış. Ama feci şekilde kavrulmuş, tüyleri tanıp, kapkara olmuş, hala pek iri de olsa, artık rengi beyaz değilmiş. Elinden geldiği kadar hızla uçup giderken, ‘Gak, gak, gak!’ diye bağırmış. ‘Bunu bir daha asla yapmayacağım; bizonları uyarmaktan hem ben, hem de bütün karga milleti vazgeçecek. Sözüm söz! Gak, gak, gak!’

Böylece karga kaçıp gitmiş. Ama o günden sonra bütün kargalar kapkara olmuşlar.

(…)”

agy s. 465, 466

“(…)

Yılan köye döndüğünde kızın peşinden gelmiş ve evine yaklaştığında şekil değiştirerek genç, yakışıklı bir genç adam haline gelmiş. (…)”

agy s. 468

“(…) Gerçekte bu yaşlı kadın kılık değiştirmiş bir baykuşmuş ve yeğeni büyük boynuzlu baykuş ise bütün bu kötü yürekli ve entrikacı kuşlardan oluşan kabilenin reisiymiş. Bu kendini beğenmiş kızı almak istediğinden genç, yakışıklı bir avcı kılığına girmiş ve yardımını istemek üzere derhal halasının yanına gitmiş. (…)

(…)

Baykuş reis bir süre köylülerin korku ve şüphelerini unutmalarını beklemiş. Sonra da tekrar yakışıklı bir genç adam kılığına girmiş. (…)

(…)

Tekrar insan kılığına giren büyük boynuzlu baykuş hemen halasının planını uygulamaya koymaya çalışmış. (…)”

agy s. 473-475

“(…)

Bundan sonra dört kardeş uyumak üzere uzanıp, yatmış. Gecenin bir yarısında en büyük ağabey uyanarak, ‘Nedir bu her kıpırdadığımda duyduğum o ses?’ demiş. Bu ayak tarafından gelen bir çıngırak sesiymiş. Aşağıya doğru bakınca, sönmekte olan ateşin belli belirsiz ışığında ayaklarının yılan çıngırağına dönüşmüş olduğunu görmüş. ‘Aman’ diye bağırmış diğerlerine. ‘Yardım edin bana, ayaklarıma bir şeyler oluyor!’

Ama içlerinden yalnızca en küçük kardeş koşmuş ne olup bittiğine bakmaya. İkinci kardeş de başlamış bağırmaya, ‘Benim de ayaklarıma bir şeyler oluyor!’ diye, birbirine yapışmış, kıpırdatamadığı ayaklarına dehşet içinde bakarak. Üçüncü kardeş, ‘Bir de benimkine bakın!’ diye basmış çığlığı. Ayakları yalnız birbirine yapışmakla kalmamış, yuvarlanarak yılan kuyruğuna benzemiş. Büyük ağabey, ‘Bana öyle geliyor ki, o sesin söylediklerine karşı geldiğimiz için cezalandırıldık,’ demiş.

Aralarında böyle konuşup dururlarken, değişim dudaklarında ve ağızlarında başlamış. İkinci kardeş, ‘Tamam artık anladım, biz cezalandırıldık,’ demiş. ‘Yılan haline geliyoruz.’ Üçüncü kardeş, ‘Bedenim pullarla kaplanıyor bakın!’ diye bağırmış. Derken değişim boyunlarına kadar gelmiş.

Üç kardeş en küçük olana, ‘Merak etme misunkala, küçük kardeş, yılan da olsak, senin ağabeylerin olmaya devam edeceğiz,’ demişler. ‘Her zaman köyümüzü ve insanlarımızı kollayacağız. Oradaki şu tepeyi görüyor musun? Orada kocaman bir delik var. Yılanların yuvalandığı yer orası. Şimdi gidip oraya gireceğiz ama ne zaman yardıma ihtiyacın olursa, dışarı çık ve bizi çağır. Bir süre sonra bizleri görmeye gel: önce tek başına, sonra da herkesi yanına alarak. Hadi, artık senden ayrılmak zorundayız.’ Daha fazla konuşamamışlar çünkü kafaları artık yalnızca tıslama sesleri çıkarabilen yılan kafasına dönüşmeye başlamış.

(…)

Halkının çadırlarının olduğu yere varınca, ‘Görüyorsunuz tek başımayım. Ağabeylerim artık yoklar ama sakın onların arkasından matem tutmayın çünkü onlar hala sağ, her ne kadar Büyük Ruh’un istediği gibi yılan şekline girmiş olsalar da. Onlar artık yılanların yuvası olan şu tepede yaşıyorlar. Bir gün hep beraber onları ziyarete gideceğiz,’ demiş.

