Anasayfa > Books / Kargakara > Şiirden Sızan İnce Ka n (Tam Metin)

Şiirden Sızan İnce Ka n (Tam Metin)

“intiharın en güzel başlangıç kitaplara intiharın ne güzel”

 Mahzun Doğan

Sanırım hepimiz başkalarının acılarından beslenmeyi seviyoruz. Yoksa bu yargı fazla genelleyici ve suçluluk duygumla dolu mu olur? Bunu söylerken kendi ruh haliyetimi mi yansıtıyorum yoksa Freudyen tabirle? Emin olsaydım ben başkalarının acılarıyla beslenmeyi seviyorum diye itiraf edebilirdim. Ama bundan da emin değilim. Peki, ama bir yazar olarak– gerçekten yazarsam eğer; çünkü çok heybetli geliyor bu sıfat bana. Kendimi okuduklarını derleyen iyi bir okur olarak görüyorum daha çok- neden düştüm bir şairin intiharının peşine. Kaan İnce nereden ve nasıl girdi hayatıma?

12.04.2015

 

Öğrencilere Van Gogh’un hayatını anlatan Lust For Life filmini izletecektim. Ama film fazlasıyla uzun olduğu için onu biraz kesip kırptım. Sonra filmdeki bazı geçiş yerlerine Van Gogh’un hayatının o bölümüyle ilgili yazılar eklemeye karar verdim. Van Gogh’un hayat hikayesini kendim de tam olarak bilmiyordum ve bu sayede ben de biraz bilgilenmiş olacaktım. Vikipedide Van Gogh’un hayatıyla ilgili sayfayı açtım ve okurken onun da intihar eden sanatçılardan olduğunu gördüm; bunu bilmiyordum. Sonra sayfanın üst konu başlığının intihar eden ressamlar olduğunu farkedince merak edip o konu başlığını açtım. İntihar eden ressamların adlarını okurken ya intihar eden şairleri merak ettim ya da bu başlığı farkettim; şimdi hatırlayamıyorum. İşte bu sayfada rastladım Kaan İnce ismine. Şimdi tekrar açıp bakmayacağım ama sayfada intihar eden iki Türk şairin adı geçiyordu sanırım. Biri Kaan İnce bir diğeri de Nilgün Marmara’ydı. Sonra başladım intihar eden şairlerin yaşam öykülerini okumaya. Bu şairlerden kiminin şiirlerini okumuşluğum vardı kiminin sadece ismini duymuşluğum; kiminin ismiyle ise ilk defa burada karşılaşmıştım.

13.04.2015

 

Dünkü yazdıklarımda her ne kadar o ‘internet sayfasını açıp tekrar bakmayacağım’ demişsem de açmış bakmıştım. Nihayetinde bu yazının devamında bu bilgiye ihtiyacım olacaktı zaten. Her neyse. Sonra oradaki şairlerin kimler olduğunu ve haklarında önceden neler bildiğimi ya da bilmediğimi yazmıştım. Ama önceki gün yazıyı yarıda bırakmama sebep olan olay tekrar vuku buldu maalesef. Sevgili karım tam tutukluğumdan sıyrılmış yazmaya koyulmuşken odaya gelip arkamdaki sandalyeye oturdu ve bir sigara yaktı. (Zaten hep böyle yapar ne zaman ben laptopun başında bir şeyle uğraşsam gelir ve arkama oturur, sanki ne yaptığımı gözetliyor gibi. Sonra bir şeyler söylemeye başlar özellikle dikkatimi dağıtmak ister gibi. Sanırım bu onun benimle ilgilenmiyorsun deme tarzı. ) Dediğim gibi geçen gün bu yüzden yazıyı bırakmıştım. Herhangi bir yazıya yeni bir başlangıç yapmak zaten zordur; üstüne arkanızda bir çift göz olunca iş daha da zorlaşıyor. Sonuçta yazmayı bırakmıştım ama bu duruma sinirlenmemiştim. Ama dün yine arkama oturup bir şeyler söyledi; hükümetin sağlık politikasıyla ilgili bir şey. Dikkatim dağıldı ve yazıyı kapatırken dalgınlıkla ‘kaydetmek istemiyorum’ diye tıklamışım. Bütün yazdıklarım kayboldu. Bu sırada sevgili karım iki üç fırt çektiği sigarasını yine her zamanki gibi söndürüp kalkmıştı bile. O an gerçekten sinirlendim. Bir küfür savurup masayı yumrukladım. Sinirimi bir şeylerden çıkarmam gerekiyordu. Sonra içinden alıntı yapmayı düşündüğüm bir edebiyat dergisini yere fırlattım ama bir türlü hırsımı alamadım. Çünkü asıl sinirlendiğim dalgınlığım yüzünden kendim ve bu dalgınlığıma sebep olan karımdı. Ne var ki gidip ona kızamazdım; ne de olsa yazıyı kaydetmeden kapatan bendim en nihayetinde. Bir bardak şarap içtim; o da kesmeyince bir şişe şarap almak için kuruyemişçinin yolunu tuttum. İşte şimdi de oğlum yatma vaktimizin geldiğini söylüyor yanımda. Bugün de yazıyı burada bırakacağım. Şimdi yazı yazmak için inzivaya çekilen yazarları çok daha iyi anlıyorum.

14.04.2015

 

Bazen kendimi Shining filminde Jack Nicholson’un oynadığı Jack Torrance karakterine benzetiyorum.

Bu arada o gün kuruyemişçiye tam zamanında gitmişim. Kuruyemişçi saate bakıp, tam zamanında geldin abi, dedi. Niye, dedim saat onu biraz geçe gelseydim içki satmaz mıydınız? Evet, dedi üç yüz milyon cezası var abi. İnanabiliyor musun? Ben de ona, ne yapalım; halkımız seviyor böyle şeyleri dedim. Öyle ikiyüzlüdür sevgili halkımız; dindarlığı başkalarının saat ondan sonra içki satın almasına manidir. Adam cevap vermedi; ama onun da hükümetsever olduğunu bu yüzden sustuğunu anladım. Hükümetçiydi ama kendisine zararı dokunan kanunlarla hükümet arasındaki bağlantıyı kurası gelmiyordu.

Lafı daha fazla uzatmayım. Demem o ki zaten Kaan İnce’den yola çıkıp şairlerin ölümle haşır neşirliği üzerine olacak olan bu yazıya başlamadan bir iki gün önce bir dergide okuduğum bir satır beni bu yazıyı yazıp yazmamak konusunda tuhaf bir ikileme sokmuştu. Yazıya başladıktan sonra başıma gelen bu kesintiler de bunun üzerine tuz biber ekti açıkçası. Okuduğum bir yazarın çocukluğuyla ve çocukluğunun yazı yazmasına nasıl etki ettiğiyle ilgili bir metindi; ya da böyle denebilir. Yazar, çocukluğunda babası annesini terkettikten sonra annesinin- o da bir yazarmış- babasına yazdığı belki de gönderilmemiş bir mektubunu alıntılamıştı ve bana kendimi; bu yazıya başlamamı sorgulatan satırlar da o mektuptaydı. Şöyle yazmış annesi: “Teorilerden, ölmüş yazarlardan, acıdan beslenenlerden, dedikoduyla büyüyüp ödülle taçlandırılanlardan, tezgahtan geçen edebiyattan ve edebiyatçıdan köşe bucak kaçarak yolumu bulmaya çalışıyorum.”[1] Şimdi ben de bu metinde Kaan İnce’yi merkeze alarak ölmüş, öldürmüş, öldürülmüş ve intihar etmiş şairlerle ilgili yazarak, ölmüş yazarlardan, acıdan beslenenlerden mi olacaktım. İşte bu soru yüzünden yazmaya o ikircikli paragrafla başlamıştım. O halde bu meseleyi biraz açmak gerekecek galiba. Ne yalan söyleyim kendimi mezar soyguncusu gibi hissettirdi bu satır ki belki de öyleyimdir.

En iyisi iğneyi başkalarına batırmadan çuvaldızla işe başlayayım. Evet, bu metinde ölmüş yazarlardan daha doğrusu şairlerden bahsedeceğim ve evet metin onların acılarıyla ilgili olacak. Bu beni affettirir mi bilmem ama onlara kendimi yakın hissediyorum. Ölmüş de olsalar beni yalnız bırakmıyorlar onlar. Ne diyor Afşar Timuçin:

 Birileri tarih boyunca insanı araştırdılar, onu anlamaya çalıştılar, bunu yaparken tek başına kaldılar. Kimi toplumun içinde insana güvenmek isteyerek acı çekti, kimi toplumun kıyısında insandan uzak durarak. Ama bunlar sanatta olsun felsefede olsun insanı araştırdılar. İşte benim işim o insanlarla.[2]

 İşte bunun için yazacağım bu metni.

İtiraf edeyim intiharı çok düşünmekle beraber buna yeterli cesareti bulamayanlardanım ve sanırım asla da bulamayacağım. Kim bilir belki bu iyi bir şeydir. Zaman zaman intihar hakkında yazmanın insanın kendi intiharını geciktirmesinin de bir yolu olduğunu düşünmüşümdür: Tıpkı yeni bir metne başlayan bir edebiyatçının ölüm karşısında bir bahaneye sığınması gibi. Yapacak bir işi vardır ve onu bitirmeden ölmemelidir. Alacakaranlık Kuşağı dizisinin bir bölümünde hasta ve yaşlı dedesine okumak için durmadan öyküler yazan küçük bir çocuk vardı. Öğretmeni sonunda onun neden ders dinlemek yerine gün boyu derste öykü yazdığını merak etmişti. İşin aslı şuydu ki çocuk ölmüş anne babasından kalmış bir adeti sürdürüyordu: Dedesine her gece bir öykü okumaya başlıyor ama her defasında öyküyü yarıda bırakıp dedesinin ertesi geceye kadar öykünün geri kalanını merak ederek geçirmesini sağlıyordu; böylece dedesi hikayenin devamını dinlemek için ölüme direniyor, ölmüyordu. Öğretmen yıllar sonra artık ortayaşlı bir adam olmuş çocuğa bir başka şehrin kütüphanesinde rastlayacak ve adamın bilmemkaç yaşına gelmiş dedesine kitaplardan hikayeler okuyarak onu hala yaşatabildiğini görecekti. Bu öykü; Binbir Gece Masalları’nda Şehrazad’ın idam edilmemek için Şehriyar’a anlattığı hikayeleri tam tan vakti en heyecanlı yerinde kesmesini bu defa bir torunun hikayeleri yaşlı dedesini yaşatmak için yarıda kesmesine çevirmiş. Bir yazarın bir metni sürdürmesi de belki yazarın ölümü kandırmaya çalışmasıdır.

Ölüm üzerine de çok düşündüm. Hayat kimileri için ölünceye kadar yaşamak kimileri için ise yavaş yavaş ölmek demektir. Seneca’nın dediği gibi: “Tüm Yaşam ölüme doğru bir yolculuktur” ne de olsa. Bu biraz da bakış açınızla ilgilidir.  Ben hep yavaş yavaş öldüğünü düşünenlerden olmuşumdur.

Bu arada demin siz dedim daha önce de biz demiştim. Kimdir bu siz ve biz? Yazarken hep oluyorlar öyle değil mi? Çünkü  “Yazarken hep oluyorlar öyle değil mi” demek için gerekliler. Belki yazmanın doğasındaki gizli, tuhaf, ruhani şeyler bu özneler, zamirler; onları kullanmadan yazamadığımıza göre yazının kendi ruhudurlar belki onlar. Belki yazı siz ona başladığınız an çoklu kişilik bozukluğu olan bir şizofrene dönüşüyordur. Ne çok belki var değil mi işin içinde. Bu belkilerin çokluğu ne bunaltıcı ama kaçınılmaz bir biçimde sarıyorlar beni ben bir şeyler yazmaya çabalayınca. Evet, evet, ne zaman bir şeyler yazmaya başlayacak olsam asıl konumdan böyle uzaklaşırım zaten. Hep neden yazıyoruma eşlik eden bir tutukluk olur. Neden yazdığımla ve şairlerin neden şiir yazdığıyla ilgili daha önce de epeyce kafa yordum aslında. Kendi basılmamış romanımdan da beslenip ondan da alıntı yapayım hazır yeri gelmişken:

Bütün bunları yazarken fark ediyorum ki yazı yazmak gerçekten de zor bir uğraş. Çünkü insan yazı yazarken sadece kendisine değil bütün bir insanlığa hesap veriyor ister istemez. Bugüne kadar tarihte kimsenin yalnızca kendisi için bir şeyler yazmış olabileceğini düşünemiyorum. Örneğin Kafka’nın ölmeden önce dostu Max Brod’a yazdıklarını yakmasını vasiyet ettiği söylenir. Mesele gerçekten Kafka’nın bunu isteyip istemediği değildir, mesele yazarken insanın farkında olmasa da kağıt üzerinde insanlıkla yüzleşmek zorunda kalmasıdır. Günlüğüne kimseye söylemeye cesaret edemediği bir şeyleri yazan on yedilik bir kız bile zihninin karanlık bir köşesi yazdıklarının okunması için yanıp tutuşmaktadır. Bir seri katilin için için yakalanmak istemesi gibi.

Sadece yazarken mi insanlıkla hesaplaşma halindeyiz? Yaşarken de bu böyle değil midir? Attığımız her adımda, bulunduğumuz her eylemde yine o beynimizin örümcek ağıyla kaplı yeri yaptığımızın ‘insan’a uygun olup olmadığını soruşturup durmaktadır. Bu yüzden değil midir çocukluğumuzdaki bir çok doğrudan ve samimi davranışı insanlık hakkında birikimimiz arttıkça, toplum ve tarihle haşır neşir oldukça yapamaz oluruz.

Felsefe bölümünde okurken üniversite hocalarımızdan biri ‘Bu bölümde okuyorsunuz ama okul bittiğinde şimdi yapabileceğiniz birçok şeyi yapamaz hale geleceksiniz’ demişti. Şimdi onu çok daha iyi anlıyorum. Herkes için farklı olabilir ama üniversite eğitimi alan birisi okuldan çıktığında büyük ihtimalle artık kapıcılık ya da hamallık yapamayacak biri haline gelmiştir. Çünkü artık bilinç dediğimiz şey yaptıklarımızın kendimizle, toplumla uyuşup uyuşmadığını yeni yeni bilgilerle sorgulamaya başlamıştır.

(…)

Sonuçta yazarken de yaşarken de kendimizden öncekilerle ve çağdaşlarımızla bir hesaplaşma içindeyiz sürekli. Ama yazmayı yaşamaktan ayıran çok büyük bir fark var. O da yaşanılanların geçip gitmesi yazılanların kalıcı olabilmesi. Yaşadıklarınızın ve aykırılıklarınızın bazen kimse farkına varmayabilir ama bunları yazıya döktüğünüz zaman birilerinin belki de bütün dünyanın okuması ve bilmesi olasılığı ile karşı karşıyasınızdır.

Peki ben neden yazı yazıyorum şimdi. Aslında yazı yazmaktan hiç bir zaman hoşlanmamışımdır. Konuşmayı yazmaya hep daha çok tercih etmişimdir. Öğrencilik dönemlerimde yazım hep kötü, yazılı ödevlerim de hep mümkün olduğunca kısa olmuştur. Öğretmenlik yapabildiğim dönemlerde de not tutturmayı hiç sevmezdim. Günlük tutmayı da hep bir genç kızlık hastalığı olarak görmüştüm. Hatta askerdeyken pembe bir hatıra defteri olan bir çavuşla en çok alay edenlerden biri de ben olmuştum. Acemi birliğinden dağılırken ilkokulun son günüymüş gibi defterine yazı yazmamızı istemişti. Hani şu “Kalbin kadar temiz ve saf bu sayfayı bana ayırdığın için teşekkür ederim” diye başlayan yazılardan. Oysa şimdi oturmuş alnımdan ter damlayarak ve kendimi zorlayarak bunları yazıyorum yaz sıcağında. Bunu yapmamın asıl sebebi doktorumun beni terk etmesi. Evet, psikiyatristim de beni ortada bıraktı ve yaşadıklarımı anlatabileceğim kimse kalmadı artık. Bir yıllık beraberliğimizin sonunda bir hafta önce bana dedi ki(…)

Ne demiştim? Doktorum beni terk ettiği için yazıyorum bütün bunları demiştim değil mi? Haldun bey seanslarımızdan birinde bana yazı yazmanın en iyi terapi yöntemlerinden biri olduğunu söylemişti. İnsan yazarak kendi gerçeğine ulaşabilirmiş. Ben de işte bunu deniyorum. Çünkü aslında gerçekten ölmeye cesaret edemiyorum. Kendimi kandırmamalıyım. Dün gece gerçekten cesaretim ve kararlılığım olsaydı bu gün sağ ve bunları yazıyor olmazdım. Belki kalkar kalkmaz kendimi pencereden aşağı atardım. Üstad Bilge Karasu Lağımlaranası Beyoğlu kitabında “Ölümle oyuna başlandığı anda sözün, oyalanmanın, yeri yoktur”  demiş. Oysa ben oyalanıyorum ve yazıyorum.

Cengiz Dağcı’nın Yurdunu Kaybeden Adam diye bir kitabını okumuştum. Orada da tıpkı benim gibi doktoru tarafından terk edilen ve anılarını yazmaya koyulan bir adam vardı. Aslında tam olarak okudum diyemem o kitabı. Yalnızca biraz başını okumuş, sonra da sonunu okumuştum. Kitabın sonunda anılarını yazmayı bitirmiş ve kendi hakkında bir karara varabilmişti. Son cümlesi şöyle diyordu:

  “Son fırtına ağacı devirdi. Bizler, uçurduğu birkaç yaprak, boşlukta yolunu şaşırmış, ümitsiz şaşkın, meçhul bir geleceğe doğru, yalpa vurup duruyoruz.”

Bunun gibi neredeyse bir tür oluşturacak kadar çok roman var galiba. Roman karakteri büyük bir bunalıma girer, bunalımının tutanaklarını tutmaya başlar –sanki mecburmuş gibi– sonunda bir kurtuluş, sonuç ya da kararla sonlanır roman. Artık yazacak bir şey kalmamıştır, belki de yazmaya gerek kalmamıştır. J.Paul Sartre’ın Bulantı’sındaki Antoine Roquentin bir trene, Knut Hamsun da Açlık’ını bitirip bir gemiye binip gider

Olur ya belki ben de yazdıklarımı bitirdiğimde bir sona ulaşmış olurum.[3]

Yazmak hakkında kafa yoran o kadar çok yazar olmuş ki… Çünkü insan her eyleminin nedenini bilmek ister çoğu zaman; çünkü bir yazar beyhudeliğe sarılırsa aklını kaçırabilir James Joyce gibi. Yazma sebebi yazardan yazara değişir: Kimisi Baudelaire gibi kendine “insanların en aşağılığı olmadığı”nı, “hor gördükleri”nden “aşağı olmadığı”[4]nı kanıtlamak için yazar kimisi daha da ileri gider Ginsberg gibi, “Kendini bir peygamber gibi, bütün evrenin efendisi gibi hissetme”[5]k için yazar. Yani bazen “Yazmak, Tanrıyla Aşık Atmak[6]tır. Şükrü Erbaş’a göre ise “Günlük güzergah üzerinde, tüm ilişkileri ve nesneleri aynı kalan ve tek yüzüyle algılanan bir yaşama biçimi”nin “yarat”tığı “aşınma duygusu”dur “insanı sanata/şiire iten”.

Yaşadığı maddi koşulları değiştiremeyen, ona uyum sağlamakta sıkıntılara düşen insan kendisine yeni bir yol bulacaktır. Bu yol verili yaşamın sözcükler, sesler, renkler ve çizgiler aracılığı ile yeni bir kimliğe kavuşturulması, tanımlanması, değiştirilmesi, yeniden kurulmasıdır. (…) Görünenin gerisine bir sızış, sığlığa derinlik kazandırış ve tükenen dünyanın yeniden üretilerek zenginleştirilmesidir.[7]

Sonuçta ben neden yazıyorumu artık çünkü ben şimdi yazan bir adamımla savuştursam; sonra arkasından niye bunu yazıyorum gelir.

Neyse asıl ikinci sorudaydık değil mi? İntihar ve ölümle ilgili takıntımdan bahsediyordum. Aynı roman denememe koyduğum şöyle bir pasaj yazmıştım:

 İntihar

Gerçek intiharlar soğukkanlılıkla karar verilenlerdir. Diğer intiharları bunlardan ayırıyorum. Örneğin anlık bir öfkeyle kalkışılan ve başarılan intiharları bunlardan ayırıyorum. Soğukkanlılıkla düşünülüp tasarlanarak uygulanan intihara gerçek dememin sebebi diğerlerinden daha değerli bulmam; yoksa diğerlerinin intihar olmadığını söylemiyorum. Bunları daha değerli bulmamın sebebi ise hayatın görünüşlerinden değil bizzat kendisinden kaynaklanmaları; anlık bir acı çekişten değil bizzat hayatın temelinin acı olduğunun kavranmasından kaynaklanmaları. Kısaca gerçek intiharın temelinde akıl, diğerlerinin temelinde ise duygular yatıyor denebilir. Akıl duygudan değerli midir bilmem ama hayatı kavramada duygular gibi aldatıcı değildir. Şöyle ki, üzgünken dünyayı üzüntü kaynağı olarak gören kişi kendi üzüntüsünün sebebi ortadan kalkınca dünyaya olan tavrını da değiştirir. Yani dünyayı duygularla kavramaya çalışırsak aynı dünya kişiden kişiye ve hatta aynı kişide zamana göre değişik görünüşler alacaktır. Oysa bu görünüşlerin altında bir tane dünya vardır. İşte an gelir insan dünyayı olduğu gibi görür. Bu fark ediş genelde gençlik çağı geçince olur. Bu yüzden soğukkanlı intiharlara gençlik dönemlerinde pek rastlanmaz. Bazı duyarlı ruhlar, hayat kendilerine birçok mutlu olma olanağı tanısa da bir tek yoksunluk durumuyla karşılaşınca —gençlik dönemlerinde— intihar edebilmektedirler.

Unutamadığım intiharlardan biri de ünlü bir televizyon spikerinin oğlunun bilinçsiz intiharıydı. Haberlerden öğrendiğim kadarıyla X’in oğlu eve gelmiştir, onuruna yediremediği bir olay yaşamıştır; belki hakarete uğramış belki de evlenmeyi düşündüğü kız tarafından terkedilmiştir ve vitrin camına kafa atmadan önce şöyle der: “Ben böyle yaşayamam!”

Analiz edersek şöyle demiştir: “Yaşayabilirim ama böyle değil.” Sonuç olarak duygusal intiharda reddedilen hayatın kendisi değil görünüşlerinden biri ya da onun özne üzerindeki bir anlık etkisidir. Örneğin burada kişi hayata değil hayatın karşısında kendi kaldığı duruma itiraz etmektedir.

Özetle duygusal tavır dünyaya iyi ya da kötü değeri atfeder. Oysa dünya kendi başına iyi ya da kötü değil, bütün bu değerlendirmelerin uzağında ve kayıtsız; kısaca ‘değersiz’ ve anlamsızdır. İşte mantık intiharı da bu anlamsızlığa verilen yanıttır.

Dünyanın soğukkanlılıkla değerlendirilebilmesi için onu görmemizi engelleyen birtakım perdelerin aradan çekilmesi gerekir. Dünyayı görmeye engel olan bir çok perde vardır; herhangi bir nesneye duyulan istek, kişinin benimsediği ya da sırtına vurulan sorumluluklar kişi tarafından dünyanın anlamı olarak konumlandırılır. Oysa belli bir olgunluğa varan insan bütün amaçlarının eğreti bir yapısı olduğunu fark eder. Kendi kendisini yaratmamıştır ve varolanlar arasındaki konumundan kaynaklanan bütün istek ve sorumlulukları tesadüfidir. Hayatının anlamı olarak belirlediği şeyleri asıl belirleyen neden-sonuç ilişkileri olmuştur.

Şimdi okuyunca gerçekten çok ukalaca geliyor bu pasaj. Zaten romanıma koyduğumda da öyle gelmişti ki sonrasında şöyle devam etmiştim:

diye yazmışım en son, bütün evrene yukarıdan bakıyormuş budalalığıyla. Sanırım bunu yazmamın sebebi intihar meselesine kafayı takmış olmamın yanı sıra bu aralar sanki her zamankinden daha fazla intihar vakası yaşanıyor olması ve sanki bütün bunların ya benim çevremde ya da bana göz kırpan bir açıda oluyor olması. Belki de intiharı bir paradigma olarak belirledim ve varlığı bu kalıbın dışında göremediğim için böyle düşünüyorum. Tıpkı bir atom fizikçisinin etrafındaki her şeyi birbirini itip çeken atomlar gibi görmesi gibi.

Sanırım bu romanı yazdığım sıralar da başkalarının acılarıyla besleniyormuş yazdıklarım ki bir yerde de şöyle yazmışım:

Bugünlerde sanki insanlar daha sık intihar ediyor ya da bana öyle geliyor. Gazeteyi açıyorum ve bir haber benim için iliştirilmiş bir not gibi gözüme takılıveriyor: Bilmem neredeki bir felsefeci kendini uçurumdan aşağı atarak intihar etti.  Bu haberi okuyunca düşüncelere garkoluyorum. Bir Felsefeci mi? Ben yaşlarda benim gibi bir felsefeci neden intihar etmişti? Soğukkanlı bir intihar mıydı bu yoksa anlık bir cinnet mi? Uçurumun başındayken acaba neler düşünmüştü? Bütün bu sorular kafamı kurcalıyordu çünkü bu aralar yalnızca intiharı düşünerek rahatlayabiliyordum; intihar benim kavuşamadığım güneşim gibi. Parıltısıyla insanı çeken, yaklaşınca sıcaklığıyla insanı iten bir güneş ki yakın ve uzak intihar haberlerini duyunca güneşi bütün kavuruculuğuyla kucaklama basiretini gösterebildikleri için intihar edenlere saygı duyuyorum.

Peki uçurumdan atlayan bu adamın intiharı da kendisi gibi felsefeci miydi? Uçurumun başına gece mi gitmişti gündüz mü? Cesaret toplamak için önce biraz içki mi içmişti yoksa ayık kafayla soğukkanlı ve kararlı bir şekilde uçurumun başında rüzgara karşı durmuş muydu? Karanlık ve delici bir bilinçle son bir sigara mı içmişti? Yukarıdan dalgaların vurduğu ıslak; kaygan ve sert kayalıklara bakarken ’güneşin yakıcılığına’ nasıl direnmişti? Param ve zamanım olsa bunları öğrenmek için o şehre giderdim herhalde. Ama ne zamanım ne de param var.

İntihar pek çok yazarın meselesi olmuş bugüne kadar; bu konuyu mesele edenlerden benim ilk aklıma gelenler Durkheim ve Camus mesela. Bu aralar elimde Afşar Timuçin’in Erken Ölümler kitabı var ve onda da rastladım ‘İntihar Sorunu’na. Şöyle yazmış üstad:

İntihar bana göre yaşam iyiden iyiye çekilmez olduğu zaman düşünülebilecek bir kurtulma yoludur. (…) Bu da özellikle hastalıklı bir ihtiyarlığın çekilmez koşullarıyla ilgili olmak gerekir. Ben bu konuda tam bir Stoa’cıyım, Stoa filozoflarının insan doğal bir varlıktır görüşünden giderek tükenmiş bir yaşamı bitirmek gerekir anlayışına gönülden katılıyorum.

(…)O(Montaigne y.n.)şöyle düşünür: İnsan belli bir yaşa kadar çabalayıp insanlığa yararlı olduktan sonra köşesine çekilme ya da emekli olma hakkını elde etmiş olur. Kendini öldürmektense kendi köşesinde kendi dünyasında yaşamak uygun olacaktır. Bu da elbet Stoa düşüncesiyle karşıtlaşır. Ölümü beklemek bir Stoa filozofuna ağır gelir. Acılar içinde kıvranarak ya da tam tamına bir boşluğu yaşayarak ölümün gelmesini beklemek, Stoa’cı bu konuda hiç de sabırlı olmayacaktır. Doğrusu bu konuda ben Montaigne’den de yanayım Stoa filozoflarından da yanayım. O nasıl oluyor, iki karşıt şeyi aynı anda benimsemek mantığa aykırı değil mi diyeceksiniz. Değil. Neden derseniz, insan gerçek anlamda emekliliği de enine boyuna yaşayabilmelidir. Evet, benim artık kendi köşeme çekilmemin zamanı geldi diyebilmelidir. Kendine bir ‘uzlet’ köşesi kurup orada dinlenebilmelidir. Ama yaşam koşulları iyiden iyiye kötüleşince çekip gitme hakkını rahatça kullanabilmelidir.[8]

 Burada üstad intiharı sadece yaşlılığın getirdiği acı ve tükenmişlik durumunda makul görüyor gibi. Fakat tükenmek yalnızca yaşlılığın bir sonucu mudur? Cosima Hala’nın Bay Walser’e sıkça söylediği gibi “Bu konuya da daha sonra geleceğiz”[9]

İmdi tüm bunlardan sonra neden şairlerin intiharlarının peşine düştüğüm belki biraz aydınlanmış olabilir. Yine de belkilere dönersek onun ve diğer başka şairlerin intiharlarını benim belki de ölene kadar erteleyeceğim intiharımla özdeştiriyorumdur belki de belki… Biz gene o soruya tekrar dönelim: “Neden başka şairler ve özelde Kaan İnce olacak bu yazının merkezinde?” Bu soru sizin de anlamış olduğunuz gibi sayın bayım iki soruyu birden içinde barındırıyor sayın bayan: Neden şairler ve neden Kaan İnce?

15.04.2015

 

Kaan İnce’yle ilgili okumalar yaptım. Onunla direkt ilgili pek metin bulamadım; ben de yakından uzaktan onunla ilgili kişilerin kitaplarını okudum belki satır aralarında onunla ilgili bir şeylere rastlarım diye. Geçenlerde Kaan’ın ölümünden sonra basılan Gizdüşüm kitabının Papirüs yayınları’ndan çıkan birinci baskısına önsöz[10] yazan Afşar Timuçin’in kitaplarını gözden geçirdim ve başlığından dolayı içinde Kaan’la ilgili bir şeyler bulabileceğimi düşündüğüm bir kitabı gözüme ilişti: Erken Ölümler-Gönül Gözüyle 2. Kitabı sipariş ettim iki üç gün önce elime geçti. Henüz direk Kaan’la ilgili bir yere rastlamasam da birkaç gündür içinden çıkamadığım ‘başkalarının acılarından beslenmek’ meselesiyle ilgili bir pasaja denk geldim. Şöyle diyordu başkalarının acılarıyla ilgili:

 (…) İnsan kendi acısını sessizce, tam bir suskunlukla çeker, çekmelidir, çekebilmelidir. Başkasının acısı insanlığın acısıdır, onu kolay kolay geçiştiremezsiniz. Çeşit çeşit acılar çekmişsinizdir. Kimseye anlatmamışsınızdır, anlatmışsanız bile söz olsun diye anlatmışsınızdır. Başkalarıyla ilgili acılar da bizim acılarımızdır, bizim ortak acımızdır. Kendini bilen her kişi bu acıyı, başkasının acısı dediğimiz bu acıyı enine boyuna yaşıyacaktır.[11]

16.04.2015

Bu kitabı okurken şu tam saatinde şarap alabildiğim kuruyemişçiyle ilgisini kurduğum bir pasajla da karşılaştım. Hani şu hem saat ondan sonra içki satışı yasağından yakınan hem de bundan hükümetin ve ona oy verenlerin sorumlu olduğunu ima ettiğimde sessiz kalan, parmağına bu aralar pek bir moda olan Fatih tuğralı yüzüklerden takan kuruyemişçi. Hayır, bu adam yakındığı şeyin kaynağında hükümetin dinci politikası olduğunu bilemeyecek kadar aptal bir adam değildi; yalnızca zavallı işini bilir güruhundan biriydi sadece. Şöyle yazmış Afşar Timuçin:

(…) Bu toplumun insanı geri zekalıymış. Haydi oradan. Bu toplumun insanı işini bilen, başını belaya sokmak istemeyen insandır. O yüzden suçludur. İşini bilir ve işini bileni sever. Herkesin işini bildiği yerde toplumsal yaşam cehennem azabından başka bir şey olmayacaktır.

Evet ne ormanlara acıyorsunuz, ne denizlere, ne çocuklara, ne havaya, ne sanata, ne de kendinize. Önünüze geleni yakıp yıkıyorsunuz. Her gün yeni bir biçim altında yeni bir yıkıcılığın oyununu oynuyorsunuz.[12]

Ne dediniz? Sadede gel, konuyu dağıtıyorsun mu? Evet, dağıtıyorum, hem size ne bundan! Konu biraz da dağılıversin ne olur yani. Bir yerlerde gene toparlarım. Nasıl olsa her şey biraz her şeyle ilgilidir be cancağızım. Zaten ne üzerine yazarsak yazalım hep biraz kendi ‘ben’imize doğru değil midir zihinsel yolculuğumuz. Misal Oğuz Atay Tutunamayanlar’ında hem intihar eden Selim Işık hem de bu intiharın izini süren Turgut Özben olup aslında kendi ‘ben’ine seyahat etmemiş miydi? Ben de Kaan İnce’nin ve ölümle sarmaş dolaş olan diğer şairlerin peşinden giderken aslında ‘ben’imin peşine düşüyorum ve bunun da farkındayım. Afşar Timuçin’in dediği gibi “(…) ben o ölmüş gitmiş büyük adamların izlerini sürüyorum, basit bir çömez duyarlığıyla izlerini sürüyorum.”[13]

17.04.2015

 

Şu Kaan İnce’nin ismine ilk defa rasladığım internet sayfasına dönelim, hani şu Vikipedideki. Şimdi tekrar bakıyorum intihar etmiş başka hangi şairler var Kaan İnce dışında diye. Attila József (Şiirlerini genelde Özdemir İnce’nin çevirdiğini bildiğim; okuduysam Cumhuriyet kitap ekindeki Cevat Çapan’ın çevirilerinden okumuş olabileceğim yanlış bilmiyorsam ‘solcu’ bir şair), Christoph Friedrich Heinle (İsmi hiç tanıdık değil. Sanırım bu metinle uğraşırken onunla ilgili kısmı da okumalıyım.), Samuel Taylor Coleridge (Romantizm akımının öncülerindendi yanlış hatırlamıyorsam), Georg Trakl (Gene ismi tanıdık gelmeyen bir şair), Kostas Karyotakis (İsmi tanıdık gelmeyen bir şair daha), Comte de Lautréamont (Hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki burada hiç girmeyelim), Marcus Annaeus Lucanus (Epey bir eskilerden herhalde), Vladimir Mayakovski (onu anınca akla hemen Yesenin de geliyor. Ortak kaderi paylaşan bu iki şair hakkında mutlaka bir sürü yazı belki romanlar yazılmıştır. Belki onlarla ilgili filmler de vardır da ben bilmiyorumdur.),  Gérard de Nerval (Fransız Şiirinin öncülerinden. Bir ara kitaplara çok para harcadıktan sonra artık yalnızca kütüphanede bulabildiğim kitapları okumaya karar verdiğimden ötürü sadece Doğuya Seyahat’ini okuyabildim.), Nilgün Marmara (Burada Kaan İnce dışında adı olan ikinci Türk Şair. Hiçbir kitabını okumadım; çünkü ne yalan söyleyim iflah olmaz bir cinsiyetçiyim edebiyat konusunda. Elime bir şekilde geçmedikçe okumam kadın yazarları. Sanırım bunun sebebi lisede bize ders için okuttukları Nazlı Eray ve Buket Uzuner’in sırılsıklam gösterişçi duygularla yüklü, buram buram elitizm kokan o kötü kitaplar olsa gerek. Sonra daha bir çok kadın yazarla ve nihayet Elif Şafak’la bu edebiyat cinsiyetçiliğim kemikleşti maalesef. Bir çok kötü edebiyatçının yazdıklarında kör gözüne parmak kendileriyle ilgili verdikleri ‘ben iyi bir insanım’ mesajı kadın yazarlarda daha çok görülüyor galiba. Bu arada bir çok iyi kadın yazarı da es geçtiğimin farkındayım. Ama ne yapalım önyargım oluşmuş bir kere hele bir de Elif Şafak faciasından sonra), Paul Celan (bir bakmak lazım), Sylvia Plath (Çok duyup hiç okumadıklarımdan), Qu Yuan (Kesinlikle okumalı bir ara. Ezra Pound’un Cathay’ından sonra uzak doğulu şairlerin o yalın, samimi ve incelikli şiir anlayışı beni epey etkilemişti.), Kay Sage (Duymamıştım), Anne Sexton,  Galaktion Tabidze (Duymadığım biri daha), Peyo Yavorov( ?), Sergey Yesenin (İntiharını bir başyapıtla taçlandıran Yesenin: “… / Elveda dostum, el sıkışmadan/ Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek:/ Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada/ Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.” Bu dizeler bana yakın zaman önce şöhretin zirvesinde duygularına yenilen muhteşem şarkıcı Amy Winehouse’u hatırlatıyor nedense). Şimdi yatacağım; oğlumla uyuyacağız.

18.04.2015

 

Ben baktığım zaman –yani Kaan İnce adıyla ilk karşılaştığımda- Vikipedinin bu kategorisinde Chatterton’un ( bu genç yaşta birden ünlü olup sonra dibe vuran genç şairin de enterasan bir hikayesi var. Onun da şiirlerine ulaşmaya çalışmış ama sadece hakkındaki bir romanın Türkçeye çevrildiğini görmüştüm) da ismi geçiyordu sanırım. Nihayet Vikipedi’nin bu kategorisinin tam olmasını bekleyemeyiz ama burada Pavese de yok ve belki benim bilmediğim intihar etmiş pek çok başka şair de.

Sonuç olarak Kaan İnce’nin buradaki yaşam öyküsünü okuyunca onun kitaplarını okumak istedim. Kitapları piyasada yoktu. Farkettim ki kitaplarını edinebileceğim tek yer Nizamettin Uğur’un internet sitesiydi ve iki kitabını da oradan indirdim. Şiirlerini okudum. Bu güzel şiirler etkileyici derecede şairinin izlerini taşıyordu ve bu şiir yolculuğunun intiharla sona ereceği fena halde seziliyordu. O ‘ölümün oğluydu’ ve şiirleri kendi ölümüne giden hızlı bir at gibi koşturmuştu. Zaten ölüm şairlerin her zaman terkisinde olandır. Bundan değil midir ki çoğu büyük şair ya intihar etmiş ya katledilmiş ya da delirmiştir. Hatta benim bildiğim bir tane katil şair bile var: François Villon. Şiir ve şair üzerine kafa yoran biri olarak Kaan İnce’den yola çıkarak şair, şiir ve ölüm arasındaki bu ilişki üzerine yazma isteği böylece doğdu bende. Neden başka bir şairi değil de Kaan İnce’yi bu menakıbname[14] için çıkış noktası olarak aldığıma gelince. Hayatını biraz araştırdığımda ki Vikipedi dışında kendisi hakkında söz edilen internetteki tek kaynak olarak ekşisözlüktü- Kaan İnce’nin bana zaman ve mekan olarak teğet geçtiğini farkettim. Sonradan ben de aynı sokaklarda gezmişim, oturduğu mekanlar ise sonradan benim de bulunduğum mekanlarmış; iki kitabımın yayıncısı Alaattin Topçu’yla-ki onun çevresinde yer alan çoğu kişiyi tanıyordu- tanışıklığı varmış ve hasbelkader Kurgu Kültür’deki bir kitap tanıtımında dinleyip iki kitabını okuduğum Nizamettin Uğur da meğer onun yol göstericisiymiş.

19.04.2015

 

Burada bu yazıya başlarken bende tutukluğa sebep olan o ifadeye geri dönelim: ““Teorilerden, ölmüş yazarlardan, acıdan beslenenlerden, dedikoduyla büyüyüp ödülle taçlandırılanlardan, tezgahtan geçen edebiyattan ve edebiyatçıdan köşe bucak kaçarak yolumu bulmaya çalışıyorum.”[15]

Halbuki “Bizler insanla yaşıyoruz”dur, “insanlıkla yaşıyoruz”dur, “yalnız dirilerle değil ölülerle de yakınlığımız var”dır. Hatta “Dirilerden çok ölülerle konuşuyoruz[16]dur. Nihayet hayali ya da gerçek ‘başkalarının’ acılarından bahsetmekten kaçan bir yazar kendi acılarından beslenmek durumunda kalacaktır ki bu bazen edebiyatı ağlama duvarına çevirmekten başka bir yere varmaz. ‘Başkalarının’ acıları da bizden öte dünya kadar uzak değildir nihayet ve yazar kendi acılarını onlarda bulabildiği gibi kendi acılarını dışavurmak için bazen gerçek insanların bazen de kendi kurguladığı ‘kahramanlar’ın arkasına gizlenir; hele ki bir yazar şairlerin ölümle ilişkisini ele alan bir yazı kaleme alıyorsa ne ölmüş şairlerden ne de onların acılarından uzak duramaz. Kaldı ki acıdan, şairlerin acılarından ‘beslenen’ bir metin bazen onların acısının anısına bir yapıt ortaya koymak içindir; onların acısının önünde eğilmek için. Tıpkı Karamazof Kardeşler’deki rahip Staretz Zosima’nın Dimitri’nin önünde diz çökmesi gibi. Zosima ertesi gün Alyoşa’ya Dimitri’nin önünde neden eğildiğini açıklarken “Dün çekeceği büyük acının önünde eğilmiştim.” der

 …Dün korkunç bir şey görür gibi oldum… Bakışında bütün yazgısı belirmişti sanki. Öyle bir bakışı vardı ki… bu adamın kendisi için hazırladıkları ürperti verdi bana… Yaşamımda ilk olarak kimselerin böyle… yazgılarının yüzlerine vurduğunu görmüştüm. Yazık ki her defasında da yazgının dediği oldu. (…) “Toprağa düşen bir buğday tanesi yokolmadığı zaman bir buğday tanesi olarak kalır, yokolursa bereketli ürün verir.”

 Beri yandan Afşar Timuçin’in söylediği gibi

 Acılar olmasaydı dünyamız iyiden iyiye kolay ama anlayışsız bir dünya olacaktı. İnsan gerçeğini acılar tanıtıyor bize. Acıların gözüyle ya da gözlüğüyle dünyaya baktığımız zaman her şeyi daha doğru, daha sağlam görüyoruz, gerçek yapısı içinde görüyoruz.[17]

 İşte bize dünyayı olduğu gibi gösteren acıyı da en iyi şairler sırtlar ve sezdirir. Bu yüzden “Ey acım, uslu ol, biraz dinlen artık” der Baudelaire, “Şu dünyada acı acıya eklenir/ Gün günü izler sıkıntı sıkıntıyı” der Lamartine. Çünkü şairler varlığı dile getirir ki dünya gerçek bir canavardır. Bir canavarı canavar kılan ise onun saldırganlığının ve vahşetinin zamanının da sebebinin de kestirilemezliğidir; o nedensizce yapar yapacağını; kendisine bile sır olan doğasının zorunluluğuyla. Bir yandan güzeldir de dünya bir canavar olarak. William Blake’in kaplanına benzer bu yönüyle. Kaplanın tehlikesi karşısında bir yandan şoke olan insan, beri yandan güzelliği ve ihtişamı karşısında huşu içinde donakalır. Onun tarafından parçalanmak ister korkusuna rağmen; çünkü bu canavar karşısındaki korku içinde estetik hazzı da barındırmaktadır ve şöyle der Faruk Duman:

 Bana göre güzellik, elinden asla kurtulamayacağımız bir şeydir. Dahası, güzellik kapısından girer, ölüm kapısından çıkarız. Bu nedenle, her şeyden önce, insan bu kapının önünde sessizce durabilmeyi öğrenmelidir. Sonunda, işte böyle olur: Güzel, boyanır. Bir eşsiz kapıya dönüşür. Ve siste hüzünlü bir pars, ansızın kaybolur.[18]

Neden bu konuyu ele aldığıma gelince buraya kadar yazdıklarım yeterli gelmediyse bazen bir şeyin nedeninin bizzat kendisi olabileceğini söylemek isterim; çünkü “… bir olayın, diyelim pazaryerinde çıkmış bir kargaşanın nedeni yalnız kendisidir ki asıl nedene ulaşmak istiyorsak ruhlarımızın ve yaradılışımızın içinde sonsuz bir yolculuğa çıkmamız gerekebilir.”[19]

İmdi artık Kaan İnce’nin yaşamöyküsüne geçebiliriz. 2 Şubat 1970, Pazartesi, saat 17.45te Ankara’da doğmuş Kaan (Tesadüfe bakın ki oğlum Mustafa Deniz de ondan 40 yıl sonraki aynı gün Ankara’da doğdu. ) Öğrendiğime göre ailesi Diyarbakır kökenli ve sol görüşlü olan Kaan’ın özellikle amcaları devrimci mücadelede aktif yer almış kişilermiş. Hakkında internette yazılanlara göre Ankara İltekin İlkokulu’nda sessiz, sakin bir öğrenciymiş ve Ankara Cebeci Ortaokulu’nda okurken zeki, çalışkan ve başarılı olduğu yazılmış. Daha sonra Yenimahalle Endüstri Meslek Lisesi elektronik bölümünde okumuş.

Bu ‘sessiz sakin’ sıfatları genelde insanlara hep dışarıdan yüklenir. Evet, bir insanın sessiz olduğunu dışarıdan gözlemleyebilirsiniz ama sakinlik için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Çoğu zaman sakin görünüşlü insanların içinde kopan fırtınalardan kimsenin haberi olmaz. Sessizlik de bu fırtınaları açacak ve bunu anlayacak bir başka kişi olmamasından ya da bulunamamasından kaynaklanır bazen. Bizim okullarımız da uyumsuzların kalabalık içinde yalnızlığı en çok yaşadığı yerlerdir. Gürültülü ergen kalabalığının ortasında içinde çığlıklar taşıyan sessiz birisi  diğerlerine de nedenini anlamadıkları bir tedirginlik verir. Ahmet Telli’nin dediği gibi “Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit / Ne olabilir …”  Okullarda idarecilerin ve öğretmenlerin kendi kağıt kürek işleriyle uğraşırken ve her şeyin kontrolleri altında olduğunu sanırken ergenlerin onlardan gizli, kendi kurdukları gizli bir dünya, gizli bir cehennem vardır ki kimileri zorbalaşıp celladı olur bu dünyanın; kimileri de onların kurbanı. Bir bakıma okul Reiting ve Beinebergler’in Basiniler’e akıl dışı işkenceler, baskı ve şiddet uyguladıkları yerlerdir kimse farkına varmadan.

Yine Kaan’a dönersek yazıldığına göre şiire ilgisi 16 yaşında başlayacaktır. Belki de Kaan içindekileri, ‘sessizliğini’ dökecek mecrayı şiiri keşfedecektir bu dönem. Böylece Faruk Duman’ın İncir Tarihi’ndeki Genceli Şair Mesud gibi kelimelerin gizemli dünyasına girecektir. Bu romanda romanın kahramanı Zeyrek, Şair Mesud’a göre “kelimelerin her şeyden önce, birer düşünce olduklarını” söyler. Kelimelerin gizeminin anlamını Zeyrek ona “Sen kelimelere ne yapıyorsun böyle”diye sorunca Genceli Şair Mesud’un verdiği cevaplarda arayalım: “Kelimelere bir şey yaptığım yok benim, doğrusu bir şey yapılıyorsa, yapılan bir şey varsa o da onlara yani kelimelere aittir. Kelimeler bana ne yapıyor öyleyse, bunu soruyorsan, inan ki bilmiyorum.”, “… zira kelimelerin birer şekil olduklarını düşünüyorsan çok yanılıyorsun.”,

 “…okuyup yazdığımız, kalemimizle belirlediğimiz şeyler, doğru, birer işarettir. Dahası, birer işaret olanlar, aslında harfler olup bunlar yine bir araya geldiklerinde kelimeleri de yine işaret ederler. Ama kelimeleri tanımamıza yardımcı olmak dışında bir işe yaramazlar, zira onlara benzemezler bile. Dolayısıyla elimizde şu kalıyor: Kelimeler, bize işaretlerin işaret ettikleri şeylerdir.”

 “…daha açıklayıcı olmamı istiyorsan, sana şiirden söz edemeyeceğim demektir, çünkü şiir dediğimiz şey açıklanamaz ve açıklama dediğimiz şey de şiirin düşmanıdır. Çünkü deminden beri konuştuğumuz şey, yani kelimelerin ancak ve ancak işaretlerin işaret ettiği şey nasıl belirsiz bişeyse, sen, şiir söz konusu oldukta şiirin de belirsizliğin bir ürünü olduğunu düşünmelisin.”, “Gürültü, senin de bana kolayca hak verebileceğini düşünüyorum, sonsuz karmaşa anlamına gelir. Sonsuza dek sürecek bir karmaşa, bir gürültü, bana göre, epey ahenkli bir şeydir. Çünkü sesler kesin olarak birbirini tekrar eder ve tekrarın tekrarı da ahengi doğurur.”

 , “… böylece, bu sonsuz gürültüyü dinleyen biri, eninde sonunda, kendi kendini tekrar eden sesleri tanımaya, öbür seslerden ayırt etmeye başlayacaktır.”,

 “İşte kelime budur. Şimdi başta benim kelimelere ne yaptığımı sormuştun. Ben de onlara benim bir şey yapmaklığımın söz konusu olmadığını söylemiştim. şimdi sen söyle bakalım, benim kelimelere bir şey yapmam mümkün müdür? Ya da onların bana ne yaptığını nereden bilebilirim?”[20]

 Yani şiir, çözümlenemez ve açıklanamaz olsa da kesinlikle varlığa ilişkin ve insan üzerinde- hele hele onunla içli dışlı olan üzerinde- gözle görülür değiştirici dönüştürücü etkisi olan bir büyüdür ki bazen bir şair kulağına fısıldadığı kelimelerle yaşlı bir kurdu bile öldürebilir. İşte Kaan da on altısında şiir denen bu garip muammanın içine ölmeden çıkamamak üzerine girecektir. Başka türlü söylersek Platon’un mağarasından çıkacak ve uyumsuzlara karışacaktır. Şiirle ilgilenip şiirde varlığı ve varoluşunu duyabilen insan da şairdir artık: şiir yazmayan ya da yazamayan bir şair. Bir şair için çoğunluktan kopuş şiirde varlığı duyumsamakla başlar; onun için hakiki yaşam da bundan sonra başlar. Çünkü hakiki şiirdeki varlığın ve kendi varoluşunun sesini duyan insan- şiir yazsın ya da yazmasın- kurgulanmış dünyaya geri dönemez bir daha; verili dünyalarının içinde alışkanlıkları ve aslında kendi varoluşlarından uzak oluşlarıyla yaşayan çoğunluktan; sürüden kesinkes ayrılmıştır artık. Halihazırdaki kendileri için kurgulanmış düzyazınsal dünyayı sorgulamadan kabul edip kanıksayanlar için ise yaşamdan uzaklaşmış bir uyumsuzdur o bundan böyle. Bu çoğunluğun yaşamdan anladığı ise

Daha çok yemek, öküz ota bakar gibi bakarak daha çok yer görmek, daha da çok takı takmak, daha çok giyinmek, her şeyi daha çok yapmak, “Bak benim neyim var, senin var mı?” diyebilmek için eşekleştikçe eşekleşmek. Sonunda verimsiz bir yaşamın dalgaları arasında boğulup gitmek. Durmadan bir şeyler olmak ve durmadan bir şeyler edinmektir.

Onlara sorarsanız yaşam budur işte, bundan başka bir şey değildir. Doğacaksın, büyüyeceksin, en iyiyi elde edeceksin, kendin gibi en iyiyi elde etmeye adanmış varlıklar yetiştireceksin ve öleceksin. Her şey bu en iyi’nin ne olup ne olmadığında düğümleniyor. “İnsanların çoğu hayvanlar gibi doymuş yaşamaktan hoşnuttur” diyen Herakleitos muydu? Yaşam sahip olmak adına değil yaşamak adına verilmiştir her kişiye. Yaşam nicelikleriyle değil nitelikleriyle yaşamdır. Yararsız bir yaşam, insanlığa adanmamış bir yaşam, mutfakla tuvalet arasında geçen bir yaşam yazık olmuş bir yaşamdır. “Biraz gurur, biraz şehvet; pek çok kadının ve erkeğin yaşamı bunlardan oluşmuştur.” Böyle der J. Joubert.”[21]

Sonuçta on altı yaşında şiirin dünyasına girecek ve bu çoğunluktan kopacaktır Kaan.

1989-90 yılları ünivesiteye dönemi olacaktır Kaan’ın. Onunla 1988 sonbaharında tanışan Erhan Levent Kolçak şöyle yazmıştır o dönemdeki Kaan hakkında: “Yakınlaşmamız 89’un bahar aylarında oldu. Mahalledeki çay ocağında rastlardım ona. Üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. (…) Şiir O’nun için adeta bir tutkuydu. Hep gündemindeydi şiir. Yazarken farklı biçimler aradı kendine.”[22] Bu dönem şiir çalışmalarını çevresiyle ve öğretmenleriyle paylaşmaya başlayacaktır ve yine bu dönem onun için bir dönüm noktası olacaktır; çünkü dersanede onu etkileyecek olan öğretmenleri Murat İsmet Tunçer ve Nizamettin Uğur’la karşılaşacaktır. O halde burada Murat İsmet Tunçer’den ve Nizamettin Uğur’dan bahsetmek gerekir. Bir insanın izini sürüyorsanız yolunuzun başka insanlara uğraması kaçınılmazdır çünkü. Hele bu insanlar izini sürdüğünüz kişinin hayatında dönüm noktası olmuş kişilerse.

20.04.2015

İmdi önce Tunçer’in yaşamöyküsüne kısaca bakalım. Murat İsmet Tunçer, 21 Ağustos 1951’de Ankara’da doğar. Tunçer, Namık Kemal İlk ve Ortaokulu’nda okur. Ortaokul öğrenimi görürken, Polis Koleji’nde Nazım Canca’nın öğrencisi olarak judoya başlayacaktır. Cumhuriyet Lisesi 1. sınıfını okuduktan sonra babasının görevi dolayısıyla ailesiyle birlikte gittiği Afyon’da 2. ve 3. sınıflarını okuduğu Afyon Lisesi’nden mezun olacaktır. Bu arada Afyon’da “Judo”yu kuracak ve ilk antrenörlüğünü yapacaktır. Yine babasının görevi dolayısıyla Adana’ya giden Murat Hoca burada Şükrü Gençel’le birlikte “taekwondo”yu, daha sonra Ekrem Hoca’yla beraber Şotokan Karate’yi kuracak ve çalıştıracaktır.

Liseyi bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü kazanan Tunçer, bu defa Ankara’ya yatılı öğrenci olarak dönecektir. Okulda öğrenci liderlerinden biri olduğu için 12 Mart döneminde gözaltına alınan Tunçer, Mamak Cezaevi’nde 6,5 ay tutuklu kaldıktan sonra beraat edip tahliye edilir. Ama devamsızlıktan da sınıfta kalmıştır ve ertesi öğretim yılında Gazi Eğitim’in Türkçe bölümü okuldan kaldırıldığı için, yaz döneminde bu bölümün yeni öğretim yılının ilk sınavını kazanan erkek öğrencilerle birlikte eylülde Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü’ne gönderilir. Gazi Eğitim Türkçe Bölümünü yeni kazanan ve Balıkesir’e gönderilen öğrencilerden biri de Nizamettin Uğur’dur. Tunçer ve Uğur’un dostluğu buradaki sınıf arkadaşlığıyla başlayacak ve Tunçer’in kısa ömrünün sonuna kadar sürecektir. Tunçer Balıkesir’de birkaç ay kaldıktan sonra 1972’de okulu bırakarak Ankara’ya döner. Amacı politik hareketliliğin merkezinde olmak ve kendi politik hareketini kurmaktır. Nitekim 1976’da Nizamettin Uğur ile birlikte Kurtuluş Bayrağı Yayınları’nı da kuracak; daha sonra da yine Uğur’la birlikte önderlik edeceği Kurtuluş Bayrağı adlı hareketin oluşmasını sağlayacaktır.  Bu yayınevinde Kerim Kafkaslı takma adıyla V. İ. Lenin’in Milli Mesele Üzerine Karar ve Şimdiki Durum[23] kitabını çevirmiş; Kemalizm ve Türkiye / Komintern’deki TKP Delegasyonunca Yapılan Konuşmalardan Seçmeler[24] kitabının düzenlemesini yapmış ve Kurtuluş Bayrağı[25] dergisini yayımlamıştır. Ne yazık ki 15 günlük siyasi gazete olarak düşünülen bu dergi yalnızca tek sayı yayımlanabilmiştir.

Ankara’da öğrenciler ve işçiler arasında çalışmalarını yürütürken, devam zorunluluğu olmadığı ve bu nedenle de Ankara’dan ayrılmadan okuyabileceğini düşündüğü için, Adana İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne girerek 3. sınıfa kadar okur. Nihayet çıkan aftan yararlanarak, daha önce terk ettiği Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü’ne döner ve bu okulu bitirerek öğretmen olur.

