Anasayfa > Books / Kargakara > Şiirden Sızan İnce Ka n 37

Şiirden Sızan İnce Ka n 37

1928 yılına geldiğimizde 19. yüzyıl Fransız simgeci şairlerinden etkilenmiş Yunan şair ’in intiharıyla karşılaşırız. 1896’da Tripolis’te doğan şair çocukluğunun büyük bölümünü Girit’te yalnızlık içinde geçirmiştir. Atina’da hukuk öğrenimi gören Karyotakis 1920’de bir şiir ödülü kazanır. Diplomasını aldıktan sonra Atina’da memur olarak çalışmaya başlayan Karyotakis, genç şair Maria Polidouri’yle bu sırada arkadaş olur. Sonraki yıllarda Patrai’ye, arkasından da Preveze’ye atanan şair, 20 Temmuz 1928’de Preveze’de kendini vurarak intihar eder. Karyotakis’in her ikisi de yeni Atina şiir okulunun etkisini taşıyan iki şiir kitabı vardır. Fransız şairlerinin de etkisini taşıyan Karyotakis’in şiiri, çocukluğundaki yalnızlığını ve mutsuzluğunu yansıtır. Bunların yanı sıra I. Dünya Savaşı’nı görmüş olan şairin savaş karşıtlığı da yansımıştır şiirine.

MİHALİYOS

Askere aldılar Mihaliyos’ u bir gün.
Güzeldi, yiğitti, çalımla gitti,
Maris ve Panayotis’ le birlikte.
“Hizaya gel” i bile öğrenemedi.
Mırıldanıp durdu hep: ” Onbaşım,
“köyüme döneyim ne olur bırakın beni…”

Ertesi yıl, bir hastanede,
konuşmadan göğe bakıyordu…
Dikmişti sulanan gözlerini yukarı,
sıla özlemiyle, sessizce,
yalvarıyor gibi söylüyordu:
“Evime döneyim ne olur bırakın beni…”

Mihaliyos öldü bir gün.
Askerler soydular onu,
bir çukura koydular
Maris ve Panayotis’le birlikte.
Toprak attılar üstüne,
ama ayaklarını dışarda bıraktılar:
Boyu pek uzundu fukaranın![1]

yesenin3

20. yüzyıl iki büyük Rus şairin dostluk ve intiharına da sahne olacaktır: Mayakovski ve Yesenin. Devrim mücadelesi vermiş iki şair de devrimden umduklarını bulamayacaklardır. 1893’te Gürcistan’ın Bağdadi köyünde bir orman bekçisinin oğlu olarak doğan Mayakovski’nin neredeyse bütün hayatı devrim için mücadele etmekle geçecektir. Babasının ölümü üzerine ailesiyle Moskova’ya gelen Mayakovski daha on beşinde Yasadışı Bolşevik Partisi’ne girecek ve 1919-1920 yıllarında on bir ay hapis yatarak başlayacaktır bu mücadeleye. Ondan iki yıl sonra 3 Ekim’de Rusya’nın Ryazan bölgesinde Konstantinovo (bugün Yesenino) köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğan Yesenin ise I. Dünya Savaşının patlak vermesinden sonra devrimin daha iyi bir yaşam sağlayacağına inanmaya başlayacak ve Mayakovski’nin izinden giderek 1917 Ekim Devrimi’nin ateşli savunucuları arasında yer alacaktır. Ne var ki Yesenin Bolşevik devriminin kurallarıyla uyuşamayacak, rejime yönelik eleştirileri nedeniyle sansüre uğrayacaktır. Devrimin yarattığı hayal kırklığına, alkol bağımlılığının ve kadınlarla olan sorunlu ilişkilerinin de eklenmesi şairi bunalıma sürükleyecektir. Sonunda psikiyatrik tedavi görmek için bir aydır kaldığı hastaneden Noel dolayısıyla çıkan Yesenin, 27 Aralık 1925’te Leningrad’daki İngiltere Oteli’nde odasında kendini asarak intihar edecektir. Cesedinin yanında, intiharından bir gün önce bileklerini kesip kendi kanıyla Mayakovski’ye “Elveda dostum elveda” diye seslendiği veda şiiri bulunacaktır.

ELVEDA SEVGİLİ DOSTUM

Elveda sevgili dostum elveda,
Sen kökleri içimde uzanan..
Ayrılık yazılmış alnımıza
İlerde gene karşılaşırız inan..

Elveda dostum, el sıkışmadan
Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek:
Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.[2]

Oysa Mayakovski için şiir ve devrim bölünmez bir bütündür; bu yüzden onun için devrimden umudunu kesmek şairliğinden yani kendisinden umudunu kesmek demektir. O insanların devrim idealleri karşısındaki inançsızlığından rahatsızdır; ne ki yakın dostu Yesenin’in de bu inançsızlıkla intihar etmiştir. Bu karmaşık duygularla Yesenin’in Elveda Sevgili Dostum şiirine yine bir şiirle karşılık verir:

SERGEY YESENİN’E

Sen gittin,
diyorlar
yukarılarda bir dünyaya.
Sonsuzlaşma-
Uçuyorsun,
parıldayan yıldızlara çarparak.
Ne borç var artık bize,
içki ne de

Ayılma.
Hayır, Yesenin,
oh
çekmek değil benim istediğim.
Görüyorum ben
kesik bileklerinle sendeleyişini
Ve alayla değil
acıyla
düğümleniyor yüreğim.
Görüyorum
bir kemik çuvalı gibi
yere atışını gövdeni.
-Dur! diyorum.
Bırak !
Delirdin mi sen?
Sürer mi ölümü
hiç insan
tebeşir tozu gibi
yanaklarına?