(…)”

agy s. 481, 482

“(…)

Ancak, üçüncü günün gecesi, adamlardan biri bu inzivaya daha fazla dayanamamış. Diğerleri uykuya daldığında, kivadan dışarı süzülmüş usulca ve yakınlardaki bir göle koşup, kana kana üç gün boyunca hayal ettiği kadar su içmiş.

Karnını suyla doldurduktan sonra, kivaya geri dönmüş. Yavaşça içeri girmiş ve kimseler duymasın diye sessizce merdivenlerden aşağı inmiş. Ama tam yarı yoldayken patlamış. Sular kafasından, gözlerinden, ağzından, kollarından, bedeninden ve bacaklarından fışkırarak, etrafa dağılmış. Bu olur olmaz kivanın içindeki insanlar balıklara, kurbağalara ve her türden suda yaşayan hayvanlara dönüşmüşler ve kiva ağzına kadar suyla dolmuş.

Ertesi gün gene öğlen vakti onları beslemekle görevli kadın kivaya gitmiş. Gördüklerine inanamamış: Kivanın tam ortasından sular göklere fışkırıyor, suların içindeyse balıklar, kurbağalar, yılanbalıkları ve ördekler yüzüyormuş.

Elinden bırakamadığı sepetiyle üzgün bir şekilde köyüne geri dönmüş, kadıncağız. İlk ziyaret ettiği ev, pasaklılığıyla tanınmış bir karı kocanın yaşamakta olduğu evmiş. Sepeti odanın orta yerine koyarak, sessizce un öğütme taşının yanına çökmüş. Taşın yalnızca bir kere vuruşuyla kadın da bit yılana dönüşüvermiş.

(…)

Yaşlı adam bunun köy halkının üzerine çökmüş bir lanet olduğunu anlamış. Eve geri döndüğünde karısına, ‘Adalardan biri bize ihanet etmiş ve bu yüzden oradakilerin hepsi suda yaşayan hayvanlara dönüşmüşler,’ demiş.

(…)”

agy s. 489, 490

İHMALKAR ANNE

(COCHITI)

Karga günlerdir yuvasındaki yumurtaların üzerinde oturmaktaymış ve birden canına tak deyince, uçup gitmiş. Şahin çıka gelmiş ve yuvada kimseler olmadığını görmüş. Şahin kendi kendine, ‘Bu yuvanın sahibi artık ilgilenmiyor olmalı,’ diye düşünmüş. ‘Yazık değil mi şu zavallı minik yumurtalara! Onların üzerinde ben kuluçkaya yatarım, yavrular da benim olur.’ Şahin günler boyu oturmuş yumurtaların üzerinde ve sonunda yumurtalar çatlamaya başlamış. hala ortalarda yokmuş bizim şu Karga. Yavru kuşların hepsi çıkmış yumurtadan ve anne Şahin onlara yiyecek aramaya gitmiş. Büyüyüp serpilmişler ve kanatları güçlenmeye başlamış ve artık zamanı geldiğinden Şahin onları yuvadan uçurmuş.

Bütün bunlar olup biterken, Karga’nın aklına yuvası gelmiş. Geri döndüğünde çatlamış olan yumurtaları ve Şahin’in yavrularına bakmakta olduğunu görmüş.

‘Şahin’

‘Ne var?’

‘Bu ortalıkta dolaştırmakta olduğun küçükleri geri vermelisin.’

‘Neden?’

‘Çünkü onlar bana ait.’

Şahin, ‘Evet yumurtalar senin ama sen bu zavallı şeylere hiç ilgi göstermedin ki, onları kaderlerine terk ettin. Gelip ben oturdum o yumurtaların üstüne ve onları yaşattım. Yumurtadan çıktıklarında da, onları ben besledim. Şimdi de uçmayı öğretiyorum onlara. Onları asla geri vermem!’

Karga, ‘Bal gibi alırım onları geri,’ demiş.

‘Hayır efendim, alamazsın! Onlarla ben uğraştım ve günler boyu aç bil aç bir halde onları bekledim. Bu kadar zaman sen ortalarda bile yoktun. Şimdi hangi dağda kurt öldü de, gelmiş onları sahiplenmeye çalışıyorsun!’

Karga küçük kuşlara, ‘Yavrularım, hadi benimle gelin. Sizlerin annesi benim,’ demiş.

Ama küçükler onu tanımadıklarını söylemişler. ‘Bizim annemiz Şahin’dir,’ demişler. Karga sonunda onları ikna edemeyeceğini anlayınca, ‘İyi o zaman, ben de Şahin’i mahkemeye veririm, bu yavruların üstünde kimin hakkı olduğu ortaya çıkar,’ demiş.

