Anasayfa > Books / Kargakara > Nükleer Savaş ve Çevre Felaketi, Noam Chomsky ve Laray Polk

Nükleer Savaş ve Çevre Felaketi, Noam Chomsky ve Laray Polk

Noam Chomsky

Noam Chomsky 1928’de Philadelphia’da doğdu. Pennsylvania Üniversitesi’nde okudu ve 1955’te dilbilim alanında doktora yaptı. MİT’ye girdi, dilin edinimi ve üretimi üzerine oluşturduğu kuramlarıyla uluslararası ün yaparak, 1976’da enstitü profesörü olarak atandı. Vietnam Savaşı sırasında, bir aktivist ve toplumsal entelektüel olarak ünlendi; Edward Herman ile birlikte yazdığı Rızanın İmalatı adlı kitabın 1988’de yayımlanmasıyla, önemli bir medya eleştirmeni olarak tanındı. 2001 Kasım ayında, konuya ilişkin tartışmasız en önemli kitaplardan biri olan 9/11’in yayımlanmasıyla, tarihteki diğer siyaset felsefecileri kadar, uluslararası çapta okunan ve vazgeçilmez bir ses haline geldi. 9/11 de bu kitap gibi söyleşilerden oluşuyordu. Chomsky, dilbilim, felsefe, entelektüel tarih, çağdaş konular, uluslararası meseleler ve Amerikan dış politikası üzerine pek çok yazı yazmış ve konuşma yapmıştır. 2010’da Chomsky, Eduardo Galeano, Michael Hardt, Naomi Klein ve Vandana Shiva, uluslararası Occupy (İşgal) hareketince oluşturulan United for Global Democracy (Küresel Demokrasi için Birleşme) manifestosunun imzacıları oldular.”

Nükleer Savaş ve Çevre Felaketi, Noam Chomsky ve Laray Polk, Çev: Melda Elif Keskin, İnkılap Yay., İstanbul, 2013, s. 4

ÖNSÖZ

(…) Mevcut ve gelecekteki ekonomilerin, sınırlı bir enerji kaynağı olan karbon bazlı yakıtlara sırtını dayamış olması, pek de iç açıcı olmayan bir gerçek.2 (…)

Laray Polk
Dallas, Teksas
Eylül 2012

2 Exxon 2005’de Angola’da derin deniz sondajı yaparken, bir şirket sözcüsü şöyle diyordu, “Dünyadaki erişimi kolay olan tüm petrol ve doğalgaz neredeyse bulunmuş durumda. Şimdi daha zorlu çevrelerde ve çalışma alanlarında daha zor petrol çıkartma işlerine sıra geldi.” Bu sözlerin doğruluğu kanıtlandı, çünkü kutupaltı ormanı ve dünyanın okyanusları gibi duyarlı alanlardaki konvansiyonel olmayan yeni petrol alanları (Kuzey Kutbu açıkları, petrol kumları, bitümlü şistler, tuz-altı derin deniz kuyuları ve şist yağları), aşırı çevresel riskler içeriyor. BP’nin verilerine dayanarak, “dünyanın kanıtlanmış [petrol] rezervleri”nin mevcut talebi karşılaması açısından tahmin edilen süre kırkaltı yıldır. John Donnelly, “Price Rise and New Deep-Water Technology Opened Up Offshore Drilling,” (Fiyatların Artması ve Yeni Derin Deniz Teknolojisi Açık Deniz Sondajlarının Önünü Açtı) Boston Globe, 11 Aralık 2005; Mark Finley, “The Oil Market to 2030 -Implications for Investment and Policy,” (2030’a Kadar Petrol Piyasası- Yatırım ve Politikalara Yansımaları) Economics o f Energy & Environmental Policy 1, no. 1 (2012): 28, doi:10.5547/2160-5890.1.1.4.”

agy s. 7″

“(…) ABD Ticaret Odası ve diğerleri, insanları bunun bizim sorunumuz olmadığına, hatta bunun gerçek bile olmadığına ikna etmeye çalışıyor.4

(…)

4 “ABD Ticaret Odası’nın siyasi harcamaları, 2009’da ilk kez, hem Cumhuriyetçi, hem de Demokrat Parti Ulusal Komitelerininkileri aştı. Ticaret Odası, dünyadaki biliminsanlarının haklı çıkması ve gezegenin ısınması halinde, ‘toplumlar, bir dizi davranışsal, fizyolojik ve teknolojik uyumlanma ile daha sıcak iklimlere alışabilirler,’ önermesinde bulunmuş ve EPA’nın karbonu yasayla düzenlememesini isteyerek, kısa süre önce kuruma bir önerge dahi
vermişti. “Mesele radikallikse, fizyolojimizi değiştirmemizin istenmesi bunun daniskasıdır.” Bili McKibben, “Global Warming’s Terrifying New Math,” (Küresel Isınmanın Dehşetli Yeni Matematiği) Rolling Stone, 2 Ağustos 2012. Apple, Pacific Gas and Electric, PNM Resources ve Exelon adlı dört büyük şirket, iklim değişikliği konusundaki duruşu yüzünden Ticaret Odası’ndan ayrıldı.. Nike ise yönetimdeki konumundan istifa etti. David A. Fahrenthold, “Apple Leaves U.S. Chamber Över Its Climate Position,” (Apple, İklim ile İlgili Duruşu Yüzünden ABD Ticaret Odası’nı Terk Ediyor) Washington Post, 6 Ekim 2009.”

agy s. 14

“(…)

LP (Laray Polk, blog.): Çoğunlukla Kochs ve ExxonMobil gibi büyük sermaye gruplarınca desteklenen muhafazakâr düşünce kuruluşlarının, bilimsel çalışmalarda, üzerinde uzlaşılmış bulgular konusunda kamuoyunu bu denli etkileyebilmelerini sağlayan nedir?11 (…)

11 “Mother Jones, ExxonMobil’in parasal destek verdiği 40 örgütün listesini çıkardı; bunlar ya küresel iklim değişikliğine ilişkin genelgeçer bilimsel bulguları zayıflatmanın yolunu arıyor ya da bunu sürekli yapan bir grup ‘kuşkucu’ biliminsanıyla bağlarını koruyordu.” Chris Mooney, “Some Like It Hot” (Bazıları Sıcak Sever) Mother Jones, Mayıs/Haziran 2005. ExxonMobil ve Koch Biraderlerin her ikisi de ALEC’in büyük destekçileridir. ALEC, yıllık toplanan ve devlet kademesine hazır yasal metinler sunan bir grup şirket lobicisi ile yasa koyucudan oluşmaktadır. Bkz. Beau Hodai, “Publicopoly Exposed: How ALEC, the Koch Brothers and Their Corporate Allies Plan to Privatize Government,” (ALEC, Koch Brothers ve Onların Kurumsal Müttefikleri Devleti Özelleştirmeyi Nasıl Planlıyor) İn These Times, Temmuz 2011.”

agy s. 17

“(…) MIT, miktarı açıklanmayan ama muhtemelen büyük bir para karşılığında, ABD’de eğitmek için İran’dan gelen nükleer mühendisleri kabul etmeye karar verdi, kuşkusuz bu da bir nükleer silah programı haline gelebilirdi. Adına nükleer enerji dediler. Cheney, Rumsfeld, Kissinger ve Wolfowitz, Washington’da bu konuda baskı yapıyor, İran’ın nükleer tesisler kurmasını istiyorlardı. O dönemde müttefiktiler.(…)