Sen ki çok daha
iyi verirdin ölüme
ağzının payını herkesten.
Yeryüzünde başka
kimsede olmayan
o efece konuşmanla.
Niçin?
Nedeni ne?
Donup kalıyorum şaşkınlıktan.
Homurdanıyor eleştirmenler:
-Bizce,bunun asıl nedeni
Şu…
ya da bu…
ama daha çok,
kopmak toplumdan,
Çok fazla bira
ya da şarapla kafayı çekmesi.
Başka deyişle
satsaydın
bohemleri
işçi sınıfına, diyorlar.
Sınıf bilincin olsaydı,
bak, bu gelmezdi başına.
Oysa işçiler de
kvastan sert içkilerle
kafayı çekiyorlar.
O sınıf da içerek
güzelce sıçıyor kendi ağzına.
Başka deyişle
Parti’den biri
denetleseydi seni
Sağlansaydı böylece
asıl önemi
içeriğe vermen.
Yazardın o zaman
her gün
o dizelerin
yüzlercesini
Uzun uzun
ve sıkıcı
Doronin de gördüğümüz türden
Ama bence
böylesi bir deliliğin içine düşseydin
Sen çok daha önce
son verirdin
yaşamına.
Votkadan gitmek daha iyidir
inan bana
Böylesi sıkıntıdan boğulmaktansa.
Hiçbir zaman söyleyemeyecekler
nedenini bize
seni yitirişimizin.
Şuracıkta duran
çakı mı, yoksa ip mi?
Ama bulunsaydı
mürekkebi, elbette
Angelleterre otelinin
damarlarını kesmen
ve ölüp gitmen
gerekmezdi.
Sana öykünenler çıldırdılar sevinçten:
bir daha, bir daha !
Neredeyse bir yığın insan
zıvanadan çıkıp
öldürdü kendini.
Neden çoğaltmalı
intiharları
böyle sayıca?
Daha kolay değil mi
mürekkeple doldurmak
oteldeki şişeleri!
Sonsuza dek
kilitlendi artık dilin
arkasında dişlerinin.
Benim bu bilmecemsi sözlerim
yersiz
bir bilgiçlik sayılmamalı
Halkımız,
yaratıcısı ve yaşatıcısı o güzel dilimizin,
Yitirdi ölümünle
yansılı sesler üreten
en güçlü çırağını.
Ve o herifler tayışıp duruyorlar
ölü şiir döküntülerini
Geçmiş,
gömülmüş ölülerden
hemen hiçbir yeniliği olmayan.
Üstüste yığıyorlar
tatsız uyaklarını
mezara toprak atar gibi: daha beterlerini.
Onurlandırmak için oğlunu
Esin Peri’sinin bile
işine yaramayacak olan.
Sana yaraşacak
bir anıt henüz dökülmedi
Hani nerde o anıt,
döğülmüş tunçtan
ya da yontulmuş mermerden?
Oysa çoktan doldurdular
yığın yığın
parmaklarının dibini
Çöplerle,
adama sözcüklerinden, anılardan, o bok püsür şeylerden.
Adın
hıçkırıklarla birlikte doldurdu mendilleri.
Sözcüklerini
geveleyip duruyor Sobinov ağzında
Kıvrılıp oturmuş da
altına suyu çekilmiş bir kayın ağacının-
“Hiçbir şey söyleme,
ah dostum,
içini de çek-me ne olursun.”
Ah,
sen onu ne kimbilir nasıl da alaya alırdın,
Şu Leonid Lohengrinski’yi,
baş belası, tanrının!
Ortalığı kimbilir
nasıl da ayağa kaldırırdın:
“izin veremem
şiirsel gargaralarına
anıran eşşeklerin!”-
Sağır ederdin kulaklarını
üç ayaklı ıslıklarınla, sonra,
Yazdıklarının hepsini
kıçlarına sokmalarını söylerdin.
Harcardın bozuk para gibi
o yeteneksiz heriflerin hepsini,
Doldururdun
smokin ceketlerinin
kara yelkenlerini,
Öyle ki savrulurdu
sağa sola
Kogan gibileri,
Süngüleyerek
sivri bıyıklarıyla
gelip geçenleri.
Oysa bu arada
sayısı hiç de azalmadı
bu serserilerin.
Çok zorlu bir iş
onları sayıca geride bırakmak.
Yaşam
yepyeni bir biçimde
yeniden kurulacak.
İşte o zaman
yepyeni şarkılar söylenmeye başlayacak.
Böyle bir çağda
ağırlaşıyor sorunları
kalemin,
iyi ama, gösterin bana
sizi ey zavallı
hortlaklar sürüsü, hadi
Nerede görülmüştür
ve ne zaman
yüce bir kişinin,
Dikenli yolları bırakıp da
gül bahçelerini seçtiği?
Sözcükler
yönlendirir
insanoğlunun güçlerini.
Yürüyün!
Arkamızda
zaman patlasın
bir mayın gibi.
Bizim geçmişe sunacağımız
yanlızca
bukleleri
Rüzgarda
geriye savrulan saçlarımızın.
Eğlenceye ayrılacak yeri yok
gezegenimizin.
Yarınlardan
koparıp
almalıdır mutluluğu
insan.
Şu yaşamda
en kolay iştir ölmek
Asıl güç olan
yepyeni bir yaşama
başlamak.

1926[3]

Bu şiir içinde zımnen de olsa devrim eleştirisi olduğu için dönemin ‘devrimcileri’nin tepkisini çekecektir. Şiirinde devrime ve yaşama umudunu yitirmediğini haykırsa da Yesenin’den beş yıl sonra 14 Şubat 1930’da Mayakovski de intihar edecektir. Yesenin gibi aşk hayatı mutsuz olan şair cebinde Son Mektup’u bulunacaktır. Esin kaynağı Lili Brik’i ve ailesini SSCB hükümetine emanet ettiğini belirten bu mektubunda şöyle yazmıştır Mayakovski:

vladimir-mayakovski

SON MEKTUP

Hepinize!..
İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü. Hele dedi-
kodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.
Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil
bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem),ama benim için başka bir çı-
kar yol kalmamıştı.
Lili, beni sev.
Hükümet Yoldaş!  Ailem : Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve
Veronika Vitoldovna Polonkaya’ dan ibarettir. Yaşamlarını sağlar-
san, ne mutlu bana..
Bitmemiş şiirleri Brik’lere verin, ne lâzımsa onlar yapar.
“Bir varmış bir yokmuş”
derler hani :
Aşkın küçük sandalı
hayat ırmağının akıntısına
kafa tutabilir mi!
Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…
Acıları
mutsuzlukları
karşılıklı haksızlıkları
h a t ı r l a m a y a   b i l e   d e ğ m e z :
Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle.
Ve sizler mutlu olun
yeter.[4]

Bana kalırsa yaşamayı bir devrim olarak gören şairin yaşamdan yüz çevirmesi devrimden de umudunu kesmesi anlamına gelmektedir ve ben aynı doğum gününü paylaştığım Yesenin’i Mayakovski’den  daha öngörülü ve açık sözlü bulurum. Çünkü Mayakovski’nin bir türlü kabul etmek istemediği acı gerçeği ondan önce farketmiş ve itiraf etmiştir: Sovyet devrimi umulan özgürlüğü de mutluluğu da getirmemiştir.

225px-Esenin_Moscow_1922

Devrim öncesinde şiirleri devrime inançla doludur; coşkuludur Yesenin’in; şiirini devrime can vermek için yazar. Yirmi Altılar Baladı’nda  “Sosyalizm uğruna” diye haykıracaktır.

Haydi kalk
Ayağa kalktı bütün halk
Çarlığa karşı
El ele
Hem köylü hem de amele
İliç vardı Rusya’nın orda
Beylerin başına çekiç
İndiren atamız İliç[5]

Oysa iflah olmaz bir serseridir Yesenin ve Platon’unki bir devlet mekanizmasında yeri yoktur onun; olsa da Yesenin’e uymaz böyle bir makinede dişli olmak.  “Aldatmam kendimi” der Yesenin “Ben sadece karşıma çıkanlara/ Gülümseyen sokak çapkınıyım./ / Moskovalı hovarda, kabadayının biriyim”  Sonuçta Moskovalı hovarda’nın devrimden beklentileri ile devrimin ondan bekledikleri örtüşmeyecektir. SSCB ondan devleti ve devrimi övmek için şakıyan bir kafes kuşu olmasını bekleyecektir. Bakü’de “Bak” diyecektir devlet ona

Daha iyi değil mi kiliseden
Şu kuleleri kara petrol şadırvanlarının
Mistik bulutlar tak etti canımıza şair.
Anlat artık güçlü olanı
Şöyle dimdik ayakta duranı

SSCB’ye göre endüstridir güzel olan demir yığınlarıdır ve bunların güzelliğinin övülmesini ister şairinden. Ama Yesenin köyün son şairidir ve tiksinmektedir makineleşmeyi bunca yücelten zihniyetten. Yeni devletin estetik anlayışına cevabı da nettir:

Petrol, bir acem halısı gibi
Yatıyor suyun üzerinde.
Ve akşam karaltısı
Serpiyor çuvalından göğün yıldızlarını
Ama ben de hazırım
Tertemiz bir yürekle ant içmeye
Fenerlerin
Muazzam yıldızlar olduğuna, Bakü’de.

Endüstrinin kudreti hakkında düşüncelerle doluyum.
İnsan gücünün sesini dinliyorum.
Bize yetiyor – yıldızlardan öte –
Işıması göğün
Dünya üzerinde yaktığımız bu yapay ateşle

O kadar boğulacaktır ki bu makineleşmeden tarladaki traktöre bile tahammülü kamıyacaktır şairin ve Son Şairiyim Köyün Ben diyecektir sonunda:

Mavi bozkırdaki çığırdan
Demir konuk az sonra çıkar gelir,
Başaklarına tan dökülen yulaf tarlasını
Kara elleriyle devşirir.