Bir süre evli kalan Murat İsmet Tunçer’in bu evlilikten bir de oğlu olacaktır. Ankara’da İncirli Lisesi’nde öğretmenliğe başlayan Murat Hoca, 1980 yılında yine Nizamettin Uğur ile birlikte Bilimsel Yayıncılığı kurar ama bu yayınevi 12Eylül darbesi yüzünden tek bir kitap yayınlayabilecektir; o da Mehmet Şehmus Güzel’in Grev / Grevin Yapısal ve İşlevsel Açıdan İrdelenmesine Katkı’sıdır.

Tunçer, 12 Eylül 1980 darbesinin baskı ortamında politik yaşamı kesintiye uğrayınca spora ağırlık verecek ve oluşturmaya başladığı yeni stili “Tu-chuieh Dar”ı salonlarda kendi öğrencilerine öğretmeye başlayacaktır. Ölümünden sonra Murat İsmet Tunçer’i anma programlarının ilk birkaçı dışında hepsini organize eden; Görkem Yayınları’nın Tunçer ve Uğur’la birlikte kurucularından biri olan Çetin Fırat, Tunçer’in işte bu dönemden öğrencisidir ve daha sonra onun stilini geliştirerek yaşatacaktır. Bu dönem Tunçer asıl adının yanında Murat Barkın takma adıyla da yazılar yazacak; bu yazıları Türkiye Yazıları dergisinde yayınlanacaktır.[26]

1984’te okul öğretmenliğinden ayrılıp mesleğini özel dersanelerde sürdürmeye başlayan Tunçer, bu arada lisans eğitimini de tamamlamıştır. Bu yıl Yamaç Kültür Sanat Seçkisi (dergi, 3. kitap)’nde “Yeni Çağın Meseleleri[27] adlı yazısı yayınlanır.

Tunçer, 1988’de yine Uğur’la kurdukları Dönüşüm Yayınları ile yayıncılık hayatına geri döner. Lakin bu yayınevi üniversiteye hazırlığa yönelik 16 sayfalık tek bir fasikül basabilecektir.[28]

Kaan’la karşılaştıkları 1989 yılının Ocak ayında ise Tunçer’in ilk ve tek şiir kitabı Günlerin İzdüşümü[29] Ahmet Telli’nin sahibi ve sorumlusu olduğu Eylül Yayınlarından çıkacaktır. Mehmet Fuad Köprülü’nün eleştirisi olan Çarpıtmalara Dayalı Bir Tarih Kuramının Ana Çizgileri” adlı kitabının ilk baskısı da bu yayınevinden çıkacaktır.

Kaan’ın asıl ders öğretmeni Nizamettin Uğur’dur ama o dönem Tunçer ile başladığı dilbilim çalışmalarını Tunçer’in ölümünden sonra da sürdürecek olan Uğur, asıl ürünlerini daha sonra verecektir. Oysa Tunçer, Uğur’a göre şiir yazmaya daha çok zaman ayırmış gibidir ve iyi bir şairdir. Dolayısıyla Murat İsmet Tunçer dersanede daha popüler olduğu için Kaan onunla tanışacaktır önce ve şiirlerini ona gösterecektir. Fakat Tunçer onun şiirlerini pek beğenmeyecektir ve ona Nizamettin Uğur’un da yazınla ilgili olduğunu söyleyerek onu sınıf öğretmenine yönlendirecektir. Böylece Uğur ile Kaan’ın er geç başlayacak olan şiir iletişiminin başlamasını hızlandırmış olacaktır Tunçer.

1991’de Tunçer, Uğur ve Fırat birlikte Görkem Yayınlarını kurarlar.  Tunçer’in M. Fuad Köprülü eleştirisi olan Çarpıtmalara Dayalı Bir Tarih Kuramının Ana Çizgileri[30] kitabı bu yayınevince tekrar basılır. Bu yayınevi yine Tunçer’in daha önce Türkiye Yazıları dergisinde Murat Barkın adıyla yayınlanmış Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğü’nün uzun bir eleştirisi niteliğindeki makalesini Ekonomi Tutkunu ‘Gerçekçi’ Bir Yazara Gerçekliğin, Yazarlığın ve Ekonominin ‘A’sı Üzerine Küçük Belirlemeler,[31] adıyla basar.

Tunçer’in ölümünden önce yayınlanan son yazısı 1992 yılında Promete dergisinde çıkan “Gösterge ve Anlatım” olacaktır.[32]

Bunların dışında resim, karikatür ve grafik çalışmalarına da çok düşkün olan, bu alanlarda başarılı çalışmalar yapan Murat İsmet Tunçer, yayınladığı  kitapların hemen hepsinin kapak ve iç tasarımlarıyla desenlerini de kendisi yapmıştır. Ahmet Telli’nin Su Çürüdü adlı şiir kitabının 1982’de yapılan ilk baskısında da üç deseni yer almıştır.

Nizamettin Uğur’a göre “ne yazık ki, birikiminin çok azını yazıya geçirebilen” Tunçer, ilginçtir ki Kaan’ın intiharından yaklaşık iki ay sonra 13 Ekim 1992’de erken yaşta kalp krizinden hayata gözlerini yummuştur. Yine kadim dostu Uğur’un deyişiyle, o günden bu yana “Karşıyaka Mezarlığı’nda, bir şiirindeki dizesinde söylediği gibi, ‘Başını toprağın bağrına yaslamış dinlen’”mektedir.

Ölümünden sonra vefakar dostları Uğur ve Fırat onun hatırasını yaşatmaya çalışmışlar; onun adına anma geceleri düzenlemişlerdir ki bunlardan on üçüncüsünün metinleri Seçkinler Dersanesi tarafından basılmıştır.[33] Uğur, İzlek Dergisi’nde onun yazılarına yer vermiş;  [34]ayrıca 2003’te çıkardığı Anlambilim / Sözcüğün Anlam Açılımı (Ankara, Doruk Yayınları) adlı kitabını, kendi annesiyle birlikte Murat İsmet Tunçer’e ve onun annesine de adamıştır. Yine Uğur’dan öğrendiğimize göre Tunçer’in uzakdoğu dövüş sporları alanında da başlanmış ama tamamlanmamış, birer yapraktan oluşan özgün çalışmaları vardır.[35]

Tunçer şiirinin Kaan şiirine etkisi olup olmadığına daha sonra bakmak üzere Kaan’ın hayatında asıl dönüm noktası olacak olan öğretmeni Nizamettin Uğur’dan bahsederek devam edelim.

  1. 05. 2015

 

Kaan’ın asıl yol göstericisi Nizamettin Uğur olacaktır birçok genç edebiyatçının yaşamında olduğu gibi. Pek çok edebiyatçıya gençliğinde Nizam Hoca, yol gösterici ve yönlendirici olmuş; onları çalışmalarında teşvik etmiştir. İzlekçilerden Serdar Aydın şöyle yazar Nizam Hocası hakkında:

 (…) Kaan’ın ilk şiirlerini okuyan ve onu şiir denemeleri yapması, yeni şiirler yazması için yönlendiren dershane öğretmeniydi.

(…) Deneyimi ve samimiyetiyle, söze ve dile olan tutkusuyla birçok şeyi öğrendiğimiz, bir şeyler üretmek isteyenleri her zaman yüreklendiren Nizam Hoca…[36]

O halde bir de Nizamettin Uğur’un hayat hikâyesine kısaca bakalım. Tokat-Akbelen’de 1951 yılında doğan Nizamettin Uğur edebiyatla uğraşmaya genç yaşta lise dergilerinde ve yerel gazetelerde şiirler, öyküler, eleştiri yazıları yayımlayarak başlamıştır. İlk gençliğinde işçilik ve gazetecilik de yapan Uğur arkadaşlarıyla birlikte Sanat ve Arkadaş adlı edebiyat dergilerini çıkarmıştır. Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü bitirdikten sonra Türk Dili ve Edebiyatı lisansını Anadolu Üniversitesinde tamamlayan Uğur, 12 Eylül öncesi dönemde siyasi mücadeleye, örgütçülüğe, yayıncılığa yönelmiş ve bu ara edebi uğraşılarına bir süre ara vermiştir. Bu dönemde çeşitli meslek örgütlerinde temsilcilik, yöneticilik, şube başkanlığı görevlerinde bulunacak; siyasal dergi ve kitap yayıncılığı yapacaktır. 1980 sonrası edebiyata geri dönen Uğur’un asıl ilgi alanı dilbilim olacaktır. Hakkâri’de başlayıp Ankara’da sürdürdüğü okul öğretmenliğinden bir ara ayrılıp Diyarbakır, Kayseri ve yine Ankara’da dersane öğretmenliği yapacaktır. Üniversiteye hazırlık yayıncılığı alanında, ABC Yayınları ve Sınav Dergisi Yayınları Türkçe Bölümünü yönetir. Uğur’un yolu, Ankara’daki dersane öğretmenliği sırasında Kaan’la kesişecektir. Bundan sonra Kaan’ın intiharına kadar onun hayatında Nizam Hoca olarak yer alacak olan Uğur, intiharından sonra da onun anısına kurulan Kaan İnce Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurucuları arasında yer alacak ve bu vakfın uzun süre başkanlığını yapacaktır. Yine bu vakıfla bağlantılı olarak İzlek dergisi ve İzlek Yayınları’nın sahipliğini, genel yayın yönetmenliğini de üstlenecektir. Daha sonra Adnan Satıcı ile birlikte Mecaz dergisini çıkaracak olan Uğur başlarda şiir, öykü ve eleştiri yazarak başladığı yazma serüvenini, daha çok deneme, inceleme ve eleştiri ile sürdürmüştür. Zaman zaman takma adlarla da yazmış olan Uğur’un yazıları Güney, Türkiye Yazıları, Yeni Olgu, Körfez, Promete,  İzlek, Mecaz, Edebiyat ve Eleştiri, Kum, Ünlem, Mor Taka, Lacivert, Yasakmeyve, Varlık gibi dergilerde yer almıştır.  Eylül 2007’den Haziran 2013′ kadar Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde Türk Dili dersi ve uzun dönem yaratıcı yazarlık / yaratıcı yazma dersleri de vermiş olan Uğur, yazı ve yayıncılık hayatına devam etmektedir. Özetle Uğur, sadece bir dersane öğretmeni olmanın ötesinde; öğrencilerine arkadaş gibi davranan, hele de yazma yeteneği gördüğü öğrencilerinin elinden tutan bir ağabey ve bir  dil bilimcidir. Uğur’un üniversiteye hazırlık kitaplarının dışında  dilbilim alanındaki çalışmalarını içeren ve alanında büyük bir boşluğu dolduran basılmış üç de kitabı bulunmaktadır: Anlambilim / Sözcüğün Anlam AçılımıEdebiyatın Gizi Şiirin Dili, , Anlamın Bulanık Sularında / düzanlam, yananlam, düzdeğişmece, eğretileme…,

  1. 05. 2015

 

Murat İsmet Tunçer de Nizamettin Uğur da yenilmiş devrimci kuşağın temsilcileridir, tıpkı Ahmet Telli gibi.

Yenildik;
Şimdi kim bilebilir zakkumun
O kekre tadını bizim kadar
Tenimize sinmiş sülfür kokusunu
Soluğumuzdaki cıvayı kim duyar[37]

12 Eylül uzanılsa dokunulacak gibi duran devrimi silip düpürmüş; geride kabuğuna çekilmek zorunda kalmış eski devrimciler bırakmıştır. Fakat bu kuşak hiç değilse bir davanın neferi olabilmiş ve günümüzden bakılınca ütopya gibi duran devrim hayalini önlerinde görüp onun için mücadele etme şansını da yakalamış bir kuşaktır. Geriye dönüp bakıldığında onlardan sonra gelen nesil için devrim hep küçük grupların zayıf bir inancı ya da eski bir geleneği sürdürmenin zorunluluğu haline geldiği görülecektir. 12 Eylül örgütlü toplumun üzerinden tank gibi geçmiş; geride bireysel mutluluk yanılgısına kapılmış, ufku dar kitle insanlarından oluşmuş bir topluluk bırakmıştır tıpkı Adam Şenel’in Ozmos Kronosdistopyasındaki ‘belirlenmiş’ insanlık gibi. Adam Şenel bir söyleşisinde şöyle demiştir döneminin kitle insanı hakkında:

 Kitle insanının mutluluğu bir tür yanılgı. Ufku genişlediğinde, kendi sınırlarının ayırdına vardığında, bu mutluluk uçup gidebilir ve insan daha geniş bir dünyada aramaya başlayabilir mutluluğu. Ben, kitle insanının mutlu olduğu düşüncesinde değilim. Şu an için konumunu değiştirecek bir devrimci tutum içinde bulunmayışı, onun hoşnutluğundan çok, çaresizliğini gösterir; ama, bu çaresizliği kendine itiraf edemediği için, mutlu sanır, mutlu sunar kendini. Oysa gözlemlediğime göre, kitle insanının insan ilişkileri tam anlamıyla dökülüyor; çünkü sağlıklı insan ilişkileri kuracak kültürel beslenmeden yoksun. Kitle iletişim araçlarından sağlıksız bir beslenme var. Kendisi için, olanaklarının ötesinde şeyler istiyor. Bunlara sahip olamadığı zaman da, ilişkide bulunduğu insanları sorumlu tutuyor. Ortak üretimi artırıp, sonra paylaşmak yerine, herkes bireysel çıkarları doğrultusunda hareket ediyor; kendisi için olabildiğince büyük bir parça koparmaya çalışıyor; bu yolda diğerinin çıkar alanına giriyor. Bu da kısır bir sürtüşmeye neden oluyor. Bir gün bunun ayrımına vardığında, kitle insanı edilgin durumundan kurtulacaktır.[38]

İşte umutları ellerinden alınmış ve çözülmüş devrimci kuşak artık duruşlarını eylem alanından çok söylem alanında, yazın alanında sürdüreceklerdir. Ama burada unutmamak gerekir ki nihayet söylem de hele hele yazmak da bir eylemdir. Hatta özellikle mücadelenin içinden gelmiş ve artık o fırtınalı günlerin ardında kalan sessiz sokaklarda dağılmış devrimci kuşak için “Yazma eyleminin kendisi, edimsizliğe yöneltilen bir başkaldırıdır aynı zamanda.”[39] Yani bir zamanlar düzene karşı hep beraber mücadele edecek büyük bir kitle yerini apolitik bir gençliğe bıraktığında ve değerler düzen tarafından tamamen alt üst olduğunda edimsizliğe mahkum edilen bu kuşak; bu edimsizliğe yazın alanında başkaldıracaktır mecburen. Çünkü artık ne o günlerin devrim inancına sahip büyük kitlesi ne de onların mücadelesi kalmıştır geriye. Eski solcuların kimi saf değiştirmiş pek çoğu ise yaşam gailesinin içinde kopup gitmiştir davadan. Kalanlar ise artık yazın ve söylem alanında gençleri yönlendirmeye girişecek; devrimci ruhu yaşatmaya çabalayacaklardır. Fakat gerçek aydının hele de devrimci aydının sesini duyurabileceği köşe başları yarı aydın denebilecek kişilerce tutulmuştur; holdinglerin, büyük medyanın elindeki yayım imkanları bu yarı aydınlara sunulmuştur. Gerçek aydınların ya da devrimci görüşe sahip yazın adamlarının çoğu ise varlıklarını kültür alanındaki bölük pörçük dergilerde ya da kitlelere ulaşmayan kitaplarda sürdüreceklerdir. Belki de tekrar göreve dönecekleri günü beklemek zorunda bırakılmış ve kızağa çekilmişlerdir:

Aydınlar, toplumun bilincini üreten kesim; ama, şu sıralar, yedekte tutuluyorlar. Çünkü, toplum bilincini, yarı aydınlar, kitle iletişim araçlarının desteğinden yararlanarak biçimlendiriyorlar. Ancak, TV, magazin kültürü denebilecek bu kültürün, insan gelişmesini, insan mutluluğunu sağlayamayacağı anlaşılacak. Belki, toplumsal ve ekonomik düzeyde çok önemli sorunlar yaşanacak. Yarı aydınların ürettikleri bu kültüre duyulan güven sarsılmaya başlayınca, yeni bir kültürel anlayışa girilecek. İşte o zaman, aydınların böyle bir göreve hazır olması gerekir. Bu hazırlığın en önemli yanı da, kültür alanında olsa gerek. Dolayısıyla, şimdi etkisiz görünseler bile, aydınlarımız çok yakın bir gelecekte göreve çağrılabilir.[40]

  İşte Kaan’ın karşısına çıkan öğretmenleri de bu büyük yenilginin adamlarıdır. Onlar artık yazın alanında gelecek yeni bir dalganın kuşağına kıvılcım vermeye uğraşacaklardır. Mücadele döneminin etrafında eylemci gruplar oluşturan dergicilik deneyimini de çevresini edebiyatçıların sardığı edebi bir dergiciliğe taşıyacaklardır. Denebilir ki eski devrimci edebiyatçılar için eylemci akranların yerini heyecanlı ve hayalleri olan gençler alacaktır. Belki onların heyecanıyla direneceklerdir bu ütopyasını ve umutlarını yitirmiş zamanlara. Doksanlı yıllar askeri vesayetin devam ettiği bir dönemdir. 12 Eylül’den en az hasarla kurtulan İslamcılar sinsice yürüttükleri tabanda örgütlenmelerinin meyvalarını almaya başlamış;  laik devlete uzlaşma  dayatabilecek güce erişmişlerdir artık. Merkez Sağ siyaseti temsil eden Çillerlerle Siyasi İslamı temsil eden Erbakanların dönemidir bu. Görünürde Laik devletle siyasi İslam el sıkışırken arka planda liberal ekonomi hız kazanacaktır. Çillerler bir yandan yangından mal kaçırırcasına özelleştirmeye girişip ‘kalan tek sosyalist devleti yıkarken’ bir yandan da özellikle Kürtler üzerinde faili meçhul cinayet siyasetine ağırlık verecektir. Diğer yandan Erbakanlar ürkekçe de olsa sivilleşme adı altında toplumu islamileştirme hareketine başlayacaktır. Oysa bu sivilleşme İslamcı Siyasetin anladığı anlamda bir sivilleşmedir; hazlihazırdaki askeri vesayetin yerine kendi ordusunun vesayetini kurmak isteyen bir sivillleşme:

 uzlaşma adına özgürlükten, bireylikten, insan haklarından, demokrasiden, sanattan, aklın kullanılmasından, bilimden, … vazgeçilebileceği gibi akıldışı sivilleşme’yi dayatmak akıl alır gibi değil, toptancı bir ideoloji olan islam, aynı zamanda en büyük otorite olarak da kendini dayatır; her otorite gibi de devleti, ordusu, ailesi, … vardır; devlet, otorite ve aile, gerçek sivillikle bağdaşmaz.[41]

Ülke demokrasiden dem vuran İslamcı ve vatanın bölünmez bütünlüğü adına Kürtleri yok sayan ‘Atatürkçü’ yarı aydınların kayıkçı kavgasına sahne olurken Sivas’ta aydınlar yanacaktır. Solcu addedilen Ecevitler Fettulah Gülenlerle kolkola olacak; Yeniden Doğuş operasyonu adı altında hapislerdeki sosyalistleri katledecektir. İslami siyasetin önlenemez yükselişi karşısında askerler harekete geçip 28 Şubat operasyonu yapsa da ‘yüzde doksandokuzu müslüman’ olan ülkede İslami siyaset kınından çıkmış; barbarlar uyanmıştır artık. Hayati Baki’nin u-mutsuz şiir’inde yazdığı gibi barbarlar çoktan gelmiştir bile:

 (…)

barbarlar geldiler: yüreklerinde örümcek ateşleri, yaşamı

küçümseyen ölüm işaretleri. kahhar hırıltılarla

ateşler yaktılar şairlerin seslerinden gözlerinden

çocukların. gülüşü ağladı kentlerin öpüşmenin

ırmaklara akan yağmurunda. barbarlar geldiler: taşın

ve mazotun kardeşleri.

(…)[42]

İki binli yıllarda ABD destekli AKP’nin iktidara gelmesinden bugüne değin giderek güçlenen İslamcı Siyaset bugünden bakıldığında artık bir diktatoryaya dönüşmek üzeredir. Yani Adam Şenel’in kitle insanından beklediği uyanışın gerçekleşmemesi bir yana kitle insanının akıl tutulması kalıcı hale gelmiştir neredeyse.

İşte Türkiye bu ahval ve şerait içindeyken Kaan’ın yeteneğini keşfedecek ve onu bu uğraşında teşvik edecek kişi eski devrimci Nizamettin Uğur olacaktır. Özetle yeni bir ülke hatta yeni bir dünya umutlarını yitiren eski devrimciler, böyle bir umuda hiç sahip olamamış gençlere yazın alanında da olsa yol göstermeye çalışmaktadırlar ki bu olgunun bir örneği de Nizamettin Uğur ve Kaan İnce etkileşimidir bir bakıma.

Kaan, dersaneden sonra sınavda Ankara üniversitesi DTCF Sosyoloji bölümünü kazanır. Bu Kaan’ın girmek istediği bölümlerden biridir; hasbelkadar puanının tuttuğu bir bölüm değil. Bunu Erhan Levent Kolçak’ın şu sözlerinden biliriz: “Amacı, sosyal ağırlıklı bölümlere girebilmekti. Nitekim bunu gerçekleştirdi de…”[43] 1990 güzünde üniversite hayatına başlar. Bu arada şiirle ilişkisi de giderek derinleşmektedir. 1991’in ocağında Milliyet Sanat Genç Şairler Köşesi’nde ilk şiiri yayınlanır.

  1. 05. 2015

 

1992 yılı Kaan’ın kendi ölümüne koşarcasına şiir üzerine yoğunlaşacağı son yılı olacaktır. Dersane bitmiş ama Nizamettin Hoca’yla ilişkisi kesilmemiştir Kaan’ın. Öyle ki bu senenin ilk altı ayında Kaan ile Öğretmeni Nizamettin Uğur’un çevresinde arkadaşları Ülkü Çadırcı (Doğanay), Gökhan Tok ve Ayda Erbal’dan oluşan ve Kızılay/ Sakarya çevresindeki Balkan Kıraathanesi’nde her hafta  düzenli olarak buluşan beş kişilik küçük bir edebiyat topluluğu oluşacaktır. Bu buluşmalar hakkında günlüğüne şöyle yazmıştır Kaan:

21.3.92

(…)

Biz burada birkaç arkadaş haftada bir gün buluşup ürünlerimizi tartışıp değerlendiriyoruz. Aramızda şiir, öykü konularında yetenekli arkadaşlar var. Hepimiz öğrenciyiz. Ürünlerimiz yavaş yavaş çeşitli dergilerde yayınlanmaya başladı.[44]

2008 yılında yayınlanan bir yazısında Gökhan Tok, bu dönemde Kaan’la tanışmasını şöyle anlatır:

nizamettin uğur’a götürdüm yazdıklarımı. gencim daha, ellerim titriyor yazmanın şehvetiyle. okunmak, bilinmek istiyorum ama asıl iştahım yazmak üstüne. nizamettin hoca yazdıklarıma baktı, okudu. ‘balkan kıraathanesi’ne gel’ dedi, ‘orada seni biriyle tanıştıracağım.’ kıraathanenin önüne geldim, içeri baktım; hoca henüz yoktu. girdim içeri bir masaya oturmak üzere yürüdüm. tek bir masa boş; ağır adımlarla o masaya yöneldim.

yandaki masada bir kişi oturuyor; zayıf, kavruk bir oğlan… göz ucuyla bakıp geçiyorum. yüzüm kapıya dönük, nizam hoca’yı beklemeye başlıyorum. nizam hoca göründüğünde gözlerim parlıyor, elimi kaldırıp kendimi belli edeceğim… ince delikanlı elini kaldırıyor işaret ediyor. hoca önce onun yanına gidiyor, alıyor yanıma getiriyor. ‘siz daha tanışmadınız mı?’  diyor gülerek. elinde dosyalar, kağıtlar, bizim elimizde dosyalar kağıtlar, bende öyküler kaan’da şiirler… edebiyata hevesli çocuklardık. sanki bizi yazın dünyasını bahçesine bırakmışlar da kaçmışlar, nizam hoca bizi bulmuş bakıyor besliyor gibi… edebi anlamda nizamettin uğur bizim babamız oldu. o gün kaan ince’yi ilk görüşümdü. sonraları kah bıyıklı kah traşlı, kah kısa kesilmiş kah uzamış kıvırcık saçlarıyla gördüğüm zamanlar oldu elbette. yine de, ben onu bugün başka halleriyle değil, o ilk gün gördüğüm haliyle hatırlıyorum. 2008 yılının sonunda bu yazıyı kaleme alırken yıllar öncesine, geçmişe döndüğümde, kaan ince benim için ışıltılı gözleriyle gülen bir kardeştir.

 Kaan’ın ölümünden sonra kurulan İzlek Dergisinin çekirdeğini oluşturacak bu topluluktan Ayda Erbal İzlek dergisinin ilk sayısında bu Balkan Kıraathanesindeki buluşma günlerinden şöyle bahsedecektir:

 Başlangıçta beş kişiydik… Nizamettin Uğur, Kaan İnce, Gökhan Tok, Ülkü Çadırcı ve Ayda Erbal… Beş inanmış yürek… Bütün art niyetlerimizden arınmıştık… Birbirimizi ve kendi kendimizi, kuşkusuz bu arada yazın adına yapılmış kötü olan ne varsa her şeyi kıyasıya eleştiriyorduk. Kıskançlıktan uzak, verimliliğe dönük, değişik arayışların, biçim ve biçem denemelerinin tutkunu olmuş beş ütopya insanı…[45]

Yıllar sonra Bu toplulukta yer almış olan Ülkü Çadırcı ise yıllar sonra “(…) sen şiir yazsana derdin, yine öykü yazmaya devam ettim. Balkan Kıraathanesi’nde birbirine değen hayatlarımız kim bilir nereye gidecekti?”[46]  diye yazmıştır Kaan’a.

Bu dönem Kaan’ın Çağdaş Türk Dili, Yazılı Günler, Damar, Promete, Karşı gibi dergilerde şiirleri çıkmaya başlar. Aynı yılın nisan ayında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde, Mektup isimli şiiri yayınlanır. O yaz Behçet Necatigil’in Sevgilerde kitabını okuyacak ve çok beğenecektir.

Nihayet Kaan o zaman olayın yakınlarında bulunmuş kişilerden duyduğuma göre kefen giyermişçesine tamamen beyaz kıyafetlerle İstanbul’a ölümüne gidecektir. Burada ağustos ayının ilk haftasında Gizdüşüm isimli dosyasını bir yayınevine verir. Dünyadaki son günü 10 Ağustos’ta ise elinde bir tv eki olduğu halde otel odasına çıkar ve on bir ağustos sabahı sabah saat beş sularında Kadıköy, İstanbul’daki Ümit Oteli’nde kaldığı odasından atlayarak yaşamına son verir. Rivayete göre Kaan dördüncü kattaki denize bakan odasından bütün insani reflekslere ve içgüdülere meydan okurcasına sıçrayarak ve sırtüstü atlayarak intihar etmiştir. kaan pencereden tıpkı ‘denize atlar gibi’ atlamış, atladığı denizin kıyısında

boğulmuştur.”

Tv ekinin bir kıyısına ise şiirin de bir sonu olmadığını gördüğünden en güzel noktayı burada koyduğuna dair bir cümle karalamıştır.

Kaan intiharından önce son aradığı insanlardan biri de Metin Üstündağ olmuştur. Üstündağ, Kaan’ın ölümü üzerine şöyle yazmış:

 kaan ince.. yirmi iki yaşında, ankaralı bir şairdi.. bir gün, istanbul’a gelir.. en son, beni arar.. belki son bir kez.. ben, bulunmaz olurum o gün, nedense.. sonra güüp, atar kendisini, kaldığı otelin camceresinden aşağıya.. sonra öğrenirim.. kaan ince, henüz yirmi iki yaşındadır.. ve otelin ismi de: ümit oteli’dir.. ben bazenler derim ki: o gün keşke, ben bulunmaz yerine, ben bulunur olsaydım ve onunla buluşup konuşsaydım.. fakat nerden bileyim.. kaan ince ankara’dan gelecek, aklına en son bir kere beni aramak düşecek.. bir şey değişmezdi belki ama o değişmez olan ertelenebilirdi.

 Kaan’ın intihar etmiştir. Bir şair intihar etmiştir. Aslında bir şair Kaan’da intiharı tercih etmiştir. Bu beklenmedik intihar arkadaşlarını hem derinden sarsacak hem de  çok şaşırtacaktır. Yıllar sonra Yüzleşme adlı yazısında şöyle yazar Çadırcı:

“Peki şimdi hangi hastanede?” diye soruyorum. Aksi aklıma bile gelmiyor. Kaan ben yokken intihar etmiş. Tatildeyken… Haberim bile olmamış. Peki şimdi nasıl? Hepimiz öyle genciz, yaşamak öyle yakışıyor ki; hayallerimiz öylesine canlı, öylesine uzak ki ölüm bize… Nizam hoca telefonun öbür ucunda, susuyor. Neden sonra aklıma düşüyor. “Öldü mü yoksa?” Kaan öldü mü? Olacak şey değil. Şiiri ile tanınıyor; ödül almış… Kız arkadaşı var; üniversitede okuyor, ailesi, kız kardeşi, sonra biz… Arkadaşları… Bunca hayali varken insan neden ölmek ister? İçimde büyük bir kırgınlık var.[47]

Henüz olay sıcaklığını korurken çocukluk arkadaşlarından Erol Hızarcı “yörüngesiz gezegen ya da çadırsız yörük” diye yazacaktır Kaan’ın ardından “kanlı bıçak ya da göndere çekilen bayrak/ küçülen çember ya da sallanan tabure”

İçine sığdıramadığın engin denizini vermek istediğin birilerine. İşte duvarlara çarpıp gelen bu ışık suskunluğun sonsuzluğuna sığındı sonunda. Yarın ölebilecek kadar çok severek yaşadın. Kimsesizdin yalnızlığı hiçe sayarak kadar. Körfezimizde dolanır ama hep açığa demirlerdin. Beklemediğimiz bir anda ırmak oluverdi denizin, akıp gitti göllerinden bilmediğimiz yerlere damla damla. Ardında yosun rengi gözlerimizi saran kançığlıkları bırakarak.[48]

Aynı dönem Gökhan Tok ise Carmina Morta Carent adında bir şiir yazar  Kaan’ın anısına:

CARMİNA MORTA CARENT

 Kırmızıda yaşayan bir dostum var. Hep

isterdi kırmızı yıldızlarla dolu, kırmızı

bir geceyi. Ulaştı sonunda.

Bir şair daha öldü. Hayalcinin biriydi

belki, evet aylağın tekiydi; ama güzel

Şiirler yazardı. Yoo hayır, o öldü diye

hiçbir şey eksilmedi dünyadan. Sadece,

artık, rüyalar biraz daha siyah-beyaz,

bulutların üzeri biraz daha kırmızı.

Kaan’ın en son şiiri ölüm üstüne oldu.

Ama bizler biliyoruz: Şiirler ölümsüzdür,

şairler ölse bile.

Bundan yıllar sonra yine Gökhan Tok Kaan’ı anarken şöyle yazacaktır:

yalnızca gelişler kutlanır diyor bir eskimo atasözü. kibar birisi, gidişiyle başkalarını üzmemek için veda etmeden gidermiş. kaan giderken bize veda etmedi. gidişiyle üzmemek için belki. bugün gidişinden daha fazla üzüldüğüm bir şey varsa onun gelecekte yazacaklarını okuyamamaktır. (…) isterdim ki bu bir anma değil kutlama yazısı olsun.

kutlama başka bir hayata kaldı.

 Oysa ardında bir veda notundan çok daha ötesini şiirlerden ince ince akan bir ka n şeridi bırakmıştır Kaan. Sanki bütün şiir külliyatı ince ince tasarlanmış intiharının edebi bir veda notudur. Ama kimse bunu farketmemiştir; farkedememiştir bu intiharın gelişini. Sonradan İzlekçilerden biri olacak olan Bahar Aslan’ın bir öykü karakteri Pinoponi de soracaktır bu durumun nedenini: “Neden duymaz kimse, bir intiharın paketlenişindeki gürültüyü?…” Gerçekten de arkadaş arasındaki kelime oyunlarında bile ölüm takıntısını dışa vurmuştur Kaan; Ağaç’ın çağrışımının ‘Çınar, Salkımsöğüt’ olduğu bir oyunda bu kelimeleri şöyle dizeleştirmiştir: “Çınarın gölgesine asılansalkımlarda beden”[49] Şiirlerinde kendini dışa vuran Kaan şiiri dışında ketumdur beri yandan. “Gizemli ve melankolik bir dünyası vardı”r ve “Bir insanla ne kadar yakın ve içtenlikli olursa olsun, özel yaşamının (okul, aile vb) ayrıntılarını yansıtmazdı”[50] diye yazar Erhan Levent Koçak.

Kaan’ın şiirlerinden taşan ölümün gelişini sezememiştir en yakınları bile. “O kadar yakınındaydık; şiirlerinin altını üstüne getirirdik buluşmalarımızda; anlamadık. Şiirdeki ölümün yaşama böyle kastedeceğini düşünmedik.”[51] diye yazar Çadırcı. Yani şiiriyle şair arasındaki o bağı görememiştir kimse. Kaan’ın intiharı edebiyatın hayatla olduğu kadar ölümle de içiçe olduğunu sezdirmiştir çevresindekilere ki Ayda Erbal da şöyle yazmıştır: “Ve bir gün Kaan gitti. Yazına düşman olduk; tehlikeliydi çünkü, ‘canımızı’ almıştı; aylarca yazamadık, yazmak istemedik. Ama yazmadan da edemiyorduk.”[52]

Zaten bana kalırsa bir sanat yapıtı gibi bunca ince işlenmiş bir intihara engel de olamazdı kimse. Kaan Balkan Kıraathanesinde buluştuğu arkadaşlarının arasında bile bir şair yalnızlığı içindedir; kendisi tarafından bile pek anlaşılamayan olsa olsa sezilen bir şairin yaban yalnızlığı ki aynı yazısında Gökhan Tok onun hakkında şöyle yazacaktır:

 kaan ince hakkında bir yazı yazmam istendiğinde ne yazacağımı şaşırdım açıkçası. yıllar sonra, birini yıllar önceki haliyle hatırlamak bırakın benim gibi hafızası zayıf birini, zihni sarih kişiler için bile zor olsa gerek. hele de tanımadığınız biriyse…

kaan ince benim tanımadığım biri. tanımıyormuşum, tanıyamamışım. birlikte oturup konuştuğumuzda, yemek yiyip çay içtiğimizde tanıyamamışım meğer. güldüğümüz, küfrettiğimiz, homurdandığımız zamanlarda bile birlikte değilmişiz. meğer o tanımadığımız, içinde farklı biri olan başka biriymiş. tanısak, bilsek yaptıkları bize uzak, gittiği yer yabancı gelmezdi. şimdi yıllar öncesine dönüp bu yabancıyı, yabancılık çektiği diyarda yaşadıklarını hatırlamak zor.

“belki de” der yine Tok “şiirinde aradığını çoktan bulmuştu da, yolculuğuna bu nedenle son verdi. belki de aradığını hiç bulamayacağını düşündü.”

 Bu yazıda bunu söylemek için erken ama bana kalırsa belki de Kaan intihar külliyatını bitirmiş ve şiir dosyasını teslim ettiğinde ertelenmiş intiharına kavuşmuştur. Belki de önbilici sezgin şiiridir şairini intihara sürükleyen. Zaten Kaan’ın intiharı ve şiiri arasındaki o bağın duyumsanması verecektir bize şairle ölümün bitmeyen dansının doğasını. Beri yandan Kaan’ın odasında kül tablası dolusu izmarit bırakarak gecenin ilk ışıklarıyla ölümün kucağına atlayışı Ecinni’lerdeki intiharperest nihilist Kirilov’u hatırlatır. Kirilov kimsenin yapmadığını yapacak ne yaşamın zorlukları ne de umutsuzluk yüzünden değil korkuyu yenerek insan-tanrı olmak için belirli bir tarihte intihar edecektir. Ne var ki intihar için saptadığı zaman geldiğinde yenmeye çalıştığı korku onu sarıp kararsızlığa sürükler. Dostoyevski Kirilov’un kendine verdiği sözü tutmak için odasında kendisiyle verdiği mücadeleyi parlak bir biçimde tasvir eder. Nihayet Kirilov korkusuna rağmen kendine verdiği sözü tutar ve intihar eder. Sanki Kaan da yazdığı intihar şiirlerini bir yayınevine vermeyi beklemiştir intihar için; sözünü tutmak için gece boyu verdiği mücadele sırasında sigara üstüne sigara içmiş ve nihayet sabaha karşı Kirilov gibi kendine verdiği sözü tutmuştur.  Şimdilik bu şair ve ölüm meselesini yine öteleyerek kaldığımız yerden Kaan’ın intiharından sonra olup bitene bakarak devam edelim yazımıza.

Kaan’ın ölümünden sonra yine Nizamettin Uğur’un çevresindeki gençlerden oluşan edebiyat topluluğu Balkan Kıraathanesindeki buluşmalarına devam edecektir: “Aramıza, Ercüment Özdemir, Erol Hızarcı, Bahar Aslan ve Ali Burak Güven’in de katılmasıyla, her perşembe, Kaan’ın da geleceği umuduyla yeniden toplanmaya başladık…”[53] Kaan’ın çocukluk arkadaşları Ercüment Özdemir, Erol Hızarcı ve Cem Sürücü de katılacaktır bu topluluğa. Kaan’ın ölümü onun edebiyat çevresi ile dostlarını bir araya getirecektir böylece: “Dostların dostlarımız oldu senden sonra.”[54]

Kartopu gibi büyüyen bu topluluk Kaan’ın ölümünden altı ay kadar sonra 20 Ocak 1993’te Kaan İnce Kültür ve Sanat Vakfı’nı kuracaktır. 

  1. 05. 2015

 

Vakıf, aynı yılın Ekim ayında İzlek dergisini çıkarmaya başlayacaktır. İzlek Dergisinin yayın hayatına başlamasıyla ilgili ilk sayıda Ayda Erbal şunları yazmış:

 Erguvan rengi bir Ankara akşamı… Heyecan dorukta… Bir dönemdir konuşuyorduk bunu ama… Yazının kan kaybından öleceği; medyanın doludizgin, durdurak bilmeden sağı solu kirlettiği, insanları sersemletip düşünmemeye yönelttiği günlerde bir dergi… Üstüne üstlük, yazın dergisi… Delilik… Düpedüz delilikti bu…

(…)

(…)yeni yeni insanlar, yeni yeni umutlar katılıyor aramıza gün be gün… Aylardır çeşitli dergilerde ayrı ayrı görünmemizin sonu geldi. Pohpohlamaların olmadığı, kötü olanın yüceltilmediği bir yazın istiyoruz. İşte şu anda elinizde tuttuğunuz dergi de, bu arayışı somutlaştırmak için çıkıyor. Sessiz çığlıklar atmaktansa, ‘biz de varız!’ demek istiyoruz.[55]

 İzlek Dergisi; on sekiz ile yirmidört yaşları arasındaki gençlerin kurduğu samimi bir edebiyat dergisi olacaktır. Ekim 1993’ten Mayıs 1999’a kadar 43 sayı çıkan; bu bakımdan birçok yazın dergisine göre epey uzun soluklu olan bu dergi birçok genç yazar ve şairi yazın dünyasına katacağı gibi pek çok önemli edebiyatçıyı da ağırlayacaktır sayfalarında. Yazıları, öyküleri, eleştirileri, söyleşileri ve şiirleriyle kimler geçmeyecektir ki bu sayfalardan: Ayda Erbal, Gökhan Tok, Ülkü Çadırcı Doğanay, Erol Hızarcı, Bahar Aslan, Aslıhan Ünlü, Cahit Külebi, Serdar Aydın, Ali Hikmet Eren, Şükrü Erbaş, Ahmet Telli, Adnan Satıcı, Bilal Kayabay, Hayati Baki, Erhan Kuzhan, Yusuf Eradam, Akif Kurtuluş, İdris Atmaca, Ergül Çetin, Alaattin Topçu, Faruk Duman, Muzaffer Kale, Özgür Günay, Adam Şenel, Muhsin Şener, Özer Aykut, Yavuz Yıldırım, Hilmi Haşal, Ahmet Ada, Tuğrul Asi Balkar, Ramis Dara, Ece Temelkuran, Gürhan Uçkan, Ayşe Nihal Akbulut vd.

Bana kalırsa kısıtlı imkanlarına rağmen iz bırakmış önemli bir dergidir İzlek. Arkasında büyük bir sermaye yoktur İzlek’in. Hem vakfın hem derginin etkinlikleri Nazlı Eray’ın hanında kiralanmış küçük bir odada yürütülmektedir. Vakfın ve derginin devamı için canlarını dişlerine katan İzlekçi gençler çoğu zaman harçlıklarından artırdıklarıyla; bulup buluşturduklarıyla ödemektedirler kira ve dergi baskısı masraflarını. Derginin yedinci sayısında Yusuf Eradam’ın 6. Ankara Film Festivali ile ilgili yazdığı yazıdan o sıralar İzlekçilerin para bulmak için bu festivalinin katologlarını nöbetleşe sattıklarını öğreniriz. Hatta Eradam, bu odanın kirasının gecikmesiyle ilgili biraz müsamaha göstermesi için İzlekçilerin ricasını iletmiş ama Nazlı Hanım bu ricayı nazikçe geri çevirmiştir:

Ama o ne yapsın, hanı avukatlar yönetiyormuş, hem vakfın kirasının geç ödenmesine göz yumarlarsa, bu bütün hana kötü örnek olurmuş. “Gençlere söyle Yusuf, ne yapsın etsinler, ödesinler kirayı.” dedi. Ayda Erbal’a  söz verdim, bir yerlerde İsteyenin bir yüzü kara. Nazlı Eray zenci diye yazacağıma.[56]

 Her sayısında Kaan’ın Gizdüşüm kitabında yayınlanmamış şiirlerini yayınlayan İzlek’in üzerinde ince bedeni ve ince sesiyle Kaan’ın ruhu gezinmekte; Kaan şiirlerini bu dergide yazmaya devam etmektedir adeta. Gökhan Tok yıllar sonra İzlek ve Kaan’la ilgili şunları yazacaktır:

 kaan’ın da çalışmalarıyla yer alacağı bir dergi çıkarmak niyetindeyken, onun adına, o olmadan bir dergi çıkarmak çok yadırgatıcı bir duyguydu. izlek dergisi böyle sersemletici bir havada çıktı. zamanda bir kırılma olmuş da başka bir boyuta geçmişiz gibiydi. başka bir hayatta, bir paralel evrende, izlek dergisi ekibinde kaan ince de var. yıllarca şiirlerini yazmayı sürdürdü. okumadığımız pek çok yeni çalışmaya imzasını attı. biz bunu bilmiyoruz. bizim evrenlerimiz 1992’de ayrıldı ve farklı hayatlara savrulduk. şimdi bize kalan, şiirleriyle var olan bir yabancı kaan ince; buralar da yaban diyarlar.

izlek dergisini görse ne düşünürdü bilmiyorum. belki beğenir tatmin olur, belki de beğenmez daha iyisini yapmaya çalışırdı. ama izlekçileri severdi eminim. yazarları, şairleriyle o dergi, kaan’ın görmesi gereken bir dergiydi. orada bizimle olmalı, bizimle tartışmalı, bizimle okumalı, yazmalıydı. o güzel insanları kaan da tanımalıydı. oysa tanışamadı, bir yabancı olarak kaldı.

  1. 05.2015

 

İzlek dergisinin izleği Kaan’dır dersek fazla da abartmış olmayız. Öyle ki derginin çıkacağından habersiz olan ve sonra sürekli yazarlarından biri olacak olan Aslıhan Ünlü vakfa bir mektup yazacak ve derginin ilk sayısında basılan mektupta şöyle diyecektir:

 Kaan İnce’nin şiiriyle ilk kez Varlık’ta tanışmıştım. Kısa süre sonra öldüğünü öğrenince neler hissettiğimi şu anda bile anlatmakta güçlük çekiyorum. (…) Onun çok güçlü, belki de insanların zayıflıklarına katlanamayacak kadar güçlü bir yüreği olmalı ki, şimdi bizleri buluşturuyor.

 Ünlü haklıdır; Kaan’ın şiirleri olacaktır bir bakıma İzlekçileri bir araya getiren. Ne de olsa

koca bir yürek

kutupyıldızı gibidir

şiiridir adresi

şairlerin[57]

Ülkü Çadırcı ise Kaan’a hitaben şöyle yazmıştır yıllar sonra:

 … bizim için ise okeye, briçe, tavlaya gelen Sakarya Caddesi esnafının şaşkın bakışları altında, atmosfere hiç de uygun düşmeyen genç erkekler ve kadınlar olarak toplandığımız Balkan Kıraathanesi’nde birlikte kurduğumuz o düşe atfen senin adının yeniden onurlandırılması idi her sayı…[58]

  1. 05. 2015

 

1997’nin nisanında Kaan’ın bir kısmı İzlek Dergisi’nde yayınlanmış, Gizdüşüm dosyasında yer almayan şiirleri Ka n adlı bir kitapta toplanıp İzlekçiler tarafından basılacaktır. Böylece Kaan ölümünden sonra ikinci şiir kitabını da çıkarmış olacaktır.

1999’a geldiğimizde vakıf ve İzlek dergisi dağılır. Bunun pek çok sebebi olabilir. En başta bunca maddi imkansızlığa rağmen amatör bir tutkuyla bir yazın dergisinin bu kadar süre hayatta kalabilmesi bile bir başarıdır. Beri yandan bana kalırsa İzlek’in sona ermesinin en büyük nedeni onu kuran ve yürüten gençlerin artık ‘büyümüş’ olmasıdır. Okullar bitecek; gençler kendi hayatlarına odaklanmak zorunda kalacaktır. Artık herkes kendi yolunda yürüyecektir. Eski İzlekçilerden Ülkü Çadırcı şöyle anlatmıştır bu durumu Kaan’a hitap ettiği yazısında:

 Ha sonra ne oldu diyeceksin? Sonra büyüdük. Okullarımız bitti. Kimimizin yolu egemen edebiyat çevresine teğet geçti; kimimizinki ise çarkın içinden… Bazılarımız kaçak güreşmeyi yeğledi yine. Hem orada, hem değil. Kimimiz ise uzakta durup –senin o alaycı gülümsemene öykünerek- olan biteni seyretmekle yetindi.[59]

 Çadırcı’nın yazdıklarında eskiden solcu söylemde birleşen arkadaşlarından bazılarının şimdi kapitalizmle uzlaşarak yollarına devam edişi karşısında bir serzeniş var gibidir. Bu serzeniş yine eski bir İzlekçi olan Serdar Aydın’ın yazdıklarında daha belirgindir.

 Sokaklarda blues söylediğimiz, üniversite bahçelerinde ‘yine çaktık derslerden’ diyerek kaçak viski içtiğimiz, ölümlerin acısını paylaştığımız, bekar evlerinde sızıp kaldığımız kardeşlerimizin şimdi çok uzaklarda oluşu; ticarete, akademiye, memuriyete vs. gömülmüş olması, hep reddettiğimiz kapitalist sisteme eklemlenerek FED başkanının sözlerini yorumlaması, piyasalardan bilgi vermesi ve daha bir çok olgu, elbet ki hüzün veriyor bana.

 Özetle yolu İzlek’ten geçen solcu genç edebiyatçılardan kimi kapitalizmle tokalaşıp uzlaşmış, kimi ise onunla uzlaşmayı reddetmiştir.

Mermer kayıklarımızla diğer yarısına geri döndüğümüz acının, usulca çekilen denizlerimizin, son bulduğumuz, yenildiğimiz ve fakat hala komformist ve pragmatist olamadığımız hayatın neresinde olursak olalım; uyuşamadık bize dikte edilen yaşam pratiğiyle.[60]

Ne var ki Serdar Aydın’ın bu sözlerindeki çaresizlik ‘hayatın neresinde olursak olalım’ ifadesinde gizlidir; çünkü kapitalist sistemde yaşayan birey için ikinci bir seçenek yoktur;  gönüllü ya da gönülsüz kapitalizmin dişlisi olmaya onun kurallarıyla oynamaya mahkümdür kişi. Bir bakıma üniversiteler de nihayet sisteme iş gücü yetiştirmek için vardırlar; bunun için eğitim rahlesinden geçirirler gençleri ve çoğu zaman okulun kapısından çıkılınca genç yüreklerin tutkuyla sarıldıkları ütopyaları da yavaş yavaş solmaya başlayacaktır; hatta kimini istese de istemese de sistemin bir savunucusu haline getirecektir. Yoksa Kaan’ı intihara sürükleyen sebeplerden biri de bu geleceğe dair öngörüsü mü olmuştur?

Peki, neler yapmışlardır, şimdi nerededirler kısa bir süre de olsa Kaan’ın hayatlarından geçtiği İzlekçiler? 1972 doğumlu Ayda Erbal, Halen New York University Siyaset Bilimi Bölümü’nde doktora öğrencisidir. 1995’te Aykut Kansu’nun 1908 Devrimi adlı doktora tezinin bir bölümünü bir yayınevi için İngilizceden çeviren Erbal’ın 1999’da Son Kullanma Tarihi Geçmiş Aşklar adlı öykü kitabı da aynı yayınevince basılmıştır. Ankara, İstanbul ve New York’ta yaşayan Erbal’in yazıları Agos ve Birikim’de çıkmaya devam etmektedir. Ayrıca internette yazdığına göre film yapmaya çalışmaktadır.

Ayda Erbal gibi 1972 Ankara doğumlu olan Gökhan Tok, 1995 yılından bu yana TÜBİTAK’ın yayımladığı Bilim ve Teknik ile Bilim Çocuk dergilerinde yazarlık yapmaktadır. 1994 yılında Ülkü Çadırcı ile birlikte yazdıkları Teneke Kaplı İvanadlı çocuk kitabı roman dalında Tudem edebiyat ödüllerinde birinci olmuştur. İzlek dergisinde yayınlanan yazı-şiirleri Gülümseyen Çiçekler adlı kitapta toplanıp 1997’de basılmıştır.  Çalışmaları, ABD’de yayımlanan The Space Between Our Footsteps adlı antolojiye seçilen Tok,  2004 yılında, Sabahın İlk NefesiMasal Seven EjderhaDemir Kanat Mavi GökDünyanın En Güzel Pastası, Gündüzünü Yitiren Kent adlı çocuk kitaplarına imza atacaktır. Kendisini İzlek dergisinde kısaca bir türlü büyümeyen; yalnızca boyu uzayıp sakalları çıkan ve hala çocuk olduğu için oyun oynamaya bayılan biri olarak tarif eden Tok’un çocuklara yönelik yazması bizi şaşırtmaz. Tok’un yazınsal yönelimi daha çok fantastik edebiyata doğrudur ve bu türde yazdığı Tarih Bir Şey Öğretmez Bize(2006) adlı romanıyla yine Tudem’in ilk gençlik romanı dalında jüri özel ödülünü alacaktır. Bu roman, evrenin oluşumunu ve insanlık tarihini zıt kutupların; artı eksi kutuplarının savaşı olarak ele alan; bilimsel temellere dayayan modern bilimsel bir mittir ve bana kalırsa gerçekten başarılı bir eserdir. Tok, kurgucu edebiyat yazarının toplumsal bir misyonu olmadığını yazmıştır ki bu görüşün altına ben de rahatça imzamı atarım:

 Bu noktada şöyle bir soru çıkıyor karşımıza: Kurgucu edebiyatın yazarının görevi nedir? Ben bu soruyu şöyle yanıtlayacağım: Düş kurmak ve bunu insanlarla paylaşmak. Bunun dışında, yazarın herhangi bir toplumsal sorumluluğu olduğunu kabul etmiyorum. Yazar sosyal bilimci değildir; bu yüzden toplumu anlamak için uğraşmaz ya da toplumbilimsel araştırma yapmaz. Yazar gazeteci değildir; dümdüz gerçeklikle halkı bilgilendirmez ya da kamuoyu oluşturmaya çalışmaz. Yazar politikacı hiç değildir; halkı yönetmez, yasa koymaz. Yazarın yapmak zorunda olduğu şey düş kurmak ve bunları yazmaktır. Gerisi okuyucunun bileceği şeydir. Okuyucu ister toplumbilimsel, ister politik anlamlar çıkarır, yaşamını bu anlamlara göre düzenler; isterse de kaldırır atar; bu, artık yazarı ilgilendirmez. O, kişilerin ya da kurumların kullanabileceği bir düş yaratmıştır. Bu düşün gerçekleştirilmesi edebiyatın işi değildir.[61]

 Fantastik edebiyatla uğraşan yazar için söylendiği düşünüldüğünde haklıdır Tok; bir düş yazarı, siyasi bir niyetle ‘dümdüz’ bir biçimde halkı bilinçlendirmek için yazmaya kalkarsa elbet bir şeyler yazacaktır, ama yazdıkları edebi olarak ne denli değerli olabilecektir ya da yazarken kendini ne derece özgür kılabilecektir bu tartışılır. Denebilir ki edebiyatçının da siyasi bir duruşu farkında olsa da olmasa da vardır ve bu duruş illa ki bir biçimde eserine yansıyacaktır ama bu siyasi duruşu dümdüz aktarmak için edebiyatı bilinçli olarak kullanmak onu bir araca çevirmek; değerini düşürmektir bir bakıma. Eğer bir yazar siyasi görüşlerini yazmak istiyorsa fantastik edebiyatı alet etmeden de haydi haydi doğrudan bir biçimde yapabilir bu işi. Nihayet Picasso’nun da dediği gibi “Sanat hakikat değildir, sanat bize hakikati anlamayı öğreten bir yalandır.” Kaldı ki Gökhan Tok’un Tarih Bir Şey Öğretmez Bize’si evrenin ve insalığın tarihinin Tanrı’yla açıklandığı dinsel mitin yerine bunların artı eksi kutupların çatışması şeklinde açıklandığı ‘bilimsel’ bir mit ikame etme çalışması olarak da okunabilir. Bir bakıma Nietzsche’nin ‘yaratıcı insanın dinin yerine kendi mitini oluşturması’ fikrinin bir pratiği olarak bile düşünülebilir. Dinsel mitten farklı olarak böyle bilimsel bir mitin kitleselleşmesi mümkün değildir günümüzde, ne ki kitleselleşen her mitin eninde sonunda taşlaşacağı ve kalıplaşacağı düşünülürse bu iyi bir şeydir bile aslında. Özetle farkına varılsa da varılmasa da edebiyat kuyuya taşını atmaktadır ve Tok’un dediği gibi onun kuyudan çıkarılıp çıkarılamayacağı yazarını ilgilendirmez artık.

Tok yıllar sonra Kaan için şöyle yazacaktır:

birçok şeyi unutmuşum, o günlerde yaşadıklarımı, tanıdıklarımı unutmuşum. bazen böyle hastalıklı bir düşünce geçiyor aklımdan, unutmak belki de bana iyi gelmiş.

kaan öldü, biz büyüdük; iş güç sahibi olduk. yaşasa kaan da bir yerlerde bankacı, muhasebeci, memur, reklâmcı, müfettiş, insan kaynakları müdürü vb. olacaktı. bir şekilde karşıma çıksa ona da söylerdim bugün: “yaşamı savunmak adına unuttum ben seni…

Ama hani dedikleri gibi söz uçar yazı kalır ve bir zamanlar Tok’un da varoluş bunalımları şiirlerine yansımıştır:

Ben niyeyim?

çingalingalink-tingalingalink

Beynim akıyor

çingalingalink-tingalingalink

Artık burada bitmeli

çingalingalink-tingalingalink[62]

Aslında bu sözler erken giden bir arkadaşın arkasından söylenmiş üzüntülü bir sitemdir ki aynı yazısını devamında Kaan’la ilgili şöyle demiştir Tok: “ne var ki biz yolumuza devam ettik, yolculuğumuz sürdü, sürüyor. bugün yanımızda yürümeyi sürdürmesini isterdim açıkçası.”

 Tok’un Gülümseyen Çiçekler adlı kitabı önemlidir. İsmi Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’ne nazire olsun diye konulmuş gibi duran bu kitaptaki şiirler de yine Baudelaire’in Paris Sıkıntısı’ndakiler gibi ‘düzyazı şiir’ şeklindedir. Bu şiirler bir bakıma yer yer Kafka’nın aforizmaları ve kısa hikayeleriyle de benzerlikler göstermektedir. Anladığım kadarıyla bir çoğu İzlek Dergisinde daha önce yayınlanmış şiirleri bu kitapta toparlanmıştır Tok’un. Bu kitapta yukarıdaki gibi ölüm ve intihara teğet geçen iki şiirine daha rastlarız .