(…)

(…) Reagan ve Bush, Saddam Hüseyin’e gerçekten bayılıyorlardı. (…) Gerçekten, Bush 1989’da Iraklı nükleer mühendisleri nükleer silah üretimi üzerine ileri düzeyde eğitim görmeleri için ABD’ye davet etti.1 (…) Kongre oturumlarının tutanaklarında bulabilirsiniz, ama hiç kimse bunları yazmayacak, bunların üzerine herhangi bir yorumda bulunmayacaktır.2 (…)

(…)

NC (Noam Chomsky, blog.): İslami olup olmadığına aldırmaz onlar. Örneğin 1980’ lerdeki Pakistan’ı ele alalım: Pakistan, bir sürü diktatörünün en kötüsü olan Ziya-ül-Hak yönetimindeydi. Bu diktatörün radikal İslamcı bir gündemi vardı, Suudi Arabistan’dan da büyük maddi kaynak alıyordu. Toplumu İslamlaştırmaya çalışıyorlardı. Her yerde, çocukların yalnızca Kuran ve radikal İslam gibi şeyleri öğrendikleri medreseleri kurmaya başladıkları zamandı. Suudi Arabistan radikal İslam’ın merkezi olup, bulabileceğiniz en aşırı kökten dinci devlettir ve Reagan onu destekliyordu.3 Radikal İslam onların umurunda değil.

(…)

(…) İsrail ilk zamanlarda Hamas’ı destekledi, çünkü laik FKÖ’ye karşı bir silahtı.5 ABD ve İsrail oldukça tutarlı bir biçimde radikal İslamcıları destekledi ve bunun epeyce bir geçmişi var. 60’ların başında -aslında, 50’lerde ve 60’larda- Arap dünyasında, laik ulusalcılığın simgesi olan Nasır ile köktenci, radikal İslamcılığın koruyucusu Suudi yöneticileri arasında büyük bir çatışma vardı. ABD kimi destekledi? Suudileri tabii. Laik ulusalcılıktan korkuyorlardı.

(…) Bazen beklemediğiniz halde bir kaplanı kuyruğundan yakalarsınız.* (“Sakın bir kaplanın kuyruğundan tutmayın, tutarsanız da sakın bırakmayın,” Çin atasözüne gönderme, (çev.)) (…)

1 Bkz. Gary Milhollin’in tanıklığı, “U.S. Export Control Policy toward Irak,” (ABD’nin Irak’a Yönelik İthalat Denetim Politikası) C-SPAN Video Kütüphanesi (C-SpanVideo.org), 27 Ekim 1992. DOE tarafından detonasyon fiziği üzerine bir sempozyuma katılmaya davet edilen Iraklı biliminsanlan konusunda, bkz. Martin Hill, “Made in the USA: How We Sold Secrets to Irak That Helped Saddam Hussein Go Nuclear,” (Made in the USA: Saddam Hüseyin’in Nükleer Silahlanmasına Yardımcı olan Sırları Irak’a Nasıl Sattık) Mother Jones, Mayıs/Haziran 1991. Aynı zamanda bkz. Mark Clayton, “The Brains behind Irak’s Arsenal: US-Educated Iraki Scientists May Be as Crucial to Irak’s Threat as Its War Hardware,” (Irak’ın Silah Gücünün Ardındaki Beyinler: ABD’de Eğitim Görmüş Iraklı Bilim İnsanları, Irak Tehdidi Açısından Ülkenin Savaş Donanımı Kadar Önemli Olabilir) Christian
Science Monitor, 23 Ekim 2002.

2 1983 gibi erken bir tarihte bile, ABD yetkilileri, Irak’ın kimyasal silahları Kürtlere ve İranlılara karşı “neredeyse her gün kullandığı”ndan haberdardı. National Security Archive Electronic Briefing Book No. 82, s.v. “Document 25” (Ulusal Güvenlik Arşivi Elektronik Brifing Kitabı No. 82, “Belge 25” başlığı altında). 1990’da, Reagan’ın görevi bırakmasından neredeyse bir yıl sonra, ABD Deniz Kuvvetleri, Irak’ın değil, İran’ın kimyasal silah kullanmış olduğunu yineleyen bir kitapçık yayımladı: “Savaştaki kimyasal kullanımının en kötü ün yapmış örneği olan Kürtlerin Halepçe’de öldürülmesinde kan zehirleyici etmenlerin kullanıldığı iddia ediliyordu. İki zehirleyici etmenin kullanımı açısından, İraklıların böyle bir geçmişi olmayıp İranlıların olduğu için, bu saldırıyı İranlıların yaptığı sonucuna vardık. Bir hedef alan üzerinde ölümcül siyanojen yoğunlukları elde edilmesinin zorluğuna işaret etmekte de yarar vardır. Bu nedenle 5000 Kürdün Halepçe’de öldürüldüğünü belirten raporlar kuşkuludur.” Marine Corps Publications Electronic Library, s.v. “FMFRP 3-203” (Deniz Kuvvetleri Yayınları Elektronik Kütüphanesi, “FMFRP 3-203” başlığı altında) Aralık 1990, 100. Başkan Bush 2002’de duruşunu değiştirdi: “Irak rejimi, on yılı aşkın bir süredir, şarbon, sinir gazı ve nükleer silahlar geliştirmeyi planlıyordu. Bu rejim, zaten anneleri çocuklarının ölü bedenleri üzerine kapanmış bırakarak kendi yurttaşlarından binlercesini katletmek için zehirli gaz kullanmış bir rejimdir… Uygar dünyadan saklayacak bir şeyleri olan bir rejim bu.” George W. Bush,’Union Address (Ulusa Sesleniş) (29 Ocak 2002).

3 Reagan-Ziya ittifakı; ABD ile Avrupalı ve Arap müttefiklerinin, Afganistan’da Mücahitlerin “Sovyetler Birliği’ne karşı cihad”ını silahlandırmaya kalkıştığı zaman başlamıştı. CIA; Pakistan ve Suudi haber alma örgütleriyle ortak olarak, 1982 ile 1990 arasında kırk üç Müslüman ülkeden yaklaşık otuz beş bin İslamcı militanın Pakistan’daki medreselerde silahlandırılmasını ve eğitilmesini finanse etti. Reagan da buna karşılık, Ziya’nm işkence, ordu eliyle yürütülen uyuşturucu trafiği ve Pakistan’ın nükleer silah programı politikalarını sorgulamamayı kabul etti. Gazeteci Ahmed Raşid’e göre, “Ziya ve Reagan tarafından başlatılan bu küresel cihad, El Kaide’nin tohumlarını atacak ve Pakistan’ı ondan sonraki 20 yıl süresince dünyanın cihad merkezi haline getirecekti… Ziya nükleer denemeler yapıp Washington’ı rezil etmediği sürece, Reagan, îslamabad’ın nükleer silahlar geliştirmesini sorgulamaya yanaşmayarak, ABD’nin nükleer maddelerin yayılması konusundaki duruşundan ciddi biçimde ödün verecekti.” Descent into Chaos: The United States and the Failure ofNation Building in Pakistan, Afghanistan, and Central Asia (Kaosa Düşüş: ABD’nin Pakistan, Afganistan ve Orta Asya’da Ulus Kurma Başarısızlığı) (New York: Viking, 2008), 9, 38-39.