Ruhsuz, yaban ayalar,
Gelişiniz öldürür bu türküleri.
Ama inleyecek yine de başak taylar
Gözlerinde tüterek eski sahibi.[6]

SSCB’nin marksizme dayandırdığı incelikten yoksun estetik anlayışı marksizmden de uzaklaştıracaktır Yesenin’i ki Bendler şiirini şu dizelerle bitirir Yesenin:

Gelip çattı zamanımız
Sessizce oturup açalım Marks’ı
Çözmek için
Satırlardaki sıkıcı aklı.

Dolayısıyla tıpkı rüzgar gibi bir serseri olan şairin ceberrut devletle uyuşmasının ve onun dalkavuk şairi olmasının hiç yolu yoktur. Zamanında “Sosyalizm için” diye haykıran Yesenin “Kafes kuşunuz değilim ben sizin!/ Ben şair!” diye haykıracaktır bu defa Bendler şiirinde. Ne var ki devletinin baskısı zaten içkiyi seven şairi daha da yakınlaştıracaktır alkolle. Çünkü yalnız içki güzelleştirebilecektir SSCB’nin baskı ve demir yığınlarıyla çirkinleştirdiği dünyayı:  “Kabul, bazen körkütük sarhoş oluyorum,/ Fakat bunun için gözlerimde/ Harikulâde açılıp saçılıyor dünya.”

SSCB’nin üvey oğludur artık Yesenin ve öyle muamele görecektir:

Bir saz şairi olmak istiyorum
İstiyorum bir de vatandaş
Herkes gibi kibirli
Örnek ve çağdaş.
Üvey oğlu değil SSCB’nin.

Uzunca bir süre kaçtım Moskova’dan, ki,
Hünerli bir şekilde
İyi geçindiğim söylenemezdi milislerle
Onlar ki her sarhoşluk rezaletimde beni
Tıkmışlardı kodeslere[7]

Bitkinliğe ve yitime götüren bir hayal kırıklığına dönüşmüştür devrim Yesenin için ve geriye dönüşü olmayan bir hayal kırıklığıdır bu ki “Çok erken bir bitkinliği ve yitimi/ Çekmek beklermiş yaşamda beni” der Anneme Mektup şiirinde. Bu dizelerin ardından da “Dua etmeyi de öğretme bana. Eksik olsun!” diye seslenir annesine “Eskiye dönüş hiç yok artık./ Sensin tek dayanağım ve avuntum,/ Tek sensin bana betimsiz aydınlık.”

Sergey-Yesenin-Tabut

Annesinin bir meyhane kavgasında birisinin “Fin işi bıçağını yüreği”ne “gömm”[8]esinden endişe duyduğu bir ayyaşa dönüşmüştür Yesenin artık. Yoruldum Yaşamaktan Yurdumda diyecektir Yesenin “Kendime bir barınak arayarak/ Gideceğim günün ak pürçeklerinde” en iyi dostu Mayakovski’yi kızdırmak pahasına: “Ve en iyi dostum beni vurmak için/Bileyecek bıçağını çizmesinde.” İntiharın gölgesi düşmektedir dizelerinin üstüne: “Ve yeşil bir akşam, altında pencerenin/ Koluyla mintanımın kendimi asacağım.”

1925’te hastadır artık Yesenin; şöyle yazar can dostu Mayakovski’ye:

Dostum benim, dostum benim,
Hastayım, ama çok hastayım.
Bilmiyorum nerden kaptım bu ağrıyı.
Rüzgâr mı bu ıslık çalan
Göğünde çıplak, ıssız tarlanın,
Yoksa çiseler gibi eylülde bir ormana
Serpilen beynime alkol mü?

Nihayet hastane odasında Kara Adam’la tanışacaktır şair; ölümle.

Kara, kara
Kara adam
Yerleşiyor yatağımın kenarına
Kara adam
Uyku vermiyor gece boyunca.

Kendisine olan sevgisini de yitirmiştir Yesenin ki ölüm dile getirir şairin kendisine nefretini:

Kara adam
Murdar bir kitapta gezdiriyor parmağını
Ve yüzüme mırıldanıyor burnundan
Ölünün başucunda bir rahip gibi
Bildiriyor bana yaşamını
Bir düzenbazın, sefihin,
Acıyı ve dehşeti yığıyor ruhuma
Kara adam,
Kara, kara!

(…)

Kara adam
Yüzümde bakışlarını donduruyor.
Ve uçuk bir mavilikte
Kısıyor gözlerini
Hatırlamak istiyor sanki
Bir hırsız ve düzenbaz olduğumu,
Acımasız ve yüzsüz
Soyup soğana çevirmişim birilerini.

Ölüm – ünü uzun zamandır yaygın iğrenç konuk –  yerleşir şairin koltuğuna; hafiften kaldırır silindir şapkasını ve özensizce ayırır redingontunu ve “Ah, şair milletini seviyorum” der, “Seviyorum bu tuhaf topluluğu./ Onlarda gönlüme yakın/ Bir öyküyü buluyorum daima” Sonrası gecedir: “Ne diye, gece, her şeyi yıktın!” Ondan sonrası yalnızlık: “Yanımda yok kimse./ Yalnızım.”

Aşk da vardır tabiki şairin öyküsünde ve Sevgilinin Elleri Bir Çift Kuğu’dur. Ne ki bu kuğular da kıyacaktır şaire:

Bu şarkılar içinse benden söz açınca,
Şöyle deyin, duysun her insanoğlu:
Daha ince ve güzel şarkı söylerdi ama,
Kıydı ona bir çift kuğu.[9]

Ölürken insanın hayatı gözlerinin önünden geçermiş ya Kara Adam da şaire kendi hayatını anlatacaktır en başından 44 yaşındaki dansçı Isadora Duncan’a aşkına kadar.

isadora-duncan-sergey-yesenin2

İşte büyüdü o çocuk,
Ve üstelik şair,
Çok az da olsa
Çevik, atılgan gücü,
Kırkını geçkin bir kadını
Alımsız bir kız sayar
Ve sevgilisi.[10]

Sonunda Yesenin intihar edecektir ama “sürdürecek”tir  “yaşamasını Rusya/ Avlularda ağlayarak ve hora teperek.”[11]

Yesenin üvey çocuğuysa Mayakovski öz evladıdır Sovyet Rusya’nın. Aradığı şairi Mayakovski’de bulmuştur Sovyet Rusya’sı. 1912’de Fütürist Bildiri ve Kamu Zevkine Şamar’ı David Birliyuk ve Hlebnikkov Kroçonuk ile birlikte yayımlayan şair, bu bildirilerde aristokrat idealist devrimciler kuşağını; yani Puşkin’leri sanattan kovmaktadır. İşçi sınıfının kendi sınıfından sanatçılara ihtiyacı vardır artık; beyaz atlı prenslere değil. 1915’de Pantalonlu Bulut’u; 1916’da Savaş ve Evren ile İnsan şiirlerini yazan Mayakovski’nin yaşamla sanatı bütünleştirme kaygısı onu sanatsal üretimle sanayi üretimini özdeşleştirme noktasına götürmüştür. Bu noktadan sonra sanat artık devrimin aracı olması dolayısıyla değerlidir. Yani Yesenin kalan son köy şairiyse Mayakovski endüstrinin yeni şairidir. 1918’de Atlar İçin Güzel Duygular şiirini yazan Mayakovski 1919- 1920 yıllarında devrimci bir mitoloji olan 150000000 destanını yazar. Karmaşık yapılı bu şiir Sovyet Rusyası’nı yok etmeye çalışan kapitalist güçlere karşı yazılmıştır. Bu güçlerden en önemlilerinden biri ABD’dir ve Amerikan yaşam tarzı bu şiirde kıyasıya yerilir:

Şikago’da
dünyanın
güneşi
parlak değil önemsiz bir mum.

