Anasayfa > Books / Kargakara > Kurgu Sarmalı 4

Kurgu Sarmalı 4

IV

Felsefe bölümünü kazanıp bu şehre geldiğim ilk aylardı. Kasabadan ve ailemden uzakta olmak beni hem korkutuyor hem de heyecanlandırıyordu. Korkuyordum, çünkü o zamana kadar kasabada herkesin sevip saydığı bir adamın oğlu olarak etrafımda beni koruyan bir haleyle dolaşmıştım. Şimdiyse ilk defa kimsenin beni tanımadığı yabancı bir şehirdeydim. Heyecanlıydım, çünkü içindeyken farkına varamadığım bir karabasandan kurtulduğumu hissediyordum.
Yurtta kalmaya başlamıştım. O aralar ilk arkadaşım yurtta aynı odayı paylaştığım İlker diye bir çocuk olmuştu. İlker makine mühendisliğinde okuyordu. O bir senedir burada olduğu için şehri benden daha iyi biliyordu. Daha sonraları müptelası olacağım mekanlara beni ilk götüren de o olmuştu. O da, ben de sinemayla çok ilgiliydik ve saatlerce oturup sinema üzerine konuşabiliyorduk. Gündüzleri bir çay ocağına takılır tavla, satranç oynardık. Bu çay ocağı daha çok sol görüşlü ya da anarşist tabir edilen gençlerin takıldığı bir yerdi. Burası da daha sonra şehir merkezinde gidip oturduğum birkaç sığınağımdan biri olacaktı.
Bir gün yine oturmuş İlker’le çay içiyorduk. Tam karşımızda tek başına oturan otuz yaşlarındaki kadın çok dikkatimi çekmişti. Biz İlker’le gelip buraya oturduğumuzdan beri hiç gözünü ayırmadan bana bakıyordu sanki. Ne zaman gözüm o tarafa kaysa delici bakışlarıyla karşılaşıyordum. Öyle ki utandığımdan o tarafa bakamamaya başlamıştım. Bir süre sonra İlker’le konuşmaya dalmış o kadını unutmuştum ki dizimde birinin elini hisettim. Deminden beri bana bakan kadın yanıma oturmuştu. Çirkin bir kadın değildi ama güzel de denemezdi. Güzel olmamasının sebebi de yüzü ya da vücudu değil, mimiklerindeki gariplik, gözlerindeki tuhaf parıltıydı.
“Adın, burcun?” diye sordu birden.
Ben de şaşkın şaşkın, hızla cevapladım bu soruyu: “Tahir, Terazi.”
“Ben de Meral.” dedi “Boğayım…”
“Memnun oldum” diye karşılık verdim. El sıkıştık. İlker’le de tanışıp el sıkıştılar. Kadının bu ani taaruzu karşısında o da şaşırmıştı. Bana “Neler oluyor” der gibi bakıyordu.
Kadın neyle uğraştığımı sordu. “Okuyorum” dedim.
“Ne okuyorsun?” diye sordu. “felsefe” dedim.
Biz Meral’le konuşurken yan tarafta oturan başka bir kız da İlker’e tavla oynamayı teklif etti ve onlar da tavla oynamaya başladılar. Böylece Meral’le baş başa kalmıştık.
“Ben de resim mezunuyum.”dedi Meral.
Bana nerede kaldığımı, nereli olduğumu sordu; cevapladım.
O doğma büyüme Ankaralıydı. Resim bölümünü bitireli iki sene olmuştu ve işsizdi. Annesinin ona aldığı evde yalnız yaşıyordu; yine annesinin verdiği parayla.
O zamanlar Ben henüz yirmi yaşındaydım o ise otuz yaşındaydı. Çaktırmamaya çalışsam da kendimi tacize uğruyormuş gibi hissediyordum. Çünkü bir eli devamlı bacağımın üzerindeydi ve bana yiyecekmiş gibi bakıyordu.
Onu güzel bulmamıştım ama çirkin de bulmamıştım. O zamanlar bakir olduğumu ve bundan kaynaklanan cinsel açlığımı düşünürsek normal bir kadın vücuduna sahip olması bile yeterliydi zaten. Ereksiyon olmuştum ve keten pantalonumdan belli olacak diye korkuyordum.
Neden sonra “Meclis parkına gidelim mi?” diye sordu.
“Niye?” diye sordum. “İçki içeriz,”dedi.
İlker’e baktım. Tavla oynadığı kızla muhabbeti iyice koyulaştırmıştı. Beni fazlaca umursadığı yoktu.
“Peki” dedim “gidelim”.
Sonra çıkıp gittik. Meclis Parkı’na ilk defa geliyordum. Meclisin arka tarafında ağaçlık bir parktı burası. Orada burada çimlerin üzerinde oturan çoğu metalci, siyahlara bürünmüş gençler içki içiyorlardı. Biz de yakındaki bir Tekel bayiinden bir şişe şarap ve iki plastik bardak alıp ağaçların arasında gözden uzak bir yerde oturduk ve içmeye başladık.
İçtikçe benim de kanım kaynamış ve çekingenliğimden sıyrılmaya başlamıştım. Artık sarmaş dolaş olmuş, durmadan öpüşüyorduk. Ben iyiden iyiye hoşlanmaya başlamıştım ondan. O ise benimle alay ediyor gibiydi.
“Genç Tahir’le yaşlı Meral’in aşkı dilden dile dolaşacak” dedi. Ben de yaş farkının önemsizliğinden dem vurdum. Şarap bitince “Gel bana gidelim” dedi. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordum.
O an garip bir korku sardı içimi. Yeni bir şehirde hiç tanımadığım bir kadın beni evine çağırıyordu. Yurda gitmem gerektiğini söyledim. Gerçekten şaşırdı, belki ilk defa böyle bir teklifi reddediliyordu. Birden yüzü asılmıştı.
Telefonunu istedim. Bir kağıda yazıp verdi. Beraber çay ocağına kadar geldik. O eve gitmesi gerektiğini söyleyip kapıdan ayrıldı. İçeri girdiğimde İlker ve o kız da yoktu. Ben de yurda gittim,İlker yurtta da yoktu.
O akşam İlker yurda gelmedi ve ben de uyuyana kadar kadının evine neden gitmediğime dair bahaneler arayıp durdum. Neden korkmuştum? Böbreklerimin çalınmasından mı? Hayır, galiba kendimden korkmuştum: beceriksiz olmaktan.
Ertesi gün öğlen İlker yurda geldi. Kızın evinde kalmıştı. Bana gece kızı nasıl usülüne göre düzdüğünü anlattı ballandıra ballandıra. O gün ben de Meral’i aradım. Görüşüp görüşemeyeceğimizi sordum. Bana dışarı çıkmayacağını ama istersem evine gelebileceğimi söyledi. Adresini aldım ve yola koyuldum. Oraya varana kadar heyecandan gözlerim neredeyse hiç bir şey görmedi, yalnızca renkler görüyordum çevremde sanki.
Apartmana girip evinin kapısına geldiğimde kalbim gümbür gümbür atıyordu. Zili çaldım. Kapıyı açıp beni içeri aldı. Oturma odasına geçtik. Odanın her tarafı gerekli gereksiz bir sürü eşyayla doluydu. Her tarafa yayılmış kitaplar, resimler, boş bira şişeleri ve dolu kül tablaları. Beni bir koltuğa oturttu ve kendisi de beyaza boyadığı tuvalinin karşısındaki sandalyeye oturdu.
“Nasılsın?” diye sordu, “İyiyim.” dedim.
“Sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim.” dedi asık bir suratla. Bana karşı son derece ilgisiz ve soğuk davranıyordu. Dünkü teklifini geri çevirmemin bedelini ödüyordum. Onun bu sertliğini nasıl kıracağımı bilemiyor susarak onun tuvali boyamasını izliyordum.
Neden sonra dönüp bir şey içip içmeyeceğimi sordu. Kahve olup olmadığını sordum. Varmış. Beraber mutfağa gittik. Mutfak haftalardır temizlenmemişti. Tezgahın üzeri kirli bulaşıklarla doluydu. Kirli bardakların arasından iki kupa alıp yıkarken su ısıtıcıyı çalıştırdı.
“Heykellerimi görmek ister misin?” diye sordu. “İsterim” dedim.
Mutfak kapısı balkona açılıyordu. Balkonda birkaç kırık dökük heykel vardı. Birkaç büstün dışında ilgimi bir cenin heykeli çekmişti.
“Bu çok ilginçmiş” dedim. “Evet, benim için de özeldir.” dedi. Özel bir anlamı olup olmadığını sorduğumda öldürdüğü çocuklarına ithaf ettiği bir heykel olduğunu söyledi. Bu arada su ısınmıştı. Neskafelerimizi alıp odaya geçtik.
Amma da uzatıyorum. Nereden nereye vardım. Bütün yapmak istediğim bütün bunları neden yazdığımı açıklamaktı. Ama nasıl olduysa iş öyle dallanıp budaklandı ki ilk sevişme deneyimimi anlatmaya kadar vardı. Sanki bir roman yazarmış gibi; desem de, biraz düşününce sanırım bütün bunlar birbiriyle fena halde ilgili. O gün olanlar bunları yazmamdan, bugün olduğum şeye kadar beni köklü bir biçimde etkilemiş olabilir. İlk seviştiğim kadın başka biri olsaydı ben de başka bir adam olabilirdim belki. Neden olmasın. Neyse…