5 Andrew Higgins, “How Israel Helped to Spawn Hamas,” (İsrail Hamas’ın Ortaya Çıkışına Nasıl Yardımcı Oldu?) Wall Street Journal, 24 Ocak 2009.”

agy s. 19-22

“(…) ABD’nin atom bombası denemeleri sonucunda büyük bir kirliliğin yaşandığı Kwajalein Mercan Adası’ndaki, Ronald Reagan Balistik Füze Savunma Deneme Sahası’mn konumuyla
ilgili de söylenmesi gereken bir şeyler yok mu?1

NC: Bu, kanımca -İngiliz diplomasi tarihçisi Mark Gurtis’in deyişini ödünç alırsak- politik açıdan önemsiz sayılan ya da hakları olmayan bir grup insanın yani unpeople’m gözden çıkarılabilirliğine ilişkin hâkim anlayışı yansıtıyor.2

(…)

(…) Patrick Cockburn’ün Londra Independent gazetesi ve International Journal of Environmental Research and Public Health’de (Uluslararası Çevre Araştırmaları ve Halk Sağlığı Dergisi), haber yaptığı bir başka incelemede şu ortaya çıktı: Irak’ın 2004’te ABD Deniz Kuvvetleri tarafından bombalanan kenti Felluce’deki bebek ölümü, kanser ve lösemi vakalarındaki çarpıcı artışlar, 1945’de Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sağ kurtulanlarda görülen bu tip vakaların sayısını aşıyor. Iraklı ve İngiliz doktorlar tarafından yapılan incelemede ise, “tüm kanserlerde dört kat, 14 yaş altı çocuklardaki
kanserlerde ise 12 kat artış” olduğu saptandı. Kentteki bebek ölümleri, komşu Ürdün’dekilerden dört kat, Kuveyt’tekilerden ise sekiz kat daha fazladır.”7

(…)

(…) Bunun bir hayli örneği de var. 2008 Aralık – 2009 Ocak ayları arasında Gazze’ye yapılan ABD destekli vahşi İsrail istilâsı, soruşturulması gereken bir başka olaydır. Savaşm en ağır yaşandığı günlerde Gazze’deki El-Şifa Hastanesi’nde korkunç koşullarda çalışan Norveçli kahraman doktorlar Mads Gilbert ve Erik Fosse, kimsenin daha önce görmediği ölümcül savaş gereçlerinin etkileri hakkında bir rapor hazırlamışlardı. Bu savaş gereçlerini kullananlar düşman devletler olsaydı, kesinlikle geniş bir sorgulama, sert bir kınama ve cezalandırma ile karşı karşıya kalırlardı.8

(…)

(…) Başkan Kennedy’nin, elli yıl önce Güney Vietnam’daki savaşı tırmandırdığında, aynı zamanda bitki örtüsünü ve gıda ürünlerini yok etmek için kimyasal silah kullanımına da yetki verdiği hatırlanmalıdır. Sonuçları ve dehşet verici boyutlarının yanı sıra, kuşaklardır devam eden, kalıcı genetik mutasyonlar nedeniyle Saygon’daki hastanelerde yaşanan fetüs anomalileri göz önüne alınırsa, bu başlı başına bir suçtur.11 (…)

(…) Güçlü olanlar, işledikleri suçların cezalandırılmasını bir yana bırakın, sorgulanmasından bile kendilerini muaf kılmış durumda.12

(…)

LP: Radyoaktivitenin kasıtlı ya da kasıtsız olarak çevreye yayıldığı durumlardaki gizlilik, en az bu maddeler kadar tehlike oluşturuyor mu?14

(…)

1 1969’da Henry Kissinger, Marshall Adaları sakinleri için, “Orada yalnızca 90.000 kişi var. Kimin umurunda?” demişti. Alıntı: Jane Dibblin, Day o f Two Suns: U.S. Nuclear Testing and the Pacific Islanders, (İki Güneşli Gün: ABD Nükleer Denemeleri ve Pasifik Adaları Sakinleri) (New York: New Amsterdam Books, 1990). Marshall Adalıların günümüzdeki yaşamı konusunda, bkz. Andre Vltchek, “From the Kvvajalein Missile Range to Fiji: The Military, Money and Misery in Paradise,” (Kvvajalein Füze Sahasından Fiji’ye: Cennet’teki Askeriye, Para ve Sefalet) Asia-Pacific Journal (Ekim 2007).

2 “Britanya’nın politikalarının esas kurbanları, iktidar ve ticari kazanç uğruna yaşamları değersiz ve harcanabilir varsayılanlardır (“Unpeople” ). Bunlar, koloni günlerinde, fiilî gizlilik içinde ya da suçu işleyenlerin uygarlığın koruyucusu diye alkışlandığı koşullarda,
İngiliz silahlarıyla katledilebilen ‘yabaniler’in çağdaş benzerleridir.” Mark Curtis, Unpeople: Britain’s Secret Human Rights Abuses (İnsan Sayılmayanlar: İngiltere’nin Gizli İnsan Hakları İhlalleri) (Londra: Vintage, 2004), 2. Aynı zamanda, bkz. George Orwell’in 1984 romanında kullandığı “unperson” deyimi.

7 Patrick Cockburn, “Toxic Legacy of USA Assault on Felluce ‘Worse than Hiroshima,’” (ABD’nin Felluce Saldırısı’nın Zehirli Mirası ‘Hiroşima’dan Daha Kötü’) Independent (Londra), 24 Temmuz 2010; Chris Busby, Malak Hamdan ve Entesar Ariabi, “Cancer, Infant Mortality and Birth Sex-Ratio in Fallujâh, Iraq 2005-2009,” (Irak’ın Felluce Kenti’nde Kanser, Bebek Ölümleri ve Doğum-Cinsiyet Oranlan 2005-2009) International Journal of Environmental Research and Public Health 7 (Uluslararası Çevre Araştırmaları ve Halk Sağlığı Dergisi 7) (Temmuz 2010): 2 8 2 8 – 37, doi:10.3390/ijerph7072828.

8 Bkz. Mads Gilbert ve Erik Fosse, Eyes in Gaza (Gazze’nin Gözyaşları, Pegasus Yayınları, 2011) (Londra: Quartet Books, 2010).

11 Resmi kayıtlardaki iddialara göre; Başkan Kennedy, “ Viet Nam’da titiz ve dikkatli biçimde denetlenen ortak bir yaprak dökücü ilaç operasyonları programına katılmaya…bundan sonra ise ancak yeniden iskân ve alternatif gıda kaynakları yaratılmasına yönelik çok özenli bir altyapı oluşturulabilmesi halinde, gıdasız bırakma aşamasına geçmeye” yönelik bir programı, 30 Kasım 1961’de onaylamıştır. William A. Buckingham Jr., Operation Ranch Hand: The Air Force and Herbicides in Southeast Asia 1961-1971 (Ranch Hand Operasyonu: Güneydoğu Asya’da ABD Hava Kuvvetleri ve Bitki Öldürücüler 1961-1971) (Washington, DC: Office of Air Force History-Hava Kuvvetleri Tarihi Dairesi, 1982), 21. Farklı kayıtlar, ürünlerin yok edilmesi kararının o ayın başında alındığına işaret ediyor. NSC, 11 Kasım’da “Viet Kong’un gıda ürünlerinin yok edilmesi” için “uçak, personel ve kimyasal yaprak
dökücüler”in Vietnam’a taşınmasına yetki verdi. 27 Kasım’a gelindiğinde, “Vietnam’ın H-34 helikopterlerine ilaçlama donanımı yerleştirilmiş”ti ve “gıda ürünlerine karşı kullanılmaya hazır”dı. George McT. Kahin, Intervention: How America Became Involved in Vietnam (Müdahale: Amerika Vietnam’a Nasıl Bulaştı) 1. baskı (New York: Knopf, 1986), 478. Ürünlerin yok edilmesine karşı çıkış konusunda, bkz. ek 3.