(…)

Şikago’nun
her sakinine
az değil general rütbesi.
Görevse-
Barda olmak,
Satın almak tasasız ve külfetsiz.
Yemeği
Şikago barlarında
Neler- neler zır-zopluk etmiyor.[12]

Donları Vilson’un
don değil-sone
dikmiş onları Onegin[13][14]

Her şey ona
amerikalılara verildiğinden,
ve onlar
gururla konuşuyor:
ben-
amerikalıyım.
Ben-
özgür
amerikan vatandaşıyım.[15]

Din adamları –özellikle Rus papazları- da alırlar nasiplerini bu şiirden:

Halkın gözünü boyayan,
cehennemle ürküten
cennetle ayartanlar,
ve diz gibi, dazlak,
ve vahşi gibi kıllı,
inanç incile,
boş inançlı komplocularla,
tozları şaha kaldırarak papaz cübbeleriyle,
Rus papaz ordusu siyah beyaz yürüyor.
Kararnameler salvosu altında
kızıl çığdan
Rus papazları,
mollalar,
hahamlar,
dökülüyor.[16]

105504

Geçmişin sanatı, ‘burjuva sanatı’ ise ‘çürüntü Luvr’ olarak anılır bu şiirde. Çoğu eleştirmene göre Mayakovski’nin en parlak yapıtı Şu Beylik Sorun Üstüne’dir. Bu şiirin böyle görülmesinin en önemli sebebi ise kişisel temalardan yola çıkıp genel olarak yaşama uzanabilmiş olmasıdır. 1925 yılında Uçan Emekçi; Christophe Colombe, İspanya, Rahibeler ve Atlantik Okyanusu  şiirlerini yazar Mayakovski. Ne var ki bana kalırsa Mayakovski’nin devrim için yazdığı övgü şiirlerini bir kenara bırakırsak en samimi şiirleri umutsuz aşkı Lili’ye yazdığı şiirlerdir. 1915’te tanıştığı Lili Brik’i ömrü boyunca sevecektir şair. Yapıtlarının en sevinçlisi de sevme mutluluğuyla dolup taşan ve Lili’ye sevgisini dile getirdiği 1922’de yazdığı Seviyorum’dur. Kendisini okul anılarına değinecek kadar rahatça açtığı en samimi şiiri de bu şiiridir.

Nihayet 1927’de Ekim devriminin yıldönümü için yazdığı şiirinde İşler Yolunda dese de bundan üç yıl sonra bir sevgililer gününden intihar etmiştir Mayakovski. Ne toplar ne tüfekler, aşk öldürmüştür bu devrimci şairi de en sonunda.

lili-mayakovski-500x286

LİLİ’CİĞİM

(Mektup yerine)

Tütün dumanı kemiriyor havayı.
Oda
Kruçyonıh’ın Cehennem’ inden bir bölüm gibi.
Anımsıyor musun
İlk kez
ardında bu pencerenin
tutkudan çıldırmışçasına
okşamıştım ellerini.
Şimdi
oturuyorsun aynı yerde,
yüreğin
demirden bir kılıf içinde.
Ve yarın
paralayan sözlerle
kovacaksın belki beni
Ve loş antrede
uzun süre
titreyişlerle sarsılan bir kol
bulamayacak
ceketteki yerini.
Çıkacağım, ezilmiş.
Fırlatacağım vücudumu sokağa.
Yabanıl
çılgın
umutsuzlukla paramparça.
Hayır
gerek yok buna,
sevgilim,
biriciğim,
gel
vedalaşalım şimdiden.
Ağır bir gülle gibi
aşkım
nereye kaçarsan kaç
asılıdır sana
nasıl olsa.
Bırak
son bir haykırışla uluyayım
horlanmışlığın acı yankısını.
Çalışmaktan
anası ağladığında öküzün
gider
salar kendini soğuk sulara.
Aşkından başka
deniz yok bana,
ve gözyaşları da
bir erinç
koparamıyor ondan.
Yorgun fil
sessizliği aradığında
yatar
kızgın kumlara saltanatla.
Aşkından başka
güneş yok bana.
Ve bilmiyorum bile
neredesin şimdi ve kiminle.
Eğer
bir başka şair olsaydı
böylesine üzdüğün,
onarırdı acısını
parayla ve ünle.
Fakat
sevinç vermiyor bana hiçbir çınıltı
senin sevgili adının
çınıltısından başka.
Atmayacağım
bir boşluğa kendimi,
zehir içmeyeceğim.
Ve dayayıp
şakağıma namluyu
çekmeyeceğim tetiği.
Ağzı hiçbir bıçağın
bakışların kadar senin
kesemez beni.
Yarın unutacaksın
seni taçlandırdığımı,
ve yakıp tükettiğimi
çiçeklenmiş bir ruhu
aşkla.
Ve uçarı günlerin fırtınalı karnavalı
dağıtacak
sayfalarını kitaplarımın.
Sözlerimin kurumuş yaprakları mı
durduracak seni
çırpınan soluğuyla.
Bırak hiç değilse
son bir sevgi dalgası sereyim
beni bırakıp giden adımlarının altına.[17]

Hart-Crane-and-Brooklyn-Bridge

27 Nisan 1932’de ise 33 yaşındaki Amerikalı şair Hart Crane “Hepiniz hoşça kalın!” diye bağırarak atlayacaktır Orizaba buharlı gemisinden. Şairin 1926 tarihli Beyaz Binalar ve 1930 tarihli Köprü adında iki şiir derlemesi yayımlanmıştır sulara atlamadan önce. İki dünya savaşının arasında karanlık bir dönemdir yaşanan. Bir dünya savaşı yaşanmış; milyonlar ölmüş ama dökülen bunca kan taşları yerine oturtmamıştır ve dünya yeni bir savaşın arifesinde siyahla beyazın; iyiyle kötünün birbirine karıştığı bir film noir gibidir. Crane de sezmektedir sanki yaşanan karanlığı ve gelmekte olan fırtınayı ki “En aşağılık bir zaman yayılıyor üstümüze, iniyor” [18]diye yazar Brooklyn Köprüsü’ne: Ön-Şiir’inde. Soyut Bahçe şiirinde ise Pavese’dekine benzer biçimde kadının umarsız yabancılığı izleğiyle karşılaşırız şairin “Hiç anısı yok kadının, korkusu, umudu yok/ Ayaklarındaki ottan ve gölgelerden öte”[19] dizelerinde.

3 Aralık 1937’de Macar toplumcu gerçekçi şair Attila József intihar edecektir. 11 Nisan 1905’te Budapeşte’de fakir bir ailenin üç çocuğundan biri olarak dünyaya Jozsef, zor bir çocukluk ve ilkgençlik geçirecektir. Şairin annesi hizmetçidir ve bir sabuncu olan babası o üç yaşındayken evi terk edip Amerika’ya gider. Bu olaydan sonra annesi üç kardeşe bakmak için insanüstü bir çabayla çalışacak; sonunda yorgunluktan hasta düşecektir. Annesinin o dönem yaşadığı zorluklar şairin Anne şiirine yansıyacaktır:

ANNE

Bütün bir hafta, aralıksız
Annemin görüntüsü geçti gözlerimden
Kolunda ağır çamaşır sepeti
Çatı katına tırmanırken

Ve ben yaramaz, delişmen çocuk
Bağırır, tepinirdim yerimde
Bıraksın da koca sepeti
Çatıya beni taşısın diye

O, söylenmeden, bana bakmadan
Çıkar, sererdi çamaşırları
Göz kamaştıran aklıkta çamaşırlar
Sallanır, döner, hışırdarlardı.