 UYKUSUZ

Deliler dansediyor gecede. Saatler önce vazgeçtim ölümden ve artık uyuyamıyorum da.  Dokunmayın bana! Hiçbiriniz bilmiyorsunuz, gözlerim kapalı benim. Yatağım ateşler içinde ama hepinizi seçebiliyorum yine de. Gözleriniz üstümdeyken bağırabilirim: “Bir daha söyle!” Kapılar aşıldığında dansınızı kesmeniz umurumda değil. Güneş! İnsanların ulu uyandırıcısı, söyle, lanetlendin mi beni? ![63]

MAÇA PAPAZI

Rutin iş benimki. Bazı günler hiç çalışmadığım olur. Bazen de tam tersi; saatlerce aynı işi yaparım. Daha doğrusu yaparız. Elli ikimiz birden. Hayat giderek anlamsızlaşır. Zaman zaman intiharı düşünürüm. Ama hep aynı şey engeller beni. Diğerleri bensiz ne yapar?[64]

Uykusuz’da özne bitmeyen bir gece yaşantısındadır; “Delilerin dansettiği” bu gecede ölümü bile düşünmüştür ama vazgeçmiştir. Bunun bedeli uyuyamamak ve geçmeyen bir geceye hapsolmak olmuştur. Maça Papazı ise ‘esnek’ çalışma saatlerinin rutininde kaybolmuş modern insanın metaforu gibi görünmektedir. Kendisi için anlamsızdır yaptığı iş. Çünkü Maça Papazı ne kadar 52lik bir destenin parçası da olsa tıpkı diğer elli bir iskambil kağıdı gibi eylemlerine kendi karar veremez; başkalarının elindedir yapıp ettikleri ve sadece oyundaki işleviyle sınırlıdır özü. Yani çarkın bir dişlisinden başka bir şey değildir.  Maça papazı da bu ‘rutin’den ve anlamsızlığından sıyrılmak için zaman zaman Uykusuz gibi intiharı düşünür ve vazgeçip durur bu düşüncesinden. Lakin Maça Papazı bu vazgeçişinin sebebini de söyler; gecedeki Uykusuz gibi kendi delileri arasındaki bir yalnız değildir o; o olmazsa işlevi kalmayacak bir topluluğun parçasıdır. Bu topluluk kuklalardan oluşsa da başkaları için gerekliliklerini yitireceklerdir Maça Papazı olmasa.  Sonuçta iki şiirin öznesi de intihara ve ölüme teğet geçerler; biri güneşe kavuşmak için öbürü ise diğerleri için vazgeçer ölümden. Evet, Tok iki şiirinde de yukardaki Ayılış şiirindeki mısralarında olduğu gibi “Artık burada bitmeli” demeyerek bir bakıma anlamsız, rutin sabahlara varılan acı veren, uykusuz geceleri olan ‘hayatı savunur’.  Ama bu savunuş Camus’nün saçma da olsa yaşamak gerek söylemi gibi kişisel bir görüş olarak kalır. Çünkü kendini İzlek zamanlarında büyümeyen bir çocuk olarak gören Tok da farkındadır, çocukluğun aslında ‘yitik bir ülke’ olduğunun.

YİTİK ÜLKE

Ağaçlarına çıktığımız tepeler şimdi ne uzak, yağmuruyla ıslandığımız bulutlar ne ulaşılmaz. Suyunda yıkandığım ırmak neden akmıyor hala?

Çocukluğumun ülkesi, söyle neredesin?[65]

Sistemin çarklarına girilip ‘büyüklerin’ kurguladığı  ‘gerçekliğe’ adım atıldığı an sona erer çocukluk. Artık hiçbir şey ‘çocuğun’ algıladığı gibi sahih olmayacaktır yeniden. Kurgulanmış dünyanın kuru bir görüntüsüne dönüşecektir tepeler ve bulutlar. Kurgulanmış dünyada zaman düzçizgisel; uzamsa sınırlıdır ve çocuğun zamanı sonsuz bir an; uzamı sınırsız olarak duyumsamasını sona erdirir. Çocuk oyun içindeki düşsel sonsuzluğundan ‘büyüklerin’ kuru ve sahte anlamlı dünyasına geçer. Yani çocukluktan ve çocukluğun dünyasından kopuş ne zamansaldır ne de uzamsaldır; bu kopuş algısal, tinsel ve geri dönüşü olmayan bir kopuştur. Çocukluğunuzun geçtiği yerlere tekrar gidebilirsiniz; aynı tepelere çıkıp çocukluğunuzdaki gibi uçurtma uçurabilirsiniz ama aklınızın bir köşesi hep ‘yetişkin’ dünyasındaki yarındadır; bir yanınız bu yaptığınızın bir kaçamak olduğunun ve yarın sabah işe gideceğinizin farkındadır hep. Anneniz çağırmadan eve gidersiniz, artık zaman sınırlıdır sonsuz bir an değildir. Düşünülmesi gereken yarınlar vardır artık. Bu yüzden oyun oynayan bir çocuk gibi o ana odaklanamazsınız. ‘Çocukluğa’ yapabileceğiniz geçici zihinsel yolculuğun anahtarı sanatta gizlidir artık ve Tok’a çocuk kitapları yazdıran da bu hasrettir belki.

Tok’un Uykusuz ve Maça Papazı şiirlerindeki anlamsız ve rutin de olsa hayatı evetleyen tavrı başka türlü bir ölümü de evetlemektedir beri yandan ki bu ölüm ‘gerçek’ ölümden daha beterdir belki de. Üst katta yaşayan bu ölüm yaşarken başına gelebilir insanın ve ölümün bu türlüsünü yaşamadan ölmek daha iyidir sanki.

ÖLÜM ÜST KATTA YAŞIYOR

Ölüm bizim üst katta yaşıyor. Hayır hiç de bugüne kadar betimlendiği gibi değil. Ne iskelete benzer bir görüntüsü, ne de elinde orağı… O da sıradan biri bizim gibi, ama umutları yok yarın için, sevinçleri yok. Üst komşumuz bay ölüm yapayalnız, kimsesiz. Bazen dışarı çıkar, görürüm; sevimli bir gülümsemesi vardır. Naziktir alabildiğine, kimseye kötü söz söylediği görülmemiştir. Çocukları sever, belki kendi çocuğu olmadığından, onlarla şakalaşmaya bayılır. Ve bir de, geçen yıl ölen karısından söz ederken Bay Yaşam oluverir. bay Ölüm üst katta yaşayan komşumdur. Umutları, hayalleri, sevinçleri kalmadığından Bay Ölümdür o.[66]

Ne denebilir ki kelimelerin bunca kaygan olduğu bir zeminde. Kaan da Bay Ölüm olmamak için intihar etmiştir belki “bir yerlerde bankacı, muhasebeci, memur, reklâmcı, müfettiş, insan kaynakları müdürü” olup umutlarını, hayallerini, sevinçlerini kaybederek Bay Ölüm olmamak için; belki de çoktan Bay Ölüm olduğuna karar verdiği için.

Ülkü Çadırcı Doğanay, şimdi Ankara Üniversitesi İletişim fakültesinde profesör doktor ünvanlı bir akademisyendir. Yazın alanında ise 1993 yılında Varlık Yayınları Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülleri’nde birincilik ödülünü; 1994’te ise yukarıda da yazdığım gibi Gökhan Tok’la birlikte yazdığı “Teneke Kaplı İvan” adlı çocuk kitabı ile roman dalında birincilik ödülünü kazanmıştır.

  1. 05. 2015

 

Kaan’ın Balkan Kıraathanesindeki edebiyat topluluğundaki arkadaşları yollarına bu şekilde devam etmiştir. Şimdi de sonradan İzlekçilere katılacak olan Kaan’ın çocukluk arkadaşlarına ne olduğuna bakalım. Kaan sarnıca akan suyun sesinde hüzün şiirini “gerçek dostlarım” diyerek adadığı cem ve ercü, çocukluk arkadaşları Cem Sürücü ve Ercüment Özdemir’dir.

Bir yazısında Kaan’ın “Çay ocağındaki olgun tavırları ve yol gösterici tutumları”[67]na dikkat çeken Cem Sürücü şu anda dizi yönetmenliğiyle uğraşırken Ercüment Özdemir ise  tarım bakanlığında müfettiştir.

 Kaan’ın İzlekçilere katılmış diğer çocukluk arkadaşı ise Erol Hızarcı’dır.

Erol Hızarcı halen senaryo, mavra, öykü ve roman yazmaktadır. Bir çok dizinin senaristi olan Hızarcı’nın kısa metrajlı senaryosu Alacakaranlıktaki Ülke ve uzun metrajlı senaryosu Batık Aşklar Müzesi (1994) filme alınmıştır. İlk öykü kitabı Toprakaltı Sarayları 1998 yılında yayımlanan Hızarcı ilk romanı Kadın Tamircisi’ni ise basacak yayınevi bulamadığı için kendi olanaklarıyla yayımlayacaktır. Hızarcı’nın Çanakkale Savaşı’nı savaş karşıtı bir biçimde ele alan ikiz romanı Kuğu Şarkısı ve River Clyde ise Şafağa Vuran Dalgalar adı altında birleştirilerek bu yıl yeniden yayımlanmış. Bunların dışında Kırolaterya Diktatoryası ve Gezi olaylarını ele alan Bir Çapulcunun Hatıra Defteri gibi mavraları da var. Son romanı Cambazın Son Adımı ise bu yıl yayımlanmış. Bu ara bu romanı okuyorum. Tanıtım bülteninden anladığım kadarıyla kendi çocukluğundan da izler taşıyan bu romanı okuma sebebim de tahmin edersiniz ki Kaan’dan bir iz bulabilmek.

  1. 05. 2015

 

Buradan sonra Kaan’ı etkilemiş olan ve etkilemiş olma ihtimali olan edebiyatçılardan bahsedecektim. Ama hali hazırda okumakta olduğum Erol Hızarcı’nın romanı Cambazın Son Adımı’nda hem konumuzla ilgili parçalara rastladım hem de bu romanın şiirselliği hakkında birkaç şey söylemeden geçmemeye karar verdim. Henüz kitabı tam olarak bitirmiş değilim ama anlatılardan hoşlanmayan tercihi şiirden yana biri olarak bu kitabın bana şiirsel bir haz yaşattığını farkettim. Şiirleri hep anlatıya tercih etmişimdir; çünkü çoğu zaman bir anlatının size vereceği yaşantıyı duymak için eserin son satırına kadar okumanız gerekir. Öyledir, çünkü anlatılar genelde başı sonu olan bir süreci hikaye etmektedir ve süreç sona ermeden tamamlanmaz; anlatının sonuyla ilgili beklentiniz de sayfa sayfa değişip durur. Nihayet anlatı hikayesini bitirip sizi sürecin sonuna koyduğunda her şey tamamlanmış ve eser anlamına kavuşmuş olur. Oysa ben anlamdan ziyade güzellikle ilgiliyimdir ve güzelliğin süreçle değil anla bağlantılı olduğunu düşünürüm. Varlığın anlamını aramayı terkedip kendimi onun duyumsanışına yönelttiğimden beri böyle bu. Lakin Cambazın Son Adımı’nda şöyle bir durum sezdim; bu kitabı sonuna kadar okumasam ve şimdi bıraksam bile kendimi pek çok şiir okumuş pek çok estetik yaşantıya garkolmuş bir halde bulacaktım. Evet, roman da yer yer şiirler var ama roman anları ilmik ilmik işleyen yapısı ve şiirsel söylemiyle kendi başına bir şiir kitabı gibi okunabilir gibi geldi bana. Estetik yaşantı yüklü oluşu; hiçbir anlamlı sona bağlanması gerekmeyen anlar üzerine odaklanışı bu metni şiirsel kılıyor. Romanın ilk bölümü olan Düş Kırığı oldukça sıradan ve klişe bir konuyu işliyor gibi görünüyor: Küçük bir çocuğun çocukluk aşkıyla yaşadıkları. Gelgelelim bu basit konu birçok şiir; şiirsel ifadeyle öyle harmanlanıyor ki biz aşkla ve daha da önemlisi varlıkla kurulan sahih bağla ilgili pek çok yaşantıyı kendimizde duyumsuyoruz. Böylece bahsi geçen aşk belli bir çocukluk aşkı; yaşanılanlar da belli bir çocuğun yaşadığı; sahibi belli anılar olmaktan çıkıyor ve o ‘ben’e değmeye başlıyor. Tok’un Yitik Ülke’sinde olduğu gibi burada da seziyoruz ki çocukluğumuz, verili anlamlarla kirletilmiş dünyaya girmeden önce yaşadığımız sahih bir varoluş dönemiydi. Yazıya dökmediysek de estetik yaşantıların kendiliğinden yaşandığı bir varoluş tarzıydı. Aslına bakılırsa Hızarcı’nın romanındaki bu iki çocuk sıradan birer çocuk olmaktan öteye geçip iki şairin metaforu olarak da görülebilir. Çünkü her çocuk yaşadığı dönemin doğrudanlığının içinde olsa da bunun farkına bu iki çocuk kadar varamaz. Bu farkındalık; varlıkla kurulan bu doğrudan ilişkiye dair bu duyarlılık değil midir zaten sanatçıyı sanatçı; özellikle şairi şair yapan ve şairi varoluş hakkında kekeleyerek de olsa sayıklatan. Hele romandaki kız çocuk bir çocuk olmanın çok ötesinde bir ermişin yeniden beden bulmuş hali gibidir neredeyse ve erken ölüme yazgılıdır. Bu böyle olmak zorundadır belki de. Arın büyümeden ve çocukluktan sonraki ‘her gün yeniden kodlanan umutlarla kirletilen’ anonim dünyaya geçmeden ölmelidir ki hep ‘Arın’ olarak kalabilsin. Kaan da bütün genç ölen yaratıcılar gibi kirlenmeden kalmamış mıdır?

Arın’a aşık olan ve romanın bu kısmının onun dilinden anlatıldığı çocuk ise Arın’ı takip etmektedir. Takip etmek derken bir muridin murşidini izlemesinden bahsediyorum. Çocuk varlığa karşı farkındalığı; doğrudan ve duyarlı bir tavır içinde olmayı onunla öğrenir. Bu noktada akıllara Mevlana ve Şems ikilisi gelebilir. Mevlana’ya o koskoca şiirini, Mesnevi’yi yazdıran da Şems aşkı olmamış mıdır zaten. Aşk derken akıllara hemen cinselliğin gelmesini istemem ne Mevlana ve Şems ne de çocuk ve Arın arasındaki ilişki hakkında. Romandaki çocuklardan biri erkek biri kızdır ama çocuğun aşkı cinsellik değil huşu barındırmaktadır. Adı üzerinde çocuktur ikisi de; evlenmek deyince akıllarına seks değil birarada olmak gelen iki çocuk. Bu arada ne çocuk boş bir bardak gibi dolan saf bir talebedir ne de Arın karlı dağdaki hikmetler saçan bilge bir ihtiyardır. Her ikisinde de varlığı sezmeye yönelik bir eğilim vardır ki bu yüzden çocuk bir tesadüf aracılığıyla Arın’ın ışığını farkedebilmiş; Arın’da çocukla beraberliği sayesinde ışığını saçabilmiştir. Sonuçta bu biraradalıktır çocuklardaki bu varoluşa dokunabilme cevherini an be an büyüten Mevlana ve Şems’de ya da Saltuk Emre ve Yunus Emre’de olduğu gibi.

Benim varlığın anlamı karşısında uzun bir felsefi debelenişten sonra alabildiğim tavrı, küçük kız Arın yedi yaşında almıştır hiç felsefeye bulaşmadan, basitçe, doğrudan ve kendiliğinden ki şöyle bir diyalog geçer iki çocuk arasında:

 (Arın) “Bütün hayvanlar insanları merak eder. Biz onlara çok ilginç geliyoruz ama bizi anlamıyorlar. Kedilerle köpekler biraz anlıyorlar.”

“Kuşlar anlamıyor mu?”

“Anlamıyor.”

“Neden anlamıyor?”

“Sen neden uçamıyorsan, kuşlar da ondan anlamıyor işte. Senin kanatların, tüylerin yok. Onların da başka şeyleri yok.”

“Akılları mı yok?”

“Akılları var. Yalanları yok. Yalan söylemeyi bilmiyorlar. Mesela yuva kuruyorlar ama yemlerini saklamak için bir şey kurmuyorlar. Bu akıllarına bile gelmiyor.”

“Neden gelmiyor?”

“Onlar yaşamayı seviyor.”[68]

İşte bu kadar doğrudandır Arın; burada sözler akıldan değil kendiliğinden varoluş duyarlılığından ‘yaşamak’tan akıp gelir tıpkı bir şiir gibi. Varlığın başka tezahürleri olan hayvanlar için insanlar anlaşılmaz, doğadan kopup kendi anonim ve yapay dünyasını kurmuş deli kardeşlerdir; deli ve tehlikeli. Çünkü insan aklı marazi faşizan bir yetidir bir bakıma. Faşizan olduğu için marazidir. Faşizandır, tek tek varolanlardan soyutlamalarla genellemelere ulaşır; bütün tekillikleri tektipleştirip kavramlara sığıştırır. İnsan aklı nerede duracağını bilmez, sınır tanımaz. Bu sınır tanımamazlık yüzünden varlığın anlamsızlığı karşısında duramaz; durmakla yetinemez, ille onu rasyonel hale getirmelidir; yani kendine benzetmelidir. Böylece varlık hizaya getirilir, orasından burasından kesip yontularak ona bir anlam verilir ve varlık insan-içinleştirilir. Artık insan doğanın ötesinde kendi tinsel dünyasını oluşturmuştur; bu arada doğadan, varlıktan kopmuş o ‘ben’e yabancılaşmıştır. Beri yandan saf akıl diye bir şey yoktur ve aklın yolu hiçbir zaman bir olmamıştır. Sonuçta insanlar Babil Kulesini kendi elleriyle yıkıp her biri kendini ayrı sahte dünyalarında izole edecek toplumlar meydana getirirler. Halbuki dünya anlamlandırılması gereken bir şey değil orada-olan yaşanan bir şeydir ve “Zehirli akıldansa sihirli sezgi; ısırıp koparmaktansa ana sütü gibi emme”lidir “gerçeği”[69] . Oysa akıl ile hayvanlar, ağaçlar ve taşlardan uzak yabancı yalancı bir dünya yaratır insanlar kendilerine. Bu sahte dünyalar taşlaşıp kanıksandığında temelinde yatan akli ilkeler de unutulur. Burada inanç girer devreye; düşünmenin en sınır tanımaz; en kolay ve en kendine düşman sapkın veçhesi. Aklın taşlaşmasından başka bir şey değildir inanç. Aklın artık kendini sorgulanamaz kabul ettiği narsist ve hastalıklı sonudur yalnızca. Sonuç insanların sahih yaşamının; kendini, varoluşunu, varlığı dolaysız tecrübe etmesinin yokoluşudur. İnsan aklının bütün bunları yaparken kullandığı silah hayvanlarda ve doğada olmayan bir şeydir: dil. Dil kullanılarak kavramlara hapsedilir şeyler ve dildir varlığı kendine uyduran. Dil insanı insan yapmıştır ve insan onun ‘rasyonel’ kullanımıyla kendini varlıktan koparmıştır. Artık dilden vazgeçilemez. Ama ilginç olan insanı varlıktan koparan düzyazınsal dünyayı yıkarak insanı tekrar ‘ben’ini yaşamaya, tecrübe etmeye çağıranın da yine dilin başka bir kullanımı olmasıdır. Şiirdir bu. Şiir, dili varlığın anlamlandırılması için bir araç olarak kullanan düzyazına karşı varlığın duyumsatılması, tecrübe edilmesi için varlığı dile değil dili varlığa uydurmaya çalışan bir söylem üretmeye çabalar. Bunun için de dilin insanın kendi yarattığı sahte dünyasındaki gündelik kullanımını reddeder, onu bozar ve hatta nihai amacı onu tamamen yıkıp yarım yamalak da olsa varlığı dile getirme imkanı olan kendi söylemini onun yerine ikame etmektir. Ve ben işte bu yüzden anlatıya ve düzyazıya karşı şiirden yanayımdır. İşte yukarıdaki çocuksu diyalog bu yüzden şiirseldir.  Kaldı ki Hızarcı da şöyle yazar romanın bir yerinde:

Hayat hikayemizi anlatabiliriz ama yaşadıklarımızı anlatmak, kelimelere dökmek şairlere düşer, çünkü bana göre yaşamak hissetmektir, duyguları da bir tek şairler dile dökebilirler. [70]

‘Anlatmak’ yerine ‘duyumsatmak’, ‘yaşatmak’ denirse aynen katılırım Hızarcı’ya ya da romandaki Cambaz’a.

  1. 05. 2015

 

Gülümsedi, dinlerken gözleri kavanoz dibinden derindi, şeker doluydu. Yaşamak her an ölmektir zaten, ölerek yaşar ve yaşayarak ölürüz. Her şarkının, her düşün eceli vardır ama masallar sonsuzdur. Çünkü Şehrazat bin bir gece masal anlatarak ölümden kurtulmuştur.[71]

diye yazar Hızarcı Arın’ın ağzından. Daha önce de değindiğim gibi bir yazar için anlatmak ölümü ertelemektir bir yerde. Yazarak anlatır çoğu yazar; ama metin sona erdiğinde veya anlatacak bir şeyi kalmadığında ne olacaktır? Burada yazmak yaşamanın yerini tutar, beri yandan yazmak an be an yazının sonuna doğru yaklaştırmaktadır yazarı, yani ölüme.  Bir anlatı yazarı anlattığı şeyin bütününü bitirmeden kendi de bilmez; gözünün önünde bitirmediği bir anlatının tam hali yoktur hiçbir zaman; tıpkı yaşam gibi anlatı da son nokta konduğunda anlamına kavuşacaktır. “Hayal ediyorsan sonuna kadar gitmelisin, masal anlatıyorsan sonunu bilmemelisin.” [72]der romanda taşın içinde gizli olan taş ustası. Bir anlatı yazarı hikayesini bitirmelidir ve çoğu zaman bu hikayenin sonu kendisi için de malum değildir. Çünkü bazen anlatı yazarı her ne kadar başlangıçta kafasında romanın muğlak tasarımı ve bu tasarımın belli bir sonu ile işe koyulsa da yazdıkça anlatı kendi gelişimiyle sonunu dayatmaya başlayacaktır yazarına. Yazar hiç ummadığı yerlere sürüklenebilir kendi metninin içinde. Tıpkı benim şu anda okuduğum bu roman yüzünden kendi metnimde dalgaya kapılmış bir kayık misali sürüklenmem gibi. Tesadüf mü bu yoksa tesadüf diye bir şey yok mu bilmem ama romanın ikinci bölümü Gökyüzüne Yazmak’da Hızarcı bir ‘yazı ustasının’ ağzından yazdığı şu sözlerle hemen hemen benim Kaan İnce’den yola çıkıp onun hakkında okuyarak ve yazarak kendime (‘ben’e, varoluşuma, varlığa) yaptığım yolculuğu tasvir ediyor: “Bir kitap okurken araya giren başka bir kitabın tam da oraya kaldığım yere ilişmesi gereken bir parça olduğunu düşündüğüm kimi anılar birike birike yazıya dair fikrimi değiştirdi, hatta altüst etti.” Sadece okurken mi yazarken de araya giren bir kitap yazdığınız metnin bir yerlerine tam oturur bazen; bazen de metnin gidişatını değiştiriverir. “Okumak üstüne böyle anlatılması güç anılarım var” diyor yazı ustası. Okumak ve yazmak da yaşamak gibi anılar veriyor insana. Bunlar üzerine anılarımızı anlatmak güç; çünkü yazın dünyasının kapıları açıldığında okumak da yazmak da yaşamaya dönüşüyor ve bu yaşamak başka türlü bir yaşamak. Edebiyat denen yazar ve okurun çoğul bir bene dönüştüğü; bu ‘Ben’ denen Tanrının ruhunda uzamın ve zamanın yokolduğu bir sonsuzlukta; öznelerin yazı halinde parçalanamaz ama kendinin farkında bir bütün oluşturduğu dünyada başka türlü bir yaşamaktır bu.

Ve usta sözlerine şöyle devam eder:

Okuduğum kitaplardan pasajlar kesip, karmaşık bir düzende birleştirerek yeni bir metin çıkarmaya yeltendim birkaç kere. Hiçbirini tamamlayamadım ama bu uğraşlar yazı üstüne başka türlü düşünmeme yol açtı. Zaten başka türlü düşünüyorsan başka türlü yazarsın[73]

 Benim de bu metinde yapmaya çalıştığım tam da buna benzer bir şey. Kaan hakkında yaptığım okumalarla kendi yazdıklarımı ve düşündüklerimi bir kolaj haline getirip bütünlüklü bir metin oluşturmaya çalışıyorum. Tek fark benim bu metni bir sona ulaştıracağıma inanmam. Peygamberler, Filozoflar ve Şairler’de de buna benzer bir şey denemiş ve onu bitirebilmiştim. Ne kadar iyi bir kitap oldu bilmiyorum; çok da önemli değil zaten. Gerçi o kitap basıldıktan beri başka başka şeyler okudukça o kitapta yer alması gerektiğini düşündüğüm pek çok yazıya rastladım ve rastlıyorum. Ama ne de olsa hiçbir kitap tam ve kusursuz olarak bitemez değil mi? Bir kitabı bitirmek için mutlaka eksik bırakmak gerekir. Hem yazar da değişir; dönüşür ve ustanın dediği gibi artık başka türlü düşünüp başka şeyler yazacaktır. Yine de itiraf edeyim ki Peygamberler Filozoflar ve Şairler’in ikinci baskısı olacak olursa diye artık olmasaydı daha iyi olurdu dediğim bölümleri çıkarıp az değindiğimi düşündüğüm bir konu hakkında bir ek hazırladım bile. Sonuçta denebilir ki bir metin basılıp ifşa olmadıkça asla tam olarak sonlanamaz.

“Evet, aynen öyle… Ben yeni bir sayfa yazarken önceki sayfalardan bazı tümceler kendiliğinden siliniyor. Metne son noktayı koyana dek silinmeye devam ediyor. Yani son noktayı koyana dek metnin bütününü bilmiyorum, zaten mümkün değil.”[74]

Ben de diyorum ki kitap ifşa olmadıkça son noktayı koyduğuna emin olamaz yazar. Metin kitaba dönüşüp yazarından koptuğunda ise yani

Bir metin tamama erdiğinde yazar tamlık hissetmez, tersine alabildiğine eksiktir. Çünkü bir metnin tamam olması, yazarından kopmasıdır, çıkıp gitmesidir. Yazar, kopuşunu hisseder, ruhu sızlar. Metne ruhunu vermiştir, ruhundan bir can çıkar. Bu his, bu sızı, ancak doğuma benzetilebilir. [75]

Evet, doğuma benzer bu durum; çünkü bir çocuk ne kadar annesinin çocuğuysa da büyürken özerkleşecek ve kendi kararlarını kendi verecektir. Bir metin de okurunun elinde ve dünyada bir başına artık yazarının müdahalesi olmadan var olacaktır; ne olacağına yazarın karışamayacağı bir dünyaya adım atmıştır bundan böyle; eksiklerini kendi ya tamamlar ya da eksiklikleri gün geçtikçe büyür.

Hızarcı’nın romanının ikinci bölümü Gökyüzüne Yazmak Düş Kırığı kadar şiirsel olmamakla beraber yukarı da da alıntıladığım usta yazar ve çırağını merkeze alan kıssasında yazmak hakkında benim için çok önemli tespitler bulunuyor. Bu bölümde, ilk bölümdeki çocukların mahallesine kumpanyasıyla gelen Kore Gazisi Cambaz’ın Kore Savaşı’nda esir kampında başından geçen olaylar ile usta yazar ve çırağının kıssası dönüşümlü olarak ilerliyor. Cambaz’ın ağzından anlatılan hikayede Hızarcı ölüm ve yaşamın anlamını sorguluyor. Yazarın bu romandan önce Çanakkale Savaşı hakkında ikiz romanları olduğunu düşünürsek, onun genelde bu varoluşsal temaları savaş paradigması çerçevesinden ele aldığı düşünülebilir. Ne var ki onları okumadığım için bu konuda net bir şey söyleyemiyorum.

Gökyüzüne Yazmak’da Kore’de Cambaz ve başka ülkelerden askerler Kuzey Koreli asker ve gerillaların esir kampına düşmüşlerdir. ‘Düşman’ askerler onları bir lağım çukuruna atmışlardır ve türlü biçimde aşağılamaktadırlar. Onlara yalnızca yaşayabilecekleri kadar ekmek ve su vermektedirler. Esir askerler arasında çıldıranları ise çukurdan çıkarıp öldürmekte ve mezarlarını da arkadaşlarına kazdırmaktadırlar, fakat her fırsatta esirleri aşağılayan gerillalar çıldıranlara ve onların cenazesine karşı saygı göstermektedirler. Bunun sebebini soran esirler ve gerillalar arasında şöyle bir diyalog geçer:  

 “O öldü. Artık bir esir değil. Artık bir düşman değil. O artık yalnızca bir ruh. Onurlu ve saygın bir cenazeyle uğurlanmak hakkı”

“Peki onu neden öldürdünüz? Çıldıranlara da mı saygınız var?”

“Siz her türlü acıyı hak ediyorsunuz. Bir insan çıldırınca ruhu acı çeker. Biz kimsenin ruhuna düşman değiliz.” [76]

Bu bölümde Korelilerin inanışı aracılığıyla söylenen şey aslında ‘çocukluk’la yani insanın varlıkla sahih ilişkiler kurduğu dönemle yakından ilgili. Ruh yetişkinin çocukluğuyla kalan tek bağını; kaybettiği sahih ben’ini simgelemektedir. Ama gündelik yaşam dediğimiz anonim dünyada giderek uzaklaşmıştır insan ruhundan. Çıldırmaksa bir bakıma insanın kurgulanmış dünyayla bağının kopması ve çocukluğunda yakın olduğu ruhunun üzerindeki örtünün kalkması demektir. Yani bir bakıma çıldırış çocukluğa geri dönmektir ama acı içinde bir çocukluktur bu ve acı çeken bir çocuk kimsenin düşmanı değildir artık.

  1. 05.2015

 

Bilgelik, hayatta kalmayı başaran bir çocuğun masumiyet çağına bir ergin olarak geri dönüşüdür. Ustalıksa, çırağın intiharıdır.(…) Kayıp masumiyetinin yasını tutarak kanlı bir kalemle yazmaktansa, intiharını bir sonraki tümce için erteleyen bir çırak kalmayı seçtim. Gerçekliğin esiri ve asalağı olmaktansa, ruhumun gözünden bakarak rüya diliyle yazdım.

(…) Rüya, görene aittir, ancak dil kendine özgüdür. Düşünmeyi ve çözmeyi gerektiren dildir bu. Ruhun dilidir. (…)

Erol Hızarcı

Nihayet Cambazın Son Adımı’nı okumayı bitirdim. Bu roman pek çok alt metin barındırması bir yana pek çok farklı okumalara açık oluşuyla da bir başyapıtmış gibi geldi bana ve tam da zamanında elime geçmiş, yani “kitabın tam da” buraya “kaldığım yere ilişmesi gereken bir parça olduğunu” gördüm. Artık bu romanın kısaca özetlenebilecek bir anlatı olmadığını ve asıl söylemlerinin alt metinlerde gizlendiğini; işte bu yüzden şiirsel olduğunu rahatça söyleyebilirim. Birincileyin meğer usta yazarın sırlarını öğrenmek için yanına giden çırak Cambaz’ın ta kendisiymiş. Gökyüzüne Yazmak bölümü, usta yazar ve çırağın konuşmaları üzerinden yazmak ve yaşamak ilişkisi hakkında pek çok metafor ve ufuk açıcı söylem içeriyor. Mesela neden yazmak? sorusuna daha önce Lautreamont’ta rastladığım cevabın bir benzerine bu metinde de rastladım: “Çünkü insan daima üretmek zorundadır. Üretmezse bir yaprak gibi solar, kurur, kırpılarak dökülür.”[77]

Çırak, ustadan yazmanın sırlarını öğrenmek için onun şehrine gider ve ustanın evini aramaya başlar. Sabahın erken saatidir ve sokakta tek bir kişi vardır; o da ustadır. Fakat usta ona evinin yerini söylemez. Çırak şehirde ustanın peşine takılır bazen onu buluyor bazen de gözden yitiriyordur bu köşe kapmacada. Nihayet bu takipte çırak ustanın evini bulur ve ustaya neden en baştan evinin yerini söylemediğini sorar. Usta cevap verir:

“Buldun işte. Al sana anlatacak bir hikaye. Evimi bulsan, beni de evde bulsan, yazacak ne çıkardı? Bu sokakta karşılaştığımızda sana evimin burada olduğunu söylesem, hikaye bitecekti. Ustayı arayarak yazıyı bulamazsın, yazıyı arayarak ustayı bulursun.”[78]

Yani yazmak da yaşamak gibi bir yolculuktur ve bu zihinsel yolculukta kılavuz değil kılavuzun ayak izlerinin peşine düşülebilir sadece; bu yol da onun bedeninin değil yazdıklarının izlediği yoldur. Bir yazarın peşinden giden onun bedeninin değil yazılarının peşinden gitmelidir ki yazarı anlayabilsin. Ancak bu şekilde yazmanın sırrına erişilebilir ve bu iz sürme çırağa kendi yazılarını yazmakta yardım edebilir. Bir bakıma insan ve sözleri gibidir yazar ve yazdıkları arasındaki ilişki. İnsanların bedenleri, duruşları bakışları onlar hakkında sadece ipucu verebilir size ama bir insanın özünü ancak sözlerinde bulabilirsiniz. Bundandır ki insan diliyle varolur. Heidegerce söylersek sözlerini bilmediğiniz biri sizin için herkes gibi anonim biridir, das Man’dır. Bir insanın kendine has ‘ben’inden gelen eylemlerinden anlaşılabilir özgün varoluşu ki yazma eylemi de bu özgün varoluşun ifşa olduğu eylemlerden biri olarak onun Dasein’lığını gözler önüne serer.  “(…) özellikle şiir yazanların, bir varlık haline ve varoluş şuuruna sahip oldukları, bu varlık halinin, ben’in varoluşunun şiarı haline geleceği, gelmesi gerektiği söylenebilir”.[79]

“Yazarken sonunu bilemem. Sonunu düşünsem bile, bir sonu olup olmayacağını bilemem, ama mutlaka bitecektir eğer bitirebilirsem. İlk tümceden itibaren sadece bir sonraki tümceyi düşünerek son noktaya varmaya çabalarım. Bir metni kendimi şaşırtmadan bitirdiğimi hiç anımsamıyorum. Yazan başkasıdır, asla ben yazdım diyemem, diyorsam olmamıştır. Metni düşünür, tasarlar, başına otururum, gitmek istediğim yere varsam bile, gittiğim yol bambaşkadır, kaybolduğumu sandığım çok olur, dursam mı, dönüp geriye baksam mı demeye başladığımda ansızın karşıma çıkıverir o durak. Yine de, sonunu görsem bile yaklaştım diyemem yazarken. Kalem elimdeyken düşünmenin, tasarlamanın yararını gördüğümü hatırlamıyorum. Tersine bunlar başladığında soluklanmak gerekir. Yazarken solumayan metin pek yaşamaz. Yazarken yerimi alan, geldiği yere dönmektedir artık. Uzatmanın yararı olmaz. Duraklamak, konaklamak için koyduğum ara nokta bir sonraki buluşma yerimizdir. Yazı, iki dünyanın kesiştiği yolda gider. Aynı yatakta zıt yönlere akan iki ırmak gibidir. Ayrı ayrı tellerden çalan iki dilin birleştiği, kaynaştığı bir yatak. Doğum bunu gerekser. Sihirli bir sözcükle geçit açılır, gebelik başlar.”[80]

der başka bir yerde usta yazar her ne kadar çırağına yazılarını takip etmesi gerektiğini söylemişse de nasıl yazdığını çırağına açıklamaktadır yine de. Yazar başladığı metni nasıl tasarlarsa tasarlasın yazmak yolculuğunun nasıl bir yol izleyeceği yazarın da kontrolünde değildir. Yazının kendi izlediği yolu takip eder yazar. Sonuna varıp varmayacağını, varsa bile bunun tasarladığı son olup olmayacağını baştan bilemez. Nihayet yazar metnini bitirebilirse de bilmediği, başlarken düşünmediği duraklardan geçecektir yolu. Tıpkı benim şu yazıyı yazarken yolumun Cambazın Son Adımı durağına uğraması gibi. ‘İki dünyanın kesiştiği yol’ üzerine yazarak devam etmeden benim de biraz dinlenmem gerek. Çünkü kafam çok ağırlaştı. O yüzden bu yazıyla bir sonraki buluşmam için burada bir ara nokta koyup dinleneceğim.

*          *          *

Yazmakla ilgili başka bir yerde şöyle yazar kitabın başka bir yerinde:

Akış kanoyu götürüyorsa kürek yalnızca yön vermek için kullanılır. Su sığlaştığında asılmalı küreğe ki, kanonun altını taşlara çarparak zedelemeden, bir an önce geçmeli sığlığı. Su çağlayınca da asılmalı ki, kanonun yönü sapmasın. Çağıltıyı da bir an önce geçmeli. Eğer ki, kano karaya çarparsa hemen küreği bırakıp akış yönüne ve kanonun burnuna bakmalı, sonra kürekle akış yönüne çevirmeli, akışla buluşturmalı yeniden.

Metnin suyuna gitmeli.[81]

Ama anlaşılan ben Cambazın Son Adımı’nın girdabından bir türlü çıkamıyorum. “Hayal ettiği”m “bu değildi, ama kurduğu”ma “uydu”m. “Yazı ille de bir ırmak gibi akacak değil ya, su birikintileri gibi buharlaşarak, yol almadan da toplanıp bir yere dökülebilir; deniz olur, toprak olur, şart değil.”[82]

 Bu arada romanın son bölümünün ismi S.O.S. Bölümün isim akla Kaan’ın Ağlarda Yangın şiirinin son dizelerini getiriyor.

Unut adımı. Git ve kendine es. Bana mirasın:!!!

S. O. S.[83]

Romanı çocukluk arkadaşı Kaan’a adayan Hızarcı bu bölümde Kaan’a olan ‘mirasının’ gereğini yerine getirmektedir sanki.

 İki dil var: biri içte, biri dışta. Kolay kavuşamazlar. Kimisi hiç buluşamaz, birbirine aymaz yaşar ömür boyu. Yazı bu ayrılıktan, aykırılıktan çıkıyor.

Ekmek parası için yazmak zorundayım. Başkalarının diliyle… Sonra kendime yazıyorum fırsat olursa, kendi dilimi unutmamak için. Ekmek parası için yazan benim, oysa kendime yazan benim diyemem. Onunla yer değiştirmeliyim.

(…)

Her geçişte bu korku… Hiç kimse anlayamaz beni. Bu yüzden anlatmak gerek! Korkuya karşın geçmek zorundayım; bu bir engel mi, yoksa sınav mı, hiç bilemedim, hala öğrenemedim. Bir köprü kurmak mümkün mü, ömür yeter mi? Sanmıyorum ki öyle bir köprü yazıya kaynak olsun! Aynı köprüden geçe geçe yazar tekrara girer.

Olsa olsa bir ip gerilebilir, araya… Ustalaştıkça, yazının ve hayatın ustası oldukça kalınlaşan, iki kazık arasında daha sağlam kurulan bir tel.

Ne var ki, benim yolum çırak kalmak.

(…)

Düş ile gerçeğin kazıklarına bağladığım bu incecik tel, hakikat ile saçmalık arasında uzanacak.[84]

diye yazar romanın bu bölümünde Hızarcı.

İnsanın iki dili vardır. Birisi ‘düş’ dünyasına ait biri de ‘gerçek’ dünyaya ait. ‘Düş’ dünyası insanın varlıkla ilişkisinin sahih olarak yaşandığı çocukluk dünyasını imlemektedir. Zamanla sahte anlamlarla başkaları/ herkesçe anlamlandırılmış ve kurgulanmış verili bir dünya olan ‘gerçek’ dünya tarafından üzeri örtülecektir bu dünyanın. Böylece bu ‘düş’ dünyası insanın derinlerinde akan bir dip akıntısına dönüşecektir; kimi zaman insanın kendisinin bile farkına varamadığı. Aslında insanların verili dünyası ve onun dili değildir hakiki olan; ‘düş’ dünyası ve onun dilidir. Ama çoğunlukça sahih olan ‘düş’ kurmaca olan ‘gerçek’ diye anlaşılmıştır hep.

Rüyalarımızı inkar ederek kurulan sefil gerçeklikte kırk yılı aşkındır davetsiz bir misafir gibi yaşıyorum. Her okulda bizi zorla düzene uydurmak için uğraştılar. Hükümetler de halkı düzenin bozulmasıyla korkutarak sindirdi; bu düzeni bozmak da bozmaya kalkmak da hep en büyük suçtu. Oysa ben ne kendime bir düzen kurabildim ne düzene ayak uydurabildim. Cehenneme odun taşıyıp durdum. Zebaniden farkım kalmadı. Herhangi bir düzenin varlığına hiç ikna olmadım. Asla başı sonu belli doğrusal gidimli bir rüya görmedim. Kurduğum hayaller hep gelişigüzel ve başına buyruktu. Özlediğim zamanlar da…

Kırk yaşıma gelince anladım ki, benim bir hayatım değil bir şarkım var. Her varlık ışıyarak şarkı söyler, sustuğunda söner. Artık ölüdür.

Erginlenme zorlu bir yolculuğun sınavından geçmektir. Aydınlanma ise bir kaza gibi ansızın meydana gelir. Kişi, ruhundan gelen sesi işitir ve şarkısına katılır. İnsan ruhuna yaklaştıkça rüyaları değişir. Yarılmış bilinçlerin, bölünmüş benliklerin parçalara ayırdığı gerçeklik, kırılan düşlerin çatlaklarından baktığında artık bir rüya gibi görünür.[85]

Demek ki ‘gerçeklik’ tam da çoğunluğun oluşturduğu bir düş – ya da saçma bir kabus-, çoğunluğun düş olarak gördüğü ve varoluştan kaynaklanan ‘yazın dünyası’ ise asıl gerçekliğin muğlak da olsa bir yansımasıdır. Dolayısıyla varlığa dayanan bir yazı ‘düş’ün diliyle yazılır. Yazarın kendisi için yazdığı, özgür ve kendi olabildiği dil  ‘düş’ün dilidir; asıl sahih dünyanın dili. Bu dil şiirin, şiirsel söylemin dilidir bana kalırsa. İşte bu dille yazılan bir yazıdır insan ile hakiki varlık; saçmalık ile hakikat arasında cambazın yürüdüğü gerili ip. Ne var ki şairin bu dille

Ortaya koyduğu gerçek, herkesin göremediği, görme olasılığının da bulunmadığı bir gerçekliktir. Ozanın önemi de buradan geliyor. Parlayıveren bir gerçekliktir o. Size göre parlayıveren; sizin ötekilerden olan ayrımınızı da belirleyerek size üstte, ilerde bir yer sağlayan bir gerçeklik… onu, siz görebildiğiniz için yalvaç oluyorsunuz. Sanatçının, burada ozanın, tanrısal bir iş gördüğünü bu nedenle söylüyorlar işte.[86]

‘Düşsel’ söylemin herkesin duyamayacağı gerçeklik hakkında oluşu yüzündendir ki Cambazın ağzından konuşan yazar başkaları/kalabalık için yazdığında mecburen ‘dıştaki’ dilini kullandığını söyler. Yine başka bir yerde bu iki dil hakkında Usta ve Çırak arasında şöyle bir diyalog geçer:

“(…) Başka dillerde düşünebilir, konuşabilir, yazabilir ama insan yalnızca bir dilde yaşar. Bazılarıysa çift dillidir, bebekliğindeki dili öyle ya da böyle korumuştur. Şöyle düşün: Aslında iki dilimiz var, ağzımızın sonunda ve boğazımızın başında bir de küçükdilimiz var. Bütün sözcükleri büyük dille telafuz ediyoruz, onsuz konuşamayız. Bununla birlikte, seslerimiz küçük dil ile tınısını buluyor. Sözcüklerin kendi anlamları var, ancak konuşurken onları kendi sözümüz olarak dışarı çıkaran küçükdildir. Sözcüklerin anlamları vardır, tümce içindeki anlamı daha belirgindir, ama konuşurken sesimiz can verir tümüne. Peki yazarken, yazının sessizliğinde küçükdilimizin işlevini ne görür?”

“Ahenk.”

(…)

“(…) sen ruhuna bebekliğin kadar yakın değilsin. Yazdığına ruhunu verebilmek için ona inmelisin. Sen yazarak bir yere varabileceğini mi sandın? Yazı ancak kendine varır. Bu yazarın uğraşıdır sadece, yazar göklere çıkmaya çalışmamalı, ruhuna inmelidir.”[87]

Yazmak insanın kendi ben’ine doğru bir yolculuktur.  O ben ki çocuklukta yaşadığımız varoluştur; büyüklüğümüzde kaybettiğimiz ‘yitik ülke’dir; Nietzsche’nin metaforuyla konuşursak toplumun insanın sırtına yüklediği ortak ve yapma değerler, normlar, anlatılar altında yitip gitmiş çıplak varoluş yani ‘çocuk’tur. ‘Ben’ içimizde bir yerlerde düzyazınsal dünyanın sözcüklerinin  oluşturduğu suların altında kalmış batık bir adadır. Yazarın asıl cevap aradığı soru şudur aslında:  “Sözcükler batık adayı yeni bir depremle tekrar deniz yüzeyine çıkarabilir mi?”[88] Bu hem yazarın sorunu hem de uğraşıdır. Yazar ya verili dünyanın kurallarına göre yazacak ve kendine dayatılmış varoluşuna aykırı bir anlatıya eklemlenecek ya da yazarak ‘ben’ine yolculuk edecektir ‘kalabalığa’ inat.

Hızarcı’nın

İşte aklımı böyle düşünceler kurcalarken, kitaplardan alıntı yaparak, bir okur gibi bu alıntılar üstüne yazarak ve alıntıları birbirine bağlayarak bir metin kurmak istedim. Gerçi yazacaktım yazmasına ya, buna kurmak demeyi daha uygun görmüştüm.

(…)

Parçaları birleştirerek bir metni tamamlamaktı niyetim. Buna neden takıldıysam? Parçaları birleştirmek bir fikir, bir yöntemse, bir metni tamamlamak ya da tastamam bir metin yazmak yerine, bir taslak olarak bırakmak üzere de yazılabilirdi. Tamamlanmak üzere okura bırakılan bir taslak…[89]

dediği yerde o yazın dünyasındaki ‘ben’le karşılaşırım. Kendi yapmaya çalıştığım şeyi bana anlatmaktadır yazarken okuduğum bir kitap. Şu farkla ki ben bu metni tamamlamak niyetindeyim. Ama dediğim gibi hiçbir metin tamam olamayacağı ve okurunun zihninde hep başka biçimlere dönüşeceği için bana göre bir tamamlanış olacaktır kastettiğim. Yani bir biçimde ‘ben’le karşılaşırım ama bu ‘ben’ benim bireysel ‘ben’im değildir; yazın dünyasındaki çoğul ama bölünemez haldeki ‘tinsel’ ben’dir. Çünkü yazı ustasının çırağı Cambaz’a dediği gibi “(…) Yazı görünmezlik pelerinidir. Eğer kendinizi yazıyorsanız, uzağa gidemezsiniz. Ancak kendini silersen yazı kalır.”[90] ve “İnsan kendinden ayrılmadan kendini bulamaz, yazının sihrinden, ana damarından sapmadan yazıya varamaz. Dümdüz giden bir yol değildir bu.”[91] Bundandır ki ‘ben’e ulaşmak için yazıyorsak başka ‘ben’lere ihtiyaç duyarız; yazın dünyasındaki ölülerle kesişir yolumuz. Her ne kadar şimdi yazıyorsak ve yaşıyorsak da zaman denen bu duraduran şimdi de hepimiz yarının ölüsüyüzdür de. En çok  yazın dünyasında fark edilir bu durum; yaşam ve ölüm iç içedir yazıda. Bir de savaşta duyumsanır bu ölüm ve yaşamın içiçeliği ki belki de bundan dolayı Hızarcı’nın romanlarının fonunda savaş vardır. Gökyüzüne Yazmak bölümünde Cambaz’ın bulunduğu esir kampında komutan ve esir askerler arasında bir anlaşma yapılır. Bu anlaşmaya göre her gün esirlerden biri iki direk arasında gerili bir ipte diğer tarafa kadar yürümeye çalışacak ve eğer bunu başarırsa bütün esirler lağım çukurundan çıkarılıp kamptaki kulübelere yerleştirilecektir ama ipteki esir düşerse öldürülecektir. Ertesi gün ipte yürüyecek olan Tilki heyecandan uyuyamamaktadır. Cambaz da ona uyuyamıyorsa gözlerini kapayıp ertesi gün ipi geçtiğini ve bu lağım çukurundan kurtulup kamptaki kulübelerdeki rahat bir yatakta hayatının en güzel uykusunu uyuduğunu hayal etmesini söyler.

 Hayatın en güzel uykusu… Bilerek ya da bilmeyerek, ölümdü bu söylediğim.

Savaşta herkes çok şey öğrenir, bunlardan biri ölümün yaşamın bir parçası olduğudur. Biri bitip diğeri başlamaz. Ölüler kopup gitmez, parçalara ayrılır ve başkalarına dağılırlar. Bende benden başka kaç kişinin yaşadığını bilemem ve onlar da benden bir parça götürdüler. Ölüler bir parça bizde yaşar, biz de onlarla bir parça ölürüz. Hiçbir zaman bütün olamayız. Bütün bambaşkadır ve bizi aşar, dünyayı da aşar.[92]

Ve

Savaşta duygular uçlarda yaşanır, çok korkarsınız, çok öfkelenirsiniz, çok sevinirsiniz, nefretten cehenneme düşersiniz, gülmekten yerlere yatarsınız, her şey ansızın değişir, sabah güneşin doğuşunu birlikte yaşayan on binlerce kişi batışını göremeyebilir.[93]

Yani ölüm bilincinin tavana vurduğu savaştır ki kişiyi varlığa yakın kılmakta; gündelik hayatın yeknesaklık duygusunun yerini insanın anlık varoluşunu en son noktasına kadar duyuluşu almaktadır. Gündelik hayatın üzerindeki perde kalkınca altında kafatasından tepeler olduğu görülür. İnsanın düzen içinde belli bir mantığa oturtulmuş anonim dünyasının, yığınların ölümünün; emeğinin sömürülmesinin ve acılarının üzerine kurulu bir hayal dünyası olduğunun farkına varılır savaşta. Çocuğuna ucuz bir oyuncak alan baba Çinli bir işçinin tek göz odada hayatta kalmak için bilmem kaç saat emeğinin sömürülmesi pahasına mutlu eder küçük çocuğunu. Savaşta “Her şey o kadar sahici, şaşırtıcı ve sarsıcı”dır ki, “kanıksadığımız yalanlar buhar olup uçup gi”[94]der orada.

Gerçek denen bu saçmalıktan kopuşun yeri ölümle yüz yüze gelinen savaş metaforuysa askerlerin kapıldığı hayaller de varoluşlarının ta kendisidir aslında. İnsanın varoluşunu duyumsamasının sınırında doğru bir biçimde yer değiştirir ‘gerçek’ ve ‘düş: “Hayallerin bizi sarıp sarmalamasının nedeni bu anlamsızlıktı bence, bildiğimiz bağların kopmasıydı. Diğer nedeni çocuklardı. Onlarla kurduğumuz bağlar.”[95] Cambaz’ın içinde bulunduğu tabur cepheye gitmeden önce savaşta sahipsiz kalmış Koreli çocuklar için bir bakım evi kurmuş hatta bu yüzden Dadı Birliği diye adlandırılıp alay konusu olmuştur. Hızarcı’nın savaş ve çocukları yan yana getirmesini şu şekilde okurum ben: Nasıl ki savaş varoluşun sona erişini duyumsatmasıyla insanı kendi benine yakınlaştırıyorsa çocukların dünyası da ‘hiçlikten’ peydah oluşun ve henüz insanlığın kurguladığı anonim dünyaya girilmediği dönemin metaforu olduğu için çıplak varoluşa yakın olunan bir dünyadır. Bu metaforlarla buluşmamızı sağlayan ipse yazın dünyasından geçer. Varlık yazın dünyasında dile gelip deneyimlenebilir ve hatta belki tecrübe edilebilir.

“(…)Bazen saparsın, kaybolursun. Bu ille de yoldan çıkmak değildir, gitmek aramaya dönüşür, ararken yeni şeyler görürsün. Yolculuk bir yerden bir yere gitmek değildir. Bir deneyimdir. Okurken dosdoğru gitmezsin, bir yandan düşünür hayal edersin. Bunlar okuduklarında yoktur, sen katarsın. Bazıları eksilir, bazıları okuduğuna eklenir. İyi kitaplar, başka kitapları okumaya heveslendirir, daha iyisini arama arzusu uyandırır. Bu yönüyle, kitaplar kitaplara açılır. Sen okuduğun kitaplar arasında gizli geçitler bulursun. İyi kitaplar ufuk açar, dünyayı genişletir, çoğaltırlar.”[96]

İyi kitaplar yazın dünyasını çoğaltır ama bir çok yazarın oluşturduğu tamamına asla vakıf olamayacağımız bir  ve bütün bir dünyadır bu yazın dünyası. S.O.S.’te ilk bölümden tanıdığımız Şeytan adlı kurda bu defa Cambaz’ın geçmişinde rastlarız ve Şeytan’ın sürüsünden bir kurt şöyle der yazın dünyası hakkında “Bütün bir, kapıları sonsuzdur.”[97] Bu bakımdan tıpkı dev bir orman gibidir bu dünya her yerinden girilebilen ama asla tümü ele geçirilemeyen:

 Bilginler sözcük ile geçidin ayrı olmadığını savunur: Nereden gelip nereye gittiği bilinmeyen düşünceler algımızın bir kapısında belirip diğerinde silinene dek sözcüklerde bedenlenirler ve bir olurlar.

(…)

(…)Demek düşünce içte sözcükte, sözcük dışta sesle bedenlenir, hayat bulur ve ömür biçilemez ona. Bir yıldız gibi kayıp gider, ancak güneş gibi parlayabilir de. Çünkü doğası geçici, varoluşu daimidir.

İçteki yakalanmaz sessizliklerin her biri geçittir. Düşünce ışıktan bile hızlıdır, zamanda uçsuz bucaksız yollar katederek gezinir. Bilinç zamanın farkında ve ondan azadedir, ölçülemez hızla akan düşünce ırmağının iki sözcüğü arasında sessizliğe şimşekten güçlü çakarak girebilir. Bu bir ölümdür, her şey ardında kalır, bir kendi vardır, ruhunu solur.

(…)İki dil bir olduğunda insanın özü sözü, içi dışı bir olur.(…)

 

Ormanda kendisinden önce gidenlerin izleri vardır, bunlar birer metindir ve her tümcede bir çift göz vardır, ayak izi yerine. O da bir yol tutturur kendine.[98]

Ki ben de şimdi bir yolcu değil miyim yolu Hızarcı’nın daha önceden yürüdüğü yoldan geçen. Kitabın yazarı çoktan geçti bu yoldan geri dönmemecesine. Şimdi artık onun adımlarının açtığı bu patika, üzerinde yürüyen okura ait.

Beri yandan çırağın usta yazarın şehrinde karşılaştığı cambazla konuşmalarında da yazmak ve yaşamak ilişkisi metaforik olarak derin biçimde ele alınmaktdır. İmdi romandaki bu usta cambaz, yazarın ya da daha ziyade şairin metaforu olarak okunabilir. Bizim Cambaz’ın usta cambazla arasında geçen diyalogta bu metafor açıkça belli edilir:

“Ustan doğru söylemiş. Biz bir ip ya da bir tel üzerinde yürüyerek gökyüzüne yazarız, onlar da yazarak gökte yürür. Bizim ödülümüz gökyüzüne yazmaktır, onlarınki gökte yürümek. Cambazların da, yazarların da görünmez kanatları vardır. Nasıl ki, ustan yazı defterini kendi eliyle yapıyor, biz de ipimiz ve telimizi mutlaka kendimiz yaparız. Bu şarttır. Gökte yürümek yetmez. Gökte yürüyeceğin yolu kendi elinle çizmelisin.”

“Sizin teliniz de sihirli mi?”

“Kesinlikle hayır. Biz bir sihrin peşindeyiz.”

“Nedir o?”

“Yitik dil. Kimilerine göre bir efsane, bize göre gerçek. Kadim dil diyenler de vardır. Biz yitik dil deriz. Her cambaz bunu bilmez. Bu efsane dilin sözcükleri gökyüzündedir ve bazen birinin avucuna düşüverir, bazen kovalayarak birini elde edersin.”

“Siz hiç elde ettiniz mi?”