12 1984’te Monsanto ve diğer altı imalatçı, toplu bir davada Amerikan savaş, gazileriyle anlaşmaya vardı; kısmen ABD Bölge Hâkimi Jack B. Weinstein tarafından tasarlanmış bir plana göre, 180 milyon dolar dağıtıldı. 2005’te Weinstein, Vietnamlı Agent Orange kurbanlarının taleplerini özel niyet gerekçesiyle geri çevirdi: “ABD, bitki öldürücüleri herhangi bir grubu yok etmeye yönelik özel bir niyetle kullanmadı. Ne de bu bitki öldürücüler, bireylere zarar vermek ya da bütün bir toplumu teslim olsunlar ya da ölsünler diye aç bırakmak için tasarlanmışlardı. Bu bitki öldürücüler, öncelikle askerleri pusuya karşı korumak için bitkilere uygulandı, bir halkı mahvetmek için değil.” Vietnam Association for Victims of Agent Orange/Dioxin v. Dow Chemical Co. et al., (Vietnam Agent Orange/
Dioksin Kurbanları Derneği, Dow Chemical Co. ve diğerlerine karşı), MDL No. 381, 04-CV-400 (E.D.N.Y. 25 Mart 2005). Ayrıca bkz. Dominic Rushe, “Monsanto Settles ‘Agent Orange’ Case with US Victims,” (Monsanto ‘Agent Orange’ Davası’nda Amerikalı Kurbanlarla Anlaşmaya Gidiyor) Guardian (Londra), 24 Şubat 2012.

14 1944 ile 1974 arasında ABD hükümetinin finanse ettiği araştırmaları soruşturmak üzere, 1994’te Başkan Clinton, însan Radyasyon Deneyleri Danışma Kurulu’nu (ACHRE) oluşturdu. Bir yığın belge araştırılarak, bir araya toplanarak ve gizliliği kaldırılarak, yaklaşık dört bin adet araştırma belirlendi. Bunlar; plütonyum ve diğer atom bombası malzemeleriyle ilgili radyasyon deneyleri, çocuklar üzerinde tedaviye yönelik olmayan araştırmalar, tam beden
ışınlamaları, mahkûmlar üzerinde araştırmalar, kasıtlı radyoizotop yayılması ve atmosfere salınması, uranyum madencilerini ve Marshall Adaları sakinlerini içeren gözleme dayalı araştırmaları içeriyordu. 1995’de ACHRE sahasından gelen ilk belgeler, Washington, DC’deki George Washington Üniversitesi’nde bulunan Ulusal Güvenlik Arşivi (bağımsız bir hükümetdışı araştırma enstitüsü ve kitaplığı) tarafından teslim alındı.”

agy s. 29-33

“(…) ABD’deki sistemlerin bir nükleer saldırı uyarısı verdiği, fakat tetiklenebilecek otomatik yanıtın insan müdahalesi ile son dakikada ucu ucuna durdurulduğu çok olmuştur. Sanırım Rusya’da durum daha da kötüdür.1 (…)

(…) Aynen nükleer maddelerin yayılması sorununda olduğu gibi. Birkaç olayı ele alalım: 2009 Eylül ayında Güvenlik Konseyi, ABD’de İran’a karşıymış gibi yorumlanan bir karar
aldı: S/RES/1887. Kısmen öyleydi, ama bu karar aynı zamanda Hindistan, Pakistan ve İsrail’in de diğer devletler gibi Nükleer Maddelerin Yayılmasını Önleme Antlaşması’na katılmasını da talep ediyordu. Obama yönetimi hemen, Hindistan’a ve İsrail’e bu kararın kendileri için bağlayıcı olmadığını iletti.2

(…)

(…) Fakat Hillary Clinton, “nükleer silahsız bölgenin oluşturulma zamanının gelmediğini” ifade etti.10 (…)

1 1995 Ocak ayında Ruslar, bir Norveç meteoroloji roketini denizaltından atılan bir Amerikan balistik füzesi zannetmişti. Nükleer ateşleme kumandası Başkan Boris Yeltsin’in elinin altındaydı, ama son dakikada bunun hatalı bir uyarı olduğuna karar verdi. “Rusya’nın savaş yetenekleri gittikçe kötüye giderken, kazaların olma olasılığı da artıyor… Rusya’nın erken uyarı sistemleri ‘ciddi bir erozyon ve onarımsızlık içinde,’ bu ise bir Rusya başkanının paniğe kapılarak, Yeltsin’in 1995’te yaptığından farklı bir sonuç çıkartması olasılığını gittikçe artırıyor.” Joseph Cirincione, Bomb Scare: The History and Future ofNuclear Weapons (Bomba Paniği: Nükleer Silahların Tarihi ve Geleceği) (New York: Columbia University Press, 2007), 96-97.

2 1887 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı 24 Eylül 2009’da oybirliğiyle onaylandı. İki gün sonra, Başbakan Manmohan Singh, Başkan Obama’nın kendisine, NPT’ye üye olmayan devletleri katılmaya çağıran kararın, Hindistan’a yönelik olmadığını ve “ABD’nin sivil nükleer anlaşmalar çerçevesindeki yükümlülüklerini yerine getirmeye ilişkin taahhütlerinin… sulandırılmadan kalacağı,” sözünü verdiğini Pittsburgh’da basma açıkladı. 2 Ekim’de ise İsrailli yetkililer, Obama’nın “İsrail’in uluslararası denetime açmaksızın nükleer silahlara sahip olmasına,” izin veren 40 yıllık belirsizlik politikasının yürürlükte kalacağı teminatını yinelediğini belirtti. “NPT Resolution Not Directed against India: US,” (NPT Kararı Hindistan’a Yönelik Değil: ABD) Indo-Asian News Service, 26 Eylül 2009; Eli Lake, “Obama Agrees to Keep Israel’s Nukes Secret,” (Obama, İsrail’in Nükleer Sırrını Saklamayı Kabul Ediyor) Washington Times, 2 Ekim 2009.