Ağlamak için çok geç şimdi;
Annemi uçuşan kır saçlarıyla
Görüyorum gökyüzü sonsuzluğunda
Göğün suyuna katarken çivitini…[20]

ja

Bunun üzerine Macar Çocuk Esirgeme Derneği Jozsef’i Ocsöd köyünden bir aileye evlatlık verecek; üvey ailesi ise  ona Pista adını verip domuz çobanlığı yaptıracaktır. Burada 7 yaşına kadar kalan şair, annesinin sağlığına kavuşması üzerine tekrar onun yanına döner. Bu arada Jozsef bir şizofrendir -belki de yaşadığı kötü olaylar tetiklemiştir bu hastalığı- ve hayatı boyunca bir çok defa intihar etmeyi deneyecektir ki bu girişimlerinden ilki 9 yaşında olmuştur.  14 yaşında annesinin ölümünden sonra kendini okumaya ve yazmaya veren Jozsef’in ilk şiirleri yerel gazetelerde görünmeye başlar. O dönem ülkenin en önemli edebiyat dergisi olan Nyugat da şiirleri çıkan şair, 17 yaşında ilk şiir kitabı olan Güzellik Dilencisi‘ni yayımlar. Bu kitapta yer alan Baş Kaldıran İsa şiiri yüzünden Tanrı’ya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılacaktır. Jozsef liseyi dışarıdan bitirerek, üniversitede edebiyat ve felsefe derslerine devam etmeye başlar. Şairin 20 yaşında yayımlanan Bağırmamalıyım adlı ikinci şiir kitabı faşizmin revaçta olduğu ülkede devrimci olarak değerlendirilecek ve okuldan uzaklaştırılmasına sebep olacaktır. Bir profesör tarafından Önce Viyana Üniversitesi’ne, daha sonra Paris’te Sorbonne’a gönderilmişse de her iki üniversiteyi de bitiremeyen Jozsef sonunda ülkesine döner ve Budapeşte Üniversitesi’ne devam eder. Üniversitede çok zengin bir ailenin kızı olan Marto Vago adlı kadınla aralarındaki sınıfsal farklılığa rağmen duygusal bir ilişki yaşayacaktır. Ne var ki zaten ruhsal durumu pek iyi olmayan Jozsef bu aşkın yükünü taşımakta zorlanacak ve sonunda uzun bir süre hastanede gözetim altına alınacaktır.1929 yılında Ne Babam Var Ne Anam’ı; 1930’da Kökleri Kesmek’i yayımlayan şair aynı yıl Macaristan Komünist Partisi’ne üye olur. Ülkede faşizmin ağırlığını hissettirdiği dönemde parti çalışmalarında aktif olarak görev almıştır. Şair kendi ülkesinde de dünyada da faşizme karşıdır. Peki kimdir bu faşistler? Aslına bakılırsa toplumun her kesiminden kişilerdir. Peki neden silaha sarılırlar bu insanlar lanetlenmek pahasına insanlık düşmanı faşizm adına. Bunun bir cevabının da korku olduğunu çok iyi dile getirir Jozsef Bir İspanyol Çiftçisinin Mezar Taşı şiirinde. Faşist devletin korku imparatorluğunda ya avcı olunur ya da av ve av olmak istemeyenler avcılığa soyunurlar. Ne var ki bazen avcı da av olur:

BİR İSPANYOL ÇİFTÇİSİNİN MEZAR TAŞI

İlençli bir asker olayım diye askere aldı beni Franco,
Kaçmadım, korkuyordum çünkü, adamı kurşuna dizerlerdi.
Korkuyordum – özgürlüğü, hakka karşı geldim bu yüzden
İrun varoşları altında. Ama ölüm yine yakamı bırakmadı işte.[21]

127_jozsef_attila_nagy

Fakat Yesenin’i hatırlatırcasına kısa süre sonra partiyle fikir ayrılığına düşecek ve sık görülen nöbetleri bahane gösterilerek partiden uzaklaştırılacaktır. 1931’de ruhsal sorunlar yaşarken yayımlanan Yaz Geceleri kitabı sakıncalı bulunarak hemen toplatılacak; 1934’te Ayıların Dansı, 1936’da Çok Acıyor adlı kitapları çıkacaktır. 1935 yılında bir kez daha hastaneye kaldırılan ve nihayet şizofrenisinin teşhisi koyulan Jozsef 1937 yılında kendini bir trenin altına atarak intihar eder.

Aşk ve yalnızlık acısı sızmıştır şairin dizelerine. O bir çiçektir ve aşk da yaşayabileceği bitki örtüsüdür onun. Hem bitki örtüsü hem de Roma mitolojisinde çiçek ve bahar tanrıçası anlamına gelen Flora diye seslenir bu yüzden sevgilisine:

Köylü nasıl toprağa muhtaçsa
Yağmura, güneşe nasıl muhtaçsa, muhtacım sana
Bitki nasıl ışığa muhtaçsa
Ve klorofile, fışkırmak için topraktan,
Muhtacım sana, çalışan kalabalık
Nasıl işe, ekmeğe, özgürlüğe muhtaçsa
Ve nasıl avuntuya muhtaçlarsa kuşatıldıklarında
Çünkü gelecek doğmadı daha acılarından.

Bir köye nasıl okul, elektrik
Su, taştan evler gerekliyse
Çocuk nasıl gereksenirse oyuncaklara
Isıtan bir sevgiye;
İşçi için bilincin
Ve gözüpekliğin anlamı neyse
Yoksul için onurun;
Ve bulanık çocuklarına bu toplumun
Bir hayat çizgisi nasıl gerekliyse
Ve nasıl gerekliyse hepimize
Akıl, uyanıklık, yol gösteren bir ışık
Flora! Yüreğimde yerin işte öyle.[22]

huzun

Ne var ki acılar içinde geçen çocukluğundan sonra hem aşksız hem de yapayalnız kalacaktır bu dünyada Jozsef Tertemiz Yürek’le ve belki de bu durumunu en iyi ifade ettiği dizelerdir şunlar:

Ne anam var, ne babam.
Ne yurdum var, ne tanrım.
Ne beşiğim var, ne kefenim.
Ne sevgilim, ne aşkım, ne evim barkım.[23]