“Gerçek cambazlık bu sözcüklerden birini elde etmekle başlar. İp üstünde dans edenler, akrobasi yapanlar gerçek cambaz değildir. sadece ip dansçısı, ip akrobatıdır. Usta cambazlar yerdeki seyircilere gösteri yapmaz, göktekilere doğru yürür. İkisine de selam verirler. Bu selamlar ayrıdır. Cambaz yürüyüşe başlarken ve bitirdiğinde yerdeki seyirciyi selamlar. Çünkü cambaz yerden göğe yükselir ve yere geri döner. Yürüyüşün ortasında gökyüzünü selamlar. Bu selamı rüzgara avucunu açarak verir. Çünkü o rüzgar göktekilerin selamıdır. Cambazı avucuna mutlaka bir sözcük gelir. Bu ona hem selam hem göktekilerin ödülüdür… Yani bizim ipimiz ya da telimiz sihirli değil, yürüyüşümüz sihirlidir. Biz aslında ipimizi iki direk arasına değil iki sözcük arasına kurarız. Yürüyüşün ortasında gökten bir sözcük gelir. Gökyüzüne böyle yazarız. Bizim defterimiz gökyüzüdür. Ona yazmak için yürürüz. Nasipse, sihirli bir sözcük elde ederiz. bundan daha büyük ödül yoktur. Çünkü yitik dilin her bir sözcüğü dünyanın başka bir kapısını açar ve kapıların her biri aynı yere çıkar.”[99]

Hikayede kamptaki esirlerin lağım çukurundan kurtulması için ip üzerinde yürüme sırası Cambaz’a gelmiştir ve gaipten bir ses Cambaz’a şöyle der:“’Yalnızca cambazlar gökte yürür. Arkadaşların cambaz olmak istemedi. Kirpi yerdekilerin kurtarıcısı olmak istedi. Tilki ölüme değil, yerdeki askerlere meydan okudu. Gökte yürüyen yeri unutmalı, rüzgarı asla unutmamalıdır.’”[100]

 Bu pasaj yazar açısından şu biçimde okunabilir. Kimi yazarlar ‘kurtarıcı’ olmak kimi ise ‘meydan okumak’ için yazmaktadır. Oysa yazmanın amacı yine kendisi olmalıdır; çünkü yazar yazarken ipin üzerindedir ‘gerçek’ denen ‘yapma dünya’nın kurallarının dışına çıkmıştır; ‘gökyüzü’nde yani yazın dünyasındadır artık. Burada ‘rüzgara’ tabi olmalıdır; yani kendisini ‘ben’e vardıracak yazın dünyasının başka öznelerinin yani büyük, ölü yazarların ‘göktekiler’in selamına odaklanmalıdır. Artık gündelik hayattaki kalabalıktan çok ölü yazarlara yakındır ki ip üzerindeki cambaz yere değil göğe selam verir ve “Asla karşıya varırım dememek gerekir. bu hakarettir. Bir cambaz daima alçakgönüllü olmak zorundadır. Bunun istisnası, mazereti yoktur.”[101] Çünkü İpteki cambazın ipin diğer ucuna varıp yere geri dönememe ve göğe doğru düşme ihtimali hep vardır. Yazmak, aslında asla bitti denemeyecek tekrar tekrar yürünecek bir yoldur cambaz için; belki hepi topu bir sözcüğe varmak için yürünen direklere gerili bir ip:  “Yıllar önce ipten düşerek ölen cambazın avucundan uçup giden ışıltıydı bu, bir sözcüktü, evet bir sözcük: ‘Dünya’”[102] Dünyanın, yani varlığın, ben’in duyulması damarlarda hissedilmesi için tekrar tekrar yürüyüp durmak gerekecektir o uzun ince ve yüksek yoldan her an düşmeyi göze alarak.

Şair yani

Faniliğin değerini bilen, faniliği yücelterek yaşamayı arzulayan cambaz, ölümsüzlük için ömrünü heder ederken, hayatı başkalarına zehredenlere, katliamları haklı görenlere varlığıyla hakarettir.

Çünkü cambazlık dünyanın en gereksiz işidir. Öte yandan, yalnızca yaşamak ve ölmek üstüne kuruludur. İnsan yaşamının en yalın sergisidir. O kadar basittir ki, bakanları büyüler. Yükseklik arttıkça yürüyüş sadeleşir. Şatafatı anlamsızlaştırır, küçük düşürür.[103]

Şair, ölüme yakın olduğu kadar da yalnızdır yolunda ki “telin üstünde attığı her adımda yalnızlığın en derinine iner ve korkunun doruğuna çıkar.”[104] Cambazın seyircileri, şairin okurları olması onun yalnızlığını gidermez, çünkü

 “(…) her hakikat aynı zamanda sırdır. Başkasına verince buhar olur gider. Gökte yürürken elde ettiğimiz hakikat kişiye aittir, elde edenin malıdır, başkasına verilemez, ancak geçirilebilir. Bunu cambaz isteyerek yapmaz, cambazın rızası yetmez, hakikatin kendi kararı olmalıdır.”[105]

“(…)

ve sözcükler

Sözcükler üzerlerinde gözlerin izi kalır

Ne bir şey anlatır ne de kalbi sızlatır

onu yaşamış bir dinleyici olmadıkça”[106]

Yani şiiri duyup onun estetik yaşantısından pay alan kişi de şair sayılır, şiir yazmasa da. Çünkü şair şiir yazan kişiden önce onu şiir yazmaya iten estetik yaşantıya garkolabilen kişidir. Bundandır ki şiirin barındırdığı hakikat yine bir şaire ulaşabilir. Dolayısıyla “şairin ürettiğini tüketen yine şairdir”[107] aslında. Alaattin Topçu’nun “İntiharın güzel çocuğu” Kaan’ a adadığı şiirinin başlığını “Yok Bizi Bizden Başka ‘Anlayan’ ve ‘Anımsayan’[108] koyması da bir şairin bu görüşü ilk ağızdan onaylamasıdır bir bakıma.

Son bölümde kör olmuş bir ressam da dahil olur anlatıya. Bu ressam, kör olduktan sonra yazmaya başlamıştır ki onun yazması varlıkla bütünleşmenin onunla bir olmanın yoludur da. Ressam yazarak evrene karışacaktır.

Kasaba yolu üzerinde perili evin önünden geçiyorduk. Bu evde yalnız bir ressam yaşardı, bahçesindeki çiçekler ormanda bile bulunmazdı. Kadın öldükten sonra kuş yuvası oldu. Perili ev diyorlar, eşyalar yürüyormuş. Kadının kimsesi yoktu, geriye kalan eşyalarını birileri alıp alıp götürdü. Saksağanlar ziynetleri başka evlerin pencerelerine bırakmış. Kasabadan asfalt yol gelince, eski yoldan gelip geçenler seyreldi. Bir kış boyu karla kaplı kaldı, ilkyaz geldiğinde evin kapısı, pencereleri yoktu, içeride çok az eşya kalmıştı. Evin çevresinde, yol kıyılarında bahçedeki benzersiz çiçeklerden bitti. Sonra hikayeler türedi, çiçeklerin ardından hikayeler yayıldı bu evden, ressamın evi perili ev oldu.[109]

Ressamın yazın dünyası ve ölüm arasında kurduğu ilişki diğer bölümlerdeki metaforik söylemleri sürdürür.

Ormanda gezmek gibiydi yazmak, başlayıp bittiği yer belli değil, her yerden girilip çıkılabilir. Gezginin bir yönü olsa da, dosdoğru besbelli bir yol olmazdı.

(…)

Ömür boyu bilinen ve beklenen ölüm bizi usul usul yutsa da, içinde yaşadığımız bedeni, sımsıkı tutunduğumuz dünyayı bir anda terk ediveririz. İnsan bir bakışta aşık olur, bir anda aydınlanır, bir anlık kararla hayatımız tümüyle değişiverir. Bunlar hep ölümün marifetidir.[110]

Bu bölümde de mesellerle anlatmaktadır Hızarcı tıpkı İncil’deki İsa gibi. Hızarcı’nın mesellerle konuşmasının sebebini şakirtleri İsa’ya neden söylemek istediğini doğrudan söylemeyip de mesellerle anlattığını sorduğunda İsa  söylemiştir:

İşittikçe işiteceksiniz de, hiç anlamıyacaksınız;

Ve gördükçe göreceksiniz de, hiç seçmiyeceksiniz;

Çünkü bu kavmın yüreği kalınlaştı, ve

kulakları ile ağır işittiler,

Gözlerini de kapadılar;

Olmıya ki, gözlerile seçeler,

Ve kulakları ile işiteler,

Yüreklerile de anlıyalar,

Ve tekrar döneler de,

Ben onlara şifa vereyim[111](Matta 13:14,15).

Ardından İncil’de İsa Tanah’tan Davud’un şu sözlerini tekrarlayacaktır:  “Ağzımı mesellerle açacağım,

Dünya kurulalıdan beri gizli olan şeyleri beyan edeceğim.”(Matta 13:35)[112]Yani düz anlatımla söylenemeyen şeyleri söylemenin yoludur mesellere metaforlara başvurmak. İşte Hızarcı bu bölümde mesellerle anlatırken beri yandan mitleri, efsaneleri de devreye sokar. Bu mitlerin kiminin tanıdık mitlerin yapıbozumuna uğratılmış hali olduğu belirgin iken kimileri tanıdık mitsel simgeler içerse de en azından benim için pek tanıdık değildir, belki de tamamen Hızarcı’nın yarattığı mitlerdir. Ama mitlerin alt metinleri yine şair, ölüm, yazın dünyası, şiir, varlık, yazmak, yalnızlık ve dünya ile ilgili okumalara açıktır.

Bu mitlerden biri ‘tayfa kuşları’ hakkındadır ki ‘tayfa kuşu’ Hızarcı’nın kendi yarattığı bir mitsel hayvandır büyük ihtimalle. Efsaneye göre tayfa kuşları ilkbaharda okyanusta bir adada yumurtlamakta sonbaharda ise göç etmektedirler. Lakin bir ilkbahar yuvalarına döndüklerinde adayı yerinde bulamazlar, ada batmıştır. Tayfa kuşları batmış adanın göğünde dönüp durmaya başlarlar; yorulanlar denize düşerek ölür. Nihayet batık adanın bulunduğu yere gelen bir geminin içindekiler döne döne uçan kuşlardan adanın battığını anlarlar. Kalan tayfa kuşları bu gemiye konarlar. Bundan böyle tayfa kuşları hiç göçmeyecek ve gemilerle beraber gezecektir. Lakin tayfa kuşları batık adayı ve göçmen geçmişlerini hiç unutmayacak; ölecekleri zaman batık adanın olduğu yere döneceklerdir.

Böyle yazıyorum işte. Yalnızlıktan çıldıran insanların sahte dünyasından beni kaçıracak sihirli bir sözcüğün peşinde deli divane. Irmağı geçmem, dünya değiştirmem gerekiyor. Oysa tuzaklar bekliyor ormanda. Yalnızca ayak izleri yoktu, iskeletler de vardı. Gündelik yaşamın keşmekeşinden, zihnimdeki amansız karmaşadan kaçıp, tayfa kuşlarının batık adasına çıkmam gerekiyor bir tümceyi tamamlamak için. Ne kadar yazarsam yazayım, nokta konmuyor. Böyle yapayalnız, paramparçayım. Su sızdıran, kürekleri kırık bir sandalla ruhum soluk alacak bir kuytu arıyor. Yalnızca bir nokta için uçurumu gölle doldurmalıyım.[113]

Orman, yazın dünyasıdır. Batık ada ise insanın gündelik dünyanın içinde yitirdiği hakiki varoluşu; artık uzağında kaldığı ‘ben’idir. Ona ulaşmak isteyen yazar ise bu yolda yapayalnızdır. Irmak ise başka bir mitte anlatılan bir imgedir: Mihha Irmağı. Mihha ırmağı ötesinde ne olduğu bilinmeyen; ne olduğu konusunda söylentiler olsa da emin olunamayan tarafla bilinen dünyayı ayıran bir ırmaktır. Bu ırmaktan sadece seçilmişler, ‘düş’lerinde çağırılmışlar karşıya geçebilmektedir.

Hiç kimsenin karşıya geçtiğini gündüz gözüyle gören olmamıştır ancak düşte görenler vardır, bu bir çağrıdır, düşte çağrılan kişiler günler ya da yıllar sonra ansızın kaybolur, onların geçtiğine inanılır. Hiç kimse dönmemiş, karşı kıyıda bir kez bile görünmemiştir.

Düşte çağrılanlar sık sık ırmak kıyısında oturur. Efsaneye göre sihirli sözcük er geç ona gelecektir. Bundan sonrası değişkendir, bir efsaneye göre sihirli sözcük içine doğar ve onu tekrar edince bir kapı açılır. Başka bir efsaneye göre sihirli sözcüğü sular söyler, işitenin tekrar etmesiyle sular donar ve yürüyerek geçer. Sözcüğün yine düşte geldiğini söyleyen efsane de vardır. Düşte çağrılanlar sihrin sönmemesi için bu konuda ağızlarını açmaz, sadece beklerler.

Efsaneye inanmayanlar da vardır, çünkü Mihha’nın akışı çok güçlüdür ve piranha sürüleri kemikleri bile silip süpürür, hiç iz bırakmaz.[114]

Zamandan başka ne olabilir hiçbir iz bırakmadan herşeyi silip süpüren. Mihha zamandır.

Mihha’yı geçmiş, çocukluğumdan beri cennet olarak bildiği bu gizemli ormanda yürürken, kendini hayalleri süsleyen o cennette hissetmiyor, arzulanan ya da herhangi bir cennette olduğunu düşünmüyordu, çünkü ölmemişti, hala yaşıyordu. Bununla birlikte, hem bir düşten uyanmış gibiydi, hem de düşe dalmış gibi hafifti, ayrıca halkının inandığı üzere, burada atalarının ruhlarının olabileceğini, karşısına çıkabileceklerini düşünüyordu, izleri ortadaydı.

Hep merak ettiği topraklarda başkalarının izini sürerek yolları okuya okuya, tadını çıkara çıkara yürüyordu. Dilerse, dilediğinde dönebilirdi, bu güven de vardı, öte yandan, eski bilinmez cenneti, kendini adım adım hissettiği yeni yurdunda ıslık çala çala, merakla yol alırken, aklı geriye gidiyordu ara sıra, bir ileri bir geri.

İzleri okudukça şimdiki zamandan başka bir yerde olmadığını anladı. Bu akıştı, kendisinden öncekiler akıp gitmişti. Sevinç ve hüzün birleşti.[115]

Peki, zaman nasıl aşılır? Tabiki yazarak, ‘düş’ kurarak, varlıkla bağ kurarak ve yazın dünyasıdır Mihha’nın ötesi, ister ölmüş ister yaşayan ama nihayetinde hepsi ölümde buluşacak olan yazarların hiç geçmeyen şimdisinin mekanı.

Mihha ırmağının üstünde ve altında karşı yönlere akan iki akıntı vardır ve ırmağın batı yakasındakiler, yani karşısına geçmemiş olanlara göre bu akıntılar iki ayrı nehirdir gizli bir sözcüğün ayırdığı ki varoluşun hakiki yanına geçmeyi sağlayacak bu gizli sözcük şiiri imlemektedir benim açımdan: “Batı yakasında oturan halklar Mihha’nın aynı yatakta iki ayrı ırmak olduğunu söyler, ikisini gizli bir sözcüğün ayırdığına inanır.”[116]

Bir de Babil Kulesi meselinin bozulmasıyla oluşturulmuş kule miti vardır S.O.S.’te. Kral, dünyanın her boyundan her yurdundan birer kişinin kendilerince kutsal saydıkları bir kayayı getirmesini ister. Dünyanın her tarafından her milletten insanlar kendi kutsal kayalarıyla gelirler ve kralın büyücüsü büyülü bir sözcükle bütün bu kayaları tuzla buz eder. Böylece herkesin ortak bir dili olacağını kanıtlamıştır. Bu ortak dili kurmak için dünya insanları bir kule inşa etmeye başlarlar büyücünün oluşturduğu bu harçtan. Sonunda üstü göğü görecek biçimde açık devasa bir kule meydana getirirler. Böylece insanlığın ortak dili oluşturulmuştur. Fakat kral kulenin tepesindeki boşluğa kendi armasını yerleştirmeye kalkınca insanlar yine kendi elleriyle kuleyi yıkarlar. Burada kralın arması egemenlerin tahakkümünü simgelemektedir kanımca. İnsanlığın sahici dilinin bir egemenliğin tahakkümü altına girmesine izin vermez insanlar.

Bu dil bir daha hiç konuşulmaz ama geriye bir hikaye bırakır, kuşaktan kuşağa efsaneye dönüşür. Bu efsaneye inanan çocuklar, bir gün yenisini kuracaklardır. Yıkılan kule, hikayede kurulur. Başından kral, sonundan armayı söküp, yeniden yazacaklardır. Çünkü büyücü inanmaktadır son nefesinde bile bu hayale, işçiler yeniden toplanacaktır kendi rızalarıyla.[117]

Bu dil şiirin dilidir bence. Çünkü şiirsel söylem hem insanın varlıkla bağlantısından kaynaklanır hem de hiçbir otoriteye boyun eğmez. Bu kuleyi de bir zamanlar romantiklerin oluşturmaya çalıştığı şiir okyanusu olarak okurum.

Öte tarafı görüp geri dönmüş kızıl gözlü kuşlardan da bahseder anlatıcı: Ejderha kuşları.

 Siste yalnızca kızıl gözlü kuşlar görebilir. Bakışlarıyla kuru otları tutuşturabildikleri için onlara ejderha kuşu derler, gözleri körelten arzu ve korkuyu eritebilirler. Bu gücü döndükten sonra zamanla kazanan ejderha kuşunun eceli değil hasreti vardır, kendini yakarak ölür.[118]

Bu kuşlar şairleri imler. Sözcükler aracılığıyla hakiki varoluşlarıyla, varlıkla, ‘ben’le irtibat kurabilmiş ama ‘gerçek’ ve ‘düş’ arasında gerili ipte kalakalmış cambazlar gibi ölüme hasret şairlerdir bunlar. Şairin bu gündelik dünya ile gerçek dünya arasında bulunuşu ‘tepegöz kertenkelesi’ metaforuyla ifşa olur.

Tepegöz kertenkelesi geceleyin donar, ölüme yakın bir uykuya dalar. Ruhu beyaz bir baykuşa uçar. Gece baykuş, gündüz kertenkele olarak yaşar. Gündüz sürünür, geceleyin uçar. Aynı ruhu taşıyan baykuş ve kertenkele birbirine aymazdır. Ruh her ikisini de bilir, çift bedenli bir yaşam sürer, ancak baykuş ve kertenkelenin fani bilinçleri bundan habersizdir.[119]

Fakat şairin bu iki dünya arasındaki dengeyi koruması için cambaz olması gerekir. Çünkü şairin şiirsel yanını imgeleyen baykuş onun gündelik yanını imgeleyen kertenkeleyi yiyerek onun hayatla bağını her an koparabilir ve şair dönüşsüz bir biçimde yazın dünyasına girebilir.

“Çift bedenli çifte varoluşlu ruh, gece ve gündüz, yaşarken düş görür, düş görürken yaşar. Bu yüzden çocuk kalır. Bunlar yaratıcı ruhlardır. Kertenkele ya da baykuştan biri ölürse, diğeri ecelini çağırır.

Bunun istisnası, baykuşun gece donan kertenkeleyi uykusunda yemesidir.”[120]

O zaman şairin bize görünür bedensel yanı ortadan kalkar. Cambaz düşer geriye sadece ipi kalır. Ne ki “Cambazsız bir ip cambazdan çoğunu anlatır. Ruhun düşü, yaşadığımız gerçeklikten daha sahicidir.”[121] Varoluşun hakikati güzelliğinde gizlidir. Kendisine kapılıp gidilecek güzellik ise hep tehlikelidir. Faruk Duman’da pars olarak karşımıza çıkan güzellik Hızarcı’da kurt postuna bürünür.

Kurt avını büyüler gözleriyle. Av donakalır, alamaz gözlerini, eceli geldiğini bilir. Kurt rıza göstermesini bekler, av ise alamadığı gözlerini ölüme yumar ve açar. Bu son duasıdır, yeniden açtığında gözleri hüzünle kaplıdır. Kurt atılır, boğazına dalar, şahdamarını koparır; av çırpınır, er geç teslim olur. Yalnızca kurdun gözlerini anımsar, gerisini hiç anımsamaz.

Bir ömürden geriye son bakış kalır.[122]

 Cambazın Son Adımı’nın son bölümü S.O.S.’te anlatıcılar birbirine karışır artık. Hangi pasaj hangi anlatıcının ağzından anlatılmaktadır anlaşılmaz olur. Nihayet öyle bir yer gelir ki hepsi aynı kişi olur neredeyse, hepsi yazarın zaman ve mekan duvarını yıkmasıyla Cambaz’da birleşirler sanki. Sonunda romanın ilk bölümündeki çocuğa geri döner anlatı.

 “Chun Hei nasıl bakıyorduysa kapıdan el sallarken, ben de öyle bakakaldım ardından. Sana bin bir masal anlatacaktım, sonuna varamadım. Aşkımızın masumiyeti masallarda saklı kaldı. Sakladım seni. Birlikte uyurduk aynı yatakta zıt yönlere akan iki ırmak misali. Sahici düşler görmek için derin uyumak gerekir. Şimdi yapayalnız bir uykuda seni düşlüyorum. Sen de beni sakla.”[123]

Sonuç olarak bu kitabı okuduktan sonra diyebilirim ki yazın dünyasında yoluna devam eden arkadaşlarından Kaan’a en yakın olanı Erol Hızarcı olmuştur. Sanki “Bari sen devam et” demiştir Erol’a Kaan ve belki “Öyle yaptım ama mektuplar kesildi. Ölmüş… Taslaklar ortada kaldı. Defterlere yazarken hala yanımdaydı, yaza yaza onlar da bitti. Uçtu gitti. Defterleri sakladım.”[124]  diyen Cambaz’ın bahsettiği ‘mektup’ arkadaşı Kaan’dır Hızarcı’nın bir yerlerinde. “Şairlerin imge kovaladığı gibi, şiirler de şairini arar”mış. İntihar şiirleri de Kaan’da aradığı şairi bulmuş ve “Sevdiğimiz ölür, sevenlerine dağılır”[125]sa Kaan’dan bir parça da Hızarcı’da kalmış olabilir.

 Romandaki ressam yazarak “Kendi ölümünü doğurabilir miydi?” Kaan’ın da onun gibi “Cesarete ihtiyacı vardı. Yalnızca arzu ve merak yetmezdi.”[126]

Zihinde akan düşünceler arasındaki sessizliğe dalan bir daha konuşamaz. Düşünce de vurulur, benlik yıkılır. Sözcükler ansızın sönüverir, yine de bir anlam vardır.

Ne var ki, dile gelmez.[127]

 ki Kaan da sözcüklerin ansızın söndüğü, dile gelmez’le karşılaşılan noktaya varmıştı belki de ve bir “Ejderha kuşu” gibi “çürümeyi değil, kül olmayı seç”[128]mişti; kim bilir?

Ve Cambaz “Dünya avucumda küçücük bir yer.”[129] diyerek atar son adımını. Bundan yıllar önce de “İstesem, dünya sığardı avuçlarıma;/ Beynine evren sığdırana dünya ne ki?”[130] diye yazmıştır Murat İsmet Tunçer de Olasının Gerekliye Akışı şiirinde. O halde İmdi Kaan’ı etkilemiş olan veya etkilemiş olma ihtimali bulunan edebiyatçılardan bahsetmeye Murat İsmet Tunçer’le başlayalım.

Kaan, Murat İsmet Tunçer’in Günlerin İzdüşümü adlı şiir kitabını okumuş mudur? Bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün değildir. Kitabın 1989 yılının ocak ayında çıktığı; Kaan’ın dersaneye 1989’un eylül ayı civarlarında başladığı ve yazdığı şiirleri kendi ders öğretmeni Nizamettin Uğur’dan önce Murat İsmet Tunçer’e gösterdiği düşünülürse Tunçer’in şiirlerini okumuş olduğu düşünülebilir. Kaldı ki Kaan’ın şiir dosyasının adı ile Tunçer’in şiir kitabının adı arasındaki anagrama yakın benzerlik de Kaan’ın Tunçer’in şiirlerini okuduğu ve etkilendiği görüşünü güçlendirmektedir: Günlerin İzdüşümü – Gizdüşüm. Ne var ki Tunçer Kaan’ın şiirlerini beğenmemiştir; çünkü o, şiirin ‘toplumcu gerçekçi’ olması gerektiğini düşünmektedir. Kaan’ın şiirlerinin izlekleri ise ilk baskısının kapağında da yazdığı üzere ölüm ve hüzün gibi daha bireyci izleklerdir.  Tunçer’in ‘toplumcu gerçekçi’lik bakımından örnek olarak gördüğü şairin kim olduğu ise mısralarında açıkça söylenmiştir: “Neyi soluduk Enver Ağabey’in kırgınlığı umut dayanağı dizelerinden başka”[131] Enver Gökçe şiiridir Murat İsmet Tunçer’in beğendiği şiir.

Enver Gökçe de hayatı devrimci mücadeleye adanmış bir şairdir. Enver Gökçe şiirleri yalındır, açıktır; yaşadığı anın toplumsal olaylarıyla iç içedir ve düzene karşı cepheden taaruz eder.  Sözünü sakınmaz, lafı dolandırmaz bir şiirdir Gökçe’ninki.  Tepeden tırnağa sosyalist ve devrimcidir; ‘kollektif’ gibi sosyalist litaretürün pek şiire uygun düşmeyeceği düşünülebilecek siyasi terimlerini bile kullanmaktan çekinmez şiirinde.

türkiye yaşanmaz oldu[132]

I

Türkiye yaşanmaz oldu!

Her gün bir başka zehir.

Görmedik,

Bir bahçe, bir çiçek, bir şehir,

Görmedik bir gülen,

Hasılı bir ferah, bir rahat:

Uğruna çekilen,

Derttir, mihnettir

Senden yana olduğumuz sebeptir

Kollektif hayat!

 

II

Türkiye yaşanmaz oldu!

Gel gör halimiz yaman!

Haramiler, bezirganlar elinden

Aman, el aman!

Kesilmiş mümkünüm, çarem

Vay ne hal olmuş vatan!

Güzel yarim İstanbul’dan ne haber?

Dil-Tarih’ten, Emekçi’den, Sendika’dan?..

Şiddetin sabahı yakındır

Dayan dizlerim dayan

 

Ankara 1947[133]

Gökçe döneminin çarpıcı devrimci olaylarını şiire dökerken o olayı destanlaştırır ve olayın öznelerini kahramanlaştırır. Turan Emeksiz’in hayatını kaybettiği 28 Nisan Olayları gibi…

(…)

Vay anam vay!

Bu belalı başınan

Kime ne diyem

Kime ne diyem

Nerelere gidem

Ya derdime derman

Ya katlime ferman!

 

Başı daralınca Yılmaz’ın

Baktı atacak taşı yoktu

Baktı eli durmuş, ayağı durmuştu

Vurulmuştu.

Çıkardı yüreğini kan içinde

Çarptı kötünün kafasına

Hay bu nasıl devran?

 

28

Nisandı

Yavri

Hey!

Ham

Meyveyi

Kopardılar

Dalından.

 

Mayıs 1960[134]

Tunçer’in dediği gibi devrimci mücadeleye ‘umut dayanağı’ olmak istercesine “ayaklar baş olacak” diyerek bu kanlı ve zorlu mücadelede devranın döneceğini; sonunda ezilenlerin iktidarının geleceğini muştular şiirlerinde.

ayaklar baş olacak

Kan giderdi

Bir yanda

Yaşamak

Kan gider

Kan revandı

Bir yanda ölüm

Hayırlıydı

Yaşamaktan

Bir yanda

İçi sevdalarla

Dolu

Yemyeşil

Bir daldı.

Ve ölüm ile

Sevda ile

Dönerdi devran.

 

(…)

Beri yandan devrim geciktikçe gecikecek ve nihayet 12 Eylül darbesiyle devrimci mücadele ağır bir darbe yiyecektir. Darbeden sonraki şubat ayında çıkan Sanat Emeği dergisinin 24. sayısındaki bir şiirinde “dayan dizlerim dayan”, “ayaklar baş olacak” gibi tümcelerle dile gelen umudun yerini devrimcinin “döğülmüşlüğünün”, koğulmuşluğunun” ve hatta en yakınları tarafından dahi “siktir çekilmişliğin”in, aldığı görülecektir.

Apat dediğin

Şişirilmiş oto lastiği

Ve bir kaç

Tahtadan ibaret

Bir saldır.

Suda yüzer.

Oğul, uşak, bir de karım

Kurt bana

Hastir çeker

Kuş bana

Yılan bana

Hastir çeker

Çiyan bana

Lan kardaş

Bu nasıl yara

Kanar heryerimden.

 

Döğülmüşüm

Söğülmüşüm

Koğulmuş.

Siktir çekilmişim yani

Kendi öz yurdumda.

Bir meri keklik gibi

Çeker giderim.

 

Sanat Emeği, S. 24, 1980[135]

Gökçe’nin şiirleri resmi tarihin görmezden geleceği; olmamış gibi davranacağı yakın geçmişte Türkiye’de yaşanan toplumsal olayları şiirleştirir ve böylece gelecek kuşaklar için kalıcı kılar. Mesela Keban barajının yapımı sırasında boşaltılan Kürt köylerinden ve yerinden yurdundan edilen insanların yaşadıklarından geriye onun şiirinden başka ne kalmıştır ki.

ve de

‘gavur içinde yesirdiler’

 

Hepten

Suya

Verdik

Çünkü

Suyu

Yoktu.

Toprağı

Gazı

Tuzu

Işığı

Yoktu

Bu

Köyleri

Suya

Verdik

Eli

Ayağı

Tekerleği

Kağnısı

Yoktu

 

Ve

Atı

Arabası

Yoktu

Bir

Kaç

Kıl

Keçi

Bir

Torba

Çökelik

Ve

Tulum

Peynirine

Hasrettiler…

 

Ve

De

“Gavur

İçinde

Yesirdiler”

Sanki

Çarıklarını

Yemiştiler

Gün

Olmuş

Ve

Dut

Kurusu

Süpürge

Tohumu…

Haybedendi

Yaşamları

Ümmiydiler

Gurbetçiydiler

Gülmemişti

Hiç

Biri…

 

Ve

Soğuk

Asvan

Pulur

Hıdır-öz

Ve

Huni

Su

Payniği

Zalbar

Ve

Pul

Ve

Güci

Kırani

Haskini

Henisik

Hulmin

Karapınar

Ecüzlü

Vahşin

Venk

Ve

Payamlı

Ve

Süderek

Haritadan

Silindiler

Bir

Sabah…[136]

Lakin şunu da açıkça belirtmek gerekir ki Enver Gökçe toplumsal olayları tekilliği içinde ele alması ve gündemi takip edişi onun şiirinin belli bir mekana ve tarih kesitine hapsolup evrenselleşmesini önleyen bir etmendir aynı zamanda. Şiirde amaç: bireysel imgelemin dilsel/ zihinsel üretimle toplumsallaştırılması” ise bunun koşulu “popülizmi, geleneği, tarihi dışarda bırakmak”[137]tır. Şiirde belli tarih ve öznelere ait tekil olguların imgeye dönüşmeden ham haliyle yer alması onun hem içinde bulunduğu kültürün gelecek kuşakları hem de başka kültürler için duyumsanmasını zorlaştırır. Enver Gökçe şiirlerinin problemi de budur; 28 Nisan olaylarını, Keban Barajı’nın yapımı sırasında yerinden yurdundan edilen insanların dramını ya da Dil-Tarih, Emekçi, Sendika’nın dönemin devrimcisi için ne anlama geldiğini bilmeden içine girilemeyecek şiirlerdir bunlar ki bu da onların evrenselleşmesini imkansız kılmaktadır.

Enver Gökçe şiirine değinmişken onun şiirlerinin ölümsüzleşmesine büyük katkısı olan bir büyük sanatçının adını anmadan geçilmez: Ahmet Kaya. Pek çok şairin şiirlerini bestelemiş olan Ahmet Kaya, Gökçe’nin de şiirlerini okumuş ve bestelemiştir. Bu arada ne acıdır ki Gökçe’nin şiirindeki gibi ‘siktir çekilip kendi öz yurdundan koğulanlardan’ biri de Ahmet Kaya olacaktır. Türkiye’de Türk-Kürt halklarının kardeşliğinin harcı olmuş bu büyük sanatçının değeri kendine Türk milliyetçisi diyenler tarafından hiç bilinmemiştir. Oysa bana kalırsa Türklük namına geride ne kalmış diye şöyle sağınıza solunuza bakarsanız iki şey görürsünüz: Türkçe ve İslam’ın Türk yorumu olarak Anadolu Aleviliği ki Ahmet Kaya’nın Attila İlhan’dan tutun Ahmet Erhan’a pek çok Türk şairin şiirlerini bestelemiş olması bir yana yaptığı birbirinden güzel Türkçe şarkılarıyla Türk kültürüne yaptığı katkıyı yapmış bir ‘Türk milliyetçisi’ bulmak da çok zordur. Çünkü gariptir ki bizde kendisine Türk milliyetçisi diyenlerin çoğunun Türk Kültürüyle pek işi olmamıştır ve onlar daha ziyade sunni İslam’ı ve faşizmi yüceltmekle iştigal etmişlerdir.

Gelgelelim Kaan’ın şiirlerini ‘toplumcu gerçekçi’ bulmayan Tunçer’in kendi şiirleri de en azından Enver Gökçe şiirleri kadar saf “toplumcu gerçekçi” değildir aslında. İmdi şiirlerinde Tunçer’in Kaan’ı etkileyebileceğini düşündüğüm kendisinde varoluşçu izler taşıyan mısralarına geçmeden önce ‘varoluşçu yazın’dan biraz bahsetmek gerekir sanırım.

Varoluşçu yazın, hayatın anlamını sorgulamaz ya da ona bir anlam atfetmeye kalkışmaz; onu genellikle anlamsızlığıyla kabullenir. Varlık vardır ve oradadır; aslolan onu duymak; insanın kendisi ve varlık arasındaki bağı yakalayarak bu bağdan kaynaklanan özgün varoluşunu açığa çıkarmak; ona sahip çıkmak ve onu yaşamaktır. Ama kalabalıkların oluşturduğu anonim bir anlam dünyası vardır ve kalabalıklar bu dünyalarına uygun olmayan, ona aykırı olan ne varsa yargılar. Dolayısıyla varoluşuna sahip çıkan ve ona göre eyleyen/yazan insan (ya da konumuz babında yazın adamı) çoğu zaman kalabalık için bir yabancıdır, uzaktakidir ve suçludur; çünkü o “Herşey”in “O’nun dışında tanımlanmış, kurala bağlanmış ve kabul etmesi için O’na dayatılmış”[138] olduğunun farkındadır.

Varoluşçu yazındaki insan, kalabalık karşısında haykırsa da; onunla arasına belirli bir mesafe koymaya çalışsa da “yaşama bir ortamın tutsağı olmayı gerektirirken”[139] herkesin bu gönüllü tutsaklığını kendi sahih varoluşunu yaşamak için reddettiği için kalabalık için hep biraz anlaşılmazdır; kendine dönüktür.  Kalabalıklar, insanın varoluşuna aykırı da olsa kalıplaşmış değer yargılarını savunan, düzeni olduğu gibi kabul eden ve onu muhafaza eden bir edebiyat talep eder; oysa varoluşçu yazının derdi toplumun nabzına şerbet vermek veya iyi çocuk olmak değildir. Varoluşçu yazın kalabalıkları rahatsız da etse, ‘iyinin’ ve ‘kötünün’ ötesindeki ‘ben’e, varlığa varmaya çalışır.  Nihayet kendi taşlaşmış ahlakına düzenin devamı adına sımsıkı sarılmış olan kalabalık özünde “insansız insanlıktır, ruhsuz insanlık, tinsiz insanlık, insanlığından çıkmış insanlık”[140] Kalabalık içinde yitip gitmiş sürü üyesinin ne düşünüş tarzı ne de eylemleri sahici değildir. O rahat yaşamak, kalabalık tarafından kabul görmek ve özetle hayatta kalmak için herkes gibi davranmayı ussal olarak tercih etmiştir ve herkes gibidir, yani hiç kimsedir. Oysa varoluşçu yazının insanı hiçbir ussal yolla temellendirmeye çalışmadan sahiciliğini yaşamaktadır ki “sahicilik, toplumsal etkiler, dayatmalar ve kendini kandırmalarla tehlikeye düşen bireyselliğin korunabilmesiyle kazanılan varoluş biçimidir.”[141] Bu yüzden varoluşçu yazındaki insan çevresinin ondan beklediği biçimde davranmaz ve “çevresinin ona uygulayacağı maddi ve manevi yaptırımlarla karşı karşıya kalmaya mahkum[142] olur. Nitekim bazen çarmıha gerilir bazen de bu baskıyı kaldıramamak ve sahiciliğini yitirmek endişesi intihara sürükler onu. O kendi-ölümüne doğru-Varlık (Sein zum Tode) olduğunun bilincindedir zaten ve intihar özgür bir tercihtir nihayet. Sonuç olarak varoluşçu yazının temel izlekleri iletişimsizlik, tutunamama, yalnızlık, yabancılaşma, başkaldırı, özgürlük, seçme hürriyeti, kaygı ve intihardır.

Varoluşçu yazının şiirdeki görünümünü anlamak için Sartre’ın ‘şairlerin prensi’ Mallarme hakkında söylediklerine bakılabilir; çünkü Mallarme’den yola çıkarak şiirde varoluşçuluğu işaret etmektedir Sartre.

Mallarmé dili, herhangi bir şeyi “anlamlandırmak “için (…) değil, “evrenle mesafeli olmak”, “kibarlık terörizmi”ne saldırmak için kullanmaktadır: Onu havaya uçurtamadığı için de, ayraç içine koymakta, silmekte ve nötrleştirmektedir. Bu tutum bir umutsuzluktan ya da daha ziyade, “sakin bir şiddet düşüncesine dönüşen umutsuz şiddet”ten, intiharın bir metafiziğinden kaynaklanmaktadır. Sartre, bunun köklerini büyük bir uyanıklılıkla gün ışığına çıkarmaktadır. (…) “Mallarmé’nin bulduğu olumsuz olağanüstü mantığı tanıyoruz.”, diyor Sartre, “onun kaleminden, bir kalemin görünmez bir gül isteyen, “pırıl pırıl susuz vazo”nun hiçbir şey ummayı kabul etmeden can çekiştiği sırada, yalnızca bir yatak yokluğuna açmakla ortadan nasıl kalktığını ya da bir gömütün nasıl yalnızca “ağır çiçek demetlerinin yokluğu”yla dolup taştığını biliyoruz”. Şairin ince alayı, yapıtlarının mutlak hiçliğini ve aynı zamanda bütün gerekliliklerini tanımasından doğmaktadır.

(…) Gerçek şair, herkesin önünde sonuna kadar kaybeden-kazançlı’yı oynayandır. “Mallarme, otuz yıl boyunca, herkesin önünde sık sık yazmayı düşlediği bir tek kişilikte, bu trajediyi oynadı… Şiirlerinin kusursuz olmaları için başarısız olmaları gerekmekteydi. Dili ve dünyayı ne yıkmaları ne de yürürlükten kaldırmaları yetiyordu: O zamana kadar duyulmamış ve tesadüfi bir ölümün başlamasını engellediği olanaksız yapıtlar bakımından boş taslaklar olmaları gerekiyordu.”

(…) Şairin, ölümünden önce karısına ve kızına “gelecek” yapıtından söz ederken yazdıklarını anımsayalım: “İnanın çok güzel olurdu”. Sartre soruyor ve ekliyor: “Gerçek mi? Yalan mı? Bu insanın ta kendisidir, Mallarme’nin olmak istediği insandır: Bütün dünyada atomun parçalanmasıyla ya da güneşin soğumasıyla ölen ve kurmak istediği toplumun düşüncesiyle mırıldanan insan: “İnanın çok güzel olabilirdi”.[143]

Bu bağlamda Tunçer’e dönersek; onun kuşağının birkaç yıl içinde gerçekleşmesi için mücadele verdiği devrim 12 Eylül’den sonra belirsiz bir tarihe ertelendiğinde yenilmiş bir devrimci olarak o da birçok devrimci arkadaşı gibi yalnızlık ve yabancılaşmanın içine düşecektir.  Devrim uzunca bir süreliğine bir ütopyaya dönüştüğünde dönemin devrimcileri de dağılacaktır. Rüya bitmiş hiç sona ermeyecek gibi duran sıkıcı bir gün başlamıştır artık ve herkes kendi işine gücüne dalacak, kapitalizmle yaşamaya alışacaktır. Kitlesini, kitlesel mücadelesini ve yakın zamanda bir devrim olması umudunu kaybeden bir devrimci toplumda yalnız ve yabancıdır bundan böyle. Devrimci tavrını sürdürdüğü müddetçe de toplumun çoğunluğu açısından marjinal ve uyumsuz olarak kalacaktır. Dolayısıyla her ne kadar Tunçer ‘toplumcu gerçekçi’ şiirlere ilgi duysa da yenilmiş bir devrimci olmak ve bu durumun yaşattığı tecrübe varoluşçu yazının izleklerini sızdıracaktır şiirine. “İktidarların memnuyiyetle karşıladığı bir beklentiyi” yerine getirircesine “Geleceği kendi yaşam süresi ile sınırlı tutmanın, asgari tehlikeyle ömür sürdürüp tamamlamanın kolaycılığı”[144]na kapılan kalabalığın aksine Tunçer şiirin dünyasında da olsa ömrünün dışına çıkıp sonsuz zamanı zihniyle ele geçirmeye çalışacaktır.

Zamanı an an yaşadım, akıp gidiyordu…

Her an diğerine ilmeklenirken

ben doğmamış anları ve doğmamıştan doğacakları tasarladım.

Yıldız şavkları durmadan titreşmekte yorgun gözlerimde.

Aynı şiirin biraz ilerisinde “Yanlışlığın yalnızlığını yaşıyorum bir sabah yeli gibi sessiz…” der Tunçer. Hayatını devrime adamış bir dava adamı için davanın en azından şimdilik kaybedilmesi ve ancak kendinden sonra geleceklerin sonucunu öğrenebileceği bir tarihte görüşülmek üzere temyize gönderilmiş olması onun geçmişini bir yanlışlık; bu yanlışlığın sahibi olan kendisini de yalnız kılmıştır. Evreni zamansal olarak kuşatan zihni mekânsal olarak da evrenin kıyısındadır ve orada kendisi kadar yalnız yıldızlar vardır yanı başında: “Evrenin kıyısında bir yerdeyim. Yıldız ırmakları akıyor. yanıbaşımdan. Milyonlarca yıldız, milyonlarca yalnızlık demektir.” Yanlışlığın yalnızlığını yaşayan şairin insanlardan uzak olması gibi yıldızlar da milyonlarca ışık yılı uzaktır birbirinden.  Ne ki Özdemir Asaf’ın da dediği gibi “yalnızlık paylaşılmaz/ paylaşılsa yalnızlık olmaz” zaten. Yıldızlar gibi şair de tek başına çekmeye mahkumdur yalnızlığını: “Ben, kendi yalnızlığımın cehennemindeyim. Yıldız şavkları titreşiyor gözlerimde.”[145]

Başka bir şiirinde kuşağının devrimcileri adına konuşmaktadır Tunçer: “Çelik bir kılıç gibi sıyırdık kınından içtenliğimizi;/ karmaşalar, umarı süreğinde doğumlara durmuştu ki/ yüzyıllar sığdırdık anılarımıza.”[146] 68 kuşağının mücadele anıları geleceği de içinde taşıyan anlardır muhakkak. Çünkü onlar mücadelelerinin her anında gelecek güzel günleri hayallerinde yaşamışlar; daha doğmamış olanın doğumundan yüzyıllar sonrasını bile dahil etmişlerdir düşlerine. Ne var ki kapitalizm “durdurmaya çalış”mıştır “kan orucunda”kilerin “gerçekliğin çıplak çılgınlığını” ve başarmıştır da. Gerçeğin çılgınlığı şiddetle bastırılmış, sermayenin kurulu düzeni kurtarılmıştır böylece. “Dehşet, öfke ve sevgiden yoğrulmuştu dokumuz;/ varsın derin gecelerin aman vermez düşleri kuşatsın benliğimizi,/ birleşmeler öngünü ayrılık türküleri söylemekteydik.” der aynı şiirin devamında Tunçer. Geleceği zihninde kuşatan şair, devrimcilerin “ayrılık türküleri”söyledikleri bugünü sonsuzlukta kısa bir arife günü gibi görmektedir sanki.  Biraz daha ileride devrime seslenir:  “ey tutkular tutkusu, gençliğimin ve kır saçlılığımın su yoksunu coşkusu” diye belki de geciktiği için biraz da sitemle ekler: “sana koşturduk damarlarımızın bağrında öfkeyle akanı/ ve yaşadık cehennemler içinde sancılı beklentimizle…/ Ölmeyi unuttu kalanlarımız.”[147]  Yüzyılların anlara sığdığı o mücadelenin içinde ölmediği ve bir “geride kalan” olarak “Yirmidört saatler” denen “sabırsız kıyımlar”ın “varlığı”nı “an an yemekte” olduğu bu bitmeyen bugünleri yaşamakta olduğu için hayıflanmakta gibidir şair. ‘Suskunluğun Sesi’ şiirinde dile gelir o fırtınalı mücadele yıllarından ‘geride kalan’ yenilmiş devrimci: “dehşeti dondurmuştur gözbebeklerim,/ yenilginin buğusu emzirsin açlığını.”[148]

Ve oğlum geldi. Ne yazıyorsun?, diye sordu. Yazı yazıyorum, dedim. Peki ne? diye sordu bu defa. Düşündüklerimi yazıyorum, dedim. Peki niye onları düşünüyorsun, diye sordu en sonunda! Niye bunları düşünüyorum???

  1. 05. 2015

 

Tunçer, toplumun dini anlayışına da saldırır şiirinde alaycı ve cesur bir biçimde. Nihayet din de kurulu düzenin en önemli dayanaklarından biri olarak devrimin önündeki en önemli engellerden biridir: “Elimizin tersiyle ittik hurileri, melekleri ve kevser şarabını;/ gılmanlar cennette diye sımsıkı avuçladık kükürt azgını alevleri;”. Cesurdur şair ve ölüm korkusuyla öte dünya inancına sarılmaz; çünkü şiir ölümden sonra da devam edecektir yoluna hem de kanatlanarak: “en kanatlı şiirleri, nasılsa öldükten sonra söyleyecektik.” Ne var ki içinde bulunduğu toplumun yığınları dine sarılmıştır ve şair için yalnızlık hem bir tutsaklık hem de kalabalığın baskısından kurtulmak için bir sığınaktır bu yüzden. “Yalnızlık tutsağıyız, yığınlar esritiyor düşüncelerimizi ve biliriz,/ yalnızlığın telvesini içmek gerekiyor kalabalık bastığında daralan yüreğimizi…”  der ve ardından ekler: “Değil mi ki beklentisiz bir gerginlik dokunmakta sabrımızın tezgahında”. Bu dize de umutsuzluğa kapılmış gibidir ama aynı şiirin sonunda birden bu dizede dile gelen umutsuzluğa hiç uymayan bir öneriyle; bir çağrıyla çıkar karşımıza:  “İzle beni, gel peşimden ve yazgını öğren; zamanlaması yanlış olabilir ölümün./ Bırak geçmişte kalsın eskinin balçık kokulu yayvan papirüsü;/ gecikenin önsözünden başlat iliklerinden süzdürdüğün sancılar kızılı öykünü;/ nokta değil, üç noktaya büründüğünü son denilenin… sakın unutma!”[149] Şair köhne öte dünya inancını bir kenara bırakmamızı söylemektedir; inanılması ve uğruna ölünmesi gereken her ne kadar ‘gecikmiş’ de olsa ‘devrim’dir yine. İçinde bulunulan dönem ‘kızıl öykü’ye konmuş bir nokta değil gelecekteki devrime önsöz olacak olan üç noktadır. Tarihi zihninde sonuna kadar gören şairin sözleridir bunlar. Sonsuz zaman bir andan başka bir şey değildir aslında .

Bir dilim ekmek, bir yudum sudur zaman;

solumak,

satırları sayfalardan taşırarak duraksız okumaktır;

bir ağacın filize duruşu,

yeni doğmuş tayın bacaklarındaki titreme,

bir yüreğin her atımda gerilen zembereği,

şakaklarda iz süren ter

ve gölgeli bir son hırıltıdır.[150]

Fakat her ne kadar şair sonsuz zamanı ve geleceği zihninde ele geçirmiş olsa da şimdinin ağır aksaklığından kurtulup dokunamamaktadır ona. Geleceğin umuduyla şimdinin ağırlığı arasında bocalayıp durmaktadır: bir yanda geleceğin umudu bir yanda şimdinin beklentisizliği arasında dalgalanıp durur söylemi. Ben Olmayanın Bitikliğine Ezgi şiirinde “Bırakın” diye haykırır şair “çok yaşadım, ölmeliyim artık”.  “lanet” eder “yaşama tutsak kılan öfke”sine “sevda”sına; “Ölmeliyim artık” diye tekrarlar: “zaten ölürcesine yaşadım”.  Zaten “ufku”nda yarat”mıştır “yaratılacakları çılgıncasına

Daha ne denli acı çekebilir bu gövde,

daha ne denli umut,

ne denli sevda,

daha ne denli katlanabilir bu kazanılmaz, boşanılmaz savaşa…

“Yetti artık onursuzluk döşeği onur sözleri!…” derken kendi şiirini de bırakmasının zamanının geldiğini söyler gibidir; yeterince şiir yazmıştır ve belki de artık “Geleceğe savrulmuş bir çığlığa kesip ölmek zamanıdır/ Binlerce beyinde yeniden, yepyeni doğarcasına.”[151]

Olasının Gerekliye Akışı şiirinde çılgınlık ve ölümün sardığı bir zihinle karşılaşırız:

Nasıl sessiz bir çığlıktır, yankılanır içimde

Sultan-ı Yegah Sirto denli bitkin, oynak;

bilinç kordonu ha koptu ha kopacak gövdemden,

kuytu uçurumlarda gizlenen ölüm olmalı.

“hiç yapmadığı” “konuşmalar” “hiç göndermediği” “mektuplar” “yaz”maktan ve “görmediği” “günlerde yaşa”maktan yorulmuştur artık.

Bir kımıltı doğrulmakta çoktandır unuttuğum,

bekleyiş desem değil, kaygı desem değil;

kalakalmışlığın ikircikli ürküntüsü taşıdığım,

ölüm yarın değil bana, dün olmalı!”[152]

Denebilir ki Tunçer şiirinin özeti yukarıdaki son iki mısrada gizli gibidir: ‘kızıl öykü’nün en fırtınalı yerlerini geçip şimdinin üç noktasında yanlışlığın yalnızı olarak kalakalmış ve ölmek için ne bu öykünün gelmiş geçmiş kısmına ne de sonuna gidemeyen öznenin hapsolduğu andaki tutunamamasının, yalnızlığının, yabancılığının, kaygısının, intihar ve ölümü özleminin şiiridir bu. Sonuçta Tunçer şiirinden etkilenmiş midir etkilenmemiş midir bilinmez ama Kaan’ın şiirinin de benzer izlekleri en sonuna, kendi intiharına kadar izlediği kesindir. Şu farkla ki Tunçer’in öznesinin devrimci kökü Kaan şiirinin öznesinde yoktur. Kaan şiirindeki öznenin kökü doğrudan kendi varoluşuna uzanır.

  1. 05. 2015

 

Kaan son yaz tatilinde Necatigil’in Sevgilerde kitabını okumuş ve çok beğenmiştir. O halde burada Necatigil ile şiirinden ve Kaan’a olası etkilerinden bahsetmek gerekir. Öncelikle Necatigil’in yaşamına baktığımızda onun öğrencilik yaşamından itibaren kamusal alanla ilişkisini olabildiğince sınırlı tutmaya çalışmış olduğunu görürüz. Yaşamının öğretmenlik ve öğrencilik ettiği okullar ile dostlarıyla buluştuğu bir iki kahve ya da içkievi dışındaki kısmının neredeyse tamamını evinde geçirmiştir. Bu bir bakıma şairin ‘kalabalık’tan kaçışıdır. Çünkü dışarısı kalabalığa aittir ve “Saygı insana değil parayadır, ışıltılı caddelerde.” İşte bu kalabalığın dünyası olan “Sokaklardan, caddelerden, yollardan kurtulmanın yolu eve gitmektir.” Ev, “dışarıdan kaçış, sığınış, kurtuluş yeridir, Necatigil’de.” [153]  Şairin bu durumu belki de en iyi dile getirdiği Dışarda şiirinde üç kez yinelenir bu kalabalıktan kaçış isteği: “evimize gidelim” . Sokaklarda “şeytanca sırıtır fosforlu camlar”“sırnaşıktır kirlidir yapışkandır”. Şöyle tamamlar bu şiirini Necatigil:

Bir yanı var ömrümüzün kırık

Farlar büyütür gecede

Garipsi türkülerle üzgün

Başlamadan yollar

Evimize gidelim.

“Ev şairinin” gündelik dünyadan kaçıp sığındığı evi, daha doğrusu dışarıya göre dar ve tekdüze görünen odası “Dünya’dan büyüktür!” aslında.

Dünya’dan büyük bu odada hayal gücü görüntünün, imge algının yerini almıştır. Ve bu tekdüzelikte, değişmeyen eşyalar, eski ilaç kutuları, kağıtlar, kitaplar, sigara izmaritleri ile tepeleme dolu kül tablaları (tabladaki küllerin, kağıttan yapılıveren külahlara doldurulması, törensel bir titizlikle gerçekleştirilirdi), saat, ucu iyice sivriltilmiş kurşun kalemler, odaya sığabilmek için özellikle küçük olması istenmiş metal masanın çekmecelerindeki tıkış tıkış zarflar, içinde sarı leblebilerin bulunduğu eski bir kavanoz (Hoca, leblebiyle içmeyi severdi), bir bardak, votka şişesi, artık üretilmeyen ilaçların prospektüsleri (özenle saklanmış!), bir kitabı paketleyecek uzunlukta, ama yumak yapılmış sicimler (kendisine gönderilen kitapların paketlenmesinde kullanılan sicimlerdir bunlar) ve kızlardan birinin (Selma, Ayşe?) ilkokul resim defterinin bir yüzü kullanılmamış olan yapraklarına yazılmış şiir müsveddeleriyle dolu dosyalar ve –yine kitaplar arasında geçen tenha yaz saatleri![154]

Bu odanın görünümü hiç değişmeyecektir. Kalabalığın anonim dünyasından izole olmuş bu oda şairin şiirleriyle kendi varoluşuna doğru derinleşeceği; yolculuk edeceği mabedidir. Kendiyle baş başa olan şair daracık odasında kendi dipsiz çukuruna inecektir şiiriyle. Mallarme’nin ‘bir kitap olamak üzere varolduğunu söylediği dünyaya’ odasının penceresinden bir şiir okuyormuş gibi bakar Necatigil. “Şiirinde yaşamına aykırı düşen hiçbir şey” olmayan şaire göre hayat mutlaka yarım kalmak zorunda olan; hiçbir zaman bütünlenemeyecek bir şeydir: “Herşey yarım yârim”. Zaman asla müsaade etmeyecektir yaşamın tamamlanmasına ki Bile/yazdı’da “Bir şair, kemiren, aşındıran zamana ne ile karşı koyacaktır?” diye sorar Necatigil. Belki dile getirilerek tamamlanabilir bu yarımlık; lakin gündelik hayatın dilinde susmayı tercih eder şair, “Susanlara hiçbir şey sormayınız!” der; çünkü bu dile gelme ancak şiirde mümkündür bir şair için. Ama dünyayı şiirleştirirken de seçidir sözlerinde Necatigil. Öyle ki Hilmi Yavuz ve Ali Tanyeri, şairin ‘terk’ yazıp bıraktığı ve yayımlamadığı şiirlerini bulduklarında ve bunların yayımlanmış şiirlerinin üç katı olduğunu gördüklerinde şaşıracaklardır. (Burada söylemek gerekir ki Kaan’ın da Gizdüşüm’ün dışında bıraktığı sonradan İzlekçilerin dergide yayımlayacağı ve nihayet bir çoğunu Ka nadlı bir kitapta bir araya getireceği şiirler de Gizdüşüm’e koyduklarından fazladır. ) Ne var ki şiirleştirerek de bütünleyemeyecektir yaşamı şair ki ‘istediği halde birçok şeyi söyleyememiş, açıklayamamış olmanın verdiği eksiklik, yarımlık duygusu’ndan bahsedecektir bir konuşmasında. 21 Eylül 1969 tarihli bir mektubunda da “Yazılmadan kaldı bazı şeyler;/ gene de yazılmış kadar oldu” diyecektir.

Şiirlerine odaklanırsak nerede durmaktadır Necatigil şiiri cumhuriyet sonrası Türkiye şiirinde? Eski İzlekçilerden Ali Burak bu dönem şiirinin yönelimlerini “Birinci Yeni; İkinci Yeni; 70’lerin siyasal içeriği ağır basan şiiri; 80’lerin çoksesli, ama çoğunlukla içine kapanık, bireyde biçimlenen şiiri,  vb”[155] şeklinde sınıflandırır ve Necatigil’i  bu sınıflandırmaların dışında kendi çizgisinde yürüyen şairler arasında anar. Beri yandan Cahit Külebi, İzlek’te yayımlanan bir söyleşisinde Necatigil’in kendini İkinci Yeni içinde görmüş olduğunu söyler biraz da alaycı bir biçimde: “Daha sonra, arkadaşım Muzaffer Erdost, Cemal Süreya’nın şiirlerine ‘İkinci Yeni’ demiş. Yaşıtlarım heves etmiş, Oktay Rifat, Behçet Necatigil de onlara katılmış, olmuş adı ‘İkinci Yeni’[156] Şiir üzerine yapılan bu sınıflamalar muğlaktır nihayetinde. Necatigil şiirine baktığımızda İlhan Berk kadar olmasa da onunda şiir yolculuğunda değişik denemelere yöneldiğini söyleyebiliriz. Bu durumun en çarpıcı örneği ise Kareler ve Aklar’daki şiirleri sağdan sola, yukarıdan aşağıya doğru farklı okumalara açık hale getiren biçemidir sanırım.

Şiirinde bütün yaşantıları vardı. Gündelik hayatın basit, yalınkat görünen nesneleri, haydi fenomenolojik bir dilegetirişle söyleyeyim, ‘paranteze alındıklarında’ bir büyüsellik edinirler. Bir su deposu, bir dosya… alelade nesneler, bir insanlık durumunu belirten istiareler olurlar, kendi özlerini bularak…[157]

Yarım kalan şeylerin, yarım bırakılmışların pişmanlığı ve sıkıntısını duyarız Necatigil şiirinde. Bunun yanı sıra Kaan’ın şiirlerindeki gece, ölüm, hüzün ve sevda izleklerine Necatigil şiirinde de rastlarız. Tıpkı Kaan gibi “hep kuytuların gece sefalarının açtığı saatlerin şairi”[158]dir Necatigil de.

“GECE VE YAS

Bir köşeye büzülüp
Böyle susmazdım ama
Kapılardan süzülüp
Gece doldu odama.

Bir yağmur ince ince
Çarpıyor şimdi cama
Hasret kaldım sevince
Korku yüzümde yama.

Dalarken gözümde yaş
Ben böyle sonsuz gama
Artıyor yavaş yavaş
Damlardaki ağlama.[159]

Hüzün ve acı ise bir türlü yakasını bırakmayanlarıdır Necatigil’in ki “Hüznü gerilerde bırakacağım yaş, bir türlü gelmiyor…” der bir mektubunda. Bütün varoluşunu derinden kucaklayan şairler gibi Necatigil’de de sürekli yüzeyde gezen bir ölüm bilinci ve farkındalığı vardır. Hayat, ‘delik bir depodan’ boyuna akan kaçınılmaz bir biçimde bitecek sudan başka bir şey değildir. “Ah nereden delinir ilk bu depo, bilinse?” diye sorsa da cevabı basit bir sorudur bu: En başından beri deliktir depo. Bu ölüm bilinci kendi ölümünü tasarlamaya götürür şairi:

O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.

Ya sayfa altında, ya da az ilerde
Eserleri, ne zaman basıldığı
Kısa, uzun bir liste
Kitap adları
Can çekişen kuşlar gibi elinizde[160]

Görseler gaztelerde
Dostlar tedirgin
Bir iki telefon
Yeter üç beş akraba.

Yükler ağır kaldırdığınız
Kırık, ezik bir yığın.
Göm, gömülmez
Utancın, uzaklığın.[161]

Lakin Kaan’ın intihara varan net tutumunun aksine ölüm karşısında ikircikli bir tutumu vardır Necatigil’in. ‘Bağlanıp bir depoya atılan bir dosya’dır ölüm ve şair hep bir lades oyunu içindedir onunla.

LADES

Uzayacağa benzer,
Tutuştuğumuz lades.

İşi gücü bırakıp
Mezarlığa nazır
Bir eve taşındım.

Ölüm, sen beni aldatamazsın,
Aklımda![162]

LADES

Vaktiyle yazdığım gibi:
Uzayacağa benzer
Tutuştuğumuz lades.

Bak, kaç sene geçti
Aldatamadın beni
Ölüm kardeş![163]

Ne var ki ölümden kaçınılıp kendisine sığınılan dünya da matah bir yer değildir; burası da şairin kaçındığı, kalabalıkların kirlenmiş dünyasıdır:

Gözlerinin dalışı bile çok çiğ, çünkü–
Çünkü hançer nakışlarda bu çılgın çağrı,
Bu çürük iplik, bu ensiz atkı,
Bizim![164]

Ölümle köşe kapmaca oynayan Necatigil için nihayet hayat da peşini bırakmayan hastalıklar, acı ve hüzün yüzünden Eyüp Peygamber gibi sabırla katlanılan bir varoluş durumundan başka bir şey değildir.

PEYGAMBERLER

Çıkar Golgota yokuşunu
İner Hıra dağlarından
Bir balığın karnında yaşar kırk şu kadar yıl
Kaynaşan kurtları yarasında
Taşır ömrü boyunca
Peygamberlerdir.

Katlanmak babında
Her iyi şair
De biraz peygamberdir.

9 Şubat 1979[165]

Bu ikilem yüzündendir ki ölümle ‘lades’ oynamayı bırakıp onu bazen ‘kabul gününe’ çağırdığı olur şairin.

KABUL GÜNÜ

Biliyorum saadet
Bana dünyada gelmez,
Ölümü bekliyorum.[166]

Bazen de “Her şeyin değersizleştiği” öyle “çöküntü” “an”ları yaşanır ki “yaşam”da  bu yaşantı “Birden yayılır kanda/ Kararır dört yan.”
Ölü çizgileri dünyanın
Biz sizin esiriniz,
İster bırakın
Öldürün isterseniz![167]

der şair. Ama kesinlikle intihara meyilli değildir Necatigil, ne olursa olsun yaşamdan yana koymuştur tavrını. Dünyayı en azından şiirlerinde olsun yarım bırakmamak, tamamlamak için zamanını sonuna kadar kullanacaktır. Nihayet o zamanının sonuna yaklaşırken bu çabasının beyhudeliği şimşek gibi çakacaktır bir aydınlanma anında ve şöyle diyecektir şair:

zaman geçer, (şair) birden görür: Çevreyi, dünyayı dilediğince bir biçime sokmanın zorluğunu görür (…) Anlar ki, kendi küçük özlemlerini bile gerçekleştirememiş, yakın çevreyi bile değiştirememiştir (…) O zaman hikmet burcuna girer. Hikmet çapraşıktır ve çok az değişir. Geçmişin büyük şairlerini o zaman anlar.[168]

Kim bilir belki de Kaan’ı bu ‘hikmet burcuna’ çok erken girmesi olmuştur genç yaşta intihara iten. Necatigil de ölüm artık kalıcı bir misafir olarak evine yerleştiğinde metanetle ağırlayacaktır onu. Onu Almanya’da tedavi olması için ikna etmeye çalışan dostlarını kibarca reddedecektir. Ölüme direnmeye niyeti yoktur; hayatı kırılmıştır artık ne de olsa ve “Kırılan şeyleri unutmak mertliktir” diye yazacaktır 21 Eylül 1969 tarihini taşıyan aynı mektubunda. Odasında ölümüyle beraber kaldığı son yıllarında da şairdir Necatigil ve Türk şiirinin ilk buluntu şiir örneklerinden birini ortaya koymaktan geri kalmayacaktır:

Genel anestezi altında

Sağ ana bronşa girildi

Açık mobil ve normal mukoza

Sekresyon yok, tümöral bir kitleye rastlanmadı.

Dışardan ve sol yandan baskı altında

Sol ana bronş

Rijit bronskoskopi görülebilen kısmında

Mukoza normal

Intrabronşit bir patolojiye

Raslanmadı.

Sol plevrada sıvı görünümündeki yere

Torosentez yapılması gerekir.

Hasta bu durumda bir mediasten tümörü

Bir mediasten tümörü

İzlenimini veriyor

Inoperabl bir tümör.

Nihayet Necatigil ölür ve “Acı Anıları ilerilere kaçır”ır.

Aşk ise ‘bir yay’ı kırmadan gerebilmektir ‘Necatigil şiirinde. Ama ikinci bir şahıs gerekir aşkın muradına ermesi için ki mümkün müdür onu bulabilmek herkesin kalabalıklar içinde kendini yitirdiği bu dünyada.

SEVGİLERDE

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı.[169]

Kimsenin kendisi olmadığı herkesin herkes gibi olmaya çalıştığı bu kurgulanmış dünyada aşk da kurumsallaşmış, özgünlüğünü yitirmiş, toplumun onay verdiği biçimde yaşanan belli ilişki kalıplarına dönüşmüştür. İşten güçten fırsat oldukça vakit ayırılan sevgililik, flört gibi vakit geçirme biçimlerinden biridir çoğunluğun dünyasında. Kamusal dünyada flörtü, sevgilisi ve nihayet belki eşi de olur uyumsuz insanın. Ama aşk hep platonik ve tek taraflı kalacaktır nesnesi yığınların dünyasındansa. Kaldı ki intihar ettiği sırada bir kız arkadaşı da vardır Kaan’ın ama gerçek Leyla’sını bulamayan bir Mecnun için aşkın imkansız bir hal aldığı bu dünyada yaşamaya değer mi? Bu soruya kesinkes  Hayır demiştir Kaan:

Sevgisiz geçen öyküyü yakmaya bile deymez, arzu çıkmazı ayrılıklar fotoğraflarda kirlenir de bir türlü asıl rengi aşkın hüzünden görülmezdi. Tükendi ellerimde işçiliğimin alın teri. Dul kaldı, yamasında kan izi bakımsız bir yaşam çeşnisi.

Şimdi kentin en yüksek yerinde, içimdeki kıvılcımı tüketerek, yurdundan sürgün edilmiş bir köy gibi arıyor kalbim eski yerini…

Kaan’ın etkileşip yakınlık duyduğu yazarlardan birinin de Kafka olduğunu anlarız bir şiirinden. Gece Şiirleri’nden birincisi olan Devrik Yürek Savunması adlı şiirinde “Mürekkebine yöneldiğim mevsimsiz aşk”, “Ölümün önünde yayılan çıbanı yüzümün”[170] diye bahseder Kafka’dan. Niye böyle demiştir Kaan Kafka için? Büyük ihtimalle Kafka ve yazdıklarıyla kendi ve yazdıkları arasında ruhsal bir bağ kurmuştur. Belki de kendini görmüştür Kafka’da ve aynı dönemde yaşamadıkları için de hayıflanmıştır. Aynı dönemin yazarları olsalar belki yaşadığı çağda kendini bu kadar yalnız hissetmeyecektir Kaan. Kaan ve Kafka’nın yazıları ve yaşamları arasında istenirse pek çok ortak yön bulunabilir. Ama bana kalırsa bu ortak yönlerden en belirgini ikisinin de kamusal dünya karşısındaki o öldürücü uyumsuzluklarıdır. İkisini de yazmaya ve nihayet ölüme götürmüştür bu saçma dünyaya olan uyumsuzlukları. Kafka, Kaan gibi intihar etmemiştir ama 41 gibi genç bir yaşta kanserden ölmüştür. Kanser ise Kafka’nın ölümünün bahanesi gibidir adeta; çırılçıplak uyumsuz bir varoluş olarak ne ruhu ne de bedeni daha fazla dayanamamıştır sanki yaşamaya. Bu durumu Milena da görmüştür ki şöyle demiştir Kafka hakkında Max Brod’a yazdığı bir mektupta:

Frank yaşayamaz, yaşama gücü olmadığından yaşayamaz. Esenliğe kavuşamayacaktır Frank. Çok sürmez ölür, bak görürsünüz. Hepimizde bir yaşama gücü vardır, görünüşe kapılırız, yalana sığınırız bizler, olaylara göz yumabiliriz, iyimserliğe ya da kötümserliğe başvurabiliriz zaman zaman, bir kanıyı savunabiliriz hiç değilse. Ama o sığınamaz bu türlü koruyucu nesnelere. Yalan söylemek elinden gelmez ilkin, beceremez ki… Sarhoş olmayı da beceremez. Sığınacak, başvuracak hiçbir aracı yok elinde. Bizim korunabileceğimiz şeyler onda olmadığından hırpalanıyor ya böylesine. Giyinik insanların arasında çırılçıplak dolaşan biridir o. İster iyilik ister kötülük olsun, yaşamına yardımcı olacak nesnelerden yoksun olunca, kendi başına bir varoluşçuluk oluyor onunki. Kahramanlıktan uzak bir yalnızlık içindedir Frank. Ne var ki daha yüceliyor, daha erişilmez oluyor böyle olunca.

  1. 07. 2015

 

Gelelim Kaan’ın intihar edeceği gün aradığı son kişilerden biri olan Metin Üstündağ’a. Metin Üstündağ’la karşılıklı bir tanışıklığı yoktur Kaan’ın. Peki intiharının arifesinde neden aramıştır tanışmadığı bu yazarı? Kaan’ın Üstündağ’a telefonla ulaşsaydı ona ne diyeceği; bu olası konuşmanın etkisinin ne olacağı bilinmez.  Ama belli ki Üstündağ’ın yazılarını okumuş ve yazıları aracılığıyla tanıdığı Üstündağ’ı kendine yakın bulmuştur Kaan.

Kaan İnce’nin onunla kurduğu yazınsal bağı anlamak için Metin Üstündağ okumadan önce onun hiçbir yazısını tam anlamıyla okumamıştım ya da nasıl desem mizah dergisi okurken belki hala süregiden Pazar Sevişgenleri dizisindeki karikatürlerine ve birkaç aforizmik yazısına denk gelmiştim sadece. Bu kısıtlı aşinalığın bende uyandırdığı izlenim onun vasat bir mizahçı olduğuydu. Böyle düşünmemin sebebi o aralar mizahtan beklentimin bana komik gelecek bir şeylerden öteye geçmemesiydi sanırım. Daha yeni yeni mizahın komikliği içerse de ondan çok öte bir düzen saldırısı olduğunu anlıyorum belki de. Nihayet Kaan’ın da okumuş olabileceği tarihlere ait yazılarını içeren Mavra Zamanıkitabını bulup okuduğumda Üstündağ’ın da ironisinin altında kurulu düzene ve kalıplaşmış hayata karşı derin bir farkındalık ve rahatsızlık olduğunu gördüm. Tıpkı Bukowski’nin çoğunlukla özel hayatını ve kadınlarla ilgili yaşantılarını temele alan metinlerinin üstü biraz kazındığında altında yatan o sivri nihilizmin ve kötümserliğin ortaya çıkması gibi.

Mavra Zamanı’nın daha en başında Üstündağ’ın da ‘neden yazıyorum’ sorusuna kısa da olsa bir cevap veremeden edemediğini görürüz. Bir kere biri bir anda dünyanın, hayatın ve her şeyin sırrına erse ama bunu yazmasa kimse farkına varamayacaktır; hatta o birinin kendi bile unutacaktır bu anlık düşünce şavkını.  Lakin Üstündağ bu sırra vakıf olduğu için yazdığı iddiasında değildir; yazı yazmasını çok daha basit iki nedene dayandırır: Tek yapabildiğinin bu olması ve bunu yaparken kendini iyi hissetmesi.

ben bu gece dünya’nın hayat’ın ve herşeyin sırrına ersem.. ve yazmasam.. kimsenin haberi olmaz.. benim bile.. ama anımsadığım herşeyi yazıyorum.. dünyanın, hayatın, insanların ve herkesin herşeyin bendeki izlerini.. hiçbir karşılık beklemeden.. sadece ve sadece tek yapabildiğim bu olduğu için.. sadece ve sadece en çok yazarken kendimi çok iyi, çok güzel hissettiğim için.. [171]

Hemen sonraki sayfada Erol Hızarcı’nın ‘yaşarken düş gören, düş görürken yaşayan çift bedenli çifte varoluşlu ruhu’nu hatırlatırcasına “ben mi düş görüyorum. Düş mü beni görüyor”[172] diye yazar Üstündağ.

Mavra Zamanı’nda Metin Üstündağ’ın kişiliği ve hayatı hakkında pek çok ize rastlarız. Toplumun saçma tabularını kanıksayamamış iflah olmaz, muhalif bir yalnızdır Üstündağ. Aileden devlete varıncaya kadar toplumun hemen her kurumunu ironi masasına yatırıp bazen karaya çalan bir mizahla deşer. Mesela küçük MET-ÜST sözlüğünde ailenin anlamı “anne, baba, çocuk, uzaktan kumanda ve facia’dan oluşan toplumun en küçük birimi[173]dir. Yazarın aileyi böyle tanımlamasının sebebi başından boşanmayla son bulmuş bir evlilik faciasının geçmiş olmasıdır belki de: “yalnız sever, evlenir, nurtopu gibi ülser’i ve gastrit’i olur.. yalnız boşanır, çocuk annesine verilir.. hüzün babaya.”[174]Siyaset kurumuna ve devlete gelince, bunlar son derece ‘ciddi’ kurumlardır; şakaya gelmezler. Bu yüzden Üstündağ’ın Yarın İntihar Edeceklere Yeni İntihar Şekilleri önerilerinden bazıları da “anayasa ile ters ilişkiye yeltenmek.. devlet büyüklerine dil çıkartmak.. vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne karşı ayak ayak üzerine atarak oturmak.. “[175]tır. küçük MET-ÜST sözlüğünde ise “demokrasi: halkın kendi kendine gelin güvey olması”, “halk: rus ruleti.. körebe.. inleyen nağmeler.. kaderimse çekerim. ya çıkarsa. bu sefer kesin.. yurttan sesler korosu.” ve “polis: cop’on yapıştırıcısı.. iktidar lokantası.. işkence çorbası. Suç toplumda abi tahlil laburatuvarı”[176]dır. Üstündağ’ın Yeni Durumlar, Yeni Kurumlar, Yeni Konumlar, Yeni Tanımlar, Hadi Canımlar Serisi’ndeki Hür Teokratik Parl’imam’ter Sistem[177]in partisi Mal’da Yalan Mülk de Yalan Gel Biraz da Sen Oyalan Partisi[178]dir. Aynı seride devletin çaresiz kaldığı ya da örtbas ettiği durumlarda derhal sığındığı artık ezberlenmiş açıklamalar “Olay Yerinde Gerekli İncelemeler Yapılıyor Gerekli Tüm Önlemler Alınmıştır Endişe ve Paniğe Mahal Yoktur Süt İçtim Dilim Yandı Amanın Ammanım Basın Açıklaması[179]” şeklinde tanımlanır. Ceberrut devlet gibi sivil toplum da payını alır bu eleştiri oklarından. Bizdeki hayvanseverlerin çoğu kürk giyip, köpek okşamaktan öteye geçmedikleri için Hayvanları Uzaktan Sevenler Derneği’ni kuracaklardır doğal olarak. Yine aynı seride uzakdoğunun yalnızca döğüş sanatlarına meraklı olduğundan ‘karate’ salonlarının müdavimi olan toplumumuza uzakdoğudan başka spor ve spor salonu önerisi de vardır Üstündağ’ın: Uzakdoğu Siporları Tao’ca Sevişme Ve Mao’cu Düşünme Teknikleri Öğretme Salonu.[180] Yazar kalabalığın ahlaki tabularını da ince ince hicveder ki Yarın İntihar Edeceklere Yeni İntihar Şekilleri önerilerinden biri de “örf ve ananeler karşısında sakız çiğnemek ve ip atlamak[181]tır. Sürü ahlakı bazı durumlarda bazı davranışları düşünmeden ezbere yapmayı gerektirir. Mesela birisi ölünce cenazede “merhumu nasıl bilirdiniz?” sorusuna verilen tek cevap iyi bilirdik”tir; bu nedenle Yeni Durumlar, Yeni Kurumlar, Yeni Konumlar, Yeni Tanımlar, Hadi Canımlar Serisi’nde Merhumu İyi Bilirdik Korosu[182] da yer alır. Tabii ki devletin toplumu ehlileştirmek için en çok başvurduğu dine de muhaliftir Üstündağ “ve tanrı 8.günde can sıkıntısını yarattı” diye yazar, “tek tanrılı dinlerde niye bunca peygamber.. cinayeti, savaşı, doğal afeti, ölüm haberleri az bir gazete lütfen..”[183] Kurulu düzenin devamını sağlayan okulu küçük MET-ÜST sözlüğü’nde “devlet inek üretme çiftliği.. yatılı mera[184] diye tanımlayan yazar için üretim yapmayan ne idüğü belirsiz ekonomik sistemimizi en iyi açıklayan kurum ise Yeni Durumlar, Yeni Kurumlar, Yeni Konumlar, Yeni Tanımlar, Hadi Canımlar Serisi’ndeki İstanbul Kerameti Kendinden Menkul Kıymetler Borsası[185]dır.

Üstündağ’ın şikayetçi olduğu tek şey toplumun miadını doldurmuş saçma kurumlarından ibaret değildir. İçinde bulunduğu tarihle de kavgalıdır: “kıyamet bu mu yoksa.. yani tanımlanamaması mı zamanın.. kaos, muamma, gergef.. ömrün örümceklenmesi mi yani..”[186] İçinden geçilen dönem sosyalizmin temsilcisi Sovyet Rusyası’nın bitmesiyle kapitalizmin görünürde tek seçenek olarak kaldığı doksanlı yıllardır. Hegel’den sonra ikinci defa tarihi sona erdirmiştir çoğu Batılı felsefeci. Böylece tek kutuplu dünyada sığınacağı başka bir alternatifi, başka bir umudu kalmamış insanlık karaya vurmuş bir gemi gibi kalakalmıştır. Toplumsal umutlar rafa kalkınca bireysel hayaller alacaktır onların yerini; toplumsal mücadelenin kitlelerinin yerini kendini kurtarmaya çalışan bireysel insan. Bu toplumsal hedefsizlik döneminde “yenilgiler ‘teori’, beden aklın pratiği ol”muştur artık. Belki kapitalizmin sürdürülmesi gereken tek sistem gibi görünmesi yüzünden bireysel kurtuluşu öte dünyaya erteleyen dine tekrar kuvvetle sarılacaktır yığınlar. Dönemin hedefsiz ve amaçsız kalmış dünyasına bağışıklık kazanmak ve ona alışmak, uyuşmaktan başka bir şey değildir. Sonuçta uyuşmak, uyumak isteyen bir toplumda sokratik bir tabirle söylersek bir atsineği olan sanatçının da miadı dolmuştur yazara göre: “bağışıklık kazanmışsa bir hayat, giderek daha aşırı dozda uyumak, uyuşmak ister.. neye cevap olduk ki, olanlara da oklu akrep üretiyoruz.. bizim devrimiz bitti.. bizim devrimiz bitti.. sanatçı şark çıbanı, niye anlamıyoruz..”[187] Hem “hayatı, yeniden ve kendince yorumlayan” hem de “hayatı, aniden ve bencilce yorup alan”[188] sanatçının toplumdaki gerekliliğini ve değerini sorgulamaktadır Üstündağ: “bir marangoz mu daha iyi.. bir sanatçı mı daha ulu.. hiç olmazsa koltuğa cümle alem oturuyor.. ya bizler, ya bizler.. beynimiz, yüreğimiz akrep üretme çiftliği..”[189]

 Özetle söylersek Üstündağ’ın sivri ve keskin mizahı’nı mercek altına alınca altında derin bir beyhudelik, nihilizm ve kötümserlik yattığı görülür. Büyük ve kalın harflerle altını çizer bu umutsuzluğun: “HİÇBİR YER, HİÇBİR KİMSE, HİÇBİR ŞEY KAZANAMAYACAK[190]  Cambazın Son Adımı’ndaki izleklerden biri olan büyüdükçe kurulu düzen içinde insanın kendini kaybetmesi ve çocukluktaki o büyünün bozulmasına Üstündağ’da da rastlarız; “ne kadar da büyütmüşüz, büyümeyi gözümüzde..” diye yazar “büyü büyü olmuyor.. büyüdükçe büyü bozuluyor.” [191] “-onlar ki, nihilist değil aabi.. yaşayarak intihar etmektedirler.” diye ironik bir yazıyla başlayan Denemeyenler –muhtemelen intiharı denemeyenler kastedilmiştir- başlıklı tarihi belirsiz yazısında büyü kaybolduktan sonra beyhude yaşayan ‘biz’ hakkında bir sürü aforizma vardır:

-sanki biraz cinayetiz. sanki biraz cesetiz. sanki bir son.

-herşeyin önünü, arkasını ve yanlarını biliyoruz. sinema, müzik, şiir, aşk ve diğer telaşlar üzerine konuşuyoruz. coşkusuz, heyecansız.. iki el el hareketiyle ve mimikle herşeyi yaşıyoruz.[192],

“sanki biraz tercih ile bedel’in konsantre durumuyuz.. sanki biraz ahayatız, asosyal, adünyalı, ainsan..”[193], “sanki biraz zombi’yoruz. ve sürekli ölüyoruz.”, “sanki biraz oluyoruz, sanki biraz n’oluyoruz..”, “hiçbirşeyi tam vaktinde ve rahatça yaşayamadığımızı farkediyor, çok tıfıl sevinçler için bile çok mühim bedeller ödediğimizi görüyor, içimizden hiçbirşey yapmak istemiyoruz. ana fikri’miz bu.. bunu anlıyoruz.”, “sanki biraz ne değişecek gibiyiz. Sanki boş.”[194], “sanki biraz yerimizden oynamıyoruz.”, “sanki biraz aralık ayının son günüyüz. sanki şubat’a sıkışmışız..”[195], “sanki biraz mola’yız. sanki biraz detay’ız. sanki biraz on dakika ara’yız. sanki biraz tenefüse mi çıkmışız sürekli.”,

 -sanki biraz çürüyoruz.

-sanki biraz saçma’yız.

-sanki biraz birazız.

-sanki biraz bira’yız

-sanki biraz belkiyiz

-sanki sanki gibiyiz.[196]

Nihayet “yaşamak, bir yanılsamayı sahiplenme yanılsaması[197]ndan başka bir şey değildir Üstündağ’ın dünyasında; anlamsızdır ve kötüdür ki “neden buradayım..” diye sorar “niçin burdayız.. niye bunca zulüm ve acı.. niçin biz.. neyi arıyoruz burda.. neyimizi kaybettik.. kısa kibrit çöpü’nü mü çektik bilmeden.”[198]

Kitaptaki ilk aforizmalar ise Yalnızlık Üzerine’dir. Kalabalık içindeki yalnızın hallerini betimler bu aforizmalarda Üstündağ. Kaan da en yakınlarından bile intihar tasarısını saklayacak denli ketum ve kalabalık arasında yalnız biri değil midir? “yalnızın elleri ceplerinde, cepleri hep derinde.. yalnızın dişleri, düşleri Van Gogh sarısı.” der bu aforizmalardan birinde Üstündağ. Şiirsel, imge yüklü bir aforizmadır bu. ‘Ceplerin derinliği’ yalnızın ruhunun derinliğini imlerken, ellerinin o derinliklerde oluşu da yalnızın kendisinin o derinliklerde oluşunu imler ve hüzünlüdür yalnız ki düşleri bile Van Gogh sarısıdır tıpkı sigaradan sararmış dişleri gibi. Van Gogh sarısı da sigara da hüznü işaret eder yazın dünyasında ta ne zamandan beri. Kaldı ki sigara hüznün olmazsa olmaz aksesuarıdır ve Van Gogh da tütünsüz edemeyenlerdendir. Tesadüfe bakın ki daha bugün facebookta kadim dostum Cem Çınar’ın bir paylaşımı da tam bu sigara, hüzün, melankoli birlikteliğiyle ilgili gibi geldi bana. Bedia Tuncer adlı bir doktor fi tarihinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ndeki yatılı hastaların 26 tane şiirini Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler İnilti adlı bir kitapta derlemiş. Bu şiirler arasında öyleleri var ki sigara ile hüzün, melankoli ve hatta şizofreni birlikteliğini buram buram duyumsatıyor. Bunları burada yazmazsam bu isabetli tesadüfe haksızlık etmiş olurum.

ŞİZOFRENİ

Aşkımın şiddetinden koptu gönlün fireni!..

Doktor beni sanıyor hala şizofreni!.

Üsküdar taburculuk hasretiyle derinden

Kalbimi hoplatıyor Bakırköy’ün treni!…

Ta uzaktan Marmara aşkla çekiyor beni

Hayretle karşılarım beni deli göreni

Taburcu olmak için kullanmalı dümeni

Aşkımın şiddetinden koptu gönlün freni

Doktor beni hala sanıyor şizofreni.

 

24-A servisinden

R… G… Ö…

Prot. No. 963/323[199]

Doktor Bedia Hanım bu şiirin altına şu notu düşmüş: “Günde 16 paket sigara içen hastanın bir şiiri daha. Bu hastanın sigara içişi kadar giyinişi de enteresandır.” Oğuz Atay’ın Beyaz Mantolu Adam’ı gibi biriyle karşı karşıyayız sanırım.

DELİLER

Ne ana, ne baba, ne yar, ne para

Delilerin en çok sevdiği sigara

Aklı çalışmaz hiçbir tarafa

Gördüklerine der:

Ağabey versene bir sigara[200]

 

MANZUM DESTAN

TİRYAKİLERE

Bir destan söylesem acep

Bütün sigara tiryakileri darılır mı

Doldursam ceplerine eğlencelikleri

Gözleri sigaradan ayrılır mı…

Tiryakiler tütünü ne çok severler…

Birini yakmadan ötekini everler

Sigaraları tükenirse başlarını döverler.

O, da erkeğim diye övünür mü…

Hatta benim bile olsaydı.

Bir sigara yakardım…

Burnumdan çıkan dumana bakardım.

Kafam eserse kırk şeytanı yıkarım

Kırıldı arabam devrildi tekerim

Ah… Bu zalim sigaradan neler çekerim.

 

33-B servisinden

D… K…

Prot. No. 959/1876[201]

Bu arada tütün tiryakisi Van Gogh’un büyük bölümü sinir rahatsızlıklarıyla boğuşmakla geçen hayatının son yılının çoğu da bir akıl hastanesinde geçmiştir. Ne ki yığınların kanıksadıkları; içinde ‘mutlu’ dahi oldukları dünyayı başka türlü görüp ona yabancılaşan sanatçıların makus talihidir uyumsuzluktan kaynaklanan bu ruhsal bunalımlar. Dünyayı hep resimlerindeki o sarı hüznün arkasından gören Van Gogh’un da son sözü “Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer” olacaktır. Burada itiraf edeyim ki benim de çok defa psikiyatristlerle kesişmiş hayatımın yaklaşık bir aylık kısmı bir psikiyatri kliniğinde geçti. Aylarca sürüp bana hayatımın o dönemini zindan eden sırt ve boyun ağrılarımın psikosomatik olduğunu anlamam biraz zaman almıştı.  O zamanlar bu sıkıntılı halimin aşk acısından kaynaklandığını düşünmüştüm. Şimdi o kadar emin değilim açıkçası. O aralar başka yapabileceğim bir şey olmadığından ve belki biraz da kendimi sağaltmak için birkaç şiir de yazmıştım. Ama şiir yazmak bende pek sağaltıcı bir etki yapmadı; hatta belki de aksine kelimelerle dile gelen sıkıntıları daha da görünür kılıp çoğalttı bile.

Çürüyüş

Garip bir yüzeyde yürüyorum

Yürüyorum

Sırt ağrılarıyla böcekler

ve nice yazlardan geriye kalan sonbahar

Yürüyorum yürüyorum

Kızılderili duaları eşliğinde yazılar yazıyorum

Yazıyorum yazıyorum

Ne kadar da az şey kalmış geriye

Ne kazandım bir bilsen

Senelerin ne getirdiğini bir bilsen

Kıllı hayvanlar otobüse biner mi

Biniyor işte

Bir örümcek gibi uzanıyorum yatağa

Gergin ağlarım yay gibi

Sen yok olmuş

Benden geriye baş ağrısı ve uyku kalmış

Hani nerede dedikleri

her şey

her şey nasıl anlatılır

 

Civa

Evet civadır terim

Her yürüyüş başka bir şaşkınlıktır ki

nasıl da biliyorlar diğerleri

Kavmimden soğuyorum

Böyleler işte

Biliyorlar yarın ne olacağını

Kadınlar ve

öpüşen cesetler

öpüşen yabancılar

‘sen olmasan çürüyecektim’

Sen olmadın çürüyorum

İçin için çürüyeni kim görür

Kim görür

Anneler bile görmez

ki hiçkimse yoktu

Tahta sehpa

Çekmecede porno filmler[202]

 

Tımarhaneden Mektup

Burada ben ve birkaç maymun daha

akşamüstleri takılıyoruz bir hemşirenin peşine

üstümüzde beyaz pijamalar

güneşin batışını izlemeye

Gözlerimizde şaşkın bir çocuk ürpertisi

meğer yaşamak ne güzel şeymiş

anlıyoruz

Savaşmak diyorlar

yaşamak savaşmakmış

ve ben seninle savaşmalıymışım

Bu iş bitmiş diyorlar

Oysa bak ne çok mektup yazıyorum sana

Gönderilmemiş mektuplar

‘Bugün nasılız?’

‘İlaçlarımı almayı unutmuşum ve kötüyüm’

‘Ama olur mu?’ diyor hemşire

‘Yaşamak savaşmaktır’

ve yine takılıyoruz hemşirenin peşine

güneşin batışını izlemeye[203]

Neyse tekrar Metin Üstündağ’a dönelim. Yalnızın düşleri Van Gogh sarısıdır; o rüyalarında bile mutlu olamayandır; hayal kırıklığına uğrayandır; çünkü “yalnız rüyasında ornelia muti ile sevişirken nur yüzlü ihtiyar’ca basılır… yalnız kendi rüyasından kovulur.”

Yalnızlık ve hüzün üzerinde epey durmuştur yazar; ikisi arasındaki kopmaz bağı ısrarla vurgulamak istercesine. “yalnıza sormuşlar: ‘boynun neden eğri?’ ‘hüzün kireçlenmesinden demiş.” Yalnızlık mı hüzne sebep olur yoksa hüzün müdür insanı yalnızlaştıran bu cevaplanamayacak bir sorudur. Belki her ikisi de doğrudur belki de bunlar birbirine ancak ve ancak’la bağlı birbirinden ayrılmaz durumlardır. Ama yalnızın tek özelliği hüzünlü olması değildir tabiki. Yalnız ‘tedir-girgin’dir de. Yalnızlık Üzerine başka bir aforizmasında “yalnız hep tedir-girgin’dir” diye yazar Üstündağ. Bu söz bana Alaattin Topçu’nun Kaan hakkında söylediği bir şeyi hatırlatır. Topçu o dönem yine yayıncı ya da editördür ve Kaan zaman zaman ona şiirlerini getiren genç bir delikanlı. Topçu’nun anlattığına göre Kaan, mahcup bir şekilde şiirini bırakıp pek konuşmadan girdiği gibi çıkarmış odadan. İşte bu tavır ‘tedir-girgin’lik kelimesiyle örtüşmektedir sanki: Hem çekingen oluş hem de o güçlü şiirlerinin farkına varılmasını isteyen bir iradenin biraradalığı.

Yalnız toplumun değeriyle normlarını olduğu gibi kabul etmediği için yabancı ve uyumsuzdur kendi kavmine. Bu yabancılık ve uyumsuzluk hem bir kayra hem de bir lanettir yalnız için. Toplumdan kopukluk toplumdan bağımsız ve özgür düşünebilmeyi getirir yanında. Bu yüzden “yalnız yaratıcıdır” Beri  yandan bu ‘yaratıcılık’ yüzünden “ossuruktan nem kapar.. acayip sorun yaratır” yalnız hem kendisi hem de çoğunluk için.

“çarmıhını içinde taşır”[204] yalnız. Çünkü susmayı bırakıp konuştuğu an uyumsuzluğunun su yüzüne çıkacağını ve içinde yaşadığı toplumda Sadukiler ile Ferisiler arasında kalmış bir İsa gibi kalakalacağını bilir. ‘Çarmıhını içinde taşıyan yalnız’ olmak da en çok şairlere yakışır ki “şairler peygamber soyundan mıdır ki ölüm vakitlerini de bilirler, cemal süreya gibi.. ve güzel dizelerin bedeli alaşağı, dımdızlak olmak mıdır hep..”[205] diye yazar Üstündağ. Bir şair olarak Kaan da ölüm vaktini bilmeyi seçmiştir. Gariptir ki devletin muhafaza ettiği toplum yapısına özellikle siyasi nedenlerle uymayanları istediği toplumsal sürüye dahil etmek için kendi torna tezgahından geçirmesi de bunlardan bazılarını şaire dönüştürür kimi zaman.

– bobaa, bobaa.. bu ne ola, la bobaa..

– hapishanedir çocuğum..

– nes ikimize dermandır.. ne işimize yarar.

– ayrı düşünenleri aynılaştırmaya çabalar. insan değirmenidir.. bol şair üretir canım.[206]

“yalnızın geceleri Kerim Abdül Cabbar boyunda, uykuları Naim Süleymanoğlu ayarındadır” derken de Kaan’dan bahsediyor gibidir Üstündağ. Kaan da gecelerin şairidir ve bu geceler sabaha varır çoğu zaman. Gecelerinde uykulara pek yer vermemiş gibi görünmektedir kısa hayatında Kaan.

Aslında yalnız, toplumdan ziyade kendiyle cebelleşme halindedir. Belki de tek muhatabı yine kendisi olduğu için “yalnız, iğneyi de çuvaldızı da kendisine batırır.. yetinmez minare arar.”[207] Bazen de kendisiyle bir türlü uzlaşamayan yalnız kendini yargılamakta ve nihayet idam etmekte bulur çareyi tıpkı Kaan gibi. Nihayet özetle küçük MET-ÜST sözlüğünde “ilkel çağların yenilmez savaşçısı”[208]dır yalnızlık; uyumsuz için yaşadıkça ondan kurtuluş yoktur.

  1. 07. 2015

 

Anlaşılacağı üzere gece, ölüm, hüzün ve sevda şiirlerinin şairi Kaan’ın Metin Üstündağ’ın yazılarına karşı bir yakınlık duymasında şaşılacak bir şey yoktur. Yazın dünyasında aynı izlekler üzerinde yürümektedirler ikisi de. Büyük ihtimalle Üstündağ’ın bazı yazdıkları farkında olmasa bile sanki özellikle ona postalanmış birer mektup gibi ulaşmıştır Kaan’a. Mesela Küçük MET-ÜST sözlüğünde gecenin anlamlarından biri de “şair, şiir zamanı” dır yani Kaan’ın şiir yazma vakti; aşkın anlamı ise “insanın kendisini başkasıyla aldatması.. varlık vergisi. Yeşil enerji.. biyolojik akaryakıt” tır. İntihara gelince, aynı sözlükte “film devam ederken on dakika ara’ya çıkmak. Bir daha aynı filmin devamına dönememek” [209] diye tanımlanmıştır. Film öyle bunaltıcıdır ki muhtemelen geri dönmeyi düşünmeden çıkacaktır filmden çıkan kişi. İntihar etmiş üç şaire, Pavese, Mayakovski ve Yesenin’e ithaf ettiği Yarın İntihar Edeceklere Yeni İntihar Şekilleri başlıklı yazısında “bir kamu kuruluşunda albert Camus olma”yı önermiştir Üstündağ. Lakin Kaan’a göre bir intihar biçimi değildir bu yavaş ölüm. Daha çok bazı İzlekçilere ve biraz da bana göredir. Kaan’ın öngörüsü kendisini bekleyen bu geleceği görmüştür büyük ihtimalle. O Üstündağ’ın 1992 mayısına ait bir yazısındaki başka bir önerisine takılmış gibidir daha çok: “bir hayatı değerli kılan unsur, yeniden yaşanılabilirliği midir acaba” Öyleyse hayatın bu dünyada daha fazla kirlenmesine izin vermeden, onu Nietzsche’nin fasit dairesinde tekrar tekrar yaşanılabilir bir halde bırakıp gitmek; “zamansız, zeminsiz olabilmek.. o sonsuzu bugüne birgün’e taşyabilmek” en iyisidir belki de.

İlginçtir ki tam da Kaan’ın intihar edeceği Ağustos 1992 tarihli yazısında “şair bir hastalıktır..” diye yazmıştır Üstündağ “habire mikrop yayar kurulu düzene karşı.. yeryüzü üzerine, her şeyi dediler mi.. herşeyi sustun mu. Hem herkes duydu mu.. sarhoşken el yazın kız’ıllaşıyor.. (sus)” Kaan, bunu okumuş mudur? Okumuşsa da okumamışsa da sonsuza kadar bu konuda ve her konuda bundan böyle susmayı seçecektir Kaan. Böylece Üstündağ’ın 1993 şubat, mart, mayıs aylarında yazdığı aforizmalarından birinde geçen “ebediyete muvaffak olan kimilerinden[210] olacaktır. Üstündağ ve ‘biz’ ise “bilinçaltı reyonu, uç uç böceği.. gönüllü intihar[211] olan alkolle beyhude hayatlarımıza katlanmaktayızdır hala, ‘her gün yeniden kodlanan umutlarla kirletilen bu dünyada’.

“Kanıyorduk. İçimizde ucu bucağı olmayan çöller

Bulup alkolle ıslatıyorduk.”[212]

08.07. 2015

 

İmdi Kaan ve şiirini ele almaya başlamadan önce şair ve şiiri arasında nasıl bir ilişki olduğu konusunda biraz durmamız gerek.

Öncelikle şair ve şiiri arasındaki ilişkinin çok çapraşık bir yapıda olduğu ve açık seçik biçimde çözümlenemeyeceğini kabul etmek gerekir. Nihayet her şairin şiiri ile bağı farklı olabileceği gibi aynı şairin kendi şiirlerinin her biriyle arasındaki bağ da farklı farklı biçimlerde olabileceği için bu konuda çok genelleyici önermeler ortaya koymak pek mümkün değil. Lakin bir şair ve şiirini beraber ele alacaksak ki bundan önce bunu bazı şairlerle şiirlerinden bahsederken yaptık bu ilişki hakkında fazla da uzatmadan birkaç kelam etmeden de olmaz kanaatindeyim.

Yusuf Eradam bu mesele hakkında yazı üzerinden şöyle demiş: “Yazılan yaşananın izdüşümüdür, ondan ipuçları taşır.

Yazılan yaşananın kitabesidir.”[213] Bu tespit içinde büyük bir doğruluk payı taşısa da özellikle şiir bazında ele alındığında oldukça indirgemeci görünüyor. Öncelikle tabi ki özellikle belli şairlerin belli şiirleri kesinlikle kendi yaşamlarından izler taşır. Bunu sanırım Kaan ve şiiri için rahatlıkla söyleyebiliriz. Lakin bazı şairlerin de şiirlerine son derece uzak bir mesafede durduğunu; belli bir estetik yaşantıyı alımlayıcıya geçirmek için şiirlerini soğukkanlı bir matematikçi titizliğiyle kurgulayıp ortaya çıkardıkları da söylenebilir. Bazı şiirlerdeki özne şairine oldukça yabancı, şair ile bağ kurulmasını neredeyse olanaksız kılan söylemler de ortaya koyabilir. Bu yüzden “şiirde belirleyici olan, şairin ‘özne’sidir; kendisi değil” der Hayati Baki. Doğrudur şairin ‘ben’ öznesini kullandığı şiirde illa kendisini kastettiğini söylemek romancının bütün romanlarında kendi hayatını anlattığını öne sürmek kadar safdil bir yaklaşım olur. Sonrasında şiiri, şairin kimliğiyle irdelemenin bir hata olduğunu söyler Hayati Baki; yani ona göre şairin kimliği şiirin kendisinin bir göstergesi olamaz.

dilsel ve zihinsel dizgede yansıyan olgu, içduyumların belirten’i değil; dış dünya tasarımının bilinçsel belirtilen’idir. bilgi ve bilim, dışarıdaki somut değerlerin yazınsal (burada şiirsel) üretimidir. şair[214], ancak, üretilenin (başkalarının ürettiği de) insanı sarmallaması, evrensel olanı kucaklaması, dünyayı kurması (değiştirip dönüştürmesi), ‘hayır’ın öteki adıdır.[215]

Sanırım bu karmaşık ve anlaşılması güç paragrafta Baki’nin anlatmaya çalıştığı şey şudur: Şiir şairin sadece iç yaşantısını belirtmekten ziyade dış dünyanın yazarın bilincinde yeniden kurulup insan için evrensel bir hale getirilerek-tabi bunun için değiştirilip dönüştürülerek- ortaya konmasıdır. Daha basitçe söylersek şiir şairinin yaşantısını değil dış dünyanın yazarın bilincindeki tasarımını imlemektedir. Burada şair bir bakıma bilim adamıyla özdeşleştirilmiştir.  Nasıl ki bilim adamının kuramı kendi hayal gücünün ürünü değil de dış dünyanın anlaşılır kılınması için sembollerle ifade edilmesi ise şiir de şairin yaşantılarından ibaret olmaktan ziyade yine dış dünyanın şair tarafından başka bir biçime sokularak bir yaşantı olarak yansıtılmasıdır.

Kısaca “şiir, ‘hayır’dır; şair, hayır’ın üreticisi[216]dir Baki’ye göre. Ne ki söz ve sahibi arasında hiçbir ilişki, bağ, etkileşim olmadığını söylemek de fazla kati bir yaklaşım olur. Şair’in ‘ben’ öznesini kullandığı yerde kendisinden çok çok uzak bir özneyi dile getirmesinin mümkün olduğu gibi ‘o’ zamirini kullandığı yerde saklanarak kendi sözlerini söylemesi de muhtemeldir.

Aslında bana kalırsa şair ve şiiri arasındaki ilişki hakkında takınılabilecek en doğru yaklaşım bu ilişkinin her şair ve her şairin her şiiri arasında farklı biçimlerde gerçekleşebileceğinin bilincinde olunması; belli bir şair ile bir şiiri arasındaki ilişki hakkında tespitte bulunurken bu tespitin varsayımdan öte bir anlam taşımadığının bir kenarda tutulmasıdır.

Yine Eradam’a dönersek “yazılan yaşananın bir izdüşümüdür” diyen Eradam az ilerde “Tersini söyleyen de vardır” der ve “Mümkündür” diye ekler. “Öyle olursa” yani yaşanan yazılanın izdüşümü olursa doğal olarak “yaşanan yazılanın kitabesi ol”acaktır. Peki bu nasıl mümkün olabilir?

Yaşananı yazmaya çalışırken yazan, düşleme yelken açar.

Düşlem onu yaşamayı göze alanı çok sever. Bırakmaz.

Yazan düşleme girmekten hoşnuttur, ister, çok da korkar.

Bir başka bedenle birleşmek gibidir de ondan.

Böyle çoğalır, çoğaldıkça birleşir kendisiyle, bütünleşir.

Böylece yazar/şair kendi yazdığı düşlemde yaşamaya başlayacak ve “düşlemde yok olup gitmeyi seve”cektir.

Sanmak onun yaşantısı olur.

Olmak,

Yazdıklarıyla

Yaşadıkları arasında sıkıştığından,

Yoktur.[217]

Eradam burada eylem ve söylem arasında derin bir çizgi çekmekte, yaşamak ve yazmayı bambaşka varoluş tarzları olarak ortaya koymaktadır. Halbuki ne eylem ve söylem arasında ne de yaşamak ve yazmak arasında böyle keskin bir ayrım yapılabilir. Yazmak da bir eylemdir ve yaşamanın bir veçhesidir; yazdığınız yazı ne kadar ‘gündelik’ dünyaya aykırı olursa olsun. Hatta denebilir ki ‘gündelik’ dünyada kalabalıklar tarafından sürekli baskılanan ve aynılaştırılmaya çalışılan insanın elinde kalan; özgür olabildiği ve varoluşunu en sahih bir biçimde ortaya koyabildiği ender eylemlerden biridir yazmak. Belki de burada Eradam’ın demek istediği şey yazarın yazmaya diğer eylemlerden daha çok değer verip diğer eylemlerle arasına mesafe koyması ve hatta gündelik hayatın zorunlu eylemlerini yazma eylemi ile arasında bir engel olarak görme noktasına varmasıdır.  Ne var ki yazarın bu durumu onun yaşadığını sanıp yok olması demek değildir. Hatta belki de yazın dünyasına girdikçe daha çok var olmaktadır insan; bütün zaman ve mekan olanaklarını ele geçirerek. Lakin Eradam burada yazarın ‘düşsel’ söylemine göre yaşamaya başlamasını ima etmekteyse haklıdır. Çünkü söylemi ve eylemi arasındaki tezatlığa tahammül edemez insan. Dolayısıyla bu durum hep birini öbürü lehine başkalaştırmaya götürür insanı. Burada da yazdıkları kurgulanmış verili dünyayla uyuşmayan yazarın eylemlerini de söylemlerine uydurması son derece olasıdır. Nihayet iş şair ve şiire geldiğinde “özne, değişen ve dönüşen’in değiştiren ve dönüştüren’idir”[218] Sonuçta şair ve şiiri arasındaki ilişki aynı zamanda bir etkileşimdir de. Şair yazdığı şiirle etkileşime girerek dönüşüm geçirir ki böylece yitik ülkesi’ni tekrar bulabilsin ya da ‘ben’le tekrar bir bütün olabilsin.

Kendi şiiriyle etkileşip dönüşüm geçiren şair imgesinin en çarpıcı örneği Maldoror’un Şarkıları adlı şiir kitabıyla Poesies adlı poetika eserini yazıp Kaan gibi genç bir yaşta 24 yaşında intihar eden şair Isidore Ducasse’dir (nam-ı diğer Comte de Latréamount). Burada kendi bloğum dışında bir yerde yayımlanmamış olan Şairler Neden Şiir Yazar adlı uzun denememin şair ile şiirinin etkileşimi  ve Lautéamount’la ilgili olan kısmını alıntılayacağım:

(…) Ve sanıldığı gibi şiir yazma eylemi asla saf söylemsel bir iş olarak kalmaz. Şiir yazılırken şair bir dönüşüm içindedir de: Düzyazınsal dünyada koparıldığı varoluşuna geri dönüş. Şiirin bu dönüştürücülüğünü Nizamettin Uğur şu sözleriyle yazı üzerinden gayet iyi ifade eder: “Yazı, kişinin bilincini, iç dünyasını değiştiren, dönüştüren bir serüvendir; sözü düzenleme, denetleme, derinleştirme, sözün gönderge ile anlık, şimdiye bağlı ilişkisini aşıp onu her yönüyle keşfetme serüvenidir.”[219]

Dönüşen bir şair Lautreamont ve şiir

Bu dönüşümün belki de en çarpıcı örneği İsidore Ducasse’tır. Ducasse, Şarkılar’ı yazarken iki ayrı kişiye dönüşecektir: Hem şair Laetreamont’a hem de şiirin anti kahramanı Maldoror’a. Sonra Poesies’i yazarken tekrar Ducasse’a dönüşecektir; ama bu poetika yazarı Ducasse Şarkılar’ı yazmadan önceki Ducasse mıdır acaba? Kimdir Ducasse? Gaston Bachelard’a göre delinin tekidir; belki de şiir yazma süreci içinde intiharla noktalanacak düşünsel bir dönüşüm yaşadığı için. Camus ‘ya göre ise Ducasse “evrene ve kendi kendine karşı ayaklanmış” “dahi bir liseli”[220]delikanlıdır. Ama işin aslı Ducasse’ın yaşamı hakkında pek fazla bir bilgiye sahip değiliz. Çünkü hiçbir iz bırakmadan yok olmaya öyle gayret etmiştir ki elde ona dair iki fotoğraf ve 1863-1865 yılları arasında okuduğu Pau Lisesi’nden sınıf arkadaşı Lespes’in anıları dışında nerdeyse hiçbir şey kalmamıştır; bir de yazdığı şiir kitabı ve poetika metinleri tabii.

Ducasse’ın dönüştüğü şair Lautreamont’a gelirsek bu isim Eugene Sue adlı 1804-1853 yılları arasında yaşamış; genellikle halk romanı (roman populaire) ve kara roman (roman noir, korku romanı) türünde eserler vermiş Fransız bir roman yazarının Latreaumont[221] adlı romanının isminin biraz değiştirilmesiyle oluşturulmuştur.

“şiiri bir örnek durumuna getireceklerini, onun en iç parçalayıcı yanında gerçek yaşamı bulacaklarını ileri sür”en; “Kutsala saldırıyı tanrısallaştır”an; “şiiri de bir deneyim, bir eylem aracı biçimine sok”[222]an “Romantiklerden Lautreamont’a, gerçek bir ilerleme olmamıştır” yine Camus’ya göre “İbrahim’in Tanrısının çehresiyle şeytansı ayaklanmış imgesi”, “bir kez daha diril”[223]miştir sadece. Francis Ponge’ye göre ise kendisine kadar gelen edebiyatı tersyüz etmiştir Lautreamont: “Lautreamont’u açın! Bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner.”Julia Kristeva’ya bakarsanız da şair öteki ucunda Mallarme’nin bulunduğu romantizmin şiir dilinde bir devrim yapmıştır.[224] Onun yaptığı ölçü ve uyağa dayalı klasik şiir anlayışını yıkarak yerine şiirsel söylemi oturtmaktır.

Blanchot’un da fark ettiği gibi Maldoror’un ilk şarkısı her ne kadar Ducasse Poesies’te onu yerden yere vursa da Byronculuk kokmaktadır. Maldoror’un parlak konuşmasının ışıldadığı diğer şarkılardır özgün olanlar. Yine Camus’ya dönersek Lautreamont insanın “yalnızlığını katlanılmaz bulup evrene karşı ayaklanmış, onun sınırlarını yıkmak”, “insanla dünyayı aynı yok oluşta birleştirmek istemiştir.”[225] İnsanın bu başkaldırısı varlığın kendini yok edemeyişinin de bir çığlığıdır beri yandan. Lautreamont “Öznelliğim ve Tanrı, bir beyin için ikisi çok fazla.”[226] diye haykırırken bir tespitte de bulunmaktadır aslında ben, Tanrı ve varlık kavramsal olarak koparılabilse bile ontolojik olarak birdirler.

Peki şair Lautreamont’un dönüştüğü; “yaşamı bir yara olarak kabul etmiş, intiharın bu yara izini gidermesini de yasaklamış”[227] olan Maldoror kimdir?

Roland Derche’e[228] göre “Maldoror, kinin oğlu, bir şeytanın adıdır.”

Rene Crevel’e göre, “Maldoror, Kötülük’ün şafağıdır” (Maldoror, aurore du mal). Robert Amadou’ya göre, “Maldoror, şafağın şeytanıdır” ( Maldoror, le Mauvais de l’aurore).

P.O Walzer’e göre Tanrı’nın bağışı anlamına gelen Theodore’un olumsuzlanması, tersine çevrilmesidir Maldoror: “Don du Mal” yani Kötülük’ün bağışı. Albano Rodrigues’e göre İspanyolca ‘Kötü acı’nın (Mal dolor) dönüştürülmüş şeklidir.

Marcel Jean ve Arpad Mezei’ye göre[229] Maldoror, mald (lanetli) ve oror (aurore, şafak) sözcüklerinden oluşmuştur, yani şeytandır (Lucifer).

Marcelin Pleynet’ye göre[230] Maldoror, ‘Şafak bunalımı’ ya da ‘şafağın kötülüğü’dür (maldoror, le mal de L’aurore).[231]

Maldoror adı neyin metaforu olursa olsun Maldoror bir şekilde Lautreamont’tur. Çünkü Goethe’nin de dediği gibi “Sonuçta, kendi yarattığımız yaratıklara bağımlıyız”dır.

Maldoror sağduyunun egemen olduğu bu belirlenmiş dünyaya karşı insan sevgisi adına çırılçıplak bir başkaldırının sembolüdür en başta. Lautreamont’un yaşadığı tarihsel ortam bakımından bakıldığında şairin saldırdığı verili dünyanın somut görünümü Tanrı, III. Napoleon ve burjuvazinin işbirliğidir. Bu üçleme varlığın kalıplaşmış toplumsal ve dinsel kurgulanışının sonucu olarak dönemin egemen sınıfını oluşturur. Biz bu üçlemeyi Tanrı, devlet ve burjuvazinin işbirliği olarak okursak 19. yüzyıl Fransa’sından bugüne pek de değişen bir şey olmadığını görürüz. Bu kutsal üçlemeye W. Blake’in Baca Temizlikçisi şiirinde daha açık bir biçimde rastlarız; şöyle yazar Blake emek sömürüsüne maruz kalan bir ‘baca temizlikçisi’ çocuk işçinin ağzından: “ ‘…/ Şarkı söyleyip mutlu göründüğüm için,/ Sandılar ki bir kötülük yok yaptıklarında,/ Şükretmeye gittiler, Tanrıya, papaza ve krala/ Acılarımız üstüne cenneti kuranlara.’”[232] Bugünden baktığımızda değişen tek şeyin global dünyada imparatorlukların yerini sözde ‘cumhuriyetlerin’ almış olmasıdır.

Camus’ya göre “Gururdan kıvranan bu kahramanda doğaötesi züppenin büyüleyici etkilerinin hepsi vardır: ‘Evren gibi hüzünlü, intihar gibi güzel, insansıdan da öte bir yüz’”[233] İnsan sevgisine tezatmış gibi gelecek bir biçimde ‘kötüdür’ de Maldoror. Çünkü bu bir saat gibi önceden kurulu olan ve içine doğduğumuz dünya sahih varoluşumuzu boğarak bize en büyük kötülüğü yapmaktadır aslında.[234] “Bana yaptığınız kötülük çok büyük, çok büyük size ettiğim kötülük, bile bile yapılamayacak kadar.” [235] Bizzat Tanrı da onulmaz bir kötülük yapmıştır Maldoror’a onu ‘çirkin’ kılarak: “Yüce Yaratıcı’nın güçlü bir kin gülümsemesiyle bana bağışladığı çirkinliği kimsenin görmesi gerekmez.”[236] Maldoror’un kötülüğü ‘Tanrı’nın bu kötülüğüne karşı yine Tanrı’nın ‘dişe diş, göze göz’ düsturuna uygun bir biçimde tavır almaktan başka bir şey değildir bir bakıma. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta Tanrının kötülüğünün onun duygularından değil doğasından kaynaklanmasıdır. Çünkü Ducasse onun duygusal değil, duygusuz olduğunu düşündüğünü yazar Poesises I’inde. Tanrı kusurludur da Ducasse’a göre; belki kötü oluşunun kaynağı da budur. Pascal’ın önermesini ters yüz ederek şöyle yazar Ducasse: “Elohim’in yansıması olduğunu kanıtlayacak yüksek nitelikleri, buna karşın bu yansımayı doğrulayacak kusurları vardır doğanın.” [237]

Peki ama Tanrıya/Varlığa nasıl düşmanlık edilebilir; nasıl kötülük edilebilir? Bunun tek yolu “insana, bu yabanıl hayvana bütün yollardan saldırma”ktır; çünkü varlığın çobanı olarak insan yani ‘ben’ Tanrının saldırılabilecek ve yapılan kötülüğü hissedebilecek yanıdır. Böylece

 Maldoror düşmanının Tanrı olması yüzünden allak bullak olmuş, büyük canilerin güçlü yalnızlığıyla sarhoş durumda… hem evrene hem de yaratıcısına saldıracaktır, Les Chants, gittikçe artan bir ‘şanlı cinayetler’ dizisini muştulayarak ‘cinayet ermişliğini’ göklere çıkarır, ikinci türkünün yirminci kesiminde gerçek bir cinayet ve şiddet öğretimi başlar.

 Ancak burada farkına varılması gereken bu cinayet silsilesinin aslında uzun bir intihardan başka bir şey olmamasıdır. Çünkü Ben yine kendisine Tanrıya /Varlığa savaş açmıştır aslında. Maldoror, “insanla dünyayı aynı yok oluşta birleştirmek istemiştir.” Mantığın bildik kurumsal düşünme kalıplarına bir saldırı olarak “’Gösteriş’ değildir artık söz konusu, bilincin inatçı bir çabasıyla, bilinç olarak var olmamak söz konusudur.” [238]

Kötülük yaparken de kendinden nefret eder Maldoror; çünkü o da suçsuz olmadığını bilir savaş açtığı Tanrı gibi. Belki bu yüzden Maldoror’un Şarkıları’ndaki temel izleklerden biri “Acı çektirmek ve bunu yaparken de acı çekmek” tir. Şarkılar’da kötüdür Tanrı. “Kendini Yaratıcı diye adlandıran”, “bedeni su görmemiş kumaşlardan yapılmış bir kefenle örtülü olarak, budalaca bir gururla” “insan pislikleri ve altınlardan oluşmuş bir taht” üzerine oturur; “İçinde çocukların, yaşlıların can verdikleri yangınlar tutuştur[239]ur. Burada Tanrının Varlık/ Ben gibi zıtlıkları barındırdığını ve bir biçimde sezeriz altın ve insan pisliği gibi birbirine zıt nesnelerden yapılmış bir tahta oturmasından; hem yaratıcı hem de bir çocuk ve yaşlı katili olabilmesinden. Şarkılar’da tıpkı Varlık/ben gibi birbirine dönüşen yüzleri vardır Tanrının da. Yılan suratlı, iğrenç Ölümsüzden ‘gergedan’a, ‘kurnaz haydut’a dönüşür; kah sarhoş olup ırmağa yuvarlanır kah genelevde haz peşinde koşar. Dönüşüm zaten Lautreamont’un acıyla beraber temel izleklerinden biridir kitapta. Değil mi ki şiirini yazarken Ducasse da dönüşüm geçirmiştir kitapta da değişim başat unsurdur. Şöyle der J.M.G Le Clezio Maldoror ve Değişimler[240]’inde:

 Şarkılar’da en önemli özellik değişimdir. Hiçbir XIX. Yüzyıl şiirsel yapıtı bu yöntemi bunca ısrarla kullanmadı. Bu gerçekten bir yöntem mi, bilinçli bir kullanım mı? XIX. Yüzyıl dağarcığında sık başvurulan bir sözcük olmamasına karşın değişim (metamorphose) sözcüğü düzenli aralarla yedi kez kullanılıyor,

 Lautreamont’un dönüşüme bunca vurgulamasından bir kez daha anlaşılır ki Ducasse için Lautreamont sıradan bir takma addan ziyade şiir yazma etkinliğinde kimlik değişimi sonucu dönüşülmüş şairdir.  Aslına bakılırsa bu dönüşümler Şarkılar’da ister Tanrı’nın, ister yaratıkların olsun bütün çelişkileri içinde barındıran varlığın görünümlerinin (fenomenlerinin) özdeşliğinin metaforundan başka bir şey değildir. Şarkılar’da varlığın en vurgulanmış metaforu ise hiç şüphesiz okyanus imgesidir. Maldoror’un derin bir saygı duyduğu okyanus “hem yok olma, hem de barışma yeri”ni simgelemektedir. Okyanus, “Kendi kendileri ve başkalarının horgörüsünden kurtulamayan ruhların amansız susuzluğunu, artık varolmama susuzluğunu giderir.” Okyanus ve deniz imgesi aslında bir çok dini metinde ve özellikle dualarda metafor olarak çokça kullanılagelmiştir. Mesela Bahailik ve Musevilik gibi dinlerin dualarında Tanrının korkunç yüzünü imler: “(Tanrım Y.N.) Kimi istersen onu En Yüce Okyanus’a çekersin ve kimi arzularsan ona En Eski Adını kabul etme onurunu bahşedersin.” (Bahai İnancı: Bahaullah)[241] , “Denizde Köpüren dalgalar Senin korku veren gücünü anlatıyor” (Musevilik)[242] Christina Rosetti (1830-1894) de bir şiirinde denizi Tanrı metaforu olarak kullanmıştır: “Rab, denizine akan nehirleriz biz,/ Dalgalarımızı ve köpüklerimizi senden aldık:/ Senden başka,/ Hiçbir şeyiz ve hiçbir şeyimiz yok.”[243] Hristiyan dualarında ise bu metaforlar genelde dünyanın zorluklarını imlemektedir:

“TANRIM VE KRALIM, bu ölümlü dünyanın çalkantılı denizi üzerinden geçip huzur ve saadet limanına varan bütün azizler kutsanmıştır. Tehlikeli yolculuğuna hala devam eden bizleri gözet, kötü ve günaha davet eden sert fırtınalara maruz kaldığımızı hatırla. Teknemiz zayıf ve okyanus çok geniş…”(Augustinus)[244].

Okyanus ve deniz bazen de metafor olmaktan çıkıp özgül anlamında yer alır dualarda; ama yine korkunç ve başedilemez bir güç olarak: “Tanrım denizi bir kelamınla yatıştırdığın gibi kötücül tutkuları günahkar doğamdan çıkar at.” (Kıpti Deyr ül-Ebyad’ın Duaları)[245]“AZİZ TANRI, bana iyi davran;/ Deniz çok büyük,/ Ve teknem çok küçük”(Breton Balıkçılarının Duası).[246]

Sihlik gibi varlık-Tanrı birliğine dayalı panteist söylemler içeren dinlerde ise bizzat Tanrıyı dolayısıyla Varlığı imleyen bir metafor olarak karşımıza çıkar Okyanus ya da deniz:

RUHUM BANA kulak ver!/ Dalgaların tesirine sendelemeden karşı koyan/ Nilüferin suyu sevdiği gibi Rabbini sev./ Varlığını suda bulan yaratıklar,/ Suyun dışında ölür./ …/ Ruhum bana kulak ver! Bir balığın suyu sevdiği gibi Rabbini sev,/ Daha fazla su, daha fazla sevincidir onun,/ Bedeninin ve zihninin daha fazla dinginliğidir./ Suyun dışında bir gün bile yaşayamaz/ Sadece Tanrı bilir yüreğinin ıstırabını./ …/ Tanrı’yı içinde bilen/ Söz’ün sırrını anlar ve mutlu olur. (Sihlik)[247]

Lautreamont Şarkılar’da varlığın aynı anda barındırdığı iyilik ve kötülüğü beraber görmüştür. Bu yüzden Şarkılar’da gözlerini varlığın tek bir kutbu olan iyiliğe odaklayan “ilkçağ gülümseyişinin yerini usturayla kesilmiş ağzın gülüşünün, öfkeli, gıcırdayan bir gülmecenin görüntüsü al”[248] mıştır. Ama Lautreamont da farkındadır iyilik ve kötülüğün varlığın birbirinden ayrılamayacak görüngüleri olduğunun ki şöyle yazar Poesies I’de: “Ortadan kaldırılamaz iyilik. Kuşkunun ürünüdürler, imansızlar, suçlayıcı melekler, sonsuz acılar, dinler.”[249]

Ağlayış ve gülme birbirine karışır artık. Şarkılar belki de modern zamanların çizgiroman karakteri Joker’in de felsefi zeminini hazırlamıştır: Gülerek kötülük yapan ve kendinde kötülükle gülmeceyi birleştiren karakter. Evrene gözüpekçe ve doğrudan bakıldığında tutarlı bir tavırdır Joker’inki de. Çünkü düzyazınsal dünyanın kurguları içinde yaşayan insan sahih varoluşundan uzaktadır ve toplumun bir parçası olmak için sürekli yapay bir dengeyi korumakla meşguldür hep. Televizyonda binlerce insanın depremde öldüğünü izler ve belki bir süre üzüldükten birkaç dakika sonra bir komedi filminde kahkahaya boğulur. Oysa Joker evrene ya hep gülmeli ya da hep ağlamalı tutarlılığını sonuna kadar izler ve bir biçimde hep gülmeyi seçer; çünkü kötülük de iyilik de vardır evrende ve hepsi de gülünesidir bir şakadan ibarettir. İnsan belki de içinde aynı anda ikisini de barındırabilmelidir. Tıpkı Maldoror’un kötülük yapmak ile acı çekmeyi bir arada yaşaması gibi.

Ducasse sanki Hegel’in Geist’ının diyalektik dönüşümünü izliyor gibidir. Şarkılar’ı yazarken hem kitabın ‘kahramanı’ Maldoror’a hem de şair Lautreamont’a dönüşen Ducasse Poesies’te bu defa poetikacı bir Ducasse’ye dönüşecektir. Özdemir İnce’ye göre bu dönüşüm sırasında Ducasse bir poetikacı olmuştur ama düşünsel olarak Şarkılar’ın şairi Lautreamont’dan pek de farklı değildir: “Maldoror’un Şarkıları –yazı’ya, -rahat’a, -uygun’a ne kadar karşı ise Poesies de o kadar karşıdır.[250][251] Camus ise bambaşka okur Poesies’i ve mutlak başkaldırının kitabı Şarkılar’dan sonra Poesies’in mutlak bir evetleme olduğunu öne sürer. Buna delil olarak Poesies’ten şu alıntıyı yapar: “Kararlı bir biçimde bu gölge-ışık oyunlarıyla beslenen umutsuzluk tanrısal ve toplumsal yasaları toptan ortadan kaldırmaya, kuramsal ve gündelik kötülüğe götürür yazın adamını.”[252] Oysa burada bahsi geçen yazın adamı yeriliyor mudur yoksa bu ifade yalnızca yazın adamı hakkında objektif bir tespit midir anlaşılmamaktadır. Ama Camus kararını vermiştir Ducasse için; Şarkılar da başkaldırının zirvesine çıkan Ducasse “kaynaklarını unutunca” Poesies’te kendisinin antitezine; kurulu düzenin bir savunucusuna dönüşmüştür. Çünkü Ducasse’ın bu büyük şiirsel başkaldırısının varabileceği son nokta “var olmamak”tır ; “ya herhangi bir şey olmayı yadsıyarak ya da herhangi bir şey olmaya boyun eğerek[253].” ve Camus’ya göre Ducasse, Poesies de Şarkılar’daki başkaldırısından 180 derece dönerek ikinci yola geçmiştir. Oysa Ducasse’nın neredeyse yaşamına dair hiçbir iz bırakmamaya çalışarak intihar etmesi birinci yolu izlediğini düşündürmektedir. Aslına bakılırsa Ducasse da evren gibi çelişkilerle doludur ve belki de her iki yolu da izlemiştir; eğer Poesies’in gerçekten Şarkılar’dan sonra bir geri çekilme olduğuna karar verirsek. Zaten Özdemir İnce’nin de dediği gibi “Kısacık ömründe geleceği yaşamış; ‘bugün’ü yadsıdığı, ‘bugün’de ‘yarın’ı yaşadığı için çok uğultulu bir yalnızlığı olan” Ducasse’ın  “durumu bir çok bakımdan çelişkili”[254]dir. Zaten şair sonsuzlukta olmalıdır varlığın sesi olmak için ki her an da sonsuzluğun bir görüngüsünden başka bir şey değildir. Poesieslerde de varlığın ussal kurgulanışının sonuçları ve savunucuları olan Tanrı, devlet ve burjuva saldırı altındadır. Ussal dünyanın dayanaklarından dine saldırılır: “Gururdur” çünkü “dinlerin ilkesi. Eyüp’lerin, Yeremya’ların, Davut’ların, Süleyman’ların, Turquety’lerin[255] yaptıkları gibi Elohim’e seslenmek gülünçtür.”[256]

Sonuçta toparlarsak şair estetik yaşantısını şiir olarak dile getirerek yani ancak sahih varoluşunu yerine getirip dönüşerek kendi olabilir; şairin estetik yaşantısı yaşayıp geçmemesinin sebebi budur. O yüzden şair şiirini kendi için yazar. (…)[257]

Kısaca şiiriyle etkileşime girip dönüşen şair herkesin kıyısına tutunmaya çalıştığı kendi uçurumuna atlayan adamdır.

  1. 07. 2015

 

 güzüm, kervan soluğu sesimde karmaşa; kıyısız

deniz, yüzdüğümüz, korkunun küçücük yüzünden

güneşi bekleyen, uykusuz dirimiz, birer ölüş-bitiş

gözlerimiz, bitkin, yaralı, yarım o korkusuz

uyanışımız, yalan, hiç, ölümüz kimbilir ne zaman

başlar, kendini bürünmeye, vurgun vurur ne zaman,

gümleyen yaşam, gömün beni, yumun zamana.

Kaan İnce

Kaan ve şiiri hakkında yazılmış belki çok daha fazla yazı vardır. Ama benim elime üç tanesi geçti. Yazıların sahipleri Adnan Satıcı, Özer Aykut ve Serdar Aydın. Amerika’yı yeniden keşfetmemek için öncelikle onların Kaan ve şiiri hakkında neler yazdıklarını kısaca bir gözden geçirelim.

Öncelikle Adnan Satıcı Kaan’ın şiirlerindeki kullanılan öznenin genelde ‘ben’, çok ender olarak da ‘biz’ olduğunu tespit eder.

Bu şiirlere şöyle bir bakıldığında bile, görülebilecek ilk özellik, -birkaç şiir ayrıksı tutulacak olursa- I. tekil kişi (ben) adının egemen olduğu bir söylemdir. (Ayrıksı tutmayı önerdiğim şiirlerdeyse, I. çoğul kişi (biz) adılı öne çıkıyor. Ne ki, burdaki “biz” bile “ben”in boyunduruğundan kurtulamaz. Bu noktada bile, dünyaya çoğul bir bakıştan söz edilemiyor.)

Özetle Kaan ‘ben’ diye konuşur şiirinde ve bu ‘ben’ bizzat kendisini imlemektedir. Bir şair olarak Kaan şiirinde kendini başka öznelerin arkasına gizlemez ve şiiri ile ‘ben’i arasında kopmaz sıkı bir bağ, hatta bir özdeşlik vardır. Şiirlerinde kendini çırılçıplak ortaya koyar; daha doğrusu sahih Kaan’ın sesi duyulur. Fakat bu durum kesinlikle Kaan’ın şiirlerinde kendi kamusal kimliğini ifşa etmesi demek değildir.  Onun şiirinde kamusal yaşantısına, toplumsal kimliğine dair neredeyse hiçbir ize rastlanmaz. Zaten Kaan şiirinde kamusal dünyanın mekan ve zamanını göstergesi olabilecek hiçbir iz de yoktur. Yaşadığı tarih ve coğrafyadan tamamen sıyrılmış, onları parantez içine almıştır Kaan. Kaan, şiirinde zamanlar ve mekanlar ötesi bir imgeler dünyası kurmuştur. Bunun nedeni de 22 yıllık yaşamının son iki yılında Kaan’ın geri dönüşü olmayacak bir gözüpeklikle girdiği şiirin dünyasında gündelik ‘ben’inden olabildiğince sıyrılarak ‘imgesel’ bir ‘ben’e dönüşmesidir. Yani şiirinde birinci tekil şahsın ağzından konuşan Kaan da bir imgedir artık. Peki, kendi şiir dünyasında neyin imgesidir Kaan? Kendi uçurumunun en dibine inip orada ‘ben’ denen ‘varlık’la bütünleşerek herşeye dönüşen şairin imgesidir bu. Artık birey olmaktan çıkarak neredeyse efsanelerdeki bir mit kahramanına dönüşmüştür Kaan ve bu haliyle “ölüm tanrısı Thanatos’a karşı savaşan, yine de göl sularını ve toprağın üstünü kardeşlerine bırakıp, ölümün hüküm sürdüğü yer altını seçen HADES’e benzer.”[258]

Varlıkla, mutlak ‘ben’le bütünleşen şair varoluşu ve tabi onun bütün acılarını sırtına yüklenecektir Sisifos gibi. Ismarlama Bir Yazdönümü Gecesi şiirinde “ellerim kollarım her yerde” der varlıkla bütünleşmiş bu ‘ben’. Ne var ki her yerde olmak her yerde yaşanan acının yaşantısını da getirecektir beraberinde ki Darağacı’nda sallanan başkasının acısı da ona aittir bundan böyle. “Ama/ Gümüş ipte sallanan boyun benim değil”[259] dediği yerde kurulu düzenin kurbanlarının acısını içinde duyan bir varoluşun kahroluş dolu haykırışıdır duyduğumuz. Oysa Darağacı şiirinde “istençle, infaza uzatılan boyun[260] Kaan’da bilinçlenen varlığa aittir: “Bağdaş duran kırmızı gözlerimdir/ kapkara bir ölüme”[261]

Burada Kaan artık, Kaan İnce adında 22 yaşında üniversiteli bir genç değildir; zamanın ve mekanın ötesinde varoluşun bütün yaşantılarını kucaklayan bir mit kahramanıdır; lakin güneşi aydınlığıyla beraber bütün sıcaklığıyla da saran bu kucaklayışın bedelini İkarus gibi o da ödeyecektir. “Kaan, bambaşka bir deneyim yaşamış olabilir” der Özer Aykut, “Bedelini de ödemiştir.”[262] Bu bedellerden biri yalnızlıktır. Varoluşunun derinlerine indikçe gündelik yaşam pratiklerinden uzaklaşacak ve yalnızlaşacaktır şair. Hem mutlak ‘ben’e ulaştırıp varlıkla bütünleştirir hem de “yalnızlaştırır şiir.”  Bu derinliklere ancak şiir diliyle inilir ve bu derinlikler ancak şiirsel söylemle dile getirilebilir. Ne var ki kalabalıkların kulağına göre bir dil değildir bu; ancak varoluşunun farkında kimselerin, aynı derinliklerde yüzmüş şairlerin duyabileceği ve yaşayabileceği bir dildir. Belki onlara bile ulaşmayacaktır yazdıkları, ulaşsa bile duyumsanmayacaktır. Çünkü özgün bir dil kurmuştur şair, bu dille yazılmış şiirin gizeminin başkaları için sır olarak kalıp kalmayacağı belirsizdir. Kelimeler gündelik dilin alışıldık kullanımının dışına çıktıkça güvensizleşir, kaypaklaşır. Ben şunları yazarken bile tam olarak istediğimi ifade edebiliyor muyum diye durmadan tökezlemekteyim. Ne de olsa dil asla düşünceyi olduğu gibi yansıtamaz; birden bire bir şimşek gibi parlayan düşünce şavkı cümlelere ıkına sıkıla o da bir yere kadar dökülebilir. Gündelik dünyaya ait bir olayı ya da olguyu istenildiği gibi dile aktarmak bile zorken estetik yaşantının dışa vurumu olan şiiri düşünün bir de. Kaldı ki bir şair, şiirinde yaşantısını, deneyimini, tecrübesini ancak bir yere kadar okuruna yaşatabileceğinin farkındadır. Zaten şiir dünyasında yapayalnız olan şair bir de şiirlerinin belki de kimseye hiçbir yaşantı sunamayacağı hezeyanına kapılırsa bu yalnızlık dayanılmaz bir hal alacaktır: Apağır bir varoluş yaşantısını kimseye söyleyemeyeceği fikrine; herkes için bir yabancı olarak kalmaya mahkum olduğu hezeyanına kapılan şairin sonsuz yalnızlığıdır bu. Bu duygu durumunu şöyle tarif eder Aykut: “Edindiğiniz dilin, durumun, duygunun bile anlamına uzak, yabancılaşmış, kendi sözcüklerinize bile bir güvensizlik hoşnutsuzluk içindesiniz. Ve sizi anlayan ikinci bir kişi yok.”[263] “(…) oluşturduğunuz dili, durumu yalnız sizin algıladığınızı düşünür, müthiş bir yalnızlık duygusuna kapılırsınız.”

Kaan’ın çocuk denecek yaşta bulaştığı ve 22 yıllık kısa ömrünün son iki yılında tereddüt etmeden sonuna kadar yürüdüğü şiir

Kimsesizliğin gölgesidir. Orada da sakinlik yoktur. Yaşam nedense sıklıkla, seçme şansı bırakmadan oraya götürür şairleri. Bu durumdan kaçmaz iseniz ne olur? Şair imgeden, şiirden, yazmaktan kaçar mı? Arthur Rimbaud her şeyi bırakıp, kaçıp gitmemiş miydi? Gündeliğe kaçtı, iki kişiliğe büründü, dehasını çürüttü diye tukaka edilen Rimbaud, o uzamda daha fazla kalamayacağını, o uzamın kendini götürdüğü sonu görmüştür. Kaçmaz iseniz ne olur? Cemal Süreya Edip Cansever için “her şeyin fazlası zararlıdır ya/ fazla şiirden öldü Edip Cansever” dizelerindeki durumun müsebbibi olursunuz. Ben buna eşik böceği olmak diyorum. Ya gir ya çık! Eşikte fazla duramazsın, ezilirsin. Burada çok sevdiğim şair dostum Suat Kemal Angı’nın kendi yazma deneyimiyle ilgili söyledikleri açıklayıcı olacaktır.

“Bu uzamda kalamazsınız, çünkü yapayalnızsınız. İki kişi de olamazsınız. Orada sadece Tanrı’nın gölgesi var yanınızda. O da sizi kovalıyor yanından. Ortak istemiyor. Acıyor size. Direnmek faydasız. Ya bu uzamda kalıp sonuna kadar gidecek ve kendi yok oluşunuzu seyredeceksiniz, ya da boyun eğeceksiniz. İşte, uzamın vidaları gevşemeye başlayınca, hani ya yazdığınız metne, bu dile yabancılaşmaya (bu yabancılaşma anlamamayı da içeriyor) başlar başlamaz, söylenen söze karşı bir güvensizlik hoşnutsuzluk içinizde kök salmaya başlıyor. ‘anlayan’ ikinci kişi yok çünkü. O zaman, kedersiz tek bir harf bile olamayacağını, her anlamlı sözün aslında bir inilti olduğunu duyumsuyorsunuz. İmkanlı olanla imkansız olan birbirine karışıyor.”

Aykut, aynı sayfanın devamındaki bir satır arasında Kaan’ın intiharını şairin/yazarın bu yalnızlığına bağlar sanki.

Andre Gide’nin, Alissa’ın günlüklerinin son cümlesiyle bitirdiğine inandığım Dar Kapı adlı romanında şöyle bir satır vardır; bence yaratma anının yalnızlığını da içerir; “şimdi ölmek isterdim, hemen, yalnız olduğumu bir daha anlamadan önce.”[264]

İlginçtir ki Kaan’ın arkadaşlarından Erhan Levent Kolçak’ın tanıklığına göre Kaan’ın çok hoşuna gitmiş şöyle bir fıkra vardır:

Nükleer bir savaş sonunda, yeryüzünde tek insan kalır. Yalnızlığa dayanamayacağını düşünüp bir gökdelenin en üst katına çıkar ve kendisini aşağı bırakır. Düşerken katlardan birinden bir telefon zilinin çaldığını duyar. Ve sonra şöyle bağırır: “EYVAH”[265]

Kaan o telefon sesini beklemekten çoktan yorulmuştur belki; kim bilir.

Boyut Yayınları’nın Cumhuriyetten Günümüze Türk Şiiri Antolojisi’nde Kaan İnce’yle beraber 1970 doğumlu iki şairden biri olan ve Kaan’la fotoğrafları karşılıklı sayfalarda söyleşir gibi duran – bu çok anlamlı bir rastlantıdır Aydın için “Ya da rastlantı diye bir şey yoktur” – Serdar Aydın da Kaan’ın intiharı ile ilgili farklı bir yoldan da olsa benzer bir sonuca ulaşmış gibidir: Yazdıklarının kimseye ulaşmayacağı saplantısı ve bunun hissettirdiği yalnızlık. “Sözcüklerle girişilen bir varoluş deneyimi olarak yazmak”, aynı zamanda “Sıkıntılı, sorunlu, önüne konan ve dikte edilen yaşam kipleriyle uyuşamayan, yani ‘derdi olan’ ben’lerin, dertlerini ifade etme ve paylaşma isteği” dir Aydın’a göre. Lakin çelişki şudur ki varoluşunu başka ben’lerle paylaşma umudu taşıyan şair yazdıklarının kimseye ulaşamayağı şüphesine düşerse hatta ortada başka benzer ben’ler olmadığı inancına kapılırsa derin bir yeise girecektir. Bu umutsuzluk yalnızlığın zirvesidir şair için. Nükleer bir savaş sonunda yeryüzünde kalan tek insan olmak gibi bir şeydir. Yazmakla ilgili bu çelişki açıkça ifade edilir Aydın’ın yazdıklarında.

Belki bir tür boşunalık. Belki de kimsenin böylesi bir paylaşıma gereksinimi yok bu dünyada. Yazan ben, kendini kandırmakta. Ya da nerede ve kim olduğu bilinmese de ‘ötekine’, daha doğrusu benzerine ulaşma umudu yazmak. Böylelikle korkutucu ve delirtici mutlak yalnızlıktan kurtulabilmeyi, çoğullaşabilmeyi umut etme, derdini söyleyerek efkarını bulaştırma isteği, hiçliğe bir çığlık gönderme iradesi belki de. Çünkü her çığlık, korkunç bir sesleniştir aynı zamanda. Hele de çığlığınızın kimseye ulaşmayacağını düşünüyorsanız.[266]

11.07.2015

 

tek sorumlumuz gecedir

 elinle bir demet bulutla gece kapıyı çaldığında

şehir, en güzel köprülerini takmıştır gerdanına

tüm gemileri bileğine bağlıdır, parıltılı

edepsizdir, hep denizlerini göstermek ister

tuğlalı yüzünde en çekici bakışı, kıpırtılı

 

leylak kokulu nefesi rüzgar olup estiğinde

gece, yıldızlarını dökmüştür tek bir sözle

kuleleri uğuldamaya başlar, gecenin bir öpüşüyle

briketli kasığında bir patlama duyulur

 

tüm şehir sabah sabah ateşler içinde

Fatih Bazman

Kaan şiirinin ana izleklerinden biri de gecedir. Kaan, “ ‘Gece’ diyorsa, ölüme iki adım uzaklıktaki yalnızlığını, ‘deniz’ diyorsa, ‘geceye mıhlanan kalbi’ni anla”[267]malıyızdır Adnan Satıcı’ya göre. gecenin uzatmalı sevgilisi hüzün[268]dür ve “gece hüzün sever/ ve ben de geceyi severim”[269] der Kaan.

Özer Aykut ise Kaan’ın yazın hayatını gündüz ve gece olmak üzere ikiye ayırır.

Zihnin kalbe, oradan kaleme geçen yerdeki eksikliğini bilerek, hem kendi yazma deneyimimden hem de Kaan’ın yazdıklarımdan algıladığımla, bu poetik uzamın, Kaan’ı götürdüğü yeri açıklamaya çalışacağım. Bahsettiğim uzamı ikiye ayırabiliriz. İlki yazma anını hazırlayan, daha çok gündelik toplumsal hayatın içinde gerçekleşen süreç. Bu bir biriktirme sürecidir. Bakmak ve şaşırmakla geçer. Daha çok kendini hissettirmeden, yazıya dönüşmeden, peygamber vitesinde, hızınızı, arabanın motorundan değil, yolun eğiminden aldığınız bir süreçtir. Yazma anıyla kıyaslandığında daha az yıpratıcıdır ve yazma anını hazırlar. Kaan’ın gündüzüdür.[270]

Burada Kaan’ın gündüzünün yazma anı olan gecesine göre daha az yıpratıcı olduğunu yazar Aykut. Fakat bir sayfa ileride göreceğimiz gibi aslında gündüzün Kaan için ‘sıkıntılı’ bir süreç olduğunu da yine kendisi söyleyecektir. Çünkü Kaan’ın gündüzünün ayırt edici özelliği şiir orucundaki bir şairin tahammül edilmez bekleyişine sahne olan yavaşlık ise gecesinin ayırt edici özelliği “kendiliğindenlik ve hızdır.” Gecede “nesneleri; bakılan, görünen yerlerinin dışında, bedenin”“yapışan,” onun “dilini” “ele geçiren, konuşkan ruhlar olarak hisseder” Kaan. Varlık çığlık çığlığa dile gelmektedir Kaan’ın gecesinin karanlığında ki “evrende hangi eşyanın çığlığı gözlerime vuran?”[271] diye soracaktır Kaan Çığlık şiirinde.  Kaan,

Gece Şiirlerinde ‘çiy dolar gecenin kasnağına’ (…) ve kapılma saatleri der geceye. Ufuk rengini gündüz rüyalarında gördüğünü söyler. Kuşluk vaktinde sızıntı olduğunu… Birinin uykusu uyanıklığa varmadan, onun gündüzü, gündeliği için gözyaşı döker gibidir. (…) Gece kıymetlidir. Yazdıkça onu içine alan coşku vardır. Gündüz ise uyuyarak ömrünü sattığı, gerçeğine yabancılaştığı, onu geceye tekrar hazırlayan sıkıntıdır. “Karaya demirli mühür izi, gündüzler. Gecemiz bizimle beraber. Sessizlik… içimde…”[272]

Gece bir nevi Nicolai Hell’in şibumisi gibidir Kaan için. Şiirleriyle kendi varoluşunu ve varlığı ele geçirdiği gece ile ‘gerçeğine’ yabancılaştığı gündüz arasında bocaladığı bir ikilem içindedir Kaan, Aykut’a göre. Aslında tercihi geceden yanadır da gündüzlerden kaçamamaktadır. “Bu kapsayıcı, her şeyin sizin emrinizde olduğu uzamdan çıkıp, tekrar gündeliğe döndüğünüz de yaşadığınız bocalamayı bir düşünün” der Aykut ve ekler “O müthiş yalnızlığı…”[273]Böylece bu defa şairin yalnızlığını şiir yazma sürecine değil onun gecesi ile gündüzü arasındaki ya da aslında gündelik dünya ile varoluşun sahih dünyası arasındaki bocalamasına bağlar. Gece ve gündüz arasında bir sarkaç gibi salınıp durmaktan yorgundur Kaan.

 Haritası parçalandı ellerimde gecenin, bir yitiriş değil bu, sınırları tutamadım yerinde, gözlerime doldu sular, şimdi zaman oynak bir gölge. Nasıl başlasak, geri dönmemek için? (…)

 (…) Hem kavuşmalar ayrılıktır bazen.[274]

Bir dahaki gecenin varlığa dönüşülen o gecelerden biri olacağından emin olamamaktadır artık sanki Kaan. Gece yaşanan o şibumi kaybolup gidecektir belki gündüzler araya girdikçe. Belki kaybolmaya başlamıştır bile. Aykut Kaan’ın intiharını biraz da Kaan’a atfettiği bu korkuya bağlar sanki: “Gençseniz, yaşamla gündelikle, deneyimlediğiniz, bağlarınız zayıf ise, bir daha böyle bir uzamı yaşayamayacağım kaygısına kapılabilirsiniz.”[275] Travenian’ın Nicolai Hell’i varlıkla kucaklaştığı, bir olduğu şibumisini kaybedince soğukkanlı bir katile dönüşmüştür. Kaan ise varlıkla bütünleştiği geceyi, kendi şibumisini kaybetmemek için sonsuz bir geceye doğmayı seçmiştir belki de. Kim bilir.

Her gece ve her sabah

Doğar bazıları acıya.

Her sabah ve her gece

Doğar bazıları tatlı hazza.

Doğar bazıları tatlı hazza,

Doğar bazıları sonsuz geceye. [276]

Sevda şiirlerinin şairi Kaan’ın diğerlerine göre daha dipte akan izleklerinden biri de aşktır kuşkusuz. Ama bu aşkların çoğu yaşanmamıştır.

Ölüm çoğaltan yalnızlığının buğusu aynada siliyor

seni, ağladın/yaşlandın; sürgülenmiş, ömrünün sevgi

salgılayan darmadağınık kubbeleri; birsin, yaşanmamış

aşklar sıralamasında.[277]

Aşkın Kaan için artık yaşanamayacağını da algılarız bu dizelerden. Çünkü Ağlarda Yangın şiirinde kendine seslenen şair ‘ömrünün sevgi salgılayan kubbelerinin sürgülendiğini’ söylemektedir.

Yaşanmış aşklar ise ölmüştür. Ölü aşklardan arda kalanlar geceleri sökün eder ve “Bilinmez ölü aşkların gecesi: Tanığım”[278] der Kaan Üç Rüzgar şiirinde. Kaan’ın Gizdüşüm kitabında aşk acısını en çok duyurduğu şiir ise Elbet şiiri olsa gerektir.

Söndüreceğim yangınları, ömrümü kundaklayan.

Hüznümü bağışlatan gözlerimin ılıklığıdır, ölümümü

de bağışla bitanem, ağlarsam kanar gözbebeklerim,

kanayan gözlerle  sana bakamam.

Bu belki de Kaan’ın sevdiğine hitap ettiği tek şiiridir. Burada açıkça intiharını haber vermekte gibidir sevdiğine ve bunun için af dilemektedir ondan.

Dokunuşlarımın vücudunda kuşattığı rüyalar, elbet bir

gün dudaklarında toplanıp beni bulacak, dudakları-

mı. Bir başka gece durulacak üşümelerim, bir başka

öpücükle ısınacak, kavrulacak uykularım.

‘Ölü aşkların gecesinde’ yaşanacakların kehanetleridir bunlar. Elbet eski sevgililerle ancak rüyalarda öpüşeceklerdir artık.

Katıksız bir seyir yansıyacak köpüklerine zamanın,

Sen çocuk gibi yaramaz ve zeki, bozacaksın oyunları-

mı  kavgalarla, önce’leri ayıracağım kaybolduğum so-

kaklara, sonra’ları eskiciye vereceğim, kırağılı saçlar

giremez çakal sevdana.[279]

dizeleriyle biter şiir ardında cevapsız buruk bir soru bırakarak: Ondan önce’leri de sonra’ları da dağıtmasının sebebi bu ‘çakal’ sevdayı yaşlandırmak istememesi midir yoksa? Kaan’ın intiharının altında yatan sebep ya da sebeplerden biri de aşk acısı mıdır?

  1. 07. 2015

 

 (…) çatısı sözlerden ibaret ufkum,

intihara yükselen o taşkın suskunluk ve eczasız sanrılar

köşetaşlarımı kanla yonttu benim. Alıcısı ölmüş bir mektup,

bende kendini öldüren ikizim

ve yazdıklarını kendi silenler kadar öldüm artık

öyle ki şimdi gerçekten beni ikiye bölüyor: kendimi sevdiren sır

ve göklerden bir gölgenin düşüp söndüğü

o iki kötü mezar

Yavuz Yıldırım

Adnan Satıcı’nın da tespit ettiği gibi aslında Kaan şiirindeki temel izlek  ne gece, ne yalnızlık ne de aşktır; bunlar olsa olsa tamamlayıcı yan izleklerdir. Kaan şiirinin asıl temel izleği ölümdür. Fakat ölümle Kaan arasındaki bu yakın ilişkinin nedeni konusunda elle tutulur bir ipucu bulmanın olanaksız olduğunu söyler Satıcı ve şöyle der: “Yaşamak eylemine iyimserlikten uzak bir bakış yöneltmesinin gerekçelerini bulmakta güçlük çektiğimiz halde, ölüm düşüncesiyle kurduğu sahici bağ karşısında şaşkınlığa kapılmaktan kurtulamıyoruz.”[280]Satıcı’ya göre “’neden ölüm?’ sorusu, ‘neden yaşam’ sorusundan daha kapsamlı bir yanıt gerektir”mektedir. Satıcı, Kaan’ın şiirlerinde Kaan’ın ölüme dair gerekçesi konusunda elle tutulur bir ipucu olmadığını söylerse de bu gerekçe hakkında olası bir yanıt vermekten de geri kalmamıştır. Ona göre Kaan’ın şiirinde temel izleğin ölüm olmasının ve intiharının altında yatan gerekçe kişinin varoluşunun zaman karşısındaki durumudur.

Yaşamın durağanlık olduğu sanrısıdır onu ölüme iten: “Yaşamdan beklentisi değişim sancısı / ben ölümün tek seçeneği” derken, yaşamsal devingenliğin dışında durmanın oluşturduğu hiçlik duygusundan kurtulmanın kendisi olma eylemiyle aşılabileceğini düşündürür.

Ne ki “zamanın çürütücü işleyişi”nden kaçış yoktur ve zaman karşısında insan hem “evrensel masum” hem de “evrensel mazlum”dur. “Kaan şaşırtıcı bir seziyle, doğal ölümün ayak sesi olan zamanın vahşetini duyurur sık sık”[281] der Satıcı.

“Sunakta Yakılan Suna: Kalbim” şiirinde “zaman denen fire” dedikten sonra söyledikleri, zamana bakışı konusunda oldukça açık ipuçları verir: “alaca sessizlikte şimdi. Her yer susmanın kendisi. Atlaslarımızda kandan bayraklar. Kuş uykusunda azrail korkusu. Toprak damlarda çifte ölüm.”[282] Görüldüğü üzre, bu şiirde de, şair zaman – ölüm gelişim çizgisinde, çarpıcı imgelerle gezinmeyi sürdürüyor. [283]

Kaan şiirinde ‘zaman’la ilgili metaforlarından en göze çarpanlarından biri saattir: “Düştü saat duvardan telefon diye çevirdim yelkovanı: İmdat. Akrep soktu kendini” [284] Satıcı bu dizeleri

‘Duvardan düşen saat’ zamanın kopan kollarını (ölümü) imlerken, ‘akrep anlam aktarması yoluyla intihar eden bireyin karşılığıdır. Yine sözcüğün barındırdığı teviye (çiftanlamlılık) gözönüne alınacak olursa, saate ait bir öğe olan akrep, aynı zamanda zamanın da karşılığıdır. [285]

şeklinde yorumlar. Saat değişmecesi Film şiirinde de karşımıza çıkacaktır. Zamanı imleyen metaforlardan biri de ‘ırmak’tır.

Zaman sorunsalı, “Issızlık Sürüsü” adlı şiirinde bu kez ırmak imgesiyle somutlaştırılır. (Ki bu en çok yakışandır ona): “Sönüyor gülüşüm, gülün bağrında ikindi vakti. Zaman çağlıyor, ömrümü biçmeden. Çölde ıssızlık sürüsü gecelerim.”[286] Yine aynı dizelerde, sönmek eylemiyle çağrıştırılan, biraz da günün sona ermesidir. İkindi, ölümün ayak seslseri; akşam can çekişen hayat, geceyse ölümün ta kendisidir.

Nihayet zaman bir mızrak gibi saplanmalıdır da Kaan’ın şiirsel bedenine. Satıcı’nın deyimiyle “kanını görmeden yarasına inanmayanlardan[287]dır çünkü Kaan. Kaan’ın

Artık zamana hendek açan bir deliyle bir keşişin buluşmasına mırıldanan deniz yavrusuyuz. Dölyatağı ıslak dudaklar: Gecenin penceresi. Kalbimi delen akıntı, hüznün mızrağı. Gün kalleş. Eğreti elyordamı yaşam, zaman kenaviçesinde. Yaralıyız.  [288]

dediği yerde onun “Yarasının derinliği konusunda kuşku duymak bir yana, dehşete kapılı”[289]rız.

Bana kalırsa Kaan’a göre zaman her ne kadar camın akışı kadar yavaş duyumsansa da şimşek çakışı kadar bile sürmeyen bir andan ibarettir. Bu yüzden hüzün örgüsü şiirinde “öyle uzun sanma zamanı” [290]der. Satıcı “Kaan’ın şiirinde gerçekleşen bireyin ölüm-yoğun duygusunu besleyen gerçeklik, insanın zaman karşısındaki çaresizliğidir” derken haklıdır. Ama gecenin uzatmalı sevgilisi hüzün şiirindeki “Ve ölüm gözkapaklarımızın arasında” dizesini gözkapaklarının her göz kırpışımızın zamanın akışını ve biraz daha öldüğümüzü imlediği şeklindeki yorumu hatalıdır bence. Burada yaşamın bir göz açıp kapamalık bir andan ibaret olduğunu vurgulamaktadır bana kalırsa. Yani zaman her ne kadar duraduran bir şimdi olarak algılansa da insana bitimsiz bir sıkıntı izlenimi verse de aslında bir atom patlamasından kara deliğe dönüş arasındaki bir andan ibarettir ve “Kaan, bu noktada, kendisine sunulmuş doğal zamanın her salisesini dolu dolu yaşayacak olsa bile, hep bir şeylerin eksik kalacağının ayırdındadır.”[291] Dolayısıyla Vaktimiz Yok’tur: “Vaktimiz Yok; iki kırışık zaman yaprağı arasında sık saflarız. Kızıllıkta sallanan gözlerimiz. Usulca çoğaldık sabaha… kuruyan bir geniz karanlık boşluğa buyruk. Ve koştuk. Ve koştuk. Ve koştuk.”[292] Halbuki beyhude bir koşuşturmacadır bu. Umutsuz ve naçarızdır zamana karşı. Kaan farkındadır henüz ölmemiş ölülerden başka bir şey olmadığımızın ve “bir demet umudun coğrafyasında izim falan yok / çünkü ölüyüm”[293] der yayımlanmamış bu gece şiirinde. O halde madem zaman karşısında çare yoktur intihar varoluşsal bir eylemdir. Hep yarım kalacağını bile bile doğal ölümü beklemek zamanın çürütüşüne karşı boyun eğmekse intihar kişinin en azında ölümünü kendi tercih ederek zamana başkaldırması anlamına gelecek ve böylece şairin sahih varoluşu boyun eğmeden tamamlanacaktır, bir ressamın son bir fırça darbesi vurup resminin bittiğine karar vermesi gibi. Böylece soğukkanlılıkla o bildik  söylemi eyleme geçirecektir Kaan: “Öyleyse ha bugün, ha yarın… Ne farkeder ki?[294]

Kaan’ın ölümüyle ilgili olarak yazısını şu ikircikli sözlerle tamamlar Satıcı:

Spinoza “Ethic”inde “Birey, kendi olabildiği ölçüde yaşama olanaklarını zorlar.” diyor. Kaan, ölüme yazgılı insanın daha başından verilmiş bir kararla, kendisi olma olanağının elinden alındığını düşünmekle, intihara açılan kapının kilidine anahtarı sokmuş oluyordu. Kendisi olmadığını farketmektir bu. Ancak sorun bununla çözülmüyor. Yazgıyı kırmak, daha doğru bir deyişle, değiştirmek eylemiyle özgürleşme sürecini bütünlemesi gerekiyor. Değiştirmedi mi? Sınır çizgisinin ötesine bir adım atmakla, bir şeyleri değiştirdi belki de.[295]

Sonuçta Satıcı’nın dediği gibi Kaan şiirinin ana izleği ölümdür. Lakin şiirlerinin satır aralarında bu ölümle bağlantılı pek çok tamamlayıcı izleğe rastlansa da bunlarla Kaan’ın intiharı arasında açık bir bağlantı kurmak mümkün değildir. Yani şiirlerinden yola çıkarak Kaan’ın ‘ölüm’ünü pek çok şeye bağlamak mümkünse de bu çıkarımlar hep ihtimal olarak kalmaya mahkumdur. Bu mesele hakkında sanırım en doğrusunu Özer Aykut söylemiştir:

Başka türlü yaşamayı bilmediği ya da yaşayamayacağı için yazan adamlar vardır. Bahsettiğim deneyimin ne kadar sabır gerektiren acı bir deneyim olduğu ortada. Tanrıları kızdırıp bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmış Sisifos gibi. Kaan’ı tekrar yazmayı istemeyecek kadar umutsuzluğa götüren neydi? Bunun cevabı sanırım Kaan’da.

O halde buradan sonra yolumuza Kaan şiirinde ölüm izleğini takip ederek devam edeceğiz.

  1. 07. 2015

 

Hemen hemen tüm şairler için ilk kitap kaçınılmaz bir tehlikedir. Bir süre sonra şiiri tıkanan ve bir heves olarak kalan kişiler için bir ömür boyu sızlayacak bir yara; şiiri bulan ve sürdürenler içinse ilerde, “Ah keşke acele etmeseydim.”, “Şimdi olsa pek çok şiiri çıkarırdım.” denilen bir maceradır.[296]

der Şükrü Erbaş. Bu söyledikleri benim şiir kitabım Karganın Günlükleri için oldukça geçerlidir. Nitekim bu kitabıma yazdığım hemen hemen bütün şiirleri koymuştum. Şimdi dönüp baktığımda o kitapta yer alan çoğu şiirim hakkında keşke hiç yayınlanmasaydı diye düşünüyorum. Erbaş, bu sözleri Hayati Baki’nin Sonsuz Dönüş Yalnızlığı’nın ilk şiir kitabı olmasına rağmen bütün bu tehlikeleri aşmış; olgun bir kitap olduğunu belirtmek için yazmıştır. Bu sözler Kaan’ın Gizdüşüm’ü için de aynen söylenebilir diye düşünüyorum. Öyle ki yaşamının son iki yılını şiire ayıran şair Gizdüşüm dosyasını son şiirlerinden oluşturmuş; bu dosyadakinden çok çok daha fazla şiirini ise belki de yetersiz bularak gözünü kırpmadan dosyanın dışında bırakmıştır. Anlaşılan Gizdüşüm’ün dışında bıraktığı şiirleri kendi poetikasına göre yetersiz bulmuştur. Halbuki Gizdüşüm dosyasında yer almamış daha eski şiirlerinden derlenen ve ölümünden sonra yayımlayanan Ka n kitabının önsözünde bu şiirlerinin de niteliğinin tartışılamayacak kadar iyi olduğunu söyler Nizamettin Uğur ki haklıdır da. Bu da bize Kaan’ın genç ama şiir beğenisini kesin bir biçimde oluşmuş; belli bir poetik görüşe ulaşmış olgun bir şair olduğunu gösterir. Kaan o kadar çok şiirini arkasına bakmadan Gizdüşüm’ün dışında bırakmıştır ki İzlekçiler Ka n’dan sonra kalan şiirlerini başka bir kitapta toplamayı; en nihayetinde de Kaan’ın bütün şiirlerinden  bir toplu şiir kitabı oluşturmayı düşünmüşlerdir. Lakin bu kitaplar tasarı olarak kalmış ve  Ka n‘dan da arda kalan şiirleri sadece İzlek’te yayınlanabilmiş anladığım kadarıyla. Nitekim Uğur bahsi geçen özsöz yazısında şöyle demiş:

Yer veremediğimiz ve defterlerinde kalan diğer çalışmalarını İzlek dergisinde yayımlamayı sürdüreceğiz. Bunları ve geride kalan şiirlerinden yapılacak olan seçmeleri ayrıca kitaplaştırmayı; daha sonraki dönemlerde ise, üç kitabı ve geride kalan eskizleri toplu basımla bir araya getirmeyi düşünüyoruz.[297]

Belki İzlek’te bile yayımlanmasına fırsat bulamamış gün yüzü görmemiş şiirleri dahi vardır Kaan’ın; bunu Nizamettin Hoca’ya sormak gerek.

İmdi Kaan şiirinde ölümün izini sürmeye Ka n kitabından başlayacağım.  Böylece Kaan şiirinin geçirdiği değişimi de hissedebiliriz belki.

Önce Kaan için şiir nedir? Ona bakalım:

ŞİİR

imgelerde

derinlik bulmaya inatçı

gel-git

ay gezileri

güneşe örs

buluta üzengi

yağmura çekiç

iç cebimde yanmış kibrit

kalbime isi düşen

toprak zencefil

ve

ışıma

tren kokusu

men/dil

ağlama rüyası

umut

ölümle

soluğumda çarpışan gece[298]

Kaan’ın şiiri şairi için ölümcüldür, ölüme çağırır şairini: “sesine kapılsaydım esinin/ ölümü seçseydim”[299] Kaan için şiir “Ölümü, değişmez kesin bir ayrılığın insan figürlerinden/ Tuvalde resme dönüştürmek gibi[300]dir.

Ka n’daki ilk şiir Fısıltı’dır ve daha ilk dizelerde Kaan zamanının hızını duyarız: “Zaman kırlır hızından; saat: Hoşça kal./ Sus… Biliyorum… Uçurum vakti…” Ne çabuk gelmiştir uçurum vakti ki Ümit Oteli’nin penceresi olacaktır bu uçurum. Birkaç satır sonraysa ‘ölüm’ karşılar bizi derhal: Ölüm ki “Sanrısı bellek sektiren lanet”tir o. ‘Ölüm’ intihara dönüşür daha sonra: “Her seferinde aynı intihar tutar bizi.” Kimdir bu ‘biz’? Bilinmez. Belki Kaan gibi uyumsuzlar belki de Nietzsche’nin tekrar tekrar yaşanan fasit daire biçimindeki zamanında durmadan pencereden atlayan Kaan’lardır  bu ‘biz’. Şiirin sonunda Fısıltı kendi satırından aşağı atlar:

F

I

S

I

L

T

I

 

Gece ………………….  Gündüz

İç                             Dış[301]

Ve Kaan’ın bitmeyen ikilemine düşer görüldüğü gibi. Gece içimizdir; kendimiz olabildiğimiz vakit;  gündüzse dışımızı bürünürüz, maskelerle dolaştığımız sahte dünyamız.

  1. 07. 2015

 

 Sevdim ve gittim

yolum aydınlık olsundu

tırnaklarımdan doğan

akrebin oniki boğumu

umuduma ölüm sundu

Kaan İnce

 

Yaşama Sebebi bir kadın mıdır Kaan’ın. Yaşama Sebebi şiirinde bir aşkın izleri görülür gibi olur belli belirsiz. Aşk ki uyuşturucuların en büyüğüdür; anlamsızlığı güzellikle; umutsuzluğu sevgiyle örter. Gerçek bir aşktan her anlamda dönüş yoktur ki “bu aşkın dönüşü yoksa” “martıları mavralarla başka türlü dansede”cektir “hamuruna sevgi katılmış bu dünyanın”. Ne ki gerçek aşktan geri dönüş yoktur ve yitirildiğinde geride hiçlik kalır; bu yüzden cesaret işidir ya; bir nevi delilik. Aşk, güzellik ve sevgi örtüsünü geri çektiğinde tiksinç dünya yeniden ve belki bir daha örtülmemecesine ifşa olacaktır: “ne’m kalır geriye gülüm seni alırlarsa benden/ tiksintiler toplamı umutsuzluk sapağında ölüm[302] Kaan ‘ya hep ya hiç’çidir. Gözüpeklikle dibine kadar yaşayan biridir şiiri gibi aşkı da. İkisi de mutlak olmalıdır; bu mutlaklık için göze alınır ölüm ve kulak asılmaz ‘yaşam süslemecilere’. Ne  yaşamak uğruna yiten bir aşkın ardından ‘ölmemelere’ katlanacak biridir Kaan:

sendelerse ışığı ayın ölürüm

sen yanımda yoksan

gözlerine açamayacaksa güller tenimden

ölürüm

ama yaşam süslemecileri düş birliğinde

kaptı kaçtı bir aşka karşı

 

sesler… geceler… ölmemeler…

kararır kentin lacivert sokağı ve evler[303]

Ne de “geceden” “doğ”an “sahte ölüm çocukları[304]ndandır.

İzlekçilerin kitaba ismini verdikleri Ka n şiirinde adından bir ‘a’yı çıkarır Kaan, Cemal Süreya’nın soyadından bir ‘y’ atmasına benzer biçimde. Ama bunu kana dönüşmek için yapar Kaan, belli ki gözlerindeki kanla özdeşleştirmiştir kendini. “çıkrığında intihar edeceği” “kuyu”nun adını verir bu şiirde şair: İçine ölümün inip çıktığı zaman: “inip çıkar ölüm, durana dek yüzümdeki/ sevişen kederlerle gülün gümü[305] Ne demektir ‘gülün gümü’. Yoksa Kaan’ın ‘gülü’ güme mi gitmiştir Kaan’dan geriye Ka n bırakarak?

Aşk, bir Gizli Yara’dır Kaan’ın şiirlerinde. Kendini “yeni ölmüş bir esmerlik” olarak duyar şair ve onun “kan çalılarını örtmesidir” gece. “hayat ve ölüm pul pul olur burçlara dağılan aşklardan”. [306]

Doğumunda Sevinin ve Ölümün Gölgesinde Ben şiirinde daha da belirginleşir Kaan’daki yitirilmiş aşkın acısı.

Doğumunda sevinin

Yıldız şavklarının son çırpınışlarını

Yükledim alnımın tam ortasında

Tepeden tırnağa sevinç kalmıştı

Sevginin ödünç aldığı bedenimde

Bu mısralarda Tunçer’in şiirlerindeki ‘yıldız şavklarıyla’ Kaan’da da karşılaştığımızı farkederiz. Tunçer’in gözlerinde titreşen yıldız şavklarını Kaan alnının ortasına yüklenmiştir. Yıldız şavkı imgesi önemlidir. Bir yandan göz kamaştırıcılığı imler beri yandan bu parlaklığın geldiği kaynağın artık ölü olabileceğini sezdirir. Zaman dahil her şeyin bir anlık olduğunu sezdiren bir imgedir bu; her ne kadar sonsuza kadar sürecek gibi görünse de her şey bir şimşek çakımı kadar parıldar. Aşk da bunlara dahildir, gelip geçicidir ne kadar göz alıcı parlasa da; yalnızca ödünç alabilir bir bedeni, ama tamamen sahip çıkmaz ona; bırakıverir umulmadık bir anda şairin elini “Mutluluğu görmemiş mor dudakları”nda “ölü bir tat[307] bırakarak. Artık Konakladığımız Yer: Ay Bölü Seher’dir; “Koşar ölüme kana sapan yollarda çirkin zaman” ve “Düşler” der Kaan “Beynimde kurşun cesetleri[308] Kaan, “Gözlerim hiç doğmamış ölümlere bulanır[309] derken de Tunçer’in “ben doğmamış anları ve doğmamıştan doğacakları tasarladım.”[310] mısrasını hatırlarız belli belirsiz.

Aşktan sonra hasret gelir, ne ki “düş kırıklığı”ndan; ölü “sayrısı”ndan başka bir şey değildir hasret. Ketumdur Kaan, belki bu şiirlerinin yayımlanacağını bilse yakardı kim bilir? Ama okunmayacağını varsaymış olabileceği bu şiirlerinde bile ketumdur yine de. Üç noktanın ardından – içten geçmiş ama yazılamamış sözleri mi imler bu ‘…’ bilinmez yine – “Yasak dizelere girebilirdi ancak kaçak sözcükler/ Ancak ölüm hüzünlü şiirlere/ Acemi yüreğim girerken yirmisine[311] der Kaan.

Aykırı şiirinde ise ‘aşk’ bulaşmamış, saf  bir ‘ölüm’ imgesiyle karşılaşırız ilk defa. ‘Ölüm’ aşkla nedensel bağlarını koparmış; çırılçıplak kalmıştır bu şiirde. Aykırı’ya dönüşümünü görürüz Kaan’ın. Şair sanki mezarından haykırmaktadır “varoluşa aykırıydım” diye. Bu noktada ölüm’ün aşk’a gereksinmesi kalmamıştır bundan böyle.

düş dağınıklığında yatağım

gözlerimde diş izleri

katıksız bir ölüm

gecede çoğalan[312]

Gece alır aşkın yerini bundan böyle. Gece “siyahi”dir; “şiddetin korkulu kızı”dır. Gecede “ölmek alışkanlığı yeniden keşfedilir sanki”. Gece ve ölüm içiçe girer ve onlardan kaçmak için bindiğiniz takadan suya baktığınızda gördüğünüz yansıma “suda yansıyan ölü balık gözleri”dir. Kaçış mümkün değildir: “motor sesi ve kaçış gölgemizdeki ölümden…[313] Gece Kaan’ın hem öldüğü hem öldürüldüğü vakittir; ama onun öldürülmesi yeniden doğurulmak içindir:

Geceye önlük giydiren eller

naftalin kokar

Öldürür önce beni

sonra doğurmak için yeniden

Öldürenin öncelemelerinde

yüreğim kanatılırken

Karanlık kırmızılaşır

gecenin ikide biriyle

Uyursun öbür yarısında sen[314]

“bakışları arasında” “ölümleri” “bir bir gez”diği “gece[315], Kaan’ın “kefensiz giderken bu dünyadan, sakalı”na “dolanan” [316] dır. Kefensiz gitmektedir Kaan, çünkü ölümünün intiharla olacağını bilmektedir ve İslam’da intihar edenlerin cenaze namazı kılınmaz.

Ölüm gibi acının da sebebi görünmez olmuştur. Kaan’ın “dostun ölümü nasıl dağlarsa yüreğimi/ öylesine dağlandı içim” Sesleniş’inde görünmez bu acının sebebi. Geceyi bölmek için yürüdüğü sevginin başı hayat; sonu ölümdür: “yürüyorum bir başından diğer başına sevginin/ bir deli hızla geceyi bölmek için/ /biri yaşam biri ben” [317]Ölüm ben olmuştur sevginin sonunda. Ben derken ölümden bahsettiği bir başka şiiri de Ben’dir şairin. Kaan’ın

BEN

umut açtım

yaslanıp uyudum güneşin benzine

dem çekip ser verdim

ben ve yaşam üzre[318]

dediği yerde son dizeyi ölüm ve yaşam üzre diye okumak gerekir. Yüzü  karanlığa dönük bir Anadolu bilgesi deyişi gibidir bu kısa şiir. Ölümü bilmeden yaşam üzerine söz söylenemez ki Kaan daha da ileri gidip ölüm olmuş; söz değil ser koymuştur şiirine.

Öyle şiirinde aşkı ve aşka dair efsaneleri geride bıraktığını açık açık ilan eder Kaan. “Uyuşturucu bir aşk üstüne söylediklerini” “geri al”masını ister “sarımsak kokulu gök”ten. Varoluş sancısını dindirebilecek tek uyuşturucu olan aşka duyulan inanç ortadan kalkınca geride ölüm kalmıştır, gece ve karanlık:

Geçerli çünkü hala

Turna seslerinde ölüm marşları

Ve azgın denizin çığlığında

Telaşsız sızısıyla karanlığa

Sıvanan saçlarımın kanaması[319]

Ne ki doludizgin ölümüne şiir süren Kaan’ın karşısına hep çıkacaktır aşk ama hep biraz daha solarak. Son Sevda’sına vereceği “kuruttuğu” “çiçek ölülerinden iplerle sabaha asılan boynu” olacaktır artık. Yitirilince mutlak aşk, her yeni sevda Kaan’ın “mezarı”na tabutlar taşı”r olsa olsa. Mutlak aşkın dönüştüğü ‘aşklara’ küskündür şair ve “sanki daha bi kalktı burnu aşkların” diye yakınmaktan alamaz kendini ve şöyle devam eder:

ama kanmadım dünyaya zamana kalamadım kalkamadım

(ayağa

sevdaya açamadım gözlerimi hem kapayamadım

ah ölüm son burgu

çırılçıplak değil henüz şiirin yağmuraltı aşkları gözlerime akan

benden geriye kalan ince bir buğu[320]

21.07. 2015

 

Kaan şiirinde aşk, gece ve ölüm birbirine bağlanmıştır çözülmezcesine: “Ölüm kokusu karışıyor yüreğimden gelen gül kokularına”[321] Bu üçlemenin ortasında bir mit kahramanına, bir yarı tanrıya dönüşür şair: Ölümün oğlu ve gecesi sevinin.  Sevinin gecesidir artık, hem de son gecesi. Gecenin ölümü imlediği yerde aşkın dirilmemecesine öldüğü gece rolünü oynamaktadır Kaan. Aynı zamanda ölümün oğludur Kaan, şiirinde vardığı ölümden kendini doğurmuştur büyük bir şair olarak. Ölüm hem şiirinin hem kendi varoluşunun öyle ayrılmaz bir parçası olmuştur ki kısa yaşamını ölümle mühürleyerek bir şiire dönüştürecektir nihayet. Kaan şair olmakla yetinemeyecek ve şiire dönüşmeyi seçecektir intiharıyla.

Kaan’ınki bilinçsiz bir dönüşüm değildir. Bu dönüşümünün gözünün içine bakmaktadır soğukkanlılıkla. Dönüşüm şiirinde bu süreci tasvir eder kendi sözleriyle: “maskeler dağıtılır, ölüm giydirilir üzerime/ omuriliğimde bir su samuru kemirir benliğimi”, “siyah camlar takılır gözlerime/ ve ölüm dansları[322] Bu dönüşüm sürecinin içindeyken dönüşüm tamamlanmadan öleceği endişesini de duyarız şairin; geceye dönüşemeden ölme ihtimali şöyle yazdırmıştır Kaan’a: “karmakarışık noktalandı hayatım, oysa/ sonuna gelmiştim geceyle birleşim uğraşımın/ yine bir geceyarısı, kıyaslar, konuklar…”[323]

Kaan uykusuz gecelerinde elinde kalemiyle Düşlemeler’ini son sürat ölüme sürdüğünün de farkındadır: “Bahçem gönlümün uykusuz köşesi/ Ve ölümüm yaklaştı geceye/ İliklerime işleyerek aktı sapsarı hüzün”[324]

22.07.2015

 

Tutuklu kollarım

Şu gümüşten kapısını kırarken

Ölümün

En önde ben mi vardım?

 

Çok acı bir can çekişmeydi

Yüreğimin ortasında eriyen

Bürüdü geceye, ölüme benliğimi

Korkunun kemirdiği yeri

Kaan İnce

 

Zaman Kıskacı şiirinde bambaşka bir Kaan çıkar karşımıza: “Kabristan durağında inecek yok”[325] diyen bir Kaan şaşırtır bizi.Ecel misafir geldiğinde  sevdanın şerefine ölüm oyununu kazanmak isteyen bir şairdir bu defa Kaan. Bu şiir kaybedilmiş o ilk aşkın yaşandığı süreçte mi yazılmıştır, yoksa yeni bir sevda mıdır Kaan’ı tekrar ölümü reddetmeye iten? Eğer durum ilkiyse Kaan’ın varoluşunun temelinde en başından beri ölüm olduğunu sezeriz. Yok ikinci durumsa bu şiiri yazdıran yeni bir aşk yine uyuşturucu etkisiyle iş başında demektir. Ama burada ‘ecel’ kelimesi manidardır; yoksa Kaan’ın mücadele ettiği ölümcül bir hastalığı vardır da bu mudur onu ölümle bu kadar yüzleşmeye götüren. Bu soru doğru kişilere –büyük ihtimalle ailesine sorulmadan – cevaplandırılamayacak sorulardır. Böyle bir ihtimali düşündüren bir başka şiiri de İçimde Mayın Tarlası Var şiiridir. Bu şiirde yoğun bakımdaki bir hastanın hastanedeki kasvetli dünyasına girer sanki insan:

Geçiyor içimden

Serum şişesine işemek

Damarlarımdan

Gözlerinin içine bakarak

Tükürerek suratına ölümün

Mümkünü yok

Ben bozulmuş insan eti

Sen gecesin hayat

Başat ölüm

Bu dizelerde can bulan hastalık durumu bunalımın metaforu da olabilir; lakin birkaç dize sonra üstüne şunları yazmıştır şair: “Sabreden sarılık/ Karaciğerimde patlar”[326] Kaan’ın hayatıyla ilgili yazılan pek az cümlenin arasında böyle bir hastalığa dair bir iz bulunmamakla birlikte bu bir sırdır belki de. Beri yandan normal insanlara göre hep uzak gelecekte olduğu farzedilen ecelin Kaan’ın keskin öngörüsü ve zamanı bir an olarak kavrayışı dolayısıyla yanı başında duyması da olabilir bu dizelerin temelinde. Yani onun eceli yanı başında duymasını onun ölüm duyarlılığına bağlamak da mümkündür; çünkü o hep sınırında hissetmiştir kendini ölümün: “sınırından bakıyorum ölümün/ sevdiğim sevmediğim bütün insanlar burda/ demeli miyim?” Sevdiği ve sevmediği insanların en azından büyük çoğunluğu bu mısralar yazılırken hayatta olduklarına göre şairin hepimizin henüz ölmemiş ölüler olduğumuzu ima etmiş olması olasıdır. Herkes öyle ya da böyle çürümektedir doğanın kucağında; lakin Kaan bunu herkesten daha derin biçimde hissetmektedir kendi bedeninde: “bir tarih yirmi küsur yıllık/ çürüyor etim hücresinde doğanın”[327]

Hüzün olur da güz olmaz mı bir şairin şiirlerinde. “Başı”nda “yağmurdan karanlık bir yüz”dür “Güz” Kaan’ın ve “ölümleri çoğaltır.” Şair intihar salıncağında salınsa ve bizzat gece de olsa güzden imkansızı ve varoluşuna aykırı olanı dilemeden de edemez Hüzün Korusu şiirinde: “Yazık intiharların salıncaklarına şafak söken/ ikindi dudakların yaksa karanlığı/ Salınsak… Aşka… Durmadan…”[328] Ama güz ölmek zamanıdır:

ve ben güzün ağlayacağım

sulara çekileceğim dönerken balıkçılar

yakamoz  göreceğim dümensiz  simsiyah gözleri

öleceğim

ve ben…[329]

“mutlaka ölümden başka söz verecek şey de var” der Kaan, ama o hüzünlü gecelerden birinde sevgiliyle beraber uyurken bile kutsal olan sadece iki şeyi anar: “susmak kutsalmış, ölüm de[330] ve mutlak suskunluk ölümden başka ne olabilir. “Rüzgar yanığı alınçizgilerimiz/ Sessizliği öğretir bize/ Yaşamın pervazlarında ölüm pervasız[331] dizelerinde daha bir yakınlaşır ölüm ve suskunluk. Aslında ölüm değil ‘erken ölüm’dür kutsal olan. Bir yerlerde mutlaka bir tane de olsa kendisi gibi sebebi belirsiz sancılar çeken, yüzünde şiir kırıntıları olan sabırsız bir insan vardır; intiharı seçecek. Çünkü “erken ölmek ölmek değil ölümsüzleşmektir” “çatlayacak sabrımız” der o nerde ve kim olduğu bilinmese de sezilen insanlar adına da ‘biz’ kipinde: “dikey, yatay, çapraz (ölüm ışınlarını) boyadık/ son soluğunda yıkıldı yere bir martı/ düştüğü yerde bir uygarlık…”[332]Kaan ve ‘onlar’ ‘ölüm oyuncuları’dır kendi ‘harikalar diyarında ve madalya niyetine derilerine takılan yanlış yaşamı horgörürler. İntihar Yaşam Tezkeresi olur o zaman, onların ‘gençlik hakkı’:

Omzuna koyamam elimi

Fabrika çıkışı  trenler sürgün

Takılır madalya diye derime yanlış bir yaşam

Ölüm oyuncuları ‘gençlik hakkı’nı oynuyor harikalar diyarında

otururum içime” der aynı şiirde Kaan “yalnızlık-ölüm çelişkisinde”[333] Gündelik hayattaki uyumsuz yalnızlık ile şiirsel dünyadaki varoluşun öteki yüzü ölüm arasındaki; başka türlü söylersek gündüz ile gece; kurgulanmış yaban dünya ile varoluşun sahih dünyası arasındaki ipin üstündeki o gergin denge gelir yine akla. Ka n’daki başka bir şiirinde ise yalnızlık ve ölüm arasındaki çelişkinin yerini biraradalığın aldığını görürüz:

ACI

katlanır üstüne yalnızlık

denizlerin biricik çocuğunun

hüzün sahibi

ölümün asit serpintisiyle

saçlarında çırılçıplak acı

ıpıslak hissedilen[334]

Ka n’da gece, ölüm ve aşk durmadan rakseder dizelerde. Üçü de değişik görünümler alıp kah çirkin kah güzel yüzleriyle tekrar tekrar karşımıza çıkar Kaan’ın şiir serüveninde:

Zaman soframızda su birikintisidir

ölüm kamburdur sırtımızda

karışık saçları ıslak gecenin

Ve akşam serüveni sereserpe memecikler[335]

Ama net bir şekilde söylenebilir ki Ka n’da aşk izleği ölüm izleğiyle neredeyse at başı gider. Bu şiirlerin Gizdüşüm dosyasına girememe sebeplerinden biri de bu denli aşk yüklü olması mıdır diye sormadan edemez insan. Aşktan giderek uzaklaşıp ölüme sokulan Kaan aşk yüklü bu şiirleri sokmak istememiş olabilir yayımlanacak kitabına. Ölüm izleğinin sadece aşka bağlanıp hafife alınmasından korkmuştur belki de. Ka n’daki şiirlerin yazıldığı süreçte Kaan’ın aşk ve ölüm arasında salındığı farkedilir. İlkyaz gelir ve “sevgilere akar lavları sürgün yılların/ gökyüzü parçalanırken ölüm çürür”. [336]Ben hep aynı aşk için fırtınalara kalmıştım” der başka bir şiirinde “Sarınıp her yanıma sevdiğimi/ Ölüme rağmen gülene kadar”[337] Sonra güz geri gelir ve Kaan “yokolmaya” “ak”ar “ölüm asitlerinin üzerine” “Süslesin diye güzün gerdanını rüzgarı”nın “şarkıları”. Nietzsche’nin dediği gibi umut en büyük acı kaynağıdır ve hep yenilenen aşk umutları durmadan öldürmüştür Kaan’ı tersine bir Mavi Sakal gibi: “Sevmiştim umut seni sevmiştim/ Ne de çok ölmüştüm utanmadan” [338]

Henüz şiirde ölüp ölüp dirilmektedir Kaan, daha 11 Ağustos 1992 sabah 5 sularındaki ölümüne Beş Kala’dayızdır: “Od düşüyor gönlüme/ Uzun ince parmaklarından gecenin/ Beş kala ölüme”[339] Kaan’ın şiirlerini yazdığı bu süreçte ölüm henüz gözlerinde yaşlanmaktadır Kaan’ın:

Kızgın bir yalnızlıkı savuran beni

Belki de yeni başlayan gece, sevgiye yengin

Bir adım ötesi çığlığımın en kaygısız en coşkulu yeri

Ölüm gözlerimde yaşlandın[340]

Henüz toprağa ölüm serpmektedir Kaan: “Ne oldun ölüm serpiyorum seni/ Yalnızlıktan oyduğum/ acıdan gerilmiş dağların yarıklarına[341]

23.07.2015

 

 AŞKTAN

 İmgelerde yaşanacak aşk bırakmadım

Tüm güzellikler donup kalıverdi karşımda

Hüzün kaçıyor penceremden koşarak

Ölüm kayboldu geceye karışıp

Bir kolunda gözyaşı diğerinde acıyla

Kaan İnce

 

Kaan’ın Ka n izlerini bu kadar sürdükten sonra hiç tereddütsüz diyebiliriz ki bu kitaptaki şiirlerinin çoğunun ardında büyük bir aşk acısı vardır. Büyük ihtimalle bu şiirler Kaan’ın fakültenin birinci yılında yaşadığı sevda dönemine[342] ait son derece kişisel şiirlerdir. Yani Ka n’daki şiirler Kaan’ın kişisel günlükleri gibidir ve bana sorarsanız Kaan yaşasaydı bu şiirlerin yayımlanmasını kesinlikle istemezdi. Ama ne denebilir Kafka ölmüş ve Max Brod yazdıklarını yayımlamıştır bir defa. Şiir okurları için iyi de olmuştur; bu sayede Uğur’un da dediği gibi niteliği tartışılamayacak olan bu şiirler gün yüzüne çıkmıştır.

Gündelik dünyada ne kadar gizliyse şiir dünyasında o kadar çıplak bir varoluştur Kaan’ınki. “Korkunun elleri yüzümü kapatsa da” der Korku şiirinde “Biliyorum korkumun yarısı ecel yarısı umut”. Yine ‘ecel’ yine ‘umut’ çıkar karşımıza. Ecel ölümdür, umutsa mutlak aşkın umududur olsa olsa ki “Bu sevda benim bu ölüm de” der bir sonraki dizede. Ölüm bir yana aşk umudu da korkuludur en az ölüm kadar. Nihayet mutlak aşka varılamayacağını bunun hep acı verecek bir umut olduğunun kendi de farkındadır şair. Umutlarını tüketerek öldürmektedir zamanını. Bu onun tercihidir ve kimseye danışmayacaktır bu kararını: “Karışmayın sakın ha hiçbiriniz/ / Bu ince sızılı yaşam benim[343]

Ah ki güle aşkı çaresiz ölüme sürüklemektedir bülbülü: “Üstümde yazdan kalma masmavi gökyüzüne/ Değişirdim yüreğimin elinde kalan son gülünü/ Gözlerim kapalı giderken ölüme[344]

Kimdir Kaan’ın dikeniyle kendini öldüresiye daladığı gül? Bu konuda ser verir de sır vermez şair, kim bilir belki güle bile:

KİM’E

Hangi cam / kırık/ varoş sergisi / uzattığımız gözkapaklarımıza /

kaç kez çürüdü derimiz / çingene arzusu / coşkun yerim-iz /göç

var mı sevdanda / ışık rahatsızlığı / uykunda / ben / evet / ben /

uzuyor burnum / dokuz köyden kovuluyorum / doğum / ölüm /

doğum / buz / ateş / şiire fotoğraf karalıyorum /

 

kaçma[345]

Divan edebiyatındakilerden farklı olarak bu bülbül’ün gözü karadır, güle de ölüme de sevdalıdır; ister ki ikisini de kucaklayabilsin. “oysa umut adına gözlerimi verdim –geceyi en önde aşan, sahici ölüme ne dersin?”[346] diye sorar güle. Beri yandan  kıyamaz da güle: “Gelişin bekleyişimin görünmez gecesinde, ölüm sapmaz yollarına”[347] Bu yüzden bülbülün hem gül hem de ölümle kucaklaşması sahici olmayacaktır ancak şairin sınır tanımaz dizelerinde gerçekleşebilecektir: “deyin ki ‘sevişip öldüler’ ve ‘yalın hallerine döndüler’”[348]

 Evet, Ka n’daki şiirlerde ölüm çoğunlukla umutsuz bir mutlak aşkla ilgilidir ama açık olan bir başka şey de Kaan’ın yolunun aşk olsun olmasın bir şekilde ölüme çıkacağıdır. Çünkü gündelik dünyaya ve süslenmiş hayata karşı gözünü kırpmadan bakan, uyumsuz, yalnız, yabancı ve çırılçıplak bir varoluştur Kaan. Ka n’daki erken şiirleri ölüme giden yolda etüd çalışmalarıdır ki bu dönem şiirlerinden bazıları mutlak ve saf bir ölüme varmıştır bile. İlginç bir biçimde Gizdüşüm dosyasında yer almayan Gizdüşüm şiiri şairin saf ölüm izleğine sapmasının habercisi olan şiirlerinden biridir mesela:

GİZDÜŞÜM

Boşlukta uçuşan kemiklerin kanattığı karanlık: Sürekli,

geceye bölünen saatlerin asıldığı yer. Kıyı boyunca

çalınan sabah: Esrik tin. Sehpada unuttum başımı, us yitik. (…)

(…)

(…) Ve ölüm ardıma leke düşer,

gözlerinden çekilen sıcaklık korkulu yüzümde

soğur soğur, iki kaş arasında yenilir kendine uzun yol.

(…)

Bir ışık açılacak göğe, acılaşan gecede; suya ateş

düşüp kirpiklerime gömülecek, yüzüme sıkışmış erguvan

ölüleri. (…)

(…)

Ölüm açmazda bekleyen kuş seslerine sağanak: Bakire

umutlar. (…)[349]

Gizdüşüm kitabının habercisi olan bu şiirlerde çirkin dünyaya karşı uyumsuzluğunu dışavurur Kaan: “sıtmalı artık burda çocukların gözyaşları, kanlı gök ve ölüm rengi yüzüm, gökyüzüm.[350]“İşte silkiniyor kaçamak bakışlarda ölüm, sabah sisinde kömür cesetleri.”[351] Kaan ölümün derinine nüfuz etmekte ve onun her yüzünü sermektedir önümüze:

salkım saçak daldığım sularda karar verdim: ölüm hiç ve hinoğluhin.

halat gibi boğazımı kesiyor kızgın duman dalgaları, o en tanrısız gücün,

ölümün. yanağımda barınıyor yoksulluk, meşaleler yanıyor tutsak

gölgemde, püsküllerinde şafağın başım asılı, tırmaklarımın içinde kireç

var, duvarlardan kazıdığım anı, ölüm bir başka yersarsıntısı.[352]

İçindeki ölümden korkan yanıyla kavgaya tutuşmuş ve horgörüyle yenmiştir artık o adamı. Ona “kimsin yüzüme bayram sıyıran adam” diye seslenir “loş mevsimlerin buruşuk ardından, ölüm korkusuyla.”[353]

Gizdüşüm’e hazırlanan bu dizelerde ölüm karşısındaki tavrını açıkça beyan eder Kaan. Korkunun yerini gözüpek bir başkaldırı almıştır: “Soluğumda cemre, barut üstünde yatıyorum, al kefenimle.” [354]

sönmüş acılar” “kutsan”mış; “ölüm doğrulan”mış ve “ömrün” “direnç noktası” “kendi ekseni ekseninde dönüp duran insanlar kadar” “kay[355]mıştır artık. Ölümü hakkında kendini gerçekleştirecek kehanetini söyler Kaan: “yalnızca, deniz sırtına boyanan serseri yağmurlar geriye kalacak ömrümden.”[356]

Ka n’da Kaan’ın varoluşundan açık bir iz taşımayan tek şiiri ise Ağıtlı Köy Evi’dir. Bir tek bu şiirin dizelerinde Kaan gizlenmiş ve bu evle başbaşa bırakmıştır bizi:

AĞITLI KÖY EVİ

Alev soluklu insanlar görülüyor

Kapısız bir köy evinin

Geceye dönük penceresinden

Ağıtlar ölüyü soğuturken[357]

Akan Ka n Gizdüşüm’e varmıştır artık, Kaan’ın ustalık yapıtına.

“üşüyorum. /gideceğim.”[358]

  1. 06. 2015

 

 “Aktım ölü denizkızıyla gökkuşağı saklı mektubun içine, pulumuz rüzgar oldu, postacımız güvercin”

 Kaan İnce

 

Dediğimiz gibi Kaan’ın poetik eleğinin üstünde kalan asıl şiirleri Gizdüşümkitabındakilerdir. İmdi Kaan’ın ‘ölüm’ izleğini sürmeye bu kitaptaki şiirlerinden devam edeceğiz.

Gizdüşüm’ün ana izleği de belki söylemeye gerek yok ama: “Ölüm, gene…”[359]Kitabın ilk şiiri Kaan’ın “Elveda” dediği son Mektup’udur. Bu ilk şiirden itibaren Kaan’ın Ka n’daki erken şiirlerine göre daha kapalı ve imge yüklü bir şiirsel söylem geliştirdiğini; kendisiyle şiirleri arasına belli bir mesafe girdiğini sezeriz. Mektup’ta bir ‘yenilmişlik’ vardır ama bu yenilmişliğin sebebi muğlaktır. Bu yenilmişlik, varolan insanın kaderindeki kaçınılmaz yenilmişliği imler gibidir. Yine aynı şiirde açık bir “intihar” beyanı değil “intihar edecekmiş gibi olma” halinin dışavurumu vardır.

Böylesi bir yenilgiyi beklemediğim için

Sabahın en serin ucunda bağıran ben

İntihar edecekmiş gibi sıkıyorum

Düşük boynuma asılı sonbaharı[360]

Şairin Ka n’daki erken dönem şiirlerinin kendisi için Gizdüşüm’deki şiirlerin etüdü olduğu Ka n‘daki bazı imgeleri yer yer Gizdüşüm’ de de kullanmasından anlaşılır. Örneğin Kaan’ın Ka n’da ölüm dolanan sakalları, Gizdüşüm’de ‘acıya uza’r, ‘ölüme’[361].

Ölüm tan boyu[362]dur;  “dişsiz çocuklar cennetidir[363]; Kaan’ın “yalnızlığı”nın “uykusuz gecelerinde” “pusulasız bir gemi[364]dir; “mavi yara”sındaki “hançer[365]dir ve Kaan’ı “öksüz bırakan” “Yaban ateşi[366]dir. Kılıktan kılığa giren ölüm güzeldir de; daha estetik bir tada ulaşmıştır. “Kırmızı’nın ölürken bıraktığı billurlarla kıvırcık kuğular; çiçek birikintisi”[367]olur şairin “yüzü”nde. “Sevgiyi paylaştığmız dostlar, ölümü yüzlerine maske yapar; muska diye taşır yüreğini kavgasında gençliğimiz.”[368] Bu güzel ‘ölüm’ ne Kaan’ı ne de başkasını gereksinmez var olmak için: “Ürkmüş gök yuvarlanan; sarı bir düzlük ufuk, üstünde ölümlerin yürüdüğü.”[369]

Gündelik kanıksanmış dünyayı aydınlatan güneşe, yani gündüze daha bir düşmandır artık Kaan; geceye ve ölüme daha bir yakın. Güneşte ‘gece öl’ür… ‘Ölüm öl’ür çünkü. Oysa Kaan gecelerde yaşamaktadır: “Herkes ölümü gece beklerken ben –güze sevdalı bir adam- neden vapur sesi özlemiyle yollardayım saat sıfır üçte?”  [370]

Bir masal kahramanı gibi “Ahşap gövdesinden sızıp içine” girer “ölüm kalesinin” ve “al”ır “bu yaşam oyununu.”[371] Aşk Bozucular’ın arasında kalmaksa yaşamak; ölmediği için hayıflanmakta gibidir şair “Ama ölmüyorum” [372]derken. Daha ölmemiştir Kaan ama ölüme yol aldığı kesindir ve bu yolculuğu dile getirir şiirlerinde: “Sıcak bir buğu düşürdüler ceplerinden, kışın gelişini gözlerime yıkan gölgeler, ölüme giderken”[373]

 Kaan’ın şiirinde danseden imgeler eninde sonunda ölüme varmaktadır: “Kenetlenmiş ellerime sular: Sabah seferi (ölüyorum tek tek)”[374], “Teknemiz suda cam bardak, ölümü içtiğimiz”[375],  “Şadırvan, gecenin ölüm dağıtan yüreği[376]. Bir türlü suyla giderememektedir şair susuzluğunu. Ne vakit su diye uzansa ölüm içmektedir musluklardan, denizlerden. Zaten bir “Kum fırtınası”dır “ömrü” Kaan’ın ve hep “geri dön”er “çölüne” kim bilir “kaçıncı kez ölmeye[377]

Kaan’ın  bedeni  “denize çıkarılan ölüm haritası[378], kendisi ise “mezarı seren” olan “ölü bir tayfa[379]dır Gizdüşüm’de. Ka n’da ‘gül’ olan aşk serenle imgelenen ölümcül bir tuzağa dönüşmüştür.

Kaan “Görmezden gelinir ölüm cambazları, kanayan etimiz, yaşamı döven zaman dalgası[380] der nihayet ve böylece biz kipiyle kendini başka uyumsuz yabancılarla özdeşleştirerek kurtulur yalnızlığından. Kimse farketmez onların yaralarını; kimse görmez zamanın bir anlığını onlar kadar. Cambazın Son Adımı’nı da atmak gerekecektir bu dizelerden sonra için için düşmeyi özleyen bir ip cambazı gibi. Ancak o zaman sona erecektir bu tek kişilik gösteri; ancak böyle konacaktır şiirlere son nokta ve yapıt tamama erecektir. Oscar Wilde “Ben dehamı yaşamıma, yeteneğimi yapıtlarıma yansıttım”  demiştir; Kaan ‘da ise yaşam ve yapıt bir olmuştur.

  1. 07. 2015

 

 “Kalbim bağışlanmayacak birşey yap/ Katlanma kendine ve bu dünyaya”

 Ahmet Telli

 

Kaan İnce ve intiharının izini bu kadar sürdükten sonra şair ve intihar ilişkisi babında intihar etmiş başka şairlere göz atmaya geldi sıra. Önce Cesare Pavese’den geçsin yolumuz; çünkü bir ekşi sözlük yazarına göre Kaan’ın etkilenme ihtimali olan bir şairdir Pavese ve o da intiharı seçmiştir.

Pavese’nin hayat öyküsüne kısa bir bakış atalım. 9 Eylül 1908’de ailesinin yazları geçirdiği Torino’nun Santa Stefano Belbo köyünde bir memur çocuğu olarak doğan İtalyan şair yazarlık serüveni boyunca romancılık ve eleştirmenliğinin yanı sıra  Amerikan Edebiyatı’ndan İtalyancaya yaptığı çevirilerle de adından söz ettirmiştir. Torino Üniversitesi’nde edebiyat okurken İngiliz ve Amerikan edebiyatına ilgi duymuş ve bitirme tezini Walt Whitman şiirleri üzerine yazmıştır. Buradaki öğrenimini bitirdikten sonra orta öğrenimini tamamladığı eski okulu Liceo d’Azaglio’da edebiyat ve dil dersleri verir. Bu dönemde İngiliz ve Amerikan yazarları ile ilgili yazıları La Cultura dergisinde yayınlanan şair daha sonra bir arkadaşının kurduğu Einaudi Yayınevi’nde çalışmaya başlacaktır. Burada Mussolini iktidarına karşı yazdığı yazılar ve antifaşist çalışmaları nedeniyle 1935’te tutuklanır. 1936’da serbest bırakılan Pavese, Brancaleone Hapishanesi’nde geçirdiği bir yıldan esinlenerek Hapis adlı romanını yazacaktır. 1950’de Yalnız Kadınlar Arasında romanı ile İtalya’nın önemli edebiyat ödüllerinden Strega Ödülü’nü alarak edebi kariyerinin doruğuna varan şair kadınlarla olan sorunlu ilişkisi ve ölüm saplantısı ile tanınmaktadır. Nitekim karışık özel hayatından ve sonu olmayan aşk ilişkilerinden bunalmış olan Pavese bu ödülü aldıktan sonra 26 Mayıs’ta günlüğüne “Artık sabahı da kaplıyor acı” diye kısa bir not düşmüştür. 27 Mayıs 1950’de ise aynı günlüğe şunları yazacaktır:

’48-’49′daki mutluluğumun hesabı görüldü. Bu soylu mutluluğun gerisinde şu vardı: Güçsüzlüğüm ve hiçbirşeye bağlanmayışım. Şimdi, kendime göre, girdabın içine girdim; güçsüzlüğümü seyrediyor, onu iliklerimde hissediyorum, beni ezen siyasal sorumluluğu yüklenemiyorum. Bunun tek çözümü var: İntihar.

Aynı gün Torino’daki bir otel odasında bütün özel kâğıtlarını yok edip, 21 adet uyku hapı alarak intihar eder.

Pavese’nin hayat hikayesinin şu kısa özetine baktığımızda bile Kaan’ın kısa hayatıyla arasında bir çok benzerlik olduğunu görürüz. İlkin Kaan’ın şiirlerinde gördüğümüz mutlak aşka dair umutsuzluk Pavese’nin de hayatının bir parçasıdır. İkincileyin Kaan’ı intihara sürükleyen ölüm saplantısı Pavese’yi de intihara vardırmıştır ve bir çok müntehir şair gibi onlar da intihar için otel odasını seçmişlerdir. Son olarak denebilir ki her iki şair de en azından göreli olarak kendi edebi zirvelerinde intihar etmişlerdir. Buradaki fark Pavese’nin vardığı zirve edebiyat çevrelerince de tescillenmişken Kaan’ın şiirinin zirvesinde olduğuna kendisinin karar vermiş olmasıdır.

Pavese ve Kaan’ın hayatlarında bu gibi benzerliklerin yanı sıra farklılıklar da vardır doğal olarak. Bu farkllıklardan en göze çarpanı Kaan’ın hayatında belki genç bir yaşta intihar etmesi dolayısıyla siyasi mücadelenin izinin somut olarak pek görünmemesidir. Buna karşın Pavese’nin intihar sebeplerinden biri de siyasi sorumluluklarını yerine getirecek gücü artık kendisinde bulamamasıdır.

Pavese şiirine doğrudan bakmaya geçmeden önce Pavese ve şiiri hakkında söylenenleri kısaca bir gözden geçirmek, onu ve poetikasını anlamak açısından faydalı olacaktır. Öncelikle kimdir Pavese? Susan Sontag’a göre

Yazar örnek bir çilekeştir, çünkü hem acı çekmenin en derin katmanlarına inmiş, hem de acısını yüceltmede (Freudcu anlamda değil, sözcüğün düz anlamında yüceltmede) profesyonel bir yöntem keşfetmiştir. Yazar, bir insan olarak acı çeker; yazar olarak da bu acısını sanata dönüştürür. Yazar, çektiği acıyı, sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir – tıpkı azizlerin, ruhların selameti için acı çekmenin yararlı ve gerekli olduğunu keşfetmeleri gibi.[381]

Sontag’ın Pavese’nin günlüklerinden yola çıkarak yazar ve sanatçı hakkındaki bu tespitini Kaan için de söylemek mümkündür bana kalırsa. İkisi de ipeğin ortaya çıkması için acı kazanında kaynamayı seçen ipekböcekleridir bir bakıma.

İtalo Calvino’ya göre ise Pavese’nin erken şiirlerinde kendini tanımladığı imge “Genç olmanın zevkini çıkarmaktan çok bundan acı çeken bir gençlik”tir. Bu gençlik “geceleri yalnız başlarına, amaçsız bir biçimde dolaşan şehir gençlerinin oluşturduğu gruplar”ı imler ve bu gençlerin bir diğer özelliği de “gereğince tanımlanmış bir topluma ait olmayışları[382]dır. Pavese’nin bu ‘genç’ imgesi Kaan’ı tanımlamaktadır sanki. Pavese, Kaan’ın intiharını 20 yıl erteleyen halidir adeta.  Calvino aynı yazısında “Pavese’nin ahlakı, ‘üslubu’ onun için acıya karşı bir zırh olmamıştır” diye yazar, “Acıyı bir ocağın ateşi gibi içinde tutabilmek için demirden bir içsel çekirdek olmuştur.”[383] Pavese’ye göre “sıkıntı ve tatminsizlik, büyük ya da küçük her şiirsel buluşun çıkış noktasıdır”[384] zaten. Kuşkusuz Kaan’ın şiirinin de acıyı çırılçıplak kucakladığını söyleyebiliriz benzer biçimde.

Pavese ve Kaan’ın zamanı kavrayış biçimleri de benzerlik gösterir. PaveseYaşama Uğraşı’ndaki 10 Aralık 1938 tarihli yazısında “Yıllar bir anı birimidir, saatler ve günlerse yaşantı birimi” derken bundan yıllar sonra Kaan da “O kadar uzun sanma zamanı” diyecektir. Pavese’nin zamanı süreç değil ‘an’ olarak kavramaya yakın bir noktaya gelmesi onun erken dönem şiirlerindeki anlatı-şiir anlayışından da çıkmasına yol açacaktır ki bu poetik açıdan doğru bir şiirsel yönelim olacaktır bana kalırsa. Çünkü anlatı-şiir anlayışı şiiri en büyük düşmanı öyküye yakınlaştırmak; dolayısıyla kendi özünden uzaklaştırmak demektir ki Kaan en başından beri belki de sezgisel olarak şiirini anlatıya hiç bulaştırmamıştır. Oysa ilk şiir kitabı Çalışmak Yorar’ı 1930’da yayımlayan Pavese ancak 1940’ta yazdığı Henüz Yazılmamış Bazı Şiirler Hakkında adlı yazısında değinir “anlatıya indirgenemeyecek bir şiirin gerekliliği[385]nden. Kaan’ın şiirinde serüveninin sonuna varması iki yıllık yoğun bir süreçte tamamlanmıştır; Pavese’nin bu sonu farkettiğinin ilk belirtisine ise ancak Henüz Yazılmamış Bazı Şiirler Hakkında’da rastlayabiliriz: “Yarın yazacağımız şiir bize bazı kapıları açacaktır, tüm olası kapıları değil: Yani bir an gelecek, yorgun, vaatten yoksun şiirler, tam olarak serüvenin sonuna işaret eden şiirler yazacağız.” [386] Pavese yine bu yazısında 1936’dan 1940’a kadar geçen sürecinin “erkeğin yalnızlığının pratik kabulü ve haklı çıkarılması ile sonuçlandı”ğını söyler.  Kaan da Öyleşiirinde aşkı ve aşka dair efsaneleri geride bıraktığını açık açık ilan etmiştir benzer biçimde. Sonuçta genel olarak bakıldığında denebilir ki Pavese’nin şiirde sindire sindire geldiği noktaya Kaan içgüdüsel bir biçimde çok daha kısa bir zamanda neredeyse koşarak varmıştır.

İmdi Pavese’nin şiirlerine çıplak gözle bakarak izleklerinde gezmeye Çalışmak Yorar’dan başlayalım. Kitabın ilk şiiri Güney Denizleri’dir. Günlüklerinde 7-14 Eylül 1930 tarihli bu şiire  özel bir önem verdiğini belirtmiştir Pavese. Çünkü

“Güney Denizleri”, onun daha önce yazdığı şiirlerden net bir kopuşu göstermektedir; ne ölçüsü, ne içeriği, ne kendine özgü anlatıya-konuşmaya dayalı yapısı, ne de Pavese’nin o yıllarda okuduğu Amerikan şairlerinin etkisi açısından bu şiirin bir “öncülü” yoktur.

Pavese bu şiirini “Pavese’nin D’azeglio lisesinden hocası, edebiyattaki ilk yol göstericisi ve daha sonra dostu Augusto Monti”[387]ye ithaf etmiştir. Faşizmin şaşmaz muhaliflerinden biri olan yazar ve öğretim görevlisi olan Monti, Pavese açısından Kaan’ın Nizametin Uğur’una benzetilebilir bir bakıma. Güney Denizleri’nde “Bize bunca sessizliği öğretebilmek için/ çok yalnız kalmış olmalı atalarımızdan biri” der şair. “ya aptallar içinde bir büyük adam veya zavallı bir deli” olmaldır bu ata; yani bir şair. Aynı şiirin sonunda bu erken dönem anlatı-şiirinde dahi zamanın hızını ve anlık bir şavk oluşunu yaşatmaktan geri kalmamıştır aslında Pavese:

Ama ona

yeryüzünün en güzel adalarında

şafağın söküşünü görmüş  talihli birisi olduğunu

söylediğimde

anılarında gülümseyip

“doğar doğmaz bile güneş

eskiydi artık bizim için gün” derdi. [388]

Kaan’da olduğu gibi Pavese’de de ana izleklerden biridir gece:

GECE

 Ama rüzgarlı gece, berrak gece

belleğin belli belirsiz anımsadığı, uzaktır,

bir anıdır. Yitmiş şaşkın bir sakinlik,

o da yapraklardan ve hiçlikten oluşmuş. Hiçbir şey kalmıyor,

anıların ötesindeki o zamandan, belli belirsiz

bir anımsama dışında

 

Kimi zaman geri dönüyor güne

yaz gününün kıpırtısız ışığına,

o uzak şaşkınlık.

 

Boş pencereden

çocuk diri ve koyu tepelerdeki geceye bakardı

ve şaşırırdı tepeleri üst üste yığılmış görmekten:

belirsiz ve berrak devinimsizlik. Karanlıkta hışırdayan

yapraklar arasında, tepeler belirirdi,

orada güne ait her şey, yamaçlar

ve ağaçlar ve üzümbağları apaçık ve ölüydü

ve yaşam bir başka yaşamdı, rüzgardan, gökyüzünden ve hiçlikten.

 

Kimi zaman geri dönüyor

günü kıpırtısız sakinliğinde anısı

o yoğun yaşamın, şaşkın ışıkta.[389]

Gece güzeldir Pavese’de de, başka bir yaşama çıkar Kaan’ın gecesi gibi. Sakin bir hiçlikten oluşan gecede her şey ölüdür. Lakin Kaan’ın şiiri safkan bir şehirlidir; oysa Pavese’nin Çalışmak Yorar’daki Atalar grubundaki  bu iki şiiri kır atmosferinde geçerler.  Ayrıca Gece’de Pavese’nin şiiirinde Kaan gibi çırılçıplak karşımıza çıkmadığını ve imgelerin arasına gizlendiğini görürüz.

Ancak aynı kitabın ‘Şehirdeki Kadınlar’ temasının Sonra grubu şiirlerine geldiğimizde aşk izleğini sürdüğü Buluşma şiirinde Pavese dizelerinin arkasından çıkıp ‘ben’ diliyle konuşmaya başlar Kaan gibi.

BULUŞMA[390]

Bedenimi oluşturan, onu anılarla sarsan

bu sarp tepeler, o kadının mucizesini

aralıyor, onu yaşadığımı ve anlayamadığımı bilmeyen

kadının.

Pavese’de de aşk bir ütopya gibi durmaktadır. Evet, kadınlara aşık olunur; kadınlar yaşanır ama anlaşılmaz. Hatta imgesel olarak şair kendi de var etse anlayamayacaktır onları: “En sevdiğim şeylerin en derinlerinden/ yarattım onu ve onu anlayamıyorum.”[391] Böylece Kaan şiirinde olduğu gibi Pavese şiirinde de ‘umutsuz aşk izleğine gelinir. Buradan da yine Kaan şiirinde de karşımıza çıkan yalnızlık izleğine geçilir.

YALNIZLIK TUTKUSU[392]

Aydınlık pencerede bir parça akşam yemeği yiyorum.

Oda şimdiden karanlık ve gök görünüyor.

Dışarı çıkıldığında, sakin yollar biraz sonra

açık kırlık alana ulaşıyor.

Yemek yiyor ve göğe bakıyorum – kimbilir kaç kadın

yemek yiyordur bu saatte – bedenim sakin;

Bedenimi ve bütün kadınları sersemletiyor iş.

 

Dışarıda, yemekten sonra, geniş ova üzerinde

yıldızlar gelip toprağa dokunacak. Yıldızlar canlı,

ama tek başıma yediğim bu kirazlar kadar güzel değil.

Gökyüzünü görüyorum, ama pas rengi çatılar arasında

biliyorum

birkaç ışık şimdiden parıldıyor ve aşağıda gürültüler

yapılıyor.

Büyük bir yudum ve bedenim yaşamını tadıyor

ağaçların ve ırmakların, ve her şeyden kopmuş hissediyor

kendini

Biraz sessizlik yeterli ve her şey duruyor

kendi gerçek yerinde, bedenimin durduğu gibi.

 

Duyularım önünde her şey yalıtılmı,

bunu sorgusuz kabul ediyorlar: Sessizlikten bir gürültü

Karanlıktaki her şeyi bilebilirim

kanımın damarlarımda aktığını bildiğim gibi.

Ova, otlar arasında büyük bir su akışı,

her şeyden oluşan bir akşam yemeği. Her bitki ve her taş

hareketsiz yaşıyor. Yediklerimin, bu ovada yaşayan her şeyle

damarlarımı beslemesini dinliyorum.

 

Gece önemli değil. Gökyüzünün dört bir yanı

bana tüm gürültüleri fısıldıyor, ve minik bir yıldız

boşlukta çırpınıyor, yiyeceklerden uzak,

evlerden, değişik. Kendi kendine yetmiyor,

çok sayıda arkadaşa ihtiyacı var. Burada karanlıkta, tek

başına

bedenim sakin ve bir efendi gibi duyuyor kendini.[393]

Bir latin atasözünün dediği gibi “yalnız adam ya tanrıdır ya şeytan” ki Pavese Kaan’dan çok çok önce tatmıştır yalnız bir Olimpos tanrısı olup geceye hükmetmeyi.

Çalışmak Yorar kitabının Baba Olmak grubu[394]ndaki şiirlerinden Mit[395]’te ise bir peygamber gibi Kaan’ı haber veren bir kehanette bulunmaktadır neredeyse: “Genç tanrının bir insan olacağı gün gelecek,/ acısız, anlamış insanın ölü/ gülümsemesiyle”[396] Aynı gruptaki Sabah Yıldızı şiirinde ise “Yalnız adam”ın da Kaan gibi gecenin sona ermesini ve “güneşin denizden yükselmesin”i istemediğini; “saatin ağır ilerle”diği gündüzlerde acı çektiğini görürüz.

SABAH YILDIZI[397]

 Yalnız adam kalktığında deniz hala karanlıktır

ve yıldızlar sallanır. Denizin yatağının bulunduğu kıyıdan

bir soluk sıcaklığı yükselir,

ve soluğa tat verir. Bu hiçbir şeyin olamayacağı

saattir. Hatta dişler arasındaki pipo bile

sönmüştür. Geceye aittir sessiz çalkalanma.

Yalnız adam dallardan büyük bir ateş yakmıştır çoktan

ve ateşin yeri kızıllaştırmasına bakar. Deniz de

çok geçmeden ateş gibi olacak, alev alev.

 

Hiçbir şeyin olmayacağı bir günün şafağından daha kötüsü

yoktur. Yararsızlıktan daha acı bir şey

yoktur. Gökyüzünde asılı duruyor

yeşilimsi bir yıldız, şafağın şaşırttığı;

henüz karanlık denizi görüyor ve ateş lekesini

adamın bir şey yapmış olmak için ısındığı;

görüyor ve kardan bir yatağın bulunduğu karanlık

dağlar arasında uykudan başı düşüyor. Saatin ağır ilerleyişi

acımasız, artık hiçbir şey beklemeyen birisi için.

 

Güneşin denizden yükselmesine, uzun günün

başlamasına değer mi? Yarın

saydam ışıkla geri dönecek ılık şafak

ve dün gibi olacak ve asla hiçbir şey olmayacak.

Yalnız adamın tek istediği uyumak.

Son yıldız söndüğünde gökyüzünde,

adam ağır ağır piposunu doldurur ve yakar.[398]

Sevgisizlik Şiirlerine[399] geldiğimizde Pavese ve Kaan’ın kurulu düzenin çarklarının insanı öğüttüğü gündüzleri neden sevmediğinin çok güzel bir ifadesiyle karşılaşırız Hüzünlü Şarap (2)[400]’ta. Varoluşuna yabancılaşan insanın otomatlaştığı, edilgen bir sürü insanına evrildiği süreçlerdir gündüzler. Ne halde olduğunu unutmak için bir bardak Hüzünlü Şarap’ı yudumlamaktır artık kalabalıkta yitip kaybolmuş insana düşen.

HÜZÜNLÜ ŞARAP (2)

Zor olanı, fark edilmeden oturmak.

Gerisi kendiliğinden geliyor. Üç yudumla

geri dönüyor, tek başına düşünme arzusu.

İyice uzaklaşıyor uzak uğultular,

her şey yitiyor ve bir mucizeye dönüşüyor

doğmuş olmak, bardağa bakmak. İş

(yalnız insan işi düşünmezlik edemez)

düşünebilmek için severek katlandığımız

eski yazgı oluyor yeniden. Sonra gözler

körmüşçesine sızlayan, havanın ortasına dikiliyor.

 

Bu adam kalkıp, yatmaya eve gitse,

yolunu yitirmiş bir körü andırır. Birisi

bir köşeden çıkıverip, dövebilir onu.

Birden bir kadın belirip, sokağa uzanabilir,

güzel ve genç, bir başka erkeğin altında, inleyerek

Ama bu adam görmez. Yatmaya eve gider

ve yaşam sessizliğin uğultusundan başka bir şey değildir.

 

Bu adamı soysanız, bitkin kollar bitkin bacaklar

bulursunuz, birkaç çirkin, seyrek tüy. Kim derdi ki,

bir zamanlar yaşamın alevlendirdiği

bu adamda ılık damarlar dolaşmaktadır? Kim inanır,

bir zamanlar şu bedeni bir kadının okşadığına,

titreyen, gözyaşlarıyla ıslanmış o bedeni öptüğüne?[401]

  1. 07. 2015

 

Her akşam

aldırışsız ve dipdiri beliren eski ağrının

yüzünü alacak gece. Bir can gibi, karanlıkta suskun,

acı çekecek eskil sessizlik.

Çok yavaş soluyan geceye konuşacağız.

Pavese

 

Sevgisizlik Şiirleri’nden Kıskançlık (2)[402]’da “Ama yaşayan hiçbir kadın/ bir erkeğin ona sarılışının izini korumaz” der Pavese. Mutlak aşkın imkansızlığının temeli bunda yatmaktadır belki de; çünkü ne yapılsa hiçbir kadın tamamen bir erkeğe ait olamaz bu dünyada. Mutlak olan aşk değil yalnızlıktır öyleyse. Bu dizelerin ardından şöyle yazar şair:

İhtiyar adam kadının yalnızca gözleri kapalı

gülümsediğini fark etti, sırtüstü beklerken,

birden o genç bedenin üzerinden

düşünde bir başka anıya ait kavrayışın geçtiğini anlıyor.

Yaşlı adam arık tarlayı görmüyor gölgede.

Dizleri üstüne çöküp, toprağı sıkıyor

Sanki bir kadınmışçasına, sanki konuşabilirmiş gibi.

Ama gölgede uzanmış kadın konuşmuyor.[403]

Kadın toprakla özdeşleştirilir böylece. Toprak mutlak olarak kimseye ait değildir ; kim ekerse ona aittir; o da hasat bitene kadar. Kadın topraksa erkek denizdir; bir nevi hiçlik. Deniz dalgalarıyla ne kadar dövse de toprağın kıyısını gelip geçici olacaktır bıraktığı iz.

Pavese’nin 1931 – 40 Yıllarında Yazılmış Öteki Şiirler’i şairin “Çalışmak Yorar yıllarında yazdığı ancak 1943 basımına almadığı şiirleri içermektedir.”[404] Bu şiirlerinden birinde Düşün Sonu’na varır Pavese:

(…)Toprağın

elisıkı sözü neşeliydi, hızlı bir anda,

ve ölmek gene oraya dönmekti. Şimdi, bekleyen beden

çok sayıda uyanışın kalıntısı ve toprağa dönmüyor.

Bunu söylemiyor bile, sertleşmiş dudaklar.[405]

Umutsuzluğun bu son kertesinde kadınlara sarılınır yeniden. Kadınlar kurtarıcı değildir hatta umutsuzluğun kaynağıdırlar belki ama umutsuzluğu görünmez kılacak tek uyuşturucu da onlardır gene. Böylece 1940’tan itibaren bir dönem sadece bazı belirli kadınlara yazdığı şiirler için açar Pavese “sertleşmiş dudaklar”ını; “1940 tarihli üç şiirini adadığı F; 1945 tarihli Toprak ve Ölüm’ün C.’si; ve 1946 yılında yazılmış olup, daha önce yayımlanmamış iki şiirdeki kadın[406] gibi. Pavese’nin kadınları Kaan’ın ‘gül’ü vardır.

Roma’da 27 Ekim 1945 ile 3 Kasım 1945 arasında yazdığı şiirlerden oluşan Toprak Ve Ölüm’de C. üzerinden kadını toprakla özdeşleştirir yine Pavese. Yalnız bu defa hem toprak hem de ölümdür kadın.

Topraksın ve ölümsün.

Mevsimin karanlık

ve sessizlik. Hiçbir varlık

yok senden daha uzak

şafağa.

Böylece Kaan’da da gördüğümüz o ayrılmaz gece ve ölüm ikilisi beden bulur kadında. Kadın da gündüz acı çekendir ama farkında bile değildir bunun, taş gibi umursamaz, sert toprak gibi kayıtsızdır gündelik dünyaya. Bu umarsızlığı ve farkında olmayışıyla ayrılır Pavese’den ve Kaan’dan. Çünkü şairler kadının tersine saf bilinci ve dile getiricisidir varoluşun acısının.

Uyanmış gibi göründüğünde

Yalnızca acısın,

gözlerinin içinde acı ve kanında

ama sen duymuyorsun. Bir taş

nasıl yaşarsa, sert toprak,

öyle yaşıyorsun.

Düşler sarıyor seni

görmezlikten geldiğin

hareketler, hıçkırıklar. Acı,

bir gölün suyu gibi

titreşip seni kuşatıyor.

Suda halkalar var.

Sen onları yok olmaya bırakıyorsun.

Topraksın ve ölümsün.

 

3 Aralık 1945 [407]

Ömrünün son yılı 1950’ye ait 10 şiirinden oluşan Ölüm Gelecek ve Gözleri Gözlerin Olacak[408] kitabında Kaan kadar açık olmasa da Pavese de intiharını sezdirmektedir artık.

Kadın artık Constance Dowling’de bedenlenmiştir. Ama artık gece ve ölüm değil gündüz ve yaşamdır. Anlaşılan son aşkı son uyuşturucusudur da Pavese’nin.

IN THE MORNİNG YOU ALWAYS COME BACK[409]

Şafağın ışıltısı

ağzınla soluk alıyor

boş yolların sonunda.

Gözlerin gri ışık,

şafağın tatlı damlaları

koyu tepelerde.

Adımın ve soluğun

evleri suyla örtüyor

seher rüzgarı gibi.

Şehir ürperiyor,

taşlar koku salıyor

yaşamsın, uyanışsın.

 

Şafağın ışığında

yitmiş yıldız,

esintinin ışıltısı

sıcaklı, soluk –

sona erdi gece.

 

Işıksın ve gündüz.

20 Mart 1950

 Bu şiirde Constance’nin aşkı Pavese’nin dünyasını aydınlatmış en azından derinindeki umutsuzluğu unutturmuş gibidir şaire. Ne ki Pavese de Kaan da bir türlü tam olarak kurtulamazlar varoluşlarının ve şiirlerinin özü olan ölüm alışkanlığından ki bundan iki gün sonra yazdığı şiirinde “Ölüm gelecek ve gözleri gözlerin olacak” diye yazar Pavese:

Bize eşlik eden bu ölüm

sabahtan akşama, uykusuz,

sessiz, eski bir pişmanlık

ya da saçma bir alışkanlık gibi.(…)

Bence Pavese’nin saf ölümü çırılçıplak ve soğukkanlılıkla dile getirdiği bir başyapıttır bu şiir.

Ölümün bir bakışı var herkese.

Ölüm gelecek ve gözleri gözlerin olacak.

Kötü bir alışkanlığı bırakmak gibi olacak.

aynada ölü bir yüzün

belirdiğini görmek gibi,

kapalı bir dudağı dinlemek gibi.

Suskun ineceğiz dipsiz burgaca.[410]

The Cats Will Know[411] şiirinde “Başka günler olacak” der Pavese “başka sesler olacak.”

Tek başına gülümseyeceksin

Kediler bunu bilecek.

Eski sözler işiteceksin,

yorgun ve boş sözler

geçmiş bayramların

bir yana bırakılmış giysileri gibi.

İn The Morning You Always Come Back şiirinde saman alevi gibi parıldayan aşk umudu sönmüş gibidir artık, “vaatten yoksun”, umutsuz şiire geri dönülmüştür. Bu son aşk da hayal kırıklığına dönüşmüştür belli ki. İn The Morning You Always Come Back şiirindeki coşkulu ışık saçan şafak bir daha değişmemecesine acı veren gündüzlerin acı habercisine dönüşmüştür yine:

Tek başına gülümsediğin

Hüzünlü gülümseyiştir.

Başka günler olacak,

Başka sesler ve yeniden uyanışlar.

Şafakta acı çekeceğiz,

İlkbaharın yüzü.

20 Nisan 1950[412]

Sonuç olarak Pavese hakkında sözylenebilecek en özlü sözler Kemal Atakay’ın Cesare Pavese: Bütün Şiirlerinden Seçmeler kitabındaki bir dipnotta söylenmiştir: Pavese “Erişkinlerin dünyasında yeniyetme, çalışanların dünyasında işsiz, sevginin ve ailelerin dünyasında kadınsız, kanlı siyasal savaşların ve sivil sorumluluk dünyasında silahsız”[413] bir uyumsuzdur ve bu uyumsuzluğun durmadan törpülediği bir ruh sonunda intihara varmıştır. Kaan Pavese’den etkilenmiş midir ya da şiirlerini okumuş mudur? Bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Söylenebilecek olan iki şairin de bir biçimde benzer izleklerde buluştukları ve yaşamlarını intiharla sonlandırmayı seçtikleridir.

İmdi intihar etmiş başka şairleri kısaca gözden geçirelim. Kronolojik olarak bakıldığında intihar etmiş tanınmış şairlerden ilkinin Qu Yuan olduğunu görürüz. Chu asıllı Çinli şair, MÖ 340 – MÖ 278 dolaylarında; Çin tarihinin Muharip Devletler Dönemi’de yaşamıştır. Kaan kendi şiirinde bir mit kahramanına dönüşmüşken; Qu Yuan’ın bizzat kendi hayatı efsanelere karışmıştır. Genel kabul Qu Yuan’ın Chu Devleti bakanlarından olan bir asilzade olduğudur. Efsanelere göre bakanlar arası kıskançlık ve kavgalar sebebiyle sonradan sürgüne gönderilmiştir. Bu sürgünde Homeros’u andırır biçimde yerel folklor ve mitolojiye dayanan öğelerden kendi yapıtlarını oluşturduğuna inanılır. Yine söylentiye göre MÖ 278 yılında Qin Devleti’nin , Chu Devleti’nin başkenti Ying’i zaptettiğini öğrendikten sonra Miluo nehrine atlayarak intihar etmiştir. Eserlerinden birinin adı da Ying’e Ağıt’tır. Çin’in bilinen ilk büyük şairi kabul edilen Qu Yuan kendisinden önce kullanılan şiir yapısından farklı yapılar ortaya koymuş; Sao tarzının kurucusu olmuştur ki bu tarz ismini Qu Yuan’ın Li Sao isimli eserinden almaktadır. Ayrıca Qu Yuan Çin edebiyatındaki romantizm akımının en önemli öncülerinden biri sayılır ve kendisinden sonra bu akım içerisinde eserler verecek birçok şairi büyük oranda etkilemiştir. Qu Yuan sadece şairler üzerinde değil halk üzerinde de büyük bir etki yaratmıştır ki bunda intiharının payı büyüktür. Neredeyse intiharıyla bir efsaneye dönüşmüştür dense yeridir. Ölümü Duan Wu veya Tuen Ng Festivali’nde, Çin ay takviminin beşinci ayının beşinci gününde, anılmaktadır. Bu festivaldeki ritüel köylülerin nehre sallarıyla inip Qu Yuan’ı kurtarmaya çalışmaları, başarısız olunca da en azından onun ölüsünü hayvanlardan ve kötü ruhlardan uzak tutmaya çalışmalarının temsilidir. Bugün hâlâ düzenlenen, festivalde sallar sembolik olarak Qu Yuan’ın nehre düşmüş vücuduna ulaşabilmek için sal yarışı yaparlar. Yani Qu Yuan’ın intiharı Çin folklorunun bir parçasına dönüşmüştür. Hatta bu folklorik öğe zamanla Kore’ye bile sirayet etmiş; Koreliler de daha sonra bu festivali Çin kültüründen alarak, Dano ismiyle kutlamaya başlamışlardır.

M.Ö. 3. Yüzyıl Çin’inden 18. yüzyıl İngiltere’sine geldiğimizde müntehir şailer arasında ayrıksı bir yeri olan gencecik bir şair karşılar bizi: Chatterton. 20 Kasım 1752’de ingiltere’nin Bristol kentinde doğmuştur. Sıkıntılı bir çocukluk dönemi geçiren Chatterton daha okula başlamadan alfabeyi çatı katındaki el yazması incilden öğrenmiştir. İlk şiirlerini ise daha on yaşında yazacaktır. Chatterton’un şairlik kariyeri ise bir sahtekarlıkla insanları 12 yaşlarında yazdığı Elinoure and Juga isimli şiirin, 15. yüzyılda yaşamış olan keşiş Thomas Rowley tarafından yazıldığına inandırmasıyla başlayacaktır. Daha sonraları gerek kendi ismiyle ve gerekse Rowley müstearıyla şiirler yazmaya devam edecek; şiirleri dönemin gazete ve dergilerinde yayınlanacaktır. Çocuk denecek yaşta dikkatleri çeken Chatterton giderek ailesinden uzaklaşacak ve nihayet Londra’ya taşınacaktır. Burada da şiirleri edebiyat çevresini etkilese de kazandığı para bohem şairin geçimini sağlamasına yetmeyecektir. Dostlarının kendisine yardım tekliflerini de geri çeviren Chatterton, Londra’da, 24 Ağustos 1770 gecesinde, kaldığı evin çatı katında arsenik içerek intihar edecektir. Henüz onyedi yaşında intihar etmesi Thomas Chatterton’un ününü daha da artıracak; bu intiharıyla da kendinden sonraki birçok sanatçıyı etkileyecektir.

19. yüzyıla vardığımızda karşımıza romantizmin en güçlü temsilcilerinden Fransız şair Gerard de Nerval çıkar. Aynı zamanda bir yazar ve gezgin de olan Nerval 22 mayıs 1808’de Paris’te doğmuştur. İki yaşındayken annesinin Silezya’da ölmesi üzerine babası o sırada Napolyon’un ordusunda askeri doktorluk yaptığından altı yaşına kadar amcası Antoine Boucher’in yanında Valois bölgesinin kırsal kesimi olan Mortefontaine’de yaşayacaktır. Babasının 1814 yılında savaştan dönmesi üzerine tekrar Paris’e gönderilen Nerval birçok defa, Valois tarlalarına geri dönecek; Valois şarkıları ve efsanelerini de bu dönemde yaratacaktır. Üniversite’ye gittiği 1820’li yıllarda Theophile Gautier ve Alexandre Dumas ile dost olacaktır. Şiirlerinin hayranlarından biri de Victor Hugo’dur. şair görevi dolayısıyla bir çok ülke gezecek ve hiçbir şehirde yerleşik bir hayat kuramayacaktır. Şiirlerindeki izleklerinden biri deizm olan gezgin şairin başka bir izleği olarak gene aşk çıkar karşımıza. Paris’de 1820’li yıllarda, Lüksemburg ve Hollanda’da da 1830’lu ve 1840’lı yıllarda yaşadığı aşkları şairin şiirlerine de yansımıştır. Bu aşk yansımış şiirlere Luxemburg Parkı örnek verilebilir:

LUXEMBOURG PARKINDA

Genç kız yanımda sekerek,

Kuş gibi şakrak ve canlı

Geçti, elinde bir çiçek,

Dilinde yeni bir şarkı.

 

Yalnızca oydu belki de

Gönlü gönlümü yansıtan

Gelip de derin geceme

Bir bakışla ışık tutan!

 

Ne fayda, – gençliğim uçtu…

Elveda tatlı ışığa, –

Kokuya, genç kıza, uyuma…

Mutluluk geçiyordu, – kaçtı!

Daha otuzlu yaşlarında mutluluğu da aşkı da İlk Sevgililer’inde kaçırmış olduğuna kanaat etmiştir ki şöyle yazmıştır:

İLK SEVGİLİLER

Nerde bizi seven kızlar

Hepsi kara topraklarda

Daha şen daha gamsızlar

Daha güzel bir diyarda

 

Meleklerle beraberler

Mavi semanın dibinde

Meryem Ana’yı överler

Coşkun ilahilerinde

 

Sen ey bembeyaz nişanlı

Baharındaki bakire

Sararmış, garip sevdalı

Verip kendini kedere

 

Gözlerimizde bir derin

Ebediyet vardı gülen

Sönmüş ışıkları yerin

Yanın göklerde yeniden[414]

Yine Kendisine aşık olan genç bir kıza N’olur Bırak Beni dediği şiirini “Hüzün seviyi de, mutluluğu da/ Çoktan sürgün etmiş, görmüyor musun ?” dizeleriyle bitiren Nerval’de de Kaan’da olduğu gibi aşkın yerini dinmez bir hüzün almıştır sanki. Belki aşk denen uyuşturucunun yerini gerçek uyuşturucuyla doldurmak istemiştir şair ki afyon ve alkolle ‘yavaş intiharı’ seçmiş bir başka romantik şair Coleridge’deki uyuşturucu bağımlılığına Nerval’de de rastlarız. Coleridge’e hem esin kaynağı hem ayakbağı olan uyuşturucu Nerval’ e de esin kaynağı olmuş olabilir. Nitekim Fantazya sanki böyle bir etki altında yazılmış gibidir.

FANTAZYA

Bir hava bilirim dünyalara değişmem

Bütün Rossini, Mozart, Weber sizin olsun

Çok eski bir hava, ağı, hazin, muhteşem

Yalnız ben duyarım onda ne varsa füsun

 

Ne zaman o havayı dinleyecek olsam

Ruhum gençleşiverir beden iki asır

On üçüncü Louis devridir vakit akşam

Batan günle sararmış bir yamaç uzanır

 

Camları kızıla çalan renklerle yanar

Tuğlalardan bir şato, köşeleri taştan

Etrafı çepeçevre bağlar, bahçeler, parklar

Bir dere akıyor çiçekler arasından

 

Kömür gözlü bir kumral en üst pencerede

Eskidir geçmiş zaman esvapları eski

Görmüşlüğüm var bu kadını! Ama nerde

Hatırlıyorum, başka bir hayatta belki[415]

Şair uyuşturucu madde bağımlılığı yüzünden 1841 yılı itibariyle birkaç kez akıl hastanesinde yatacaktır. Nihayet bir çok şaire mutluluk getirmeyen aşk, onu da intihara sürükleyen bir hayal kırıklığı olacaktır. 1855 yılında Paris’te ilk aşık olduğu kadını bir görüşe göre parkta kocası ve çocuklarıyla piknik yaparken; bir görüşe göre de balkonda çocukları ve kocasıyla yemek yerken görecektir. Bunun üzerine bunalıma giren şair, teyzesine “bu akşam beni bekleme, çünkü gece kara (siyah) ve ak (beyaz) olacak…” mısralarını içeren bir şiir yazacak ve kendini bir sokak lambasına ya da evinin pencere demirlerine asarak intihar edecektir. Bu konuda rivayet muhteliftir. O’nu görmeye gelen şairler, asılmış bedeni karşısında saygı duruşuna geçecekler ve 26 Ocak 1855 “sıcak bir kış günü” olarak tarihe geçecektir. Böylece asıl adı Labrunie olan Gerard yazılarında kullandığı Nerval ismiyle ölümsüzleşecektir. Bu bakımdan  şiirlerinde Lautreamont’a evrilen İsidore Ducasse vb pek çok şair gibi dönüşen bir şairdir Nerval de.

19. yüzyılın bilinen son müntehir şairi şiirsel katil Maldoror’un Şarkıları’nın yazarı Lautreamont (yani Isidore Ducasse) olacaktır. Uruguay doğumlu Fransız şair, 24 Kasım 1870 gününde Paris’te 24 yaşında intihar etmiştir. Şiirsel dünyanın katili Lautreamont Şarkılar’da “Ondokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini…”[416] diye haykırmıştır kibirle Karındeşen Jack’in “bir gün insanlar geriye dönüp bakacaklar ve benim, karındeşen jack’in o yüzyıla damga vurduğumu görecekler!” sözlerini hatırlatırcasına.

20. yüzyıla vardığımızda ise intihar eden şairler mezarlığı karşılar bizi. Özellikle 1914 yılı üç müntehir şaire mezar olmuştur: Peyo Yavorov, Christoph Friedrich Heinle ve Georg Trakl. Bu mezarların sahiplerinin kronolojik olarak ilki Bulgar şair ve oyun yazarı Peyo Yavorov’dur. 6 Mayıs 1877’de o dönem Osmanlı sınırları içinde bulunan Çırpan’da doğan Yavorov’un öğrenim hayatı köyünde ve Filibe’de geçmiştir. Şairliğinin yanı sıra telgrafçılık, kütüphanecilik ve sanat yazmanlığı da yapmış olan Yavorov Ağustos 1903’te Osmanlı yönetimine karşı girişilen başarısız Makedonya Ayaklanması’nın hazırlanmasında rol oynamıştır. Devrimci gazetelerde yayın yönetmenliği yapmış; partizan gruplarla iki kez Makedonya’ya geçmiştir. Bu ayaklanmanın başarısızlığının yarattığı hayal kırıklığı şiirlerine de yansıyacaktır şairin. Mesela Sürgünler şiirinin şu dizelerinde görmek mümkündür bu hayal kırıklığını:

Sarsmak istedik zulmü temelinden,

bir aşağılık hain sattı bizi;

oğula düşen göreve boyun eğiyorduk –

ve işte şimdi her şey yitti gitti…

Yavorov, karısının 1913’te intihar etmesi üzerine kendi de intihara kalkışacak ;ancak  bu başarısız intihar girişimi sonucunda kör olacaktır. Bundan bir yıl sonra 20 Ocak 1914’te artık Bulgaristan toprağı olan Sofya’daki intihar girişiminde bu kez başarılı olacaktır. Karısının intiharı üzerine intihara kalkışması diğer müntehir şairlerden farklı olarak Yavorov’un sevdiği kadınla bir araya gelebildiğini düşündürür. Fakat bu sefer de sanki kavuşulmuş aşkın yoksunluğu sebep olmuştur intihara. Yavorov’u intihara sürükleyen sebeplerden biri de siyasi eylemciliğinde uğradığı düş kırıklığıdır. Yine Sürgünler şiirinde “İçer zehirli acılarımızı yudum yudum yüreklerimiz” dizeleriyle veda etmiş gibidir şair siyasi mücadele’ye: “Elveda vatan, elveda kaygılarımızın kaynağı”[417] Nitekim 1900’e değin köylülere acıma duygusundan, Makedonyalıların mücadelelerinden ve sürgündeki Ermenilerin acılarından esinlenen toplumsal-siyasal şiirler yazarken daha sonra uğradığı düş kırıklığı yüzünden şiirinde gündelik dünyadan koparak kendi varoluşuna ve simgeciliğe yönelecektir. Öyle ki böylece 1901’de Şiir, 1907’de Uykusuz ve 1910’da Bulutların Gölgesinde Koşarak,’ı yazan Yavorov Bulgar şiirinde simgeciliğin öncüsü olacaktır. Bundan böyle bir Deniz Kıyısındaoturmaktan başka bir şey kalmamıştır siyasi ideallerini yitirmiş Yavorov’a: “Uzun süre baktım: bir tekdüzelikte/ her dalga koşuyordu ardı sıra bir başka dalganın/ ıssız ve sonsuz denizde.”  “Dünya bir denizdir ve benden/nedir kalacak olan ardımda” diye sorar Yavorov “burada, yaşamış olduğum şeylerden….”[418] Belki Deniz Kıyısında ömrü boyunca oturup dalgaların tekdüzeliğini izleyebilirdi Yavorov ama karısının intiharı şairin hayatına vurulmuş son darbe olacaktır.

Aynı yıl Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen birkaç gün sonra  Alman  şair Christoph Friedrich Heinle Berlin’de intihar edecektir. 1894’te Mayen’de doğan Heinle de Kaan gibi kitabını görmeden ölen şairlerdendir ki halen de kendine ait bir kitabı yayımlanmamıştır. Şair üniversite öğrenimine Göttingen’de filoloji bölümüyle başlamıştır. 1913’ün yaz döneminde Freiburg im Breisgau’ya geçerek öğrenimine orada devam eden Heinle bazan aralarında zorluklar ve anlaşmazlıklar çıkmasına rağmen kendisine ölümüne kadar sıkı arkadaşlık edecek olan Walter Benjamin ile burada tanışır. İkili burada özgür üniversite grubuna dahil olmuşlardır. Daha sonra entellektüel gençlik hareketinin öncülüğünü yapan Gustav Wyneken’e destek vermiş ve Başlangıç dergisinin yayımlanmasına katkıda bulunmuşlardır. 1913-1914 kış döneminden itibaren Berlin Üniversitesi’ne geçen ikilinin Freiburg’ta olduğu gibi burada da  özgür üniversite öğrencileri grubunda özellikle sanat ve edebiyata olan ilgileri ve uğraşıları devam edecektir. Bunun dışında Heinle ve Benjamin, düzenlenen dışavurumcu bazı sanat etkinliklerine de katılmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen birkaç gün sonra Heinle kız arkadaşı Rika ile birlikte, “tartışma odası” dedikleri derslikte doğalgaz vanasını açık bırakma yoluyla intihar etmiştir. Ölümünden sonra Walter Benjamin, Heinle’nin ölümünden sonra bıraktığı mirası olan şiirleri yayımlamak icin yıllarca boş yere uğraşacaktır. Werner Kraft, Heinle’ye ait bulabildiği şiirleri Alman edebiyatçıların bazı yazılarını toparladığı Kalp ve Ruh adlı kitabında yayımlamıştır. Walter Benjamin ise kendi kendine verdiği sözü tutarcasına Soneler adlı kitabında Heinle’nin diğer bazı şiirleri ve iki prosasına ek olarak; başka şiirlerine de Toplu Yazılar adlı kitabında yer vermiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nın cephede yakaladığı Avusturyalı şair Georg Trakl ise 1914’ün 3 Kasım’ında da Krakow’da intihar etmiştir. Trakl daha en başta 3 Şubat 1887’de Salzburg’ta katoliklerin yoğun olduğu bir cemaatte protestan bir burjuva ailenin oğlu olarak dünyaya gelerek çoğunluktan kopmuştur zaten. Çocukluğundaki burjuva eğitimi sırasında asıl ilgi alanı kimya ve özellikle ilaç bireşimleri olacaktır Trakl’ın. Üniversite yıllarında arkadaşlarıyla düzenlediği Dostoyevski, Baudelaire, Verlaine okuma partilerinde değişik kimyasal uyuşturucular kullanacaklardır. Üniversitede seçeceği uzmanlık dalı da büyük ihtimalle uyuşturucu tutkusu sebebiyle eczacılık olacaktır. Yani Coleridge ve Nerval gibi Trakl’da uyuşturucu izleğini takip edecektir. Müzmin bir uyumsuz olan Trakl’ın aşk hayatı da aykırıdır. Onunkisi kavuşulamamış bir aşk hikayesi değil, toplumun yerleşik düzenine aykırı bir aşk hikayesidir. Trakl en küçük kız kardeşiyle Grete’yle cinsel birlikteliği de içeren bir aşk yaşamıştır ki intiharından üç yıl sonra Grete de intihar edecek ve ilaç komasından ölecektir. Kierkegaard’ın bir arkadaşı aracılığıyla 1913’te Şiirler adlı ilk kitabını bastıran şairin asıl sonunu hazırlayan maddi çöküşünün ardından orduya yazılmak zorunda kalması olacaktır. Savaş ortamının yoğun baskısı ağır bir depresyona sokacaktır şairi. Bundan sonra defaatle intihara kalkışan Trakl hayranı olduğu Wittgenstein’la tanışmasına üç gün kala aşırı dozda kokainle sonunda başaracaktır ölmeyi. Ölümünden sonra Sebastian Düşler İçinde, Yalnızların Sonbaharı ve Ayrılanların Şarkısı adlı eserleri basılacak olan Trakl’ın şiirlerinde Rimbaud’nun anarşizminin ve incil’deki dinsel sembolizmin izleri görülür. Bir Kış Akşamı ‘çoğunun evi düzen içinde ve sofrası hazırken’ “Gezgin- göçebe” Trakl ve Rimbaud gibi lanetli “kimi de/ Gelir karanlık yollardan kapıya” ki akşam bir eve sığınmaksa mesele bu şiiri de Behçet Necatigil çevirecektir dilimize. Rimbaud gibi Trakl’da cehennemden gelendir; esinini cehennemden alır; bu yüzden sever Gece’yi de. Çünkü geceleri “Alevler, lanetler/ Ve şehvetin/ Karanlık oyunları,/Azıtıyor”dur  “gökyüzünü/ Bir taşlaşmış kafa.[419] Tüm lanetlenmişler gibi şeytana sığınır Trakl da Geceye Şarkı söylerken. “Bir zamanlar gülmüştü içimdeki şeytan” der şair, ama beri yandan “Bir zamanlar ağlamıştı içimdeki şeytan” da der birkaç dize sonra. Gülsün ya da ağlasın içlerinde şeytanın olmasıdır Trakl ve Rimbaud için de önemli olan. Çünkü içlerindeki şeytan terk ederse onları bir kabuk gibi bomboş kalıvereceklerdir ki şöyle yazar aynı şarkıda Trakl:

Şimdi ağlamadığına ve gülmediğine göre o şeytan,

Yitip gitmiş bir gölgeyim bahçelerde

Ve ölüm karası eşliğinde,

Boş gece yarısının  sessizliğiyle dolaşan.

Tekrar dönmek istemektedir şair esin kaynağı şeytanın mabedine ve “Bırak gireyim senin tapınağına” diye yalvarır ona “Bir zamanlar ki gibi, çılgınca ve dindarca /Ve sessiz bir duayla önünde eğileyim.” Oysa İncil’in Tanrısı kötüdür; “Acılarımız karşısında donup kalmış maske”dir:

Acılarımız karşısında donup kalmış maske –

Acılarımız ve hazlarımız karşısında

Taştan bir gülümseme boş maskenin dudaklarında

Bir kaya, bütün ölümlülerin çarpınca kırıldığı,

Üstelik varlığı bize bile kapalı.

Ve sonra dikildiğinde karşımıza bir yabancı düşman,

Alaylarıyla aşağılayarak ölesiye didinmemizi,

O zaman daha bir hüzünlü olur şarkılarımız ezgileri

İçimizde ağlayan ise kalır anlaşılamadan.

 

ikinci Dünya Savaşı’nın Grodek’teki savaş meydanının öfkeli ve sevimsiz tanrısıdır o ve

 

Şafağın kızıl bulutlarına oturan öfkeli Tanrı

Çayırların üzerinde sessizce toplar,

Akıtılan kanı; ayın ürpertici esintisinde

Bütün sokaklar kara çürümüşlüğe bulanır.

 

Geceye Şarkı şiirinin en başında ise Rimbaud ve kendi gibi lanetlileri tanımlar sanki Trakl:

GECEYE ŞARKI

1

Bir nefesin gölgesinden doğma bizler

Dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde

Bizler, yani sonrasızlıkta yitirilenler,

Kurbanlarız, adandıklarımızı bilmezcesine.

Dilenciyiz sanki, yok benim diyebileceğimiz,

Kapalı kapılar önünde birikmiş delileriz.

Körler gibi kulak kabartmışız, içinde

Fısıltılarımızın yitip gittiği sessizliğe.

Hedefi olmayan yolcularız bizler,

Bulutlarız, rüzgârlarda dağılan,

Ya da ölümün soluğunda üşüyen çiçekler,

Yerimizden kopartılmayı beklemekteyiz.

Devamında ise “Varsın, son acılar da somutlaşsın bende,”, “Savunmuyorum kendimi, ey karanlık güçler” der şair kitabı mukaddes ağzıyla. Kaan gibi Trakl’ın da temel metaforlarından biridir gece. “Sen ey kapkara yürek” diye seslenir geceye şair, “Sar o serin ve sevecen ellerinle, / Sar bütün yaraları – Böylece içten kanasınlar yalnızca”. “acıların tatlı anasıdır” gece, “ölümün enginliği”,  şairin ‘acılarının önündeki dilsiz kapı’dır. Tıpkı Kaan gibi Trakl’da gündüzü değil “en yüce zaman”ı yani geceyi tercih etmiştir. Çünkü “gün ortasında ölü bir gölge”dir şair; o zaman geceye doğru yürümek gerekir gündüzden.

O zaman çıkıp mutlulukların evinden

Yürüdüm gecenin derinliklerine.

Şimdi bir gölge oturmakta yüreğimde,

Bir gölge, hissetmeyen günün çoraklığını –

Ve dikenler gibi sana doğrulup gülümseyen,

Senden, yalnız senden yana, ey gece!

Gece, hem ölümsüzlüğü hem de ölümü vaadeder şaire. Onun şarkısıyla ölümsüzlüğe varacaktır şair:  “Senin karanlık şarkın boğuşmakta yüreğimde, /Beni ölümsüz kılıp, bir şişe çevirmekte.” Gece bize “adlarını söylemekten kaçınan diyarlar” vaad etmektedir ama Oralara ancak “feda edersek girebiliriz”gündelik dünyaya dair “düşlerimizi.” Böylece Trakl’da da gece ve ölüm bir olur. Nihayet gündüzlerden de ona dair düşlerden de vazgeçer şair ve “Ey gece, ben hazırım artık!” der “Ey gece, unutmuşluğun bahçesi, darmaduman, /Yoksulluğumun dünyaya kapalı ihtişamında, /Salkımlarla, dikenli çelenkler de solmakta” ,  “Zavallı gülümsemem sana ulaşma çabasında, /Hıçkıran şarkım ise yitip gitmekte karanlıkta. /Artık yolumun sonuna varmak, tek istediğim.”

Trakl’ın intihara uzanan diğer izlekleri ise aşk ve savaştır.  Geceye Şarkısı’nın esin kaynaklarından biri şeytan ise diğeri de aşktır: “Bir de aşkın şarabı, başımı uyuşturan.[420]  Savaşın vahşeti ise Grodek şiirinin ilk dizelerinde karşılar bizi:

GRODEK

Akşam oldu mu hazan ormanları

Kan kusan silahların sesiyle sarsılır,

Altından yaylalarla mavi göller üzerinde güneş

Durmadan artan kederiyle yıkılır gider;

Gece kucaklar ölüme yazılmış savaşçıları,

Ve parçalanmış ağızların keskin çığlığını.[421]

  1. 07. 2015

 

1928 yılına geldiğimizde 19. yüzyıl Fransız simgeci şairlerinden etkilenmiş Yunan şair Kostas Karyotakis’in intiharıyla karşılaşırız. 1896’da Tripolis’te doğan şair çocukluğunun büyük bölümünü Girit’te yalnızlık içinde geçirmiştir. Atina’da hukuk öğrenimi gören Karyotakis 1920’de bir şiir ödülü kazanır. Diplomasını aldıktan sonra Atina’da memur olarak çalışmaya başlayan Karyotakis, genç şair Maria Polidouri’yle bu sırada arkadaş olur. Sonraki yıllarda Patrai’ye, arkasından da Preveze’ye atanan şair, 20 Temmuz 1928’de Preveze’de kendini vurarak intihar eder. Karyotakis’in her ikisi de yeni Atina şiir okulunun etkisini taşıyan iki şiir kitabı vardır. Fransız şairlerinin de etkisini taşıyan Karyotakis’in şiiri, çocukluğundaki yalnızlığını ve mutsuzluğunu yansıtır. Bunların yanı sıra I. Dünya Savaşı’nı görmüş olan şairin savaş karşıtlığı da yansımıştır şiirine.

MİHALİYOS

Askere aldılar Mihaliyos’ u bir gün.

Güzeldi, yiğitti, çalımla gitti,

Maris ve Panayotis’ le birlikte.

“Hizaya gel” i bile öğrenemedi.

Mırıldanıp durdu hep: ” Onbaşım,

“köyüme döneyim ne olur bırakın beni…”

 

Ertesi yıl, bir hastanede,

konuşmadan göğe bakıyordu…

Dikmişti sulanan gözlerini yukarı,

sıla özlemiyle, sessizce,

yalvarıyor gibi söylüyordu:

“Evime döneyim ne olur bırakın beni…”

 

Mihaliyos öldü bir gün.

Askerler soydular onu,

bir çukura koydular

Maris ve Panayotis’le birlikte.

Toprak attılar üstüne,

ama ayaklarını dışarda bıraktılar:

Boyu pek uzundu fukaranın![422]

20. yüzyıl iki büyük Rus şairin dostluk ve intiharına da sahne olacaktır: Mayakovski ve Yesenin. Devrim mücadelesi vermiş iki şair de devrimden umduklarını bulamayacaklardır. 1893’te Gürcistan’ın Bağdadi köyünde bir orman bekçisinin oğlu olarak doğan Mayakovski’nin neredeyse bütün hayatı devrim için mücadele etmekle geçecektir. Babasının ölümü üzerine ailesiyle Moskova’ya gelen Mayakovski daha on beşinde Yasadışı Bolşevik Partisi’ne girecek ve 1919-1920 yıllarında on bir ay hapis yatarak başlayacaktır bu mücadeleye. Ondan iki yıl sonra 3 Ekim’de Rusya’nın Ryazan bölgesinde Konstantinovo (bugün Yesenino) köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğan Yesenin ise I. Dünya Savaşının patlak vermesinden sonra devrimin daha iyi bir yaşam sağlayacağına inanmaya başlayacak ve Mayakovski’nin izinden giderek 1917 Ekim Devrimi’nin ateşli savunucuları arasında yer alacaktır. Ne var ki Yesenin Bolşevik devriminin kurallarıyla uyuşamayacak, rejime yönelik eleştirileri nedeniyle sansüre uğrayacaktır. Devrimin yarattığı hayal kırklığına, alkol bağımlılığının ve kadınlarla olan sorunlu ilişkilerinin de eklenmesi şairi bunalıma sürükleyecektir. Sonunda psikiyatrik tedavi görmek için bir aydır kaldığı hastaneden Noel dolayısıyla çıkan Yesenin, 27 Aralık 1925’te Leningrad’daki İngiltere Oteli’nde odasında kendini asarak intihar edecektir. Cesedinin yanında, intiharından bir gün önce bileklerini kesip kendi kanıyla Mayakovski’ye “Elveda dostum elveda” diye seslendiği veda şiiri bulunacaktır.

ELVEDA SEVGİLİ DOSTUM

Elveda sevgili dostum elveda,

Sen kökleri içimde uzanan..

Ayrılık yazılmış alnımıza

İlerde gene karşılaşırız inan..

 

Elveda dostum, el sıkışmadan

Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek:

Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada

Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.[423]

Oysa Mayakovski için şiir ve devrim bölünmez bir bütündür; bu yüzden onun için devrimden umudunu kesmek şairliğinden yani kendisinden umudunu kesmek demektir. O insanların devrim idealleri karşısındaki inançsızlığından rahatsızdır; ne ki yakın dostu Yesenin’in de bu inançsızlıkla intihar etmiştir. Bu karmaşık duygularla Yesenin’in Elveda Sevgili Dostum şiirine yine bir şiirle karşılık verir:

SERGEY YESENİN’E

Sen gittin,

diyorlar

yukarılarda bir dünyaya.

Sonsuzlaşma-

Uçuyorsun,

parıldayan yıldızlara çarparak.

Ne borç var artık bize,

içki ne de

 

Ayılma.

Hayır, Yesenin,

oh

çekmek değil benim istediğim.

Görüyorum ben

kesik bileklerinle sendeleyişini

Ve alayla değil

acıyla

düğümleniyor yüreğim.

Görüyorum

bir kemik çuvalı gibi

yere atışını gövdeni.

-Dur! diyorum.

Bırak !

Delirdin mi sen?

Sürer mi ölümü

hiç insan

tebeşir tozu gibi

yanaklarına?

 

Sen ki çok daha

iyi verirdin ölüme

ağzının payını herkesten.

Yeryüzünde başka

kimsede olmayan

o efece konuşmanla.

Niçin?

Nedeni ne?

Donup kalıyorum şaşkınlıktan.

Homurdanıyor eleştirmenler:

-Bizce,bunun asıl nedeni

Şu…

ya da bu…

ama daha çok,

kopmak toplumdan,

Çok fazla bira

ya da şarapla kafayı çekmesi.

Başka deyişle

satsaydın

bohemleri

işçi sınıfına, diyorlar.

Sınıf bilincin olsaydı,

bak, bu gelmezdi başına.

Oysa işçiler de

kvastan sert içkilerle

kafayı çekiyorlar.

O sınıf da içerek

güzelce sıçıyor kendi ağzına.

Başka deyişle

Parti’den biri

denetleseydi seni

Sağlansaydı böylece

asıl önemi

içeriğe vermen.

Yazardın o zaman

her gün

o dizelerin

yüzlercesini

Uzun uzun

ve sıkıcı

Doronin de gördüğümüz türden

Ama bence

böylesi bir deliliğin içine düşseydin

Sen çok daha önce

son verirdin

yaşamına.

Votkadan gitmek daha iyidir

inan bana

Böylesi sıkıntıdan boğulmaktansa.

Hiçbir zaman söyleyemeyecekler

nedenini bize

seni yitirişimizin.

Şuracıkta duran

çakı mı, yoksa ip mi?

Ama bulunsaydı

mürekkebi, elbette

Angelleterre otelinin

damarlarını kesmen

ve ölüp gitmen

gerekmezdi.

Sana öykünenler çıldırdılar sevinçten:

bir daha, bir daha !

Neredeyse bir yığın insan

zıvanadan çıkıp

öldürdü kendini.

Neden çoğaltmalı

intiharları

böyle sayıca?

Daha kolay değil mi

mürekkeple doldurmak

oteldeki şişeleri!

Sonsuza dek

kilitlendi artık dilin

arkasında dişlerinin.

Benim bu bilmecemsi sözlerim

yersiz

bir bilgiçlik sayılmamalı

Halkımız,

yaratıcısı ve yaşatıcısı o güzel dilimizin,

Yitirdi ölümünle

yansılı sesler üreten

en güçlü çırağını.

Ve o herifler tayışıp duruyorlar

ölü şiir döküntülerini

Geçmiş,

gömülmüş ölülerden

hemen hiçbir yeniliği olmayan.

Üstüste yığıyorlar

tatsız uyaklarını

mezara toprak atar gibi: daha beterlerini.

Onurlandırmak için oğlunu

Esin Peri’sinin bile

işine yaramayacak olan.

Sana yaraşacak

bir anıt henüz dökülmedi

Hani nerde o anıt,

döğülmüş tunçtan

ya da yontulmuş mermerden?

Oysa çoktan doldurdular

yığın yığın

parmaklarının dibini

Çöplerle,

adama sözcüklerinden, anılardan, o bok püsür şeylerden.

Adın

hıçkırıklarla birlikte doldurdu mendilleri.

Sözcüklerini

geveleyip duruyor Sobinov ağzında

Kıvrılıp oturmuş da

altına suyu çekilmiş bir kayın ağacının-

“Hiçbir şey söyleme,

ah dostum,

içini de çek-me ne olursun.”

Ah,

sen onu ne kimbilir nasıl da alaya alırdın,

Şu Leonid Lohengrinski’yi,

baş belası, tanrının!

Ortalığı kimbilir

nasıl da ayağa kaldırırdın:

“izin veremem

şiirsel gargaralarına

anıran eşşeklerin!”-

Sağır ederdin kulaklarını

üç ayaklı ıslıklarınla, sonra,

Yazdıklarının hepsini

kıçlarına sokmalarını söylerdin.

Harcardın bozuk para gibi

o yeteneksiz heriflerin hepsini,

Doldururdun

smokin ceketlerinin

kara yelkenlerini,

Öyle ki savrulurdu

sağa sola

Kogan gibileri,

Süngüleyerek

sivri bıyıklarıyla

gelip geçenleri.

Oysa bu arada

sayısı hiç de azalmadı

bu serserilerin.

Çok zorlu bir iş

onları sayıca geride bırakmak.

Yaşam

yepyeni bir biçimde

yeniden kurulacak.

İşte o zaman

yepyeni şarkılar söylenmeye başlayacak.

Böyle bir çağda

ağırlaşıyor sorunları

kalemin,

iyi ama, gösterin bana

sizi ey zavallı

hortlaklar sürüsü, hadi

Nerede görülmüştür

ve ne zaman

yüce bir kişinin,

Dikenli yolları bırakıp da

gül bahçelerini seçtiği?

Sözcükler

yönlendirir

insanoğlunun güçlerini.

Yürüyün!

Arkamızda

zaman patlasın

bir mayın gibi.

Bizim geçmişe sunacağımız

yanlızca

bukleleri

Rüzgarda

geriye savrulan saçlarımızın.

Eğlenceye ayrılacak yeri yok

gezegenimizin.

Yarınlardan

koparıp

almalıdır mutluluğu

insan.

Şu yaşamda

en kolay iştir ölmek

Asıl güç olan

yepyeni bir yaşama

başlamak.

 

1926[424]

Bu şiir içinde zımnen de olsa devrim eleştirisi olduğu için dönemin ‘devrimcileri’nin tepkisini çekecektir. Şiirinde devrime ve yaşama umudunu yitirmediğini haykırsa da Yesenin’den beş yıl sonra 14 Şubat 1930’da Mayakovski de intihar edecektir. Yesenin gibi aşk hayatı mutsuz olan şair cebinde Son Mektup’u bulunacaktır. Esin kaynağı Lili Brik’i ve ailesini SSCB hükümetine emanet ettiğini belirten bu mektubunda şöyle yazmıştır Mayakovski:

SON MEKTUP

Hepinize!..

İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü. Hele dedi-

kodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.

Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil

bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem),ama benim için başka bir çı-

kar yol kalmamıştı.

Lili, beni sev.

Hükümet Yoldaş!  Ailem : Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve

Veronika Vitoldovna Polonkaya’ dan ibarettir. Yaşamlarını sağlar-

san, ne mutlu bana..

Bitmemiş şiirleri Brik’lere verin, ne lâzımsa onlar yapar.

“Bir varmış bir yokmuş”

derler hani :

Aşkın küçük sandalı

hayat ırmağının akıntısına

kafa tutabilir mi!

Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…

Acıları

mutsuzlukları

karşılıklı haksızlıkları

h a t ı r l a m a y a   b i l e   d e ğ m e z :

Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle.

Ve sizler mutlu olun

yeter.[425]

Bana kalırsa yaşamayı bir devrim olarak gören şairin yaşamdan yüz çevirmesi devrimden de umudunu kesmesi anlamına gelmektedir ve ben aynı doğum gününü paylaştığım Yesenin’i Mayakovski’den  daha öngörülü ve açık sözlü bulurum. Çünkü Mayakovski’nin bir türlü kabul etmek istemediği acı gerçeği ondan önce farketmiş ve itiraf etmiştir: Sovyet devrimi umulan özgürlüğü de mutluluğu da getirmemiştir.

Devrim öncesinde şiirleri devrime inançla doludur; coşkuludur Yesenin’in; şiirini devrime can vermek için yazar. Yirmi Altılar Baladı’nda  “Sosyalizm uğruna” diye haykıracaktır.

Haydi kalk

Ayağa kalktı bütün halk

Çarlığa karşı

El ele

Hem köylü hem de amele

İliç vardı Rusya’nın orda

Beylerin başına çekiç

İndiren atamız İliç[426]

Oysa iflah olmaz bir serseridir Yesenin ve Platon’unki bir devlet mekanizmasında yeri yoktur onun; olsa da Yesenin’e uymaz böyle bir makinede dişli olmak.  “Aldatmam kendimi” der Yesenin “Ben sadece karşıma çıkanlara/ Gülümseyen sokak çapkınıyım./ / Moskovalı hovarda, kabadayının biriyim”  Sonuçta Moskovalı hovarda’nın devrimden beklentileri ile devrimin ondan bekledikleri örtüşmeyecektir. SSCB ondan devleti ve devrimi övmek için şakıyan bir kafes kuşu olmasını bekleyecektir. Bakü’de “Bak” diyecektir devlet ona

Daha iyi değil mi kiliseden

Şu kuleleri kara petrol şadırvanlarının

Mistik bulutlar tak etti canımıza şair.

Anlat artık güçlü olanı

Şöyle dimdik ayakta duranı

SSCB’ye göre endüstridir güzel olan demir yığınlarıdır ve bunların güzelliğinin övülmesini ister şairinden. Ama Yesenin köyün son şairidir ve tiksinmektedir makineleşmeyi bunca yücelten zihniyetten. Yeni devletin estetik anlayışına cevabı da nettir:

Petrol, bir acem halısı gibi

Yatıyor suyun üzerinde.

Ve akşam karaltısı

Serpiyor çuvalından göğün yıldızlarını

Ama ben de hazırım

Tertemiz bir yürekle ant içmeye

Fenerlerin

Muazzam yıldızlar olduğuna, Bakü’de.

 

Endüstrinin kudreti hakkında düşüncelerle doluyum.

İnsan gücünün sesini dinliyorum.

Bize yetiyor – yıldızlardan öte –

Işıması göğün

Dünya üzerinde yaktığımız bu yapay ateşle

O kadar boğulacaktır ki bu makineleşmeden tarladaki traktöre bile tahammülü kamıyacaktır şairin ve Son Şairiyim Köyün Ben diyecektir sonunda:

Mavi bozkırdaki çığırdan

Demir konuk az sonra çıkar gelir,

Başaklarına tan dökülen yulaf tarlasını

Kara elleriyle devşirir.

 

Ruhsuz, yaban ayalar,

Gelişiniz öldürür bu türküleri.

Ama inleyecek yine de başak taylar

Gözlerinde tüterek eski sahibi.[427]

SSCB’nin marksizme dayandırdığı incelikten yoksun estetik anlayışı marksizmden de uzaklaştıracaktır Yesenin’i ki Bendler şiirini şu dizelerle bitirir Yesenin:

Gelip çattı zamanımız

Sessizce oturup açalım Marks’ı

Çözmek için

Satırlardaki sıkıcı aklı.

Dolayısıyla tıpkı rüzgar gibi bir serseri olan şairin ceberrut devletle uyuşmasının ve onun dalkavuk şairi olmasının hiç yolu yoktur. Zamanında “Sosyalizm için” diye haykıran Yesenin “Kafes kuşunuz değilim ben sizin!/ Ben şair!” diye haykıracaktır bu defa Bendler şiirinde. Ne var ki devletinin baskısı zaten içkiyi seven şairi daha da yakınlaştıracaktır alkolle. Çünkü yalnız içki güzelleştirebilecektir SSCB’nin baskı ve demir yığınlarıyla çirkinleştirdiği dünyayı:  “Kabul, bazen körkütük sarhoş oluyorum,/ Fakat bunun için gözlerimde/ Harikulâde açılıp saçılıyor dünya.”

SSCB’nin üvey oğludur artık Yesenin ve öyle muamele görecektir:

Bir saz şairi olmak istiyorum

İstiyorum bir de vatandaş

Herkes gibi kibirli

Örnek ve çağdaş.

Üvey oğlu değil SSCB’nin.

 

Uzunca bir süre kaçtım Moskova’dan, ki,

Hünerli bir şekilde

İyi geçindiğim söylenemezdi milislerle

Onlar ki her sarhoşluk rezaletimde beni

Tıkmışlardı kodeslere[428]

Bitkinliğe ve yitime götüren bir hayal kırıklığına dönüşmüştür devrim Yesenin için ve geriye dönüşü olmayan bir hayal kırıklığıdır bu ki “Çok erken bir bitkinliği ve yitimi/ Çekmek beklermiş yaşamda beni” der Anneme Mektup şiirinde. Bu dizelerin ardından da “Dua etmeyi de öğretme bana. Eksik olsun!” diye seslenir annesine “Eskiye dönüş hiç yok artık./ Sensin tek dayanağım ve avuntum,/ Tek sensin bana betimsiz aydınlık.”

Annesinin bir meyhane kavgasında birisinin “Fin işi bıçağını yüreği”ne “gömm[429]esinden endişe duyduğu bir ayyaşa dönüşmüştür Yesenin artık. Yoruldum Yaşamaktan Yurdumda diyecektir Yesenin “Kendime bir barınak arayarak/ Gideceğim günün ak pürçeklerinde” en iyi dostu Mayakovski’yi kızdırmak pahasına: “Ve en iyi dostum beni vurmak için/Bileyecek bıçağını çizmesinde.” İntiharın gölgesi düşmektedir dizelerinin üstüne: “Ve yeşil bir akşam, altında pencerenin/ Koluyla mintanımın kendimi asacağım.”

1925’te hastadır artık Yesenin; şöyle yazar can dostu Mayakovski’ye:

Dostum benim, dostum benim,

Hastayım, ama çok hastayım.

Bilmiyorum nerden kaptım bu ağrıyı.

Rüzgâr mı bu ıslık çalan

Göğünde çıplak, ıssız tarlanın,

Yoksa çiseler gibi eylülde bir ormana

Serpilen beynime alkol mü?

Nihayet hastane odasında Kara Adam’la tanışacaktır şair; ölümle.

Kara, kara

Kara adam

Yerleşiyor yatağımın kenarına

Kara adam

Uyku vermiyor gece boyunca.

Kendisine olan sevgisini de yitirmiştir Yesenin ki ölüm dile getirir şairin kendisine nefretini:

Kara adam

Murdar bir kitapta gezdiriyor parmağını

Ve yüzüme mırıldanıyor burnundan

Ölünün başucunda bir rahip gibi

Bildiriyor bana yaşamını

Bir düzenbazın, sefihin,

Acıyı ve dehşeti yığıyor ruhuma

Kara adam,

Kara, kara!

 

(…)

 

Kara adam

Yüzümde bakışlarını donduruyor.

Ve uçuk bir mavilikte

Kısıyor gözlerini

Hatırlamak istiyor sanki

Bir hırsız ve düzenbaz olduğumu,

Acımasız ve yüzsüz

Soyup soğana çevirmişim birilerini.

Ölüm – ünü uzun zamandır yaygın iğrenç konuk –  yerleşir şairin koltuğuna; hafiften kaldırır silindir şapkasını ve özensizce ayırır redingontunu ve “Ah, şair milletini seviyorum” der, “Seviyorum bu tuhaf topluluğu./ Onlarda gönlüme yakın/ Bir öyküyü buluyorum daima” Sonrası gecedir: “Ne diye, gece, her şeyi yıktın!” Ondan sonrası yalnızlık: “Yanımda yok kimse./ Yalnızım.”

Aşk da vardır tabiki şairin öyküsünde ve Sevgilinin Elleri Bir Çift Kuğu’dur. Ne ki bu kuğular da kıyacaktır şaire:

Bu şarkılar içinse benden söz açınca,

Şöyle deyin, duysun her insanoğlu:

Daha ince ve güzel şarkı söylerdi ama,

Kıydı ona bir çift kuğu.[430]

Ölürken insanın hayatı gözlerinin önünden geçermiş ya Kara Adam da şaire kendi hayatını anlatacaktır en başından 44 yaşındaki dansçı Isadora Duncan’a aşkına kadar.

İşte büyüdü o çocuk,

Ve üstelik şair,

Çok az da olsa

Çevik, atılgan gücü,

Kırkını geçkin bir kadını

Alımsız bir kız sayar

Ve sevgilisi.[431]

Sonunda Yesenin intihar edecektir ama “sürdürecek”tir  “yaşamasını Rusya/ Avlularda ağlayarak ve hora teperek.[432]

Yesenin üvey çocuğuysa Mayakovski öz evladıdır Sovyet Rusya’nın. Aradığı şairi Mayakovski’de bulmuştur Sovyet Rusya’sı. 1912’de Fütürist Bildiri ve Kamu Zevkine Şamar’ı David Birliyuk ve Hlebnikkov Kroçonuk ile birlikte yayımlayan şair, bu bildirilerde aristokrat idealist devrimciler kuşağını; yani Puşkin’leri sanattan kovmaktadır. İşçi sınıfının kendi sınıfından sanatçılara ihtiyacı vardır artık; beyaz atlı prenslere değil. 1915’de Pantalonlu Bulut’u; 1916’da Savaş ve Evren ile İnsan şiirlerini yazan Mayakovski’nin yaşamla sanatı bütünleştirme kaygısı onu sanatsal üretimle sanayi üretimini özdeşleştirme noktasına götürmüştür. Bu noktadan sonra sanat artık devrimin aracı olması dolayısıyla değerlidir. Yani Yesenin kalan son köy şairiyse Mayakovski endüstrinin yeni şairidir. 1918’de Atlar İçin Güzel Duygular şiirini yazan Mayakovski 1919- 1920 yıllarında devrimci bir mitoloji olan 150000000 destanını yazar. Karmaşık yapılı bu şiir Sovyet Rusyası’nı yok etmeye çalışan kapitalist güçlere karşı yazılmıştır. Bu güçlerden en önemlilerinden biri ABD’dir ve Amerikan yaşam tarzı bu şiirde kıyasıya yerilir:

Şikago’da

dünyanın

güneşi

parlak değil önemsiz bir mum.

(…)

Şikago’nun

her sakinine

az değil general rütbesi.

Görevse-

Barda olmak,

Satın almak tasasız ve külfetsiz.

Yemeği

Şikago barlarında

Neler- neler zır-zopluk etmiyor.[433]

 

Donları Vilson’un

don değil-sone

dikmiş onları Onegin[434][435]

 

Her şey ona

amerikalılara verildiğinden,

ve onlar

gururla konuşuyor:

ben-

amerikalıyım.

Ben-

özgür

amerikan vatandaşıyım.[436]

 

Din adamları –özellikle Rus papazları- da alırlar nasiplerini bu şiirden:

 

Halkın gözünü boyayan,

cehennemle ürküten

cennetle ayartanlar,

ve diz gibi, dazlak,

ve vahşi gibi kıllı,

inanç incile,

boş inançlı komplocularla,

tozları şaha kaldırarak papaz cübbeleriyle,

Rus papaz ordusu siyah beyaz yürüyor.

Kararnameler salvosu altında

kızıl çığdan

Rus papazları,

mollalar,

hahamlar,

dökülüyor.[437]

Geçmişin sanatı, ‘burjuva sanatı’ ise ‘çürüntü Luvr’ olarak anılır bu şiirde. Çoğu eleştirmene göre Mayakovski’nin en parlak yapıtı Şu Beylik Sorun Üstüne’dir. Bu şiirin böyle görülmesinin en önemli sebebi ise kişisel temalardan yola çıkıp genel olarak yaşama uzanabilmiş olmasıdır. 1925 yılında Uçan Emekçi; Christophe Colombe, İspanya, Rahibeler ve Atlantik Okyanusu  şiirlerini yazar Mayakovski. Ne var ki bana kalırsa Mayakovski’nin devrim için yazdığı övgü şiirlerini bir kenara bırakırsak en samimi şiirleri umutsuz aşkı Lili’ye yazdığı şiirlerdir. 1915’te tanıştığı Lili Brik’i ömrü boyunca sevecektir şair. Yapıtlarının en sevinçlisi de sevme mutluluğuyla dolup taşan ve Lili’ye sevgisini dile getirdiği 1922’de yazdığı Seviyorum’dur. Kendisini okul anılarına değinecek kadar rahatça açtığı en samimi şiiri de bu şiiridir.

Nihayet 1927’de Ekim devriminin yıldönümü için yazdığı şiirinde İşler Yolunda dese de bundan üç yıl sonra bir sevgililer gününden intihar etmiştir Mayakovski. Ne toplar ne tüfekler, aşk öldürmüştür bu devrimci şairi de en sonunda.

LİLİ’CİĞİM

(Mektup yerine)

 

Tütün dumanı kemiriyor havayı.

Oda

Kruçyonıh’ın Cehennem’ inden bir bölüm gibi.

Anımsıyor musun

İlk kez

ardında bu pencerenin

tutkudan çıldırmışçasına

okşamıştım ellerini.

Şimdi

oturuyorsun aynı yerde,

yüreğin

demirden bir kılıf içinde.

Ve yarın

paralayan sözlerle

kovacaksın belki beni

Ve loş antrede

uzun süre

titreyişlerle sarsılan bir kol

bulamayacak

ceketteki yerini.

Çıkacağım, ezilmiş.

Fırlatacağım vücudumu sokağa.

Yabanıl

çılgın

umutsuzlukla paramparça.

Hayır

gerek yok buna,

sevgilim,

biriciğim,

gel

vedalaşalım şimdiden.

Ağır bir gülle gibi

aşkım

nereye kaçarsan kaç

asılıdır sana

nasıl olsa.

Bırak

son bir haykırışla uluyayım

horlanmışlığın acı yankısını.

Çalışmaktan

anası ağladığında öküzün

gider

salar kendini soğuk sulara.

Aşkından başka

deniz yok bana,

ve gözyaşları da

bir erinç

koparamıyor ondan.

Yorgun fil

sessizliği aradığında

yatar

kızgın kumlara saltanatla.

Aşkından başka

güneş yok bana.

Ve bilmiyorum bile

neredesin şimdi ve kiminle.

Eğer

bir başka şair olsaydı

böylesine üzdüğün,

onarırdı acısını

parayla ve ünle.

Fakat

sevinç vermiyor bana hiçbir çınıltı

senin sevgili adının

çınıltısından başka.

Atmayacağım

bir boşluğa kendimi,

zehir içmeyeceğim.

Ve dayayıp

şakağıma namluyu

çekmeyeceğim tetiği.

Ağzı hiçbir bıçağın

bakışların kadar senin

kesemez beni.

Yarın unutacaksın

seni taçlandırdığımı,

ve yakıp tükettiğimi

çiçeklenmiş bir ruhu

aşkla.

Ve uçarı günlerin fırtınalı karnavalı

dağıtacak

sayfalarını kitaplarımın.

Sözlerimin kurumuş yaprakları mı

durduracak seni

çırpınan soluğuyla.

Bırak hiç değilse

son bir sevgi dalgası sereyim

beni bırakıp giden adımlarının altına.[438]

27 Nisan 1932’de ise 33 yaşındaki Amerikalı şair Hart Crane “Hepiniz hoşça kalın!” diye bağırarak atlayacaktır Orizaba buharlı gemisinden. Şairin 1926 tarihli Beyaz Binalar ve 1930 tarihli Köprü adında iki şiir derlemesi yayımlanmıştır sulara atlamadan önce. İki dünya savaşının arasında karanlık bir dönemdir yaşanan. Bir dünya savaşı yaşanmış; milyonlar ölmüş ama dökülen bunca kan taşları yerine oturtmamıştır ve dünya yeni bir savaşın arifesinde siyahla beyazın; iyiyle kötünün birbirine karıştığı bir film noir gibidir. Crane de sezmektedir sanki yaşanan karanlığı ve gelmekte olan fırtınayı ki “En aşağılık bir zaman yayılıyor üstümüze, iniyor” [439]diye yazar Brooklyn Köprüsü’ne: Ön-Şiir’inde. Soyut Bahçe şiirinde ise Pavese’dekine benzer biçimde kadının umarsız yabancılığı izleğiyle karşılaşırız şairin “Hiç anısı yok kadının, korkusu, umudu yok/ Ayaklarındaki ottan ve gölgelerden öte”[440] dizelerinde.

3 Aralık 1937’de Macar toplumcu gerçekçi şair Attila József intihar edecektir. 11 Nisan 1905’te Budapeşte’de fakir bir ailenin üç çocuğundan biri olarak dünyaya Jozsef, zor bir çocukluk ve ilkgençlik geçirecektir. Şairin annesi hizmetçidir ve bir sabuncu olan babası o üç yaşındayken evi terk edip Amerika’ya gider. Bu olaydan sonra annesi üç kardeşe bakmak için insanüstü bir çabayla çalışacak; sonunda yorgunluktan hasta düşecektir. Annesinin o dönem yaşadığı zorluklar şairin Anne şiirine yansıyacaktır:

ANNE

Bütün bir hafta, aralıksız

Annemin görüntüsü geçti gözlerimden

Kolunda ağır çamaşır sepeti

Çatı katına tırmanırken

 

Ve ben yaramaz, delişmen çocuk

Bağırır, tepinirdim yerimde

Bıraksın da koca sepeti

Çatıya beni taşısın diye

 

O, söylenmeden, bana bakmadan

Çıkar, sererdi çamaşırları

Göz kamaştıran aklıkta çamaşırlar

Sallanır, döner, hışırdarlardı.

 

Ağlamak için çok geç şimdi;

Annemi uçuşan kır saçlarıyla

Görüyorum gökyüzü sonsuzluğunda

Göğün suyuna katarken çivitini…[441]

Bunun üzerine Macar Çocuk Esirgeme Derneği Jozsef’i Ocsöd köyünden bir aileye evlatlık verecek; üvey ailesi ise  ona Pista adını verip domuz çobanlığı yaptıracaktır. Burada 7 yaşına kadar kalan şair, annesinin sağlığına kavuşması üzerine tekrar onun yanına döner. Bu arada Jozsef bir şizofrendir -belki de yaşadığı kötü olaylar tetiklemiştir bu hastalığı- ve hayatı boyunca bir çok defa intihar etmeyi deneyecektir ki bu girişimlerinden ilki 9 yaşında olmuştur.  14 yaşında annesinin ölümünden sonra kendini okumaya ve yazmaya veren Jozsef’in ilk şiirleri yerel gazetelerde görünmeye başlar. O dönem ülkenin en önemli edebiyat dergisi olan Nyugat da şiirleri çıkan şair, 17 yaşında ilk şiir kitabı olan Güzellik Dilencisi‘ni yayımlar. Bu kitapta yer alan Baş Kaldıran İsa şiiri yüzünden Tanrı’ya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılacaktır. Jozsef liseyi dışarıdan bitirerek, üniversitede edebiyat ve felsefe derslerine devam etmeye başlar. Şairin 20 yaşında yayımlanan Bağırmamalıyım adlı ikinci şiir kitabı faşizmin revaçta olduğu ülkede devrimci olarak değerlendirilecek ve okuldan uzaklaştırılmasına sebep olacaktır. Bir profesör tarafından Önce Viyana Üniversitesi’ne, daha sonra Paris’te Sorbonne’a gönderilmişse de her iki üniversiteyi de bitiremeyen Jozsef sonunda ülkesine döner ve Budapeşte Üniversitesi’ne devam eder. Üniversitede çok zengin bir ailenin kızı olan Marto Vago adlı kadınla aralarındaki sınıfsal farklılığa rağmen duygusal bir ilişki yaşayacaktır. Ne var ki zaten ruhsal durumu pek iyi olmayan Jozsef bu aşkın yükünü taşımakta zorlanacak ve sonunda uzun bir süre hastanede gözetim altına alınacaktır.1929 yılında Ne Babam Var Ne Anam’ı; 1930’da Kökleri Kesmek’i yayımlayan şair aynı yıl Macaristan Komünist Partisi’ne üye olur. Ülkede faşizmin ağırlığını hissettirdiği dönemde parti çalışmalarında aktif olarak görev almıştır. Şair kendi ülkesinde de dünyada da faşizme karşıdır. Peki kimdir bu faşistler? Aslına bakılırsa toplumun her kesiminden kişilerdir. Peki neden silaha sarılırlar bu insanlar lanetlenmek pahasına insanlık düşmanı faşizm adına. Bunun bir cevabının da korku olduğunu çok iyi dile getirir Jozsef Bir İspanyol Çiftçisinin Mezar Taşı şiirinde. Faşist devletin korku imparatorluğunda ya avcı olunur ya da av ve av olmak istemeyenler avcılığa soyunurlar. Ne var ki bazen avcı da av olur:

BİR İSPANYOL ÇİFTÇİSİNİN MEZAR TAŞI

İlençli bir asker olayım diye askere aldı beni Franco,

Kaçmadım, korkuyordum çünkü, adamı kurşuna dizerlerdi.

Korkuyordum – özgürlüğü, hakka karşı geldim bu yüzden

İrun varoşları altında. Ama ölüm yine yakamı bırakmadı işte.[