10 Louis Charbonneau, “U.S. and Other Big Powers Back Mideast Nuclear Arms Ban,” (ABD ve Diğer Büyük Güçler Ortadoğu Nükleer Silah Yasağını Destekliyor) Reuters, 5 Mayıs 2010.”

agy s. 35, 37

“(…) Üst düzey bir danışmanın daha sonra söylediği gibi: “Ortadoğu’nun enerjisini kontrol
edebilirsek, dünyayı kontrol edebiliriz.”15 (…)

(…) Gerçekten de Dışişleri Bakanlığı (ABD, blog.) çok ilginç açıklamalar yayınladı: “Uluslararası topluluğa kabul edilmek istiyorsanız, uluslararası sorumluluklarınızı yerine getirmelisiniz, uluslararası sorumluluklar da bizim emirlerimize uymaktır.” (…)

(…) Türkiye yakın geçmişte İran’a bir boru hattı inşa etti, Pakistan da öyle. Türkiye’nin İran’la ticareti hızla arttı, önümüzdeki birkaç yıl içinde üçe katlamayı planlıyorlar. (…) ABD bunu fazla ciddiye almıyor, diktatörlüklerin toplumları denetleyemeyeceğini düşünüyor. Fakat Türkiye veya kuşkusuz Çin işe karışınca, bu bir tehdit haline geliyor. (…)

(…) Türkiye ve belki de Güney ülkelerinin en önemlisi olan Brezilya kısa zaman önce, uranyumunun büyük bölümünü zenginleştirmek üzere İran’la bir anlaşma yaptı. (…)

15 Muhammed Musaddık liderliğindeki İran, millileştirilmiş bir petrol endüstrisi dahil olmak üzere, doğal kaynaklarından “artan menfaatler” sağlamak peşindeydi. FDR’nin (Franklin D. Roosevelt) eski danışmanı A. A. Berle, Dışişleri Bakanlığındaki bir arkadaşına, İran Körfezi petrolüne erişimin “dünyanın adamakıllı denetlenmesi” anlamına geldiğini vurgulayan yazılı bir mesaj yollamış ve müdahale için “uygun bir formül” gerekeceğini hatırlatmıştı. CIA, Musaddık’ı devirmeye yönelik kışkırtma eylemleri sahneleyerek Ajax Operasyonu’nu başlattı. 19 Ağustos 1953 tarihindeki bir darbeyle amaca ulaşıldı: “Şahın sürgünden geri çağrıldığı o 1953 gününün tüm etkileri, gerçekten, hem İranlılar hem de Amerikalılar için asla sona ermedi. Yirmi beş yıl boyunca, [Şah] Rıza Pehlevi hem kendi ülkesini hem de iddia edilebileceği gibi, Amerikan politikalarını kontrol etti. Amerikan askeri ürünlerinin gelmiş geçmiş en büyük müşterisi oldu… İran artık yalnızca bir petrol ülkesi değil, diğer Soğuk Savaş’a ait açmazların, özellikle de Vietnam kaynaklı ekonomik sorunları aşma çabalarının, yeniden üzerine gitmek için bir araç oldu.” Lloyd C. Gardner, Three Kings: The Rise of an American Empire in the Middle East After World War II (Üç Kral: II. Dünya Savaşı’ndan Sonra Ortadoğu’da bir Amerikan împaratorluğu’nun Yükselişi) (New York: New Press,
2009), 96-132.”

agy s. 41-43

“İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihe bir göz atın. İlk yirmi yıl, 50’ler ve 60’lar çok ciddi bir büyüme dönemiydi. Gerçekten, ülkenin tarihindeki en yüksek ve üstelik de eşitlikçi büyümeydi. İnsanlar bir şeyler kazanıyor, bir yerlere geliyordu, gelecek için umut ve beklentilere sahipti, vb. 70’ler bir geçiş dönemi iken 80’lerden bu yana, nüfusun büyük bölümü için, yaşam görece kötüleşti: Gerçek ücretler ve gelirler yerinde sayar ya da daha da düşerken hiçbir zaman çok fazla olmayan sosyal haklar geriledi; insanlar daha fazla saat çalışarak, sonu gelmeyen borçlar ve varlık enflasyonu balonlarıyla uğraşırken geçimlerini zar zor sağlıyordu, ama sonunda bunu da yapamaz oldular.

(…)”

agy s. 52, 53

“(…) Münazaralar, insanların geliştirdiği irrasyonel yapılardan biridir. Münazara kuralları, rasyonel bir fikir alışverişini baltalamak için tasarlanmıştır. (…) “Usta münazaracılar” diye bilinen kişiler, “kazanmak” için rasyonel tezler yerine, üçkâğıt ve hileye başvurmaları
gerektiğini bilirler. (…)”

agy s. 55

“Antik çağlardan bu yana, bildiğim her toplumda, dürüst muhalifler neredeyse her zaman şöyle ya da böyle cezalandırılmıştır ve marjinal bir grup olmuştur. (…) Halbuki güce itaat etmek ve tâbi olmak tarihte (ya da düşman devletlerde) çoğunlukla kınanmış olsa da genellikle toplumda baş tacı edilir.9

(…)

9 Joseph (Jözef) Rotblat, Manhattan Projesi’ni, Japonya’nın bombalanmasından önce, terk eden projeci iki biliminsanından biriydi ve bu hareketi, onun niyetleri konusunda giderek çoğalan kuşkulara yol açtı. Yaşamının geri kalanını, nükleer silahların terk edilmesi ve savaşın sona ermesini talep ederek geçirecekti. Rotblat, biliminsanı Yasushi Nishiwaki ile işbirliği yapıp, 1954’teki Lucky Dragon olayındaki gerçek serpinti miktarını hesapladıktan sonra, Russell-Einstein Manifestosu ve Pugwash Konferanslarının oluşturulmasında etkili bir rol oynayarak, Bertrand Russell ile çalıştı. Russell ve 100’ler Komitesi üzerine, bkz. bu bölüm, 5. not.”

agy s. 61

” (…) Orada (Bolivya) yerli halkların dünya çapında dile getirdikleri bir çağrı ve zenginlerin yırtıcı ve kemirgen özellikteki kısa vadeli kazanç arayışına bir meydan okuma olan, Toprak Ana’nın Hakları Evrensel Bildirgesi imzalanmıştır.2

(…)

2 2010 tarihli İklim Değişikliği ve Toprak Ana’nın Hakları için Halklar Dünya Zirvesi’nden (People’s World Summit on Climate Change and the Rights of Mother Earth) on yıl önce, Bolivyalı eylemciler (ABD merkezli Bechtel’in bir iştiraki olan) Aguas del Tunari’nin su kaynaklarını özelleştirmeye ilişkin girişimine başarıyla direnmişti. Ayrıntılı bir tarihçe için, bkz. Oscar Olivera, jCochabamba! Water War in Bolivia, (jCochabamba! Bolivya’da
Su Savaşı) (Cambridge, MA: South End Press, 2004).”

agy s. 65

“(…) Ateşlemeden dakikalar önce insan müdahalesiyle durdurulmuş programlı füze saldırısı, toplamda çok fazladır. (…)”

agy s. 69

“EKLER

1. Ek: Orgeneral Groves ve Yarbay Rea arasındaki
Görüşme, 25 Ağustos 1945

12 Eylül 1945’de, New York Times’da William L. Laurence tarafından yazılan, “U.S. Atom Bomb Site Belies Tokyo Tales” (ABD Atom Bombası Sahası Tokyo’nun Masallarını Yalanlıyor)
başlıklı bir baş sayfa haberi yayımlandı. Bu öykü ve aşağıdaki konuşma tutanağı arasında doğrudan bir ilinti vardır: Laurence’ın haberi, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından kaynaklanan ölüm ve ıstırabın nedeni olarak, radyasyonu önemsizmiş gibi gösteriyor ve Japonlar tarafından tarif edilen belirtileri acıma duygusu yaratmaya yönelik propaganda olarak tanımlıyor. Laurence, ABD Savaş Bakanlığı tarafından resmi açıklamalar ve haberler yazmak üzere 1945 Mart ayında işe alınmıştı; New York Times’da yayımlanan “atom bombasının önemi” konulu on makaleden oluşan bir dizi ile 1946’da Pulitzer ödülü kazanmıştı.

ÇOK GİZLİ

Orgeneral Groves ve Yarbay Rea arasındaki telefon görüşmesine ait TUTANAK, Oak Ridge Hastanesi, 25 Ağustos 1945, saat 9.00

G: “ … patladıktan sonraki ilk iki hafta içinde 30.000 kurbanı ölümcül bir biçimde yakan…”

R: Neydi adı— ultraviyole miydi?

G: Evet.

R: Bu çılgınlık.

G: Tabii ki çılgınlık, benim gibi bir doktor bunu anlayabilir. “Radyo yayını, Hiroşima’daki ve atom bombası atılan diğer şehir olan Nagazaki’deki ölümler hâlâ artıyor, dedi. Radyo Tokyo,
Hiroşima’yı bir ölüm şehri olarak tanımladı. 250.000 kişinin yaşadığı binaların %90’ı anında yerle bir oldu.” Şu 250.000’i anlamıyorum, çünkü savaş başlamadan birkaç yıl önce çok daha
büyük bir nüfusu vardı ve askeri bir şehirdi. “Orası artık tam bir hayalet şehir, hayatta kalanlar da radyoaktivite yanıkları yüzünden ölüme mahkûmlar.”

R: Burada araya girmem gerekiyor. “Bence bu iyi bir propaganda,” derdim ben. Gerçek şu ki bu insanlar sağlam bir tane yediler ve yandılar, ciddi termal yanıklar var.

G: Bana da öyle geliyor. İzin ver devam edeyim ve sana tablonun geri kalanını anlatayım. Radyo yayınında söylenen şu: “Bu yaralar o kadar acı verici ki, yaralananlar ‘Lütfen beni öldürün,’ diye yalvarıyor. Kimse asla tümüyle iyileşemiyor.”

R: Bu bizim gazetede de vardı, dün gece.

G: Sonra devam ediyor: “Atom bombalarında kullanılan uranyumun parçalanmasından kaynaklanan radyoaktivite, ölü sayısını tırmandırıyor ve Hiroşima’da yıkılanları yeniden yapmakta olan işçilerin çeşitli hastalıklar ve rahatsızlıklardan mustarip olmalarına yol açıyor.”

R: Bana kalırsa, radyoaktivite öyle hemen etki gösteren bir şey değil, uzun vadeli bir şeydir. Bence bu insanların ciddi termal yanıkları var, olan şey bu. Bu insanların çoğu, önce olanı pek fark etmezler. İnsan radyoaktiviteden yanınca, biraz kızarıklık oluşur, fakat birkaç gün içinde büyük oranda su toplar veya cildi soyulur. Bence bu insanlara olan şey bu.

G: Bu, biraz daha sonra geçiyor. “Japonların bir özel haber muhabirine göre, bomba düştükten üç gün sonra 30.000 ölü vardı, iki hafta sonra ise ölü sayısı 60.000’e yükseldi ve yükselmeye devam ediyor,” demiş burada. Cesetleri buluyorlar.

R: Yanıkların gecikmiş etkilerini yaşıyorlar. Örneğin, Coconut Grove’da hemen ölmemişlerdi, biliyorsunuz, sonraki bir ay boyunca öldüler.

G: Şimdi de diyor ki -bu sana özel olarak sormak istediğim bir şey- “Yeniden yapılanma projelerinde çalışan askerlerin bombalamadan bir hafta sonraki muayenesinde, akyuvarlarının yarı yarıya azaldığı ve alyuvarlarında ciddi bir eksiklik olduğu ortaya çıktı.”

R: Onu ben de okudum, bence burada bir zırvalık var.

G: Her ikisi birlikte düşer mi?

R: Düşebilir, evet -düşebilir, ama bu feci hızlı, vahim bir biçimde hızlı. Tabii, duruma bağlı- ama acaba yüksek dozda bir propagandaya maruz kalmıyor musunuz, diye merak ediyorum.

G: Tabii ki, biliminsanlarının ve yine projede yer alan bir başkasının ahmakça performansından, bir de gazete ve radyoların haber istemesinden dolayı, yüksek dozda bir propagandaya maruz kalıyoruz.

R: Tabii ki, oradaki Japon biliminsanları da o kadar budala değiller ve onlar da bunu kendi yararlarına kullanıyorlar. Belli ki olasılıkların ne olduğunu biliyorlar. Kişisel olarak ben, çok erken olduğu için, bunların büyük çoğunluğunu önemsemiyorum, İkincisi de bence yaşadıkları bu ölümlerin çoğu yalnızca gecikmiş termal yanıklardan.

(…)

G: Doğru, ben de bunu istiyorum. Geiger sayacı hakkında da bir şey gördün mü? Diyor ki uranyumun toprağa sızmış olduğu gerçeği, bir Geiger sayacı kullanarak kolayca doğrulanmış ve atom bombasında kullanılan uranyumun insan bedenine zararlı olduğu ortaya çıkmış. Sonra şundan söz ediyor, bu tam da bizim düşündüğümüz şey: Yaralıların çoğunluğunda, güçlü ultraviyole ışınlarından dolayı yanıklar oluşmuş ve merkezin iki kilometre çapı içindekilerde iki veya üç kat daha fazla yanık varmış, ki sanırım bunlar ikinci veya üçüncü derece oluyor. Üç ile dört kilometre çap içindekiler, ciltlerinde parlak kırmızı yanıklar olacak
kadar yanmışlar, ama eğer bu yanıklar ultraviyole ışınlarından kaynaklanmışsa, o sırada sıcaklığı neredeyse hiç hissetmemişler. Sonra ise içi su dolu kabarcıklar ve ödem oluşmuş.

R: İşte bu yüzden ben bunlar termal yanıklar olmalı, diyorum.

G: Sonra da bedenlerinde yanan kısımların içten enfekte olduğundan söz ediyorlar.

R: Eh, tabii, herhangi bir yanık potansiyel olarak enfekte bir yaradır. Herhangi bir yanığı enfekte bir yara olarak tedavi ederiz. Bence karşı propagandacıları dışarı atsanız iyi olurdu.

G: Yapamayız, biliyorsun, çünkü bütün zararı bizimkiler verdi. Sağlam durmak dışında yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Seni aramamın nedeni, Ferry’yi bulamıyoruz ve her an bana soru gelebilir ve cevap verebiliyor olmak istiyorum. Yeniden inşa çalışmaları sırasında yanıkları olan o’ du mensuplarıyla ilgili haberi gördün mü? “Yeniden inşa projelerinde, 10’unda yanıklar bulunan 33 askerin, bombalama olduktan bir hafta sonra yapılan muayenelerinde, 7000 ile 8000 akyuvarı olan sıradan sağlıklı insanla karşılaştırıldığında, yanıkları olanlarda 3150 akyuvar, görünüşte sağlıklı olan diğerlerinde ise 3800 akyuvar bulunduğu görülmüş.” Çok büyük bir düşüş bu. Tokyo’dan bildiriliyor. Öte yandan, 4.500.000 ile 5.000.000 alyuvarı olan sıradan sağlıklı insanla karşılaştırıldığında, yanıkları olan askerlerde yalnız 3.000.000 alyuvar, görünüşte sağlıklı olan diğerlerinde ise biraz daha fazlası varmış.” Bu neyle ölçülüyor?

(…)

G: Bundan hiç de rahatsız değiliz, acıma duygusu yaratmaya çalışmaları haricinde. Bütün bunların üzücü tarafı ise onları buna itenin bir Amerikalı olması.

(…)

G: İşte canımızı sıkan şöyle bir şey: “Tokyo radyosu tarafından, atom bombası patlamasından birkaç gün sonra esrarengiz bir biçimde ölmüş olduğu bildirilen Japonlar, muhtemelen
Amerika’nın büyük radyasyon laboratuvarlarında iyi bilinen bir olgunun kurbanlarıydı.” Bize zarar veren tabii ki bu.

R: Bana kalırsa, gazetede karşı görüş yayımlatmak için bir ağır top bulmanız gerekecek.

(…)”

agy s. 71-75

“(…)

Harvard biyokimya profesörü John Edsall, protestocu grubun sözcüsü olarak görev aldı. Açıklama aşağıdadır:

“Yakın geçmişte, 21 Aralık 1965 Salı tarihli New York Times’da yer aldığı şekliyle, kimyasal etmenlerin Amerikan güçlerince Vietnam’da ürünlerin yok edilmesi için kullanılmasını kınıyoruz. Kimyasalların insan için zehirli olmadığı kanıtlanabilse bile, bu tür taktikler barbarcadır. Çünkü ayrım gözetmeyerek ürünlerin yok edildiği bölgede savaşçı olsun olmasın, nüfusun tamamına karşı bir saldırıyı simgelemektedirler. Ülkemize yönelik doğrudan tehdidin, bugün Vietnam’da ortaya çıkandan çok daha büyük olduğu II. Dünya Savaşı krizinde bile hükümetimiz, düşmanlarımıza karşı kimyasal veya biyolojik silah kullanılmasına ilişkin her türlü öneriye kararlı biçimde direnmişti. Şimdi bu tür yöntemlere başvurmakta olduğumuz gerçeği, ahlaki standartlarımızdaki dehşet verici düşüşü gösteriyor. Bu saldırılar, aynı zamanda uygar insanın genel standartlarına da temelden aykırı olup, Asya’da ve her yerde bize karşı nefret duyulmasına yol açacaktır.

(…)

Başkan’ın, bu tür kimyasal silahların, silahlı kuvvetlerimizce kullanılmasının yasak olduğunu açıkça beyan etmesi ve bunların Güney Vietnamlılar veya herhangi bir müttefikimiz tarafından kullanılmasına karşı çıkması konusunda ısrarcıyız.” Açıklamayı imzalayanlar:

Harvard: John Edsall, Bernard Davis, Keith R. Porter, George Gaylord Simpson, Matthew S. Meselson, George Wald, Stephen Kuffler, Mahlon B. Hoagland, Eugene P. Kennedy, David H. Hubel, Warren Gold, Sanford Gifford, Peter Reich, Robert Goldwyn, Jack Clark ve Bernard Lown.
Masşachusetts Hastanesi: Victor W. Sidel, Stanley Cobb, and Herbert M. Kalckar.
MIT: Alexander/Rich, Patrick D. Wall ve Charles D. Coryell.
Brandeis: Nathan O. Kapland ve William P. Jencks.
Amherst: Henry T. Yost.
Dartmouth: Peter H. von Hippel.
Tufts: Charles E. Magraw.
Ve aynı zamanda, Woods Hole’daki Kas Araştırmaları Enstitüsü’nün direktörü Albert Szent-Györgyi ile Worcester Deneysel Biyoloji Enstitüsü direktörü Hudson Hoagland.

Kaynak: Science”

agy s. 80, 81

4. Ek: Nelson Anjain’den Robert Conard’a Açık Mektup,
9 Nisan 1975

ABD Nükleer Silah Deneme Programt, 1946’dan 1958’e kadar, Marshall Adalarında altmış yedi nükleer patlama gerçekleştirdi. 1956’da, AEC Sağlık ve Güvenlik Laboratuvarı’nın direktörü Merril Eisenbud, radyoaktif olarak kirlenmiş olduğu bilinen bir çevrede yaşayan Marshall Adası nüfusunu incelemenin yararlarını şöyle sıralamıştı: “Artık Ada yaşamak için güvenliyse de dünyanın açık farkla en fazla kirletilmiş yeridir ve oraya geri dönüp sağlam çevresel veriler toplamak çok ilginç olacaktır… Bence bu insanların, uygar insanlar, Batılılar gibi yaşamadıkları doğruysa da bu insanların yine de farelerden çok bizlere benzediği de doğrudur.”

(…)

Sayın Dr. Conard,
Adayı ziyaret ettiğinizde burada bulunamadığım için üzgünüm. (…)

(…) Bizleri sürekli olarak araştırma denekleri olarak kullanmanızla ilgili duygularımın bazılarını açıkça ifade etmek amacıyla size yazıyorum.

Şimdi anlıyorum ki bütün kariyerinizi bizim hastalıklarımız üzerine inşa ediyorsunuz. Biz sizin için, sizin bizim için olduğunuzdan çok daha değerliyiz. Bizimle, asla gerçekten insan olarak değil, yalnızca hükümetinizin bomba araştırmaları için bir grup kobay faresi olarak ilgilendiniz. Benim için ve Rongelap’taki başka insanlar için en önemli şey yaşamdır. Sizler içinse veriler ve rakamlar. Teknik yeterliliğinizle ilgili kuşkumuz yok, ama sık sık insanlığınızdan kuşku duyuyoruz. Size ve teknolojik mekanizmalarınıza ihtiyacımız yok. Yaşamımızı ve sağlığımızı istiyoruz. Özgür olmak istiyoruz.

Adamıza geldiğiniz bütün bu yıllar boyunca, bizi asla insan yerine koymadınız. Asla aramızda oturup sorunlarımız konusunda bize gerçekten dürüstçe yardımcı olmadınız. Bize “en kötüsü bitti,” dediniz, sonra Lekoj Anjain öldü. Şu anki seyahatinizde kaç yeni vaka daha bulacaksınız henüz bilmiyorum, ama sürekli olarak yeni acılar yaşayacağımız konusunda çok endişeliyim.

Bir gazete muhabirine, Lekoj’ün 1972 başında bizi muayene etmenize izin vermediğimiz için bizim yüzümüzden öldüğünü nasıl söylediğinizi asla unutmayacağım. Lekoj’u öldürenin, sizin ülkeniz ve emrinde çalıştığınız insanlar olduğunu âdeta unutuyorsunuz.

Yaptığım seyahat sonucunda bilmenizi istediğim bazı kararlar aldım. En başta sizi bir daha görmek istemediğimize karar verdik. ABD hükümetinin savaş kışkırtıcıları için bilgi toplamakla uğraşan doktorlardan değil, bizimle ilgilenen doktorlardan tıbbi
yardım istiyoruz.

Adamızda bir doktorun sürekli yaşamasını istiyoruz. Yalnızca ziyaretin sizin için uygun olduğu zaman tıbbi bakıma ihtiyacımız yok. Bir doktorla, biz arzu ettiğimizde görüşebilmek istiyoruz. Amerika, bayrak sallayarak ve çöpe atılmış ders kitapları kullanarak bizi Amerikalılaştırmaya çalıştı. Amerika’nın bize kendi yurttaşlarına sağladığı gibi bir tıbbi hizmet vermesinin zamanı geldi.

Size asla gerçekten güvenmedik. Bu yüzden, bizi özenle muayene etsinler diye Hiroşima’daki hastanelerden doktorlar davet edeceğiz.

Artık Amerika’nın denetimi altında olmak istemiyoruz. Amerikalıların başkalarına yardım etmek değil, hâkim olmanın peşinde olduğu konusunda, Amerika’yı temsil eden biri olarak, siz bizi ikna ettiniz. Şu andan itibaren tarafsızlığımızı ve Amerika’nın gücünden bağımsızlığımızı koruyacağız.

Bazı değişiklikler yapılacak. Bizi ziyaret edeceğiniz gelecek sefer hazırlıklı olun. 1972’de size ilk başkaldırdığımızdan bu yana, niyetlerinizin farkındaydık. Şimdiki dünyada bize yardım etmeye istekli başka insanların var olduğunu biliyoruz, Rongelap’a gelmenizi artık istemiyoruz.

Saygılar,
Nelson Anjain,
Magistrate
NA: sc
Cc: Saygıdeğer Gary Hart, ABD Senatosu
Saygıdeğer Phillip Burton, ABD Temsilciler Meclisi
Saygıdeğer Kurt Waldheim, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri
Saygıdeğer Ataji Balos, Mikronezya Kongresi

Kaynak: Marshall Islands Document Collection, U.S. Department o f Energy (Marshall Adaları Belge Koleksiyonu, ABD Enerji Bakanlığı)”

agy s. 83-85

5. Ek: Marshall Adalılara Ait Tıbbi Kayıtlar Gensuikin’in
Elinde, 27 Temmuz 1976

Robert Conard’ın aşağıdaki haberi, Nelson Anjain’in, Marshall halkının tıbbi durumuna duyulan ilginin, çok sıkı denetim altındaki kayıtlar etrafında döndüğü kaygısını doğruluyor. En önemlisi, mektup, nükleer bombalar yüzünden radyasyona maruz kalanlarla nükleer silah denemeleri yüzünden radyasyona maruz kalanlar arasında kurulmuş ittifakı gözler önüne seriyor.

27 Temmuz 1976

Dr. James L. Liverman
Çevre &C Güvenlik Müdür Yardımcısı
Biyolojik ve Çevresel Araştırmalar Bölümü
Enerji Araştırma ve Geliştirme Müdürlüğü
Washington, D.C. 20545

Sevgili Jim,

Washington, D.C.’de yayımlanan Japon gazetesi Asahi’nin muhabiri Bay Murakami, 26 Temmuz günü, Marshall Adası’na ait tıbbi kayıtlarımızın 66 kadarının kopyalandığına ve Japonya’daki atom bombası karşıtı solcu bir grubun (Gensuikin) elinde olduğuna ilişkin olarak, Japonya’dan aldığı bir haberle ilgili beni aradı. Onun görüşü, gelecek ay (muhtemelen bizim tıbbi muayenelerimizi eleştirerek) Hiroşima bombasının yıldönümü toplantılarında
kullanmak üzere, onları muayene edecek bir doktor veya doktorlar bulacakları yönünde. Kayıtları nasıl aldıklarını sordum, iki Rongelaplı gencin geçenlerde Japonya’ya gitmesiyle
bağlantılı olabileceğini ima etti, fakat aynı zamanda, o gruptaki Japonların Marshall Adalarını ziyaret etmiş olabileceğini de düşünüyordu. Ona, bizim saklayacak bir şeyimizin olmadığını, ama kayıtların alınmasının etik olmayışından rahatsızlık duyduğumuzu söyledim. Aynı zamanda, Marshall Adalarındaki kayıtlarımızın tamam olmadığını, ama Brookhaven’daki muayene listemizde tüm bireyler hakkında çok daha kapsamlı kayıtlarımız olduğunu da söyledim. Rongelap halkına ait bulgularımız ve tedavilerimiz konusundaki birkaç sorusunu yanıtladım ve muayene programlarımızı (yılda bir yapılan tetkikler, altı ayda bir yapılan hematolojik denetimler ve Kwajalein’de görevlendirilip orada yaşayan doktorumuzun üç ayda bir çıktığı viziteleri) ana hatlarıyla anlattım. Japonların Adaları ziyaret etmesinin neden
yasaklanmış olduğunu sordu. Bildiğim tek olayın, (çoğu muhabir olan) bir Japon “tıbbi” ekibinin, düzgün kimlik bilgilerinin bulunmaması nedeniyle iptal edilen 1971’deki ziyareti olduğunu anlattım. Ona geçmişteki tetkiklerde Dr. H. Ezaki ve Dr. I. Kumatori’nin bizi ziyaret etmiş olduklarını söyledim ve eğer tetkiklerimiz hakkında, Japonların iyi niyetli tıbbi görüşlerine ulaşmayı arzu ederse, onlarla ya da Radyasyon Etkilerini Araştırma Vakfı ile bağlantı kurmasını önerdim.

Bu mektubun bir kopyasını Radyasyon Etkilerini Araştırma Vakfı’ndaki Dr. LeRoy Allen’a yolluyorum ve bu konuyla ilgili olabilecek herhangi bir Japon propagandasından bizi haberdar etmesini rica ediyorum.

Saygılarımla,
Bob [imza]
Robert A. Conard, M.D.
RAC: im
cc: Dr. LeRoy R. Ailen
Dr. Bond
Dr. Cronkite

Kaynak: Marshall Adaları Belge Koleksiyonu, ABD Enerji Bakanlığı (Marshall Islands Document Collection, U.S. Department o f Energy)”

agy s. 87, 88

7. Ek: Afrika’ya Açık Mektup, 12 Aralık 2011

7 Aralık 2011’de, Güney Afrika’nın Durban kentindeki BM İklim Değişikliği Konferansında, Oklahoma Senatörü James Inhofe uluslararası delegasyona verdiği video mesajında şöyle diyordu: “Bugün, küresel ısınma hareketinin tümüyle çökmesi ve Kyoto sürecinin başarısızlığına ilişkin güzel haberi sizlere sunmaktan dolayı mutluyum. Son on yıl boyunca Amerikan Senatosu’nda küresel iklim alarmcılığma karşı çıkan bir lider oldum. ’’ Inhofe, Çevre ve Kamu İşleri Komitesi’nin azınlık lideridir. Baş kampanya destekçileri arasında şu şirketler bulunmaktadır: Koch Industries (petrol, kimyasallar ve orman ürünleri), Murray Energy (kömür), Devon Energy (petrol ve doğalgaz), Contran Corporation (kimyasallar, metaller ve radyoaktif atık uzaklaştırma işleri) ve Robison International (savunma endüstrisi, nükleer enerji, GE ve IBM şirketleri adına lobi faaliyeti).

(…)”

agy s. 91

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.