Anasayfa > Books / Kargakara > Kurgu Sarmalı 6. Bölüm

Kurgu Sarmalı 6. Bölüm

VI

Yazı yazmak, yaşamanın karşısındaki ölüm dışındaki ikinci seçenek gibi görünüyor. Benim gibi yaşama uyum sağlayamadığı halde ölmeyi tercih etmeyenlerin ya da cesaret edemeyenlerin önündeki ikinci seçenek.
Uyumsuz bir insan, hayatının bir noktasında yazmaya, yazılarıyla avunmaya karar verir ve yaşadığı acıyı sayfalara dökmeye başlar. Böylece geçmişini yeniden yaşayarak hayatına bir yoğunluk katmaya çalışır ya da yaşadığı anı yazarak yaşantısını elle tutulur bir hale getirdiğini düşünür. Böylece yaşantısının gidişatını görüp kavrayabilecektir. Bir süre sonra hayatında meydana gelen bazı küçük değişikliklerin bir devrime dönüştüğünün farkına varır. Hayatı gibi kendisinin de değiştiğini fark eder. Artık yazı yazmaya başladığı andaki uyumsuz değildir, bu noktada yazı yazmayı bırakıp yeniden yaşamaya başlayabilir.
Burada şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır:
Yazmaya başladığı için mi değişmiştir yoksa yazdığı için sadece değişiminin farkına mı varabilmiştir?
Bir de bu kişinin yazarak kendine uyum sağlayabileceği daha farklı hayali bir dünya inşa etmeye çalıştığını varsayalım. Bu bir roman veya hikâyedir diyelim. Anlatıda kendisiyle ya da kendisinin bir yanıyla özdeşleştirdiği karakterinin başına kendi durağan hayatında gerçekleşmeyen heyecanlı olaylar getirir. Böylece gerçekte olmayan başka bir ben’e sığınarak hayattan kaçmış ve kurtulmuş olur. Anlatı sona erdiğinde yazar rahatlamıştır. En azından bir yaratımı meydana getirdiği için kendisiyle gurur duymaktadır. Neden duymasındır ki, yazdıklarını kimse okumayacak da olsa televizyonlardaki, gazetelerdeki bir sürü moda olay ve düşüncelerle beyni pelteye dönmüş modern insan sürüsünden değersiz bir yaratımla sıyrılabilmek az şey midir. Fakat yaratımın mutluluğu da tükenip gittiğinde devam eden uyumsuzluk onu yeniden yazmaya itecektir.
Bu sözlerimden uyumsuz olmayan, yaşamıyla ya da varlıkla barışık birinin yazı yazamayacağı anlamı çıkmasın. Tabi ki yazar. Ama benim yazmaktan kastım ‘bugün yirmi üç nisan neşe doluyor insan’ türünden samimiyetsiz şiirler ya da bir takım fabrikalarda seri olarak üretildiğini düşündüğüm Dan Brown imzalı ticari metinler değil. Coşku içinde olan, beyni durmadan serotonin ve dopamin salgılayan kişi oturup bu coşkusunu yazıya dökmek yerine her anının tadını çıkarmaya bakar bana kalırsa. Bir de yazma eyleminin bunca zor ve sancılı bir süreç olduğu düşünülürse. Öyle ki bir roman yazma sürecini anlatan romanlar sadece bir olay örgüsü üzerine kurulu romanlardan çok daha fazla ilgimi çekmiştir her zaman.
Avare avare barlarda sürttüğüm o günlerin birinde işi gücü olan ve bu yüzden bana biraz tepeden bakan bir arkadaşım “boş boş duracağına bir şeyler yazsana” demişti:
“Benim senin gibi boş vaktim olsa oturup senaryo yazardım. Millet dizi senaryolarından milyarları götürüyor.”
Ama ben milyarlar kazanmak için nasıl yazılabildiğini anlamıyorum. Samimi olarak varlıkla ilgili bir sorunu olmayan birisi para kazanmak için oturup bir şeyler, bir şiir, bir roman, bir felsefe metni yazabilir mi? Belki…
Ama yazılan neye benzer! Nasıl ki bir yazarın sırf kendisi için yazmasını aklım almıyorsa sırf başkaları için yazmasını da aklım almıyor. Sanırım edebi bir eseri güzel kılan şeylerden biri de samimiyet olsa gerek.
Böyle düşünmüş olsam da milyarlar kazanma fikri yüzünden bir dizi senaryosu yazmaya kalkıştığımı da itiraf etmeliyim. Şöyle bir başlangıç denemesi yapmıştım:
“Habil ve Kabil”
Havaalanına onu karşılamaya gittiğimde kollarının altında iki Singapurlu kadın vardı. Paparazzilere gülümsüyor, fotoğraflar çektiriyordu. Saçını kazıtmış bir de küpe takmıştı kulağına; MFÖ’nün “deli” şarkısındaki gibi. Beni görünce sevinçle yanıma geldi.
– Merhaba Tahir. Nasılsın görüşmeyeli?
Onun yanıma gelmesiyle magazin basınının menziline ben de girmiştim.
– İyiyim, Haluk. Seni de iyi gördüm.
“İyi de laf mı bomba gibiyim” dedi ve yanındaki kızları benimle tanıştırdı.
“Bak bu Martha, bu da Fatima. Nasıl, güzel kızlar değil mi?” “Evet” dedim;
– Güzel kızlar… İstersen artık gidelim.
– Nereye?
– Eve tabii. Babam bekliyor.
“Öyle mi?” dedi suratını asarak; “Sen git. Ben daha sonra gelirim.” Bu hengamede ona ısrar etmek istemedim:
– Sen bilirsin ama geç kalmasan iyi olur.
“Tabi” dedi; “Merak etme.”
Belki bugün eve gelmeyecekti, bunu biliyordum. Ama buradan hemen uzaklaşmak istiyordum ve hızlı adımlarla uzaklaştım.
Eve geldiğimde babam asık bir suratla televizyon izliyordu. Ayşe Hanım ise her zamanki gibi evde yoktu. Kim bilir hangi gece klubündeydi. Yanına gidip sessizce koltuğa oturdum. Babam bana dönüp bakmadan “O nerede?” diye sordu.
– Akşam gelirim, dedi.
Cevap vermedi. Kımıldamadan televizyon izlemeye devam etti. Mutsuz olduğunda yaptığı şey buydu: Televizyon karşısında somurtmak. Aslında hiç bir şey izlemiyordu, sadece öylece televizyonun önünde oturuyor ve her şeyle irtibatını kesiyordu. Bu onun gerçeklerden kaçış yoluydu. Dediğim gibi mutsuz olduğunda kaçtığı yerdi televizyon karşısı ve bu aralar hep televizyon karşısındaydı.
Öylece oturdum ve ben de onun bu oyununa katıldım. Hiç bir kanalda on saniyeden fazla kalmıyordu. Bu duruma yarım saat dayanabildim ve kalkıp odama geçtim. Yatağa uzandım.
Tam uykuya dalıyordum ki babamın bağırışıyla kendime geldim: “Tahir, buraya gel!”
Yanına gittiğimde ekranda Haluk ve sevgilileri vardı. Havaalanında yapılan çekimlerdi. “Bundan haberin var mıydı?” diye sordu babam.
– Evet, baba…
– Niye bana söylemedin?
Sustum. ”Biz bunu mankenlerle kırıştırmasın diye göndermedik mi? Bu ne kepazelik. Şunun haline bak! Kafa dazlak, kulakta küpe.” dedi. Bu sırada Haluk’la yapılan röportaj gösteriliyordu.
– Bu güzel bayanlar kim, Haluk Bey?
– Sevgililerim.
Muhabir yapay bir şaşkınlıkla sordu:
– İkisi de mi?
– İkisi de. Neden şaşırıyorsun. Dinimiz dört kadına kadar izin vermiyor mu?
Babamın yüzü kıpkırmızı olmuştu.
– Ünlü manken Demet Sezer’den ayrıldıktan sonra Uzakdoğu seyahatine çıkan Doğan Moda’nın veliahtı ünlü Playboy Haluk Sarar, yanında iki güzelle ülkeye döndü.
Sonra görüntüye ben girdim. Babam bana bir bakış atıp tekrar ekrana döndü.
– Haluk Sarar gecenin ilerleyen saatlerinde Rayna’daydı.
Bu görüntülerde de Haluk kâh dans ediyor kâh kızlarla öpüşüyordu.
***
Eğer yazmaya devam etseydim hikâye Haluk’un babasıyla maddi, manevi her alanda savaşması ve Selim’in bu savaşta arada kalması şeklinde gelişecekti. Haluk’un babasına düşmanlığının ardında babasının zamanında gerçek annesine çok kötü davranmış olması yatacaktı. Öyle ki babası geçmişte öz annesini defalarca aldatmış, terk etmiş, hatta dövmüş olacaktı. Son olarak da boşanmış ve üvey anne Ayşe’yle evlenmişti. Öz anne de kanserden ölmüştü. Haluk babasına karşı savaşında babasının ticari düşmanlarıyla bir olup rakip bir moda şirketi kurmaktan üvey annesini baştan çıkarmaya kadar varacaktı.
Ama ne ben yazmaya çalıştığım bu renkli dünyayı tanıyordum ne de bu anlatıyı yazacak kadar güdülenmiştim. Sandığım kadar kolay olmadığı gibi, içki içmekten daha cazip de değildi. Sonuçta bu hikâyeyle ilgili kafamda bir çok imge beliriyordu ama bunu kağıda dökecek gerçek yetenekten yoksundum.
Hem neden yazacaktım sanki? Böyle bir metin görüntüye aktarılmadığı sürece ne para ne de doyum sağlayabilirdi bana. Görüntüye çevirebilecek bağlantılarım olsaydı da metne ihtiyacım kalmazdı; kafamdaki kelimeye dönüşmemiş imge ve fikirler yeterli olurdu bana.
Tekrar ediyorum; yazmak, yaşam karşısında intihar dışındaki ikinci seçenek gibi geliyor bana.
Albert Camus Sisifos Söyleni’ni intihara mantıklı bir yanıt bulmak için yazmadı mı? Goethe’nin de intihar fikrinden genç Werther’in acıları sayesinde kurtulduğu söylenir. Hani yazarların yazmak için yaşadıkları söylenir ya, o zaman yaşamak için bir bahaneye dönüşmüyor mu yazmak. Yine o zaman yazmak için yaşamak, yaşamak için yazmakla eşanlamlı olmuyor mu? Bütün bunların dışında yazmak büyü yapmaya da benziyor. Belki insanlar günlük tutarken yaşadıkları günleri de değiştiriyorlar ve yazdıklarını yaşamaya başlıyorlardır.
Belki iyice saçmalamaya başladım ve kendimi kandırmaya uğraşıyorum. Ama bu söylediklerim üzerine yazı yazılmış kağıtlarla –hani şu muska dediğimiz kağıtlarla– hayatlarını değiştirmeye çalışanların bunca çok olduğu toplumumuzda çok da abes olmasa gerek.
Sonuç olarak yazacağım; çünkü tutunacak başka bir dal bulamıyorum.

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.