Böylece Karga, Anne Şahin’i tutup, kuşların kralının karşısına çıkarmış.

Kartal Karga’ya, ‘Neden yuvanı ter ettin bakalım?’ diye sormuş. Karga başını öne eğerek, buna yanıt verememiş. Ama tutmuş, ‘Yuvama geri döndüğümde, yumurtalarımın çoktan çatlamış olduğunu ve bu Şahin’in yavrularımı sahiplenmeye çalıştığını gördüm,’ demiş. ‘Sizden Şahin’in yavrularımı bana geri vermesini sağlamanızı istemeye geldim.’

Kartal Anne Şahin’e, ‘Bu yumurta dolu yuvayı nasıl buldun?’ diye sormuş.

‘Defalarca gidip geldim ama yuva bomboştu. Uzun zaman ne gelen, ne de giden olmayınca, acıyıp bari şu zavallı yavruları sahipleneyim dedim kendi kendime. Oturdum yumurtaların üstüne ve onları çatlattım. Sonra da yavrulara yiyecek aradım, onları besledim. Onları büyütene kadar akla karayı seçtim ve işte gördüğünüz gibi artık büyüdüler.’

Anne Karga Anne Şahin’in sözünü keserek, ‘Ama onlar benim yavrularım,’ demiş. ‘O yumurtaları ben yumurtladım.’

‘Söz sırası senin değil. Her ikimiz de adalet arıyoruz ve bu bir şekilde sağlanacaktır. Sözümü bitirene kadar bekle bakalım.’

Kartal Anne Şahin’e, ‘Söyleyeceklerinin hepsi bu mu?’ diye sormuş.

‘Evet efendim, onları büyütene kadar göbeğim çatladı ve şimdi tam büyüdüklerinde Anne Karga çıkagelmiş, onları geri istiyor, ama ben bunu kabul edemem. Aç kalan, uğraşan ben olduğuma göre, onlar benimdir.’

Kuşların kralı Anne Karga’ya, ‘Eğer sen gerçekten yavrularını düşünseydin, o kadar günler boyu yalnız başlarına bırakmazdın. Şimdi de tutmuş onları sahiplenmeye kalkışıyorsun, ha! Küçüklerin annesi Anne Şahin’dir çünkü onlar için açlık çeken, onların dünyaya gelmelerini sağlayan ve onlara uçmayı öğreten hep o olmuş bu zamana kadar. Çocuklar artık onundur!’

Anne Karga kuşların kralına, ‘Kralım, çocukların kendisine sormanız gerekmez mi, anne olarak kimi istediklerini,’ demiş. ‘Kimi isteyeceklerini en iyi onlar bilir.’

Bunun üzerine kral küçüklere, ‘Hangi anneyi isterdiniz?’ diye sormuş.

Hepsi birden, ‘Bizim annemiz Anne Şahin’dir. Biz başka anne tanımayız,’ demişler.

Karga, ‘Hayır, sizin bir anneniz var, o da benim!’ diye bağırmış.

Küçük Karga çocuklar, ‘Yuvadayken bize hiç acımadın; terk edip gittin. Annemiz dünyaya gelmemizi sağlayan Şahin’dir,’ demişler.

Böylece sonunda her şey küçüklerin dediği gibi olmuş: Anne Şahin’in çocukları olmuşlar, yuvada onlarla ilgilenen ve onları büyüten.

Anne Karga ağlamaya başlamış. Kral ona, ‘Ağlama bakalım. Bu senin kabahatin. Kuşarın kralının son sözüdür bu,’ demiş. böylece Anne Karga çocuklarından olmuş.

1931 yılında Ruth Benedict tarafından kayda alınmıştır.”

agy s. 492-494

“(…)

Quiss-an-kweedas ve Kind-a-wuss genç bir delikanlı ve bakir bir kızmış, doğup büyüdüğüm köyde yaşayan, kız reislerimizden birinin kızı, oğlan ise sıradan bir adamın oğluymuş. İkisi de hemen aynı yaşlarda ve çocukluk arkadaşı olduklarından, bu birbirinden hoşlanma zaman içinde gelişip, olgunlaşarak öyle güçlü bir aşka dönüşmüş ki, adeta birlikte solu alır olmuşlar. Ama onlar birbirlerini seve dursunlar, asla karı koca olamayacaklarının da farkındaymışlar çünkü ikisinin de simgesel koruyucu hayvanı Kuzgun’muş. Haida’ların sosyal kurallarına göre bir anne çocuklarına kendi adını verir ve ona, Kuzgun, Kartal, Kurbağa ya da Ayı gibi, simgesel bir koruyucu hayvan seçer. Bir erkek herhangi bir simgesel koruyucu hayvan gurubundan bir kızla evlenmekte serbesttir ama kendi gurubundan bir kızla asla evlenemez.

(…)”

agy s. 495

WAKİASH VE İLK TOTEM

Kuzeybatı sahilleri arasında totemler, dinsel bazı öğeler taşımaktan çok aile içi simgelerle süslüdür. Bu totemler sahibi olan kişinin, ayı, kuzgun, kurt, somon ya da katil balina gibi hayvanların soyundan geldiğine dair efsaneleri betimler. (…)

(…)

Kurbağa, ‘Kıpırdamadan öylece yat,’ demiş. çünkü şu anda bir kuzgunun sırtındayız ve o bizi alıp uçurarak, dünyayı gezdirmek üzere. Bu sayede istediğini kendi gözlerinle görür, seçer alırsın.’

Ve Kuzgun başlamış kanat çırpmaya ve Wakiash o sırada etrafı seyredip, bir çok şeyler görürken, dört gün boyunca uçup durmuşlar. Tam geri dönerlerken reisin gözüne, önünde harika bir totem duran bir ev çarpmış. Evin içinden şarkı sesleri geliyormuş. Bunların güzel şeyler olduğunu düşünerek, alıp evine götürmek istemiş.

Kurbağa onun düşüncelerini okuyabildiğinden, Kuzgun’a durmasını söylemiş. Kuş yere doğru alçalırken, kurbağa reise evin kapısının arkasına saklanmasını öğütlemiş.

(…)

(…) Bu durumda küçük fare atılmış ortaya ve bir kutu bile olsa her yere girip çıkabileceğini, saklanan biri varsa kolaylıkla bulabileceğini ileri sürmüş. Fare üstünden fare derisini sıyırmış, bir kadın görünümündeymiş. Aslında evdeki herkes insan kılığına girmiş hayvanlarmış çünkü dans edebilmek için hayvan derilerini çıkartmışlarmış üzerlerinden.

(…)

Wakiash kuzguna geri dönmüş ve kuş onu alarak yola çıktıkları tepeye geri götürmüş. Oraya varmadan evvel Wakiash uykuya dalmış ve uyandığında ne kuzgun, ne de kurbağadan eser varmış; tek başınaymış.

(…)”

agy s. 501-504

“(…) Hortlaklar genelde karanlık, belirsiz şekillerdedirler ve yiyeceklerin kendisiyle değil, kokusuyla beslenirler. Ancak bazen bir çakal, fare ya da ateş kıvılcımı olarak görünebildiklerine rastlanmıştır. Crow’lar bazı hortlakların mezarlıkları bastığına, baykuşlar gibi öttüğüne ve girdaplar çıkarak kendilerini belli ettiklerine inanırlar.

(…)”

agy s. 509

“(…)

Onu alıp oraya getirmiş olan yaşlı baykuş üzerinden baykuş giysilerini çıkarıp, duvardaki bir geyik boynuzuna asmış ve insan kılığında bir ruh olduğunu ortaya koymuş. (…)”

agy s. 526

“(…)

İçeri girmişler ve battaniyeyi kadın içeri giremesin diye kapıya asmışlar. Sonunda kadın gelmiş ve bir yandan şarkı söyleyerek, bir çok kereler evin etrafında koşmaya başlamış. Çocuklar kapıyı kırdığı takdirde ne yapacaklarını bilemiyorlarmış. Kız mavi bir taş, oğlan ise bir ucu yanık değnek kılığına gireceğini söylemiş. Bunun üzerine ellerinde tutmakta oldukları battaniyeyi bırakmışlar ve kadın içeri girdiğinde kimseleri görememiş. Ortalıklarda yalnızca mavi bir taş ve bir ucu yanmakta olan bir değnek varmış. Orada dikilip onları çağırmış ama bir cevap alamamış.

(…)”

agy s. 530

“(…) Sessiz Kişi bunu dedikten sonra doğaüstü kılığına bürünmüş ve sonra tekrar insan kılığına girmiş. (…)

Genç adam daha da ileri gittiğinde, Geyik-Kachina(23)-Bulut tanrısı çıkmış yoluna, o da insan kılığında. Genç adam onu da tanrı olarak kabul etmemiş ve o tanrı da onu azarlayıp, geri dönmeye ikna etmeye çalışmış. Tanrı, ‘Bak benim boynuzlarım var ve ben senin halkının av bereketiyim,’ demiş. Orada o da doğaüstü kılığına bürünmüş ve sonra tekrar insan kılığına girmiş. (…)

Genç Çocuk biraz daha yol aldıktan sonra, Yıldız-Yanıp Sönen-Parlak Adam ortaya çıkmış, üzerinde bir çok kuşun tüylerinden yapılmış bir giysiyle. O da genç adamı, ‘Yalnızca Yılan Köyüne kadar gidebilirsin, daha ileri değil. İnançsız olduğundan yılanlar seni sokmak isteyeceklerdir. Al şu otu kullan onlara karşı. Köyün tam ortasında yılan halkının reisi oturmaktadır ve doğrudan onun yanına gitmelisin. Yılanlar aynı zamanda kendilerini insan kılığına sokabilen ruhlardır,’ diye uyarmış.

(…)

(…) Kadın göz yaşları içinde, ‘Ben hiç umrunda bile değilim senin. O yüzden seni terk edecek, baba ocağına geri döneceğim. Ama çocuğun hep senin yanında kalacak,’ demiş. Kadın, o da kendisi gibi istediği anda yılana dönüşebilen bir bebek doğurmuş. Sonra da çekip, gitmiş.

(…)

23- Pueblo’lara göre, insan yaşamı, bütün bahşedilenler, mevsimler, yağmur ve ekinler katçinaların sunduğu şeylerdir. Ancak katçinalar kendilerine tapılmayan, yalnızca ata ruhları ve yüce varlıklar arasında aracı olan insanüstü varlıklardır.”

agy s. 535, 536

“(…)

Koca kartal üç kere daha gelmiş kendisiyle dalga geçip, haşlayan kahini uyarmak üzere. ‘Git başımdan seni felaket tellalı kuş. Senin ne mene biri olduğunu herkes bilir. Bir kocakarı kılığında köyden köye dolaşırsın ve bundan sonra, bir daha hiç bulunmamak üzere kız ve erkek çocukları yok olur ortadan. Seni burada kimseler istemiyor.’

(…)”

agy s. 552, 553

“(…)

Kabilenin yaşlılarından biri olan Smart Crow (Akıllı Karga), genç avcıyı koruyucu ruhunun sözünden saptırmaya çalışmak üzere, kötü yüreğinde bir takım planlar yapmaktaymış. Smart Crow düşleri olan bilge bir kişi ayaklarına yatıyormuş. Bu düşlerinden birinde güya Büyük ruh ona, gelecek kışın pek çetin, uzun olacağını söylemişmiş. Görülmediği kadar kar yağacakmış.

Smart Crow kabilesindeki insanlara, ‘Öldürebildiğiniz kadar hayvan öldürün,’ demiş. ‘Bu çetin kış için et depolamak zorundayız.’

(…) İlk başlarda Plain Feather onlara katılmamaktaymış ama Smart Crow durmadan kulağına, ‘Büyük Ruh bana çok çetin bir olacağını söyledi. Büyük Ruh et depolamamız gerektiğini söyledi,’ diye fısıldayıp duruyormuş.

Plain Feather Smart Crow’ın sözlerine kanmış. (…)

(…)

(…) Etrafı bir çok elk, ayı ve geyik ruhlarıyla çevriliymiş. Hepsi insan kılığındaymış ve sızlanıp duruyorlarmış. (…)”

agy s. 555, 556

“(…)

Sonraları bunu kendi gözlerimle gördüm: o dansı. İnsanlar el ele tutuşuyor, güneşe bakarak dönüp durularken, şarkılar söylüyorlardı. Dans ettikleri dairenin tam orta yerinde küçük bir ladin ağacı vardı. Sırtlarında güneş, ay, yıldız ve kuzgun şekilleri boyanmış mintanları vardı. Durmadan dönüp duruyorlar, dans ediyorlardı.

(…)”

agy s. 565

WASICHU’NUN GELİŞİ

(BRULE SIU)

Pek çok nesiller önce, düzenbaz ve felaket tellalı, Iktome, Örümcek Adam, köy köy, kabile kabile dolaşıp duruyormuş. (…)

(…)

(…) Orada bedeni küçülerek, yuvarlaklaşırken, insandan örümceğe dönüşmüş. (…)

(…)

(…) Ikto elini batıya doğru açarak, ‘Benim adım Iktome. Rüzgara kapılır gezerim ve daha gideceğim yetmiş kamp var sırada,’ demiş. ‘İşte size diyeceklerim: Denizin kenarından, Pankeshka, Denizkabuklusundan gelen bir ses duymaktayım. (…) Hu-hanska-ska, Beyaz Örümcek Adam, Daddy-Longlegs-Man (Baba-Uzunbacaklı-Adam), The Long-White-Bone Man (Uzun-Beyaz-Kemikli Adam) bu gelen. Uçsuz bucaksız sulardan geçerek gelmekte, dünyanın dört bir yanına dağılıp, elimizdeki her şeyimizi çalmak üzere.’

(…)

Iktome bedenini yuvarlak bir top ve sekiz bacağa dönüştürmüş ve gökyüzünden o incecik, çiy damlacıklarıyla ışıl ışıl örümcek ağı inmiş ve Iktome buna tırmanarak, bulutların arasında gözden kaybolmuş.

(…)

O sıra, Kangi-Wichasta-Crow Kabilesi köyünün yakınlarında iki yaşlı adam büyü yapmak üzere yabani otlar toplamaktaymış. Ağacın hemen arkasında dikilmekte olan birini fark etmişler. Derken bu adamın köyün çevresinde dolaştığını görmüşler. Birbirlerine, ‘Bu adam bizim kabileden değil. Gidip ne aradığını soralım bakalım,’ demişler.

Ikto Crow diliyle konuşarak, ‘Beyaz Uzun Bacaklılar geliyor. Etrafınıza bir baktığınızda gördüğünüz bütün şu çimenler, ağaçlar ve hayvanlara göz atın. The Iktome Hu-hanska-ska onların hepsini alacak elinizden. Havayı bile gasp edecek. Size değişik, yeni bir yaşam getirecek. Size bir çok şeyler verecek ama bütün eski adetlerinizi alacak elinizden; Tunkashila, Büyükbaba Ruh’un size öğretmiş olduğu şeyleri sakın unutmayın, sıkı sıkıya sarılın.’

İki yaşlı adam, ‘En iyisi gel seni reisimize götürelim,’ demişler. Crow’ların reisi, ‘Ne haberler getirdin bakalım bizlere?’ demiş.

‘Beyaz Uzun Bacaklılar geliyor. Otlakları, ağaçları ve bizonları yiyip bitirmeye. Size yeni bir inanç türü aşılamaya. Bunlar benim, rüzgarlarla gezen ıktome’nin sözleridir.’

Crow’ların reisi, ‘Neden buraya geliyorlar peki? Onları burada isteyen kim? Onun yeni şeylerine hiç mi hiç merakımız yok. Burada bizi mutlu edecek her şey fazlasıyla var,’ demiş.

Iktome, ‘Gelecek işte,’ demiş. ‘İsteseniz de istemeseniz de. Doğudan yola çıktı geliyor.’

‘Peki senin adın neden Ikto?’

‘Çünkü ben Iktome, Örümcek Adamım. şu beyaz külleri olan ağacı bir anımsayın. O kutsaldır. Iyan, Tunka, kayayı unutmayın. Kayalar sonsuza dek var olurlar.’

Bir Crow kadını Iktome’ye bir avuç dolusu wasna- böbrek ve yemişlerle karışık ayı eti ikram etmiş, seyahatlerinde yanında bulunsun diye. Iktome, ‘Bu yeni insan türüne karşı gözünüzü dört açmalsınız. Ne yaparsa, ne söylerse ve de ne isterse ona hep, ‘Hiya’ diyin, ‘Hayır’ deyin. her şeye hiya diye karşılık verin. Artık batıya doğru yola çıkıp, Wiyopeyata’ları da haberdar etmeliyim,’ diyerek, kadına teşekkür etmiş.

Iktome daire halindeki çadırların tam orta yerinde durmuş. Bütün Crow kabilesi reisleri, kafalarında savaş başlıklarıyla etrafını çevirmişler, dikiliyorlarmış. Aniden büyük bir hızla içlerine bir güç dolduğunu hissetmiş hepsi birden. Iktome top nşekline girmiş ve gökte salınıp durmakta olan örümcek ağı ipliği ovanın tam orta yerine çarparak, büyük bir sarsıntı ve gürültüye neden olmuş, toprağın ta derinliklerine kadar. Herkes hayranlıkla dolu bir şaşkınlık içinde bakışırken, Iktome ağa tırmanmış, gözden kaybolup gitmiş.

(…)”

agy s. 573-576

DÜNYANIN YENİ BAŞTAN YARATILIŞI

(BRULE SIU)

Eskiden bu dünyanın yerinde başka bir dünya varmış ama üzerinde yaşamakta olanlar nasıl davranmaları gerektiğini, ya da insan gibi nasıl yaşanır, bilmiyorlarmış. Yaratıcı eski dünyanın bu halinden hiç hoşnut değilmiş. Kendi kendine, ‘yeni bir dünya yaratacağım,’ demiş. Tütün çubuğu çantası ve kutsal tarzda yaptığı çubuktan çatının en üstüne yerleştirdiği baş çubuğu varmış. Dört adet kurumuş bizon eti parçası almış, bunların üçünü üç değneğin altına yerleştirmiş ve dördüncüsünü de, çubuğunu yakmak üzere saklamış.

Yaratıcı Güç kendi kendine, ‘Şiddetli yağmurlar yağdıracak üç şarkı söyleyeceğim. Sonr dördüncü bir şarkı söylerken, dünyayı dört kere tekmeleyeceğim ve dünya böylece orta yerinden çatlayıp, kabak gibi açılacak. Bu yarıklardan çıkan sular bütün karaları kaplayacak,’ demiş. İlk şarkısını söylemeye başladığında, yağmur yağmaya başlamış. ikincisinde ise bardaktan boşanırcasına yağmaya başlamış. Üçüncüsünde ise, yağmur sularına boğulan ırmaklar taşmış. Bir de dördüncü şarkısını söyleyip de, tepinmeye başlayınca, işte kızılca kıyamet o anda kopmuş. Yeryüzü dört bir tarafından su kabağı gibi patlayıp çatlayınca, yarıklardan çıkan sular her yanı basmış.

Yaratıcı Büyük Güç kutsal çubuğuna ve kocaman çubuk torbasına oturmuş, suların üzerinde yüzüyormuş. Bu halde kendini dalgalara ve rüzgara bırakıp, uzun bir zaman dolaşıp durmuş yeryüzünde. Sonunda yağmur kesilmiş ama yeryüzünde yaşamakta olan insan ve hayvanlar çoktan boğulup, gitmişlermiş. Sağ kalmayı başaran tek canlı Kangi, karga imiş. Ama konacak hiçbir yer bulamadığından yorgunluktan canı çıkmış. Çubuğun üstünde uçarken, ‘Tunkashila, Büyükbaba, acele konup, dinlenecek bir yer bulmalıyım,’ demiş. Konup, kestirebileceği bir yer için üç kere istekte bulunmuş zavallı karga.

Yaratıcı Güç, ‘Artık çubuğu çıkınından çıkarıp, çubuk torbasını açma zamanı geldi,’ diye düşünmüş. içi her cinsten hayvan ve kuşlarla dolu olan çıkın ve çubuk torbasından, uzun zaman su altında yaşayabilecek dört tanesini seçmiş. Bir şarkı söyleyerek ilk başta dalgıçkuşunu çıkarmış torbasından. Dalgıçkuşuna sulara dalıp, gagasında bir parça çamur çıkarmasını buyurmuş. Kuş dalmış ama eli boş çıkmış sulardan. Kuş, ‘Daldım ha daldım ama bir türlü dibe ulaşamadım,’ diye dert yanmış. Az kalsın ölüyordum. Su çok fazla derin.’

Yaratıcı Güç ikinci bir şarkı söyleyerek, torbasından su samurunu çıkarmış. Aynı şeyi ondan istemiş. Besili su samuru derhal dalmış sulara, o güçlü, perdeli ayaklarını kullanarak. Dibe doğru inmiş ha inmiş ve suyun altında uzun bir zaman geçirmesine rağmen, yüzeye çıktığında onun da eli boşmuş.

Bunun üzerine üçüncü şarkısını söylerken kunduzu torbasından çıkaran Yaratıcı Güç, ona da aynı buyrukta bulunmuş. Kunduz o kocaman yassı kuyruğunu kullanarak, bir telaş atmış kendini sulara. O diğerlerinden de uzun süre kalmış suyun altında ama sonunda suyun yüzeyine çıktığında, onun da getirdiği hiçbir şey yokmuş.

Sonunda Yaratıcı Güç dördüncü şarkısını söyleyerek su kaplumbağasını çıkarmış torbasından. Su kaplumbağası pek güçlü bir hayvandır. Yaşam gücü ve dayanıklılığıyla, canlı türleri içinde en uzun ömürlü yaratık odur. Bir su kaplumbağasının yüreği büyük bir büyüdür çünkü bu yürek su kaplumbağası öldükten sonra bile bir epey çarpmaya devam eder. Yaratıcı Güç su kaplumbağasına, ‘Bu çamuru getirmelisin,’ demiş. Hayvan derhal dalmış suya ve o kadar uzun bir süre kalmış ki suyun altında, diğer üç hayvan telaş içinde, ‘Su kaplumbağası öldü; bir daha asla çıkamayacak yukarı,’ diye bağırmışlar.

Bütün bunlar olurken zavallı karga son gücünü kullanarak uçmaya devam ediyor, konacak bir yer için yalvarıp, yakarıyormuş. (…) ‘Yanımda bir parça toprak getirdim!’ Gerçekten de ayakları, pençeleri ve hatta üst ve alt kabuklarının arası bile çamurla doluymuş.

Kaplumbağanın ayaklarından ve yanlarından kepçe kepçe çamur çıkartan Yaratıcı Güç, şarkılar söylemeye başlamış. Elindeki çamura şekil verirken şarkısına devam etmiş ve bunu suyun yüzeyine serpiştirerek kendine oturacak bir kara parçası yaratmış. Dördüncü şarkısını bitirdiğinde, hem kendisi, hem de karga için yeteri kadar kara parçası olmuş.

Yaratıcı Güç kargaya, ‘Hadi gel aşağı da, dinlen biraz,’ diye seslenmiş. Kuş buna pek memnun olmuş.

Sonra Yaratıcı Güç torbasından iki tane uzun kanat tüyü çıkarmış. Bu tüyleri kendi kara parçası üzerinde sallamış ve her şeyi kaplayana dek bunu sürdürmüş. Çok geçmeden bütün suların yerini karalar almış. Yaratıcı Güç, ‘Karasal oluşumların olmadığı su yığınları bir işe taramadığı gibi, suların olmadığı bir yerde de karalar bir işe yaramaz,’ diye düşünmüş. Karalar ve onun üzerinde yaşasınlar diye yarattığı canlılar adına hüzünlenen tanrı göz yaşlarına boğulunca, okyanuslar, ırmaklar ve göller oluşmuş yeryüzünde. ‘Hah, bak işte böylesi daha iyi,’ diye geçirmiş aklından.

Yaratıcı Güç tütün çubuğu torbasından her türden hayvanlar, kuşlar ve bitkiler çıkarmış ve bunları yeryüzüne serpiştirmiş. Tepinince de, hepsi canlanmışlar.

Yaratıcı Güç bundan sonra topraktan erkek ve kadını yaratmış. Kırmızı, beyaz, siyah ve sarı toprak kullanarak, başlangıç olarak gerektiği kadar çok insan yaratmış. Yeryüzünde tepindiğinde de bütün bu cisimler canlanmış, her biri yapıldığı toprağın rengini alarak. Yaratıcı Güç bunların hepsine zeka ve konuşma yeteneği bahşetmiş ve ait oldukları kabileleri anlatmış.

Yaratıcı Güç onlara, ‘İlk yarattığım dünya kötüydü; üzerinde yaşayan yaratıklar kötüydü. Bu yüzden onu yakıp yıktım. İkinci yarattığım dünya da kötüydü ve bu yüzden onları da sulara gömdüm. Bu yarattığım üçüncü dünya. Bana bakın, artık büyük su baskınları olmayacağı anlamında gökkuşağını yarattım. Her gökkuşağı gördüğünüzde, yağmurun sona erdiğini anlayacaksınız.’

Yaratıcı Güç, ‘Eh artık insan gibi davranmayı, aranızda ve ister iki ayaklı, ister dört ayaklı, ister çok ayaklı olsun, ister sinek, ister bacaksız olsun, isterse evrenin bütün bitkileri olsun, diğer canlılarla birlikte barış içinde yaşamayı öğrendiyseniz, hiçbir sorun yok. Ama bu şirin dünyayı gene boka çevirecek olursanız, inanın bu dünyayı da başınıza yıkarım, ona göre. Siz bilirsiniz artık,’ demiş.

Yaratıcı Güç insanlara tütün çubuğu vermiş. ‘Alın bu yaşam sembolünüz olsun,’ demiş. Bu üçüncü dünya suların ta derinliklerinden onun çıkarmış olduğu çamurdan yapıldığı için, bu ülkeye ‘Su Kaplumbağası Kıtası’ adını takmış.

Büyük Yaratıcı Güç, ‘Bakarsın bir gün gelir, dördüncü bir dünya yaratırım,’ diye düşünmüş ve dinlenmeye çekilmiş.

1974 yılında, Rosebud Kızılderili Toplama Kampı, Grass Mountain’da, Leonard Crow Dog trafından anlatılmış, Richard Erdoes tarafından kaleme alınmıştır.”

agy s. 580-583

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

2 thoughts on “Kızılderili Efsaneleri ve Masalları, Richard Erdoes – Alfonso Ortiz

  1. Selam. Carlos Castaneda’nın ilk kitabı “Don Juan’ın Öğretileri” olan 12 ciltlik seriyi okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Saygılarımla…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.