20. yüzyıldaki şair intiharlarının bize gösterdiklerinden biri de genellikle şairlerin devletle hatta içinde bulundukları siyasi örgütlenmelerle bile ilişkilerinin pek yolunda gitmediğidir. Yirminci yüzyılın önde gelen Gürcü şairi Galaktion Tabidze de Yesenin’i sansürleyen SSCB’de Stalin’in 1930’lardaki büyük temizlik kıyımında hayatta kalsa da Sovyet yönetiminin ağır baskısı altında depresyon ve alkolizme sürüklenecek; nihayet 17 Mart 1959’da Tiflis’te tedavi gördüğü psikiyatri hastanesinde intihar edecektir. Şairin 17 Ekim 1891’de Gürcistan’ın batısında yer alan Vani yakınlarında, Çkvişi köyündeki doğumundan iki ay sonra bir öğretmen olan babası Vasil Tabidze ölmüştür. Diğer sembolist Gürcü şairlerle birlikte “Mavi Boynuzlar” adlı hareketin bir üyesi olan şairin sembolizm etkisi altında yazdığı erken dönem şiirleri 1914 yılında kitap olarak basılır. 1919’da basılan bir sonraki şiir derlemesi Sanatsal Çiçekler onu uzun yıllar boyunca Gürcü şiirinin lideri yapacakır. Başyapıtları Aşktan Yoksun (1913), Ben ve Gece (1913), Mavi Atlar (1915) ve Rüzgâr Esiyor (1924) gibi eserlerinde de görüldüğü gibi, şiirlerinin çoğunun izlekleri Kaan’ınkine benzer şekilde yalnızlık, sevgiden yoksunluk ve kâbus dolu önsezilerdir. Ama denebilir ki Galaktion’un şiirinin ve yaşamının asıl temel izleği yalnızlıktır. Bu yüzden kendisi gibi şair olan kuzeni Titsian Tabidze ona “Yalnızlık Tarikati Şövalyesi” lakabını takmıştır. Onun bu makus yalnızlığını Stalin hükümeti daha da perçinliyecektir. 1937’deki büyük temizlik sırasında önce Tabidze’nin Eski Bolşevikler ailesinden gelen karısı Olga Okucava tutuklanarak Sibirya’ya gönderilecek ve 1944 yılında orada ölecektir. Sonra  kuzeni Titsian Tabidze de tutuklanacak ve kurşuna dizilecektir. Galaktion da sorguya çekilecek ve işkenceye uğrayacaktır. Bütün bu travmalardan sonra şairin hayatta kalmasını sağlayan uzun süreli sessizliği ve yalnızlığı olacaktır belki de. Ne var ki Galaktion depresyona ve alkolizme sürüklenemekten kurtulamayacak; ama bu duruma rağmen şiire sarılmaya devam edecektir. Şair ödüller ve unvanlar almaya devam etse de sonunda psikiyatri hastanesine yerleştirilecektir. Nihayet Çavçavadze Caddesine bakan hastane penceresinden atlayarak hayatına son veren Galaktion, Mtatsminda Panteonu’nda toprağa verilir.

e18392e18390e1839ae18390e18399e183a2e18398e1839de1839c-e183a2e18390e18391e18398e183abe18394-galaktion-tabidze976

Daha iki aylıkken babasını kaybeden ve ardından karısı ile kuzeninin peşpeşe ölümüyle sarsılan şair Rüzgar Esiyor şiirini acaba kime yazmıştır?

RÜZGÂR ESİYOR

Rüzgâr esiyor, rüzgâr esiyor, rüzgâr,
Rüzgârla sürüklenip gidiyor yapraklar…
Ağaçlar daireler çiziyor, eğiliyor ağaçlar,
Neredesin, nedesin, nerede?
Yağmur yağıyor, kar yağıyor, kar,
Bulamıyorum seni hiçbir zaman, hiçbir zaman!
Hep hayalindir yanımda dolaşan
Her yerde, her zaman, her an!
Uzak gökyüzü eler sisli düşüncelerimi…
Rüzgâr esiyor, rüzgâr esiyor, rüzgâr!

Saat kaç? şiirinde “Tanrım, neden böyle zifiri yağmur/ Dinmeyen katran seli sanki,/ Artık ağarmaz mı bu iğrenç gece!”[24] diye haykıran şairin hayatı fırtına ve seller içinde son bulmuştur.

20. yüzyıl dünya savaşlarının yüzyılıdır. İkinci dünya savaşının intihara sürükleyeceği ünlü şair Yahudi asıllı Rumen şair Paul Celan olacaktır. Gerçi Galaktion’un Büyük Temizlik’te hayatta kalmasına benzer şekilde Celan’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sağ kurtulmuştur; ama onun da ruhu Galaktion’unki gibi onmaz bir yara almıştır bir kere. 23 Kasım 1920’de Romanya’nın Czernowitz kasabasında doğan şair ilk şiirlerini 1937-1938 yıllarında yazmıştır. Celan 1938 yılında Fransa’da tıp eğitimine başlamış fakat II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Czernowitz’e geri dönerek Romanistik bölümüne girecektir. Ne var ki savaştan kaçamayacaktır. Czernowitz 1940’da önce Sovyet; 1941’de de Alman ve Romen birliklerinin eline geçecektir. Celan’ın anne ve babası getto’ya sığınmışsa da 1942’de yakalanarak öldürülecekleri toplama kampına konacaklardır. Celan kaçmıştır ama o da Romanya’da yakalanıp savaşın sonuna kadar on sekiz ay kalacağı toplama kampına götürülmüştür. Nihayet 1944 yılında Sovyet yönetimine geçen Czernowitz’e dönebilir. Eğitimine devam eden Celan 1945’de Bükreş’e giderek çevirmen ve yayınevi danışmanı olarak çalışır. İlk şiirleri 1947’de Romen dergisi Agora’da yayınlanacaktır. Aynı yıl Viyana’ya giden Celan burada Küplerden Alınan Kül’ü 500 adet bastırarak yayınlasa da daha sonra bu kitabı pek çok baskı hatası içerdiği için geri çekecektir. Ertesi yıl Paris’e geçen şair Sorbonne’dan Germanistik ve Dilbilim bölümünden 1950’de mezun olur. İlginçtir ki Nazi Almanya’sının Yahudi kurbanlarından biri olmasına rağmen Celan Alman dili okumuş ve 1952’de Almanya’da ilk kitabını bastırmıştır; bundan sonraki bütün kitaplarını Almanca yazacaktır. Sanki geçmişte yaşadığı Alman zulmüne şiirleriyle karşılık verir. Nitekim 1955 yılında Fransız vatandaşlığına geçen şaire Almanlar özür dilercesine 1958 yılında Bremen edebiyat ödülünü vereceklerdir. Bu ödül Yahudi şairin ruhunda açılan yarayı gidermeyecektir ki 1959 yılında Dil Kafesi’ni yayımlayan Celan Sahipsiz Gül’ü yayımladığı 1963 yılında bir psikiyatri kliniğine yerleşecek ve hayatının son yıllarını psikiyatrik tedavi görerek geçirecektir. Buna rağmen yazmaya devam eden Celan 1967’de Nefes Dönümü’nü yayımlar. 1970 yılında Işık Zoru kitabı yayımlanan şair Crane gibi Qu Yuan efsanesinin izinden gidercesine tahmini olarak 20 Nisan 1970’de Paris’te kendini Seiné Irmağı’nın sularına atarak yaşamına son verecektir. Cesedi 1 Mayıs 1970’de ancak bulunabilmiştir. Böylece tıpkı Ducasse’nin Lautreamont, Labruine’nin Nerval olarak ölümsüzleşmesi gibi gerçek adı Antschel olan Celan da ölümsüz şairler arasına katılacaktır. Celan’ın Nazi toplama kamplarında yaşananları en iyi yansıtan şiiri Ölüfügü olsa gerektir. Şiirde trollerin sürgüne gönderilmiş ‘çirkin düşes’i Margarete Nazileri imgelemektedir ki mitolojide Margarete ile ilişkiye girenleri şiddetli bir ölüm bekler. Tevratta oğlu Tanrı’ya küfrettiği için Tanrı’nın Musa’ya buyruğu ile taşlanarak öldürülen kadın Sulamith ise Yahudi kurbanların imgesidir ki saçlarının kül rengi olması eski bir Yahudi adeti olan ölülerin ardından ağıt yakılırken saçlara kül dökülmesinden gelmektedir. ‘Usta’ imgesi ise “Wagner’in ünlü operasının adıyla birlikte ‘usta şarkıcı’ çağrışımını yap”[25] maktadır.