(…)

Bir gün yine bu bara geldiğimde adamın yanında Meral de vardı. Ben de selam verip yanlarına oturmuş, o adamın masasında oturanlardan biri de ben oluvermiştim. Resim Bölümü’nde araştırma görevlisi olduğunu da o gün öğrenmiştim. Hatta o gece Meral’i yatağa onun atacağını düşündüğüm için onu biraz kıskanmıştım da.
Daha sonra o adamla yine bu barda karşılaştık ama bir daha ne selamlaştık ne de beraber oturduk.
Aradan bir vakit geçtikten sonra onu burada otururken görmez oldum. Neden sonra bir gün yine Meral’le karşılaştığımızda bana onun intihar ettiğini söyledi. Hatta yanında onun anısına düzenlenmiş bir resim sergisinin kataloğu vardı. Katalogda onun da resimleri vardı. Resimlerini görünce onun derininde yatan o korkunç ve anlaşılamamış yalnızlığının ve umutsuzluğun yüzüne değil, resimlerine yansıdığını anladım. Resimlerinin pek çoğu kendi asık yüzlü otoportreleriydi. Burada otururken ne kadar da kendinden emin ve hayata bağlı görünüyordu halbuki. Onun yalnızlığını korkunç kılan da buydu herhalde; kimsenin göremeyeceği kadar derinlerde olması. Dışarıdan bakıldığında belli bir işi olan, insanlarla ilişkileri varmış gibi onlarla yan yana görülen adamın umutsuz yalnızlığı. Belki onuru yüzünden o gerideki ben’ini kimseyle paylaşamamıştı da. Bu barda otururkenki gülümseyiş maskesinin ardında eriyip bitmişti kimse farkında olmadan.
İşte tam da kendimi umutsuz hissettiğim ve intihara karar verdiğim bu anda onun oturduğu sandalyede otururken o gelmişti aklıma, ismini bile hatırlayamadığım biri.

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.