220px-Celan_

ÖLÜFÜGÜ

Kara sütü erkenin içeriz onu akşamleyin
içeriz onu öğleyin ve sabahleyin içeriz onu geceleyin
içeriz de içeriz
kazarız bir mezar havada sıkış sıkış yatılmaz orda
Bir adam oturur evde oynar yılanlarla yazar
yazar karanlık çökünce Almanya’ya
senin altın saçın Margarete
yazar onu çıkar evin önüne şimşek çakar yıldızlar
ıslık çalar çağırır köpeklerini
ıslık çalar çıkarır Yahudilerini dışarı kazdırır bir
mezar yerde
buyurur bize başlayın çalmaya şimdi dans için

Kara sütü erkenin içeriz seni geceleyin
içeriz seni sabahleyin ve öğleyin içeriz seni akşamleyin
içeriz de içeriz
Bir adam oturur evde oynar yılanlarla yazar
yazar karanlık çökünce Almanya’ya
senin altın saçın Margarete
Senin kül saçın Sulamith kazarız bir mezar havada
sıkış sıkış yatılmaz orda

Bağırır batırın siz daha derinine yeryüzünün siz
ötekiler söyleyin çalın
çeker palaskasından demiri sallar elinde
gözleri mavidir
batırın siz daha derine kürekleri siz ötekiler
sürdürün çalmanızı dans için

Kara sütü erkenin içeriz seni geceleyin
içeriz seni öğleyin ve sabahleyin içeriz seni
akşamleyin
içeriz de içeriz
bir adam oturur evde senin altın saçın Margarete
senin kül saçların Sulamith oynar yılanlarla

Bağırır daha tatlı çalın ölümü ölüm bir ustadır
Almanya’dan
bağırır daha karanlık çalın çalgıları çünkü
çıkacaksınız duman olup havaya
çünkü bir mezarınız olacak bulutlarda sıkış sıkış
yatılmaz orda

Kara sütü erkenin içeriz seni geceleyin
içeriz seni öğleyin ölüm bir ustadır Almanya’dan
içeriz seni akşamleyin ve sabahleyin içeriz de içeriz
ölüm bir ustadır gözü mavidir Almanya’dan
seni vurur kurşunla vurur tam alnından

Bir adam oturur evde senin altın saçın Margarete
Salar köpeklerini üzerimize bağışlar bize bir mezar
havada
oynar yılanlarla düş kurar ölüm bir ustadır
Almanya’dan

senin altın saçların Margarete
senin kül saçın Sulamith[26]

Toplama kampındakiler için “TOPRAK VARDI İÇLERİNDE” der Celan “ve kazdılar.”

Kazdılar da kazdılar, öyle geçti
gitti günleri, geceleri. Ve övmediler Tanrı’yı,
işittiklerine göre, bütün bunları isteyen,
işittiklerine göre, bütün bunları bilen.

Kazdılar ve işitmediler başka bir şey;
bilgeleşmediler, şarkı da bulmadılar hiç,
kurmadılar kendilerine hiçbir dil.
Kazdılar.[27]

CELAN

Bu dizelerden de anlaşılacağı gibi köken olarak Yahudi de olsa çektiği acılar onu tanrıya yaklaştırmak şöyle dursun düşman etmiştir. Ne de olsa Hristiyan olsun Yahudi olsun bu Tenebrae[28] dünya tasarımının ardında Tanrı vardır nihayet: “İçtik, Efendimiz./ Kanı ve o tasarımı, kanın içindeki, Efendimiz.” [29]

Celan’ın çeviriler yaptığı şairlere baktığımızda Rimbaud ve Yesenin’e rastlamamız  bir tesadüf değildir. Rimbaud, Trakl gibi lanetlenmiş şairlerin şiiri ve yazgısını inkar etmiş Yunus peygamberidir ne de olsa. O peygamberlikten kaçmıştır belki ama pek çok kişinin onun lanetli yazgısının çekiciliğine kapılmasına engel olmamıştır bu durum. Sonuçta şiirler, “armağanlardır aynı zamanda – dikkatlilere armağanlar. Yanlarında yazgı getiren armağanlar” ve öyle kaçınılmaz bir yazgıdır ki bu Rimbaud’yu da 37 yaşında topal bir kanser olarak yakalamıştır en sonunda. Trakl da Yesenin de şiirin getirdiği yazgıdan kaçmayıp ona boyun eğmişlerdir. Diyebiliriz ki Celan ve Kaan da yazgılarından kaçmamış şairlerdendirler ve şiirin kendilerine açtığı yolu sonuna kadar yürümüşlerdir. Celan’da da Kaan’da olduğu gibi şiirlerin geceyi seçtiğini görürüz:

Geldi, geldi.
Geldi bir söz, geldi,
geldi gecenin içinden,
ışımak istedi, ışımak istedi. [30]

Ne de olsa gece gibi karanlıktır bu dünya belki ben gibi şanslı olanların yalnızca sezip Celan gibi tecrübe edemeyecekleri kadar ki 18 Mayıs 1960 tarihinde şöyle yazmıştır şair: “Karanlık gökler altında yaşıyoruz, ve – çok az insan var. Bu yüzden olacak, böylesine az şiir var. Bende hala bulunan umutlar çok fazla değil; geriye kalanları da tutmağa çalışıyorum.” O halde ‘iyi sözünün geçerayak öldüğü’ bu dünyada tutunacak tek dal şiirdir. Yahudi kökenli bir Yahudi olamayan olarak suçludur bütün lanetli şairler gibi. Bu yüzden kalabalıklar “Seslenirler:” ardlarından “Günah işliyorsunuz!”[31] Günahkardır lanetlidir şairler ‘onlar’ için. Dinsiz dervişlerdirler ya da kendi dinlerinin peygamberleri, yapayalnız. ‘Yaşam’ onlarda kendini tüketip öldürmektedir’. Yine de şiire tutunulur; çok küçük ve dağılmış bir kabilenin şamanları için ayetler yazılır durur. Ama an gelir şiir de sözcükler de yetmez olur hakiki varoluşun dışavurumu için. ‘Artık uyuyamaz olur şair hüznün zemberekleri içinde yatmaktan.’ İşte o noktada ‘zamanı gelmiştir, zamanın gelmesinin’. Sonunda “Burada atıyorum” der şair:

bir yüreği, insanlarla aylaklık eden,
elbiselerimi üstümden ve pırıltısını sözün:

Karalar içinde daha kara, daha da çıplağım.[32]

Ve dünyaya bir başkaldırı olarak ölüme atar kendini şair. Uzlaşmamıştır hiçbir zaman. Belki asıl sorulması gereken neden intihar ettiği değil; nasıl yaşamış olduğudur şairin. Aslında ‘neredeyse yaşamıştır’ yaşamaya kalkışmamış bir sürünün ortasında.

20131231041944t

Sonuç olarak bilinen –ya da benim bildiğim- ünlü müntehir şairlerin hayatlarını kısaca gözden geçirdiğimizde hemen hepsinde gündelik dünyaya karşı paylaştıkları uyumsuzluğu buluruz. Bu uyumsuzluğun açtığı yaralar yüzünden “kış boyu kendi kanizlerinden yürüyerek dünyadan çıkan adamlar”[33]dır onlar. “başucumda bana uzaktan bakan birkaç intihar”[34] der Yavuz Yıldırım ölümün hayatta kalanlara verdiği rüşvet şiirinde. Varoluşu kurulu düzene uymayan her şairin omzundaki bir melektir belki de intihar ve bazı şairler o meleğin fısıltısına kapılmaktan kendini alamazlar sonunda.

lucan

Bu arada adı intihar etmiş şairler anılan  bir başka şair de Roma’nın gümüş çağının en göze batan figürlerinden birisi olan Romalı Marcus Annaeus Lucanus’tur. Daha çok Lucan olarak tanınan şair 3 Kasım 39’da Hispania Baetica eyaletinin şimdi Cordoba olan Corduba şehrinde  doğmuştur. Gençliği ve kompozisyon hızıyla diğer şairlerden ayrılan Lucan, Neron’un saltanatı sırasında, 60 yılında düzenlenen quinquennial Neronia şenliklerinde söylediği doğaçlama Orpheus ve Laudes Neronis adlı şiirleri ile ödüller kazanacaktır. Lucan önceleri Neron’la arkadaştır. Öyle ki Neron’un saltanatınına iltifatlar eden önceki dönemlerdeki savaş ve çekişmelerden farklı olarak onun döneminde  barış ve refah olduğuna dair yazılar yazmıştır. Fakat başka şairlerde olduğu gibi Lucan’ın da otoriteyle ilişkisi kötüye gidecek ve Neron’la aralarına düşmanlık girecektir. O dönemin tarih yazıcılarının bu düşmanlığın sebebi konusundaki rivayetleri muhteliftir. Tacitus’a göre kendisi de şiire hevesli olan ve  halkın önünde şiirlerini okuyan Neron Lucan’ı kıskanarak şiirlerinin yayınlamasını yasaklamıştır. Yine dönemin tarihçilerinden Suetonius da Neron’un Lucan’ın eserlerini yasakladığını teslim eder ama ona göre bunun sebebi Neron’un Lucan’a olan ilgisini kaybetmesi üzerine Lucan’ın Neron’u küçük düşüren şiirler yazmış olmasıdır. Dilbilimci Vacca ve şair Statius, Lucan’ın Nero’yu küçük düşüren şiirler yazdığı iddialarını desteklerler. Vacca, Lucan’nın çalışmalarından birisinin adının Şehir Yangını Üzerine olduğunu söyler. Statius ise Lucan’ın şiirlerinde “Suçlu tiran’ın tarif edilemez alevlerinin Remus’un zirvelerinde dolaştığı” şeklinde ifadeleri olduğundan bahseder. Bu arada Büyük Roma Yangını ve Neron arasındaki ilişki konusunda net bir bilgi yoktur aslında. Kesin olarak bilinen Büyük Roma Yangını’nın 64 yılının 18 Haziran’ını 19 Haziran’a bağlayan gece patlak verdiği ve Circus Maximus’un güneydoğu köşesinde çabuk tutuşan mallar satan dükkânlarda başladığıdır. Bu yangından Neron’u sorumlu tutan söylentiler ise çok çeşitlidir. Kimine göre simetri hastalığı olan Neron bizim kentsel dönüşüm projelerine benzer bir biçimde yeniden inşa etmek üzere şehirdeki derme çatma yapıları yaktırmış; fakat yangın kontrolden çıkmıştır. Daha ilginç bir iddiaya göre ise Neron şiirlerinden birindeki alev imgesini görselleştirmek istemiş ve amfitiyatroda şiirini okurken ateş yaktırmış; fakat bu ateş kontrolden çıkıp büyük bir yangına dönüşmüştür. Hatta bu görüşe göre Roma yanarken Neron lir eşliğinde şiirini veya şarkısını okumayı sürdürmüştür. Büyük Roma Yangını’nı bir kenara bırakıp Lucan’a dönersek kimine göre Neron’un Lucan’ı yasaklamasının asıl nedeni Julius Caesar ve Pompey arasındaki iç savaşı anlattığı el yazmalarında Bellum civile olarak bilinen epik şiiri Pharsalia’dır. Amfitiyatroda büyük alkış alan bu şiir cumhuriyet yanlısı ve imparatorluk dolayısıyla Neron karşıtı bir eserdir. Lucan da Neron’un şahsında devletle uzlaşamamış şairlerden biridir ve 65 yılında Neron’a karşı yapılan Pisonia komplosunun içinde yer alır. Gaius Calpurnius Piso adında bir devlet görevlisinin aralarında praetorian tribün Subrius Flavus, bir centurion olan Sulpicius Asper’in ve Neron’un eski akıl hocası Seneca’nın da olduğu kişilerin yardımıyla Neron’a karşı düzenlediği komplonun amacı Tacitus’a göre, “devleti imparatordan kurtarmak” ve Cumhuriyet’i yeniden tesis etmektir. Henüz eserleri yasaklanmadan önce Pharsalia’da imparatorluk karşıtı ve cumhuriyet yanlısı fikirler ortaya attığı düşünülürse Lucan’ın bu komplonun içinde yer alma sebebinin Neron’a karşı duyduğu kişisel bir düşmanlıktan ziyade samimi bir ihtilalcilik olduğunu düşünmek daha akla yatkındır. Azat edilmiş bir köle olan Milichus’un bu tertibi öğrenip Neron’un sekreteri Epaphroditos’a haber vermesiyle bu komplo başarısız olmuştur. Komploya karışanlar vatana ihanetle suçlanırlar. Sonuçta Seneca da Lucan da atar damarlarını keserek intihar etmek zorunda bırakılırlar. Böylece Lucan 30 Nisan 65’te henüz 25 yaşında hayata gözlerini yumar. Görüldüğü üzere Lucan’ın ölümü intihardan ziyade Neron usülü bir infazdır; daha açıkçası Lucan intihar etmemiş kendi idamını infaz etmiştir. Onu intihar eden değil öldürülen şairler arasında anmak gerekir ki şair ölüm ilişkisinde madalyonun diğer yüzü öldürülmektir ve madalyonun bu yüzü diğerinden çok daha büyüktür. Şairler kendilerini öldürdüklerinden daha çok öldürülmüşlerdir. Hele de Muhammed’in şairleri lanetlediği İslam coğrafyasında şairlerin öldürülmesi bir nevi ahval-i adiyedendir. Aslına bakılırsa bizim de içinde bulunduğumuz bu coğrafyada sadece şairlerin değil düşünen, yazan aydınların öldürülmesi sıradan bir vakadır ve bu durum bugün de sürmektedir.

 “İslami Selamet Cephesi(FIS)’nin öldürdükleri arasında iki de şair var: Yusuf Sebti ve ”[35]

 Barış K.

30, 07. 2015

[1] Çev: Çahmet Yorulmaz,  Asım Bezirci

[2] Çev: Çeviri: Attila Tokatlı

[3] Çev: Yurdanur Salman

[4] Çev: Attila Tokatlı

[5] Çev: Lel Strastov

[6] Çev: Azer Yaran

[7] Çev: Cem Savran

[8] Çev: Azer Yaran

[9] Çev: Azer Yaran

[10] Çev: Azer Yaran

[11] Çev: Ataol Behramoğlu

[12] Yüzelli Milyon Destanı, Mayakovski, İlke Yay., Ankara, 1998, s. 31

[13] Puşkin’in Yevgeni Onegin şiir-romanındaki kahramanı.

[14] Agy s. 38

[15] Agy s. 39

[16] Agy s. 72,73

[17] Çev: Ataol Behramoğlu

[18] Çev: Güven Turan

[19] Çev: Talat Sait Halman

[20] Çev: Ataol Behramoğlu

[21] Çev: İlhan Berk

[22] Çev: Ataol Behramoğlu

[23] Çev: A. Kadir, Asım Bezirci

[24] Çev: Fahrettin Çiloğlu

[25]  Neredeyse yaşayacaktın, Celan, Çev Oruç Arıoba, Dünya Yay., İstanbul, 2005, s. 196

[26] Agy s. 19

[27] Agy s. 81

[28]  Bu Latince şiir başlığı gece, zindan, körlük ve ölüm çağrışımlarıyla ‘karanlık demektir.

[29] Agy s. 197

[30] Agy s. 183

[31] Agy s.  55

[32] Agy s. 129

[33] Akif Kurtuluş, “Kalbi Kanamalı Bir Tek Ben Miyim”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 16

[34] Yavuz Yıldırım, “ölümün hayatta kalanlara verdiği rüşvet”, İzlek 6, Ankara, 1994, s. 15

[35] Deniz Gizem, “Cezayir, Meksika, Türkiye”, İzlek 5, Ankara, 1994, s. 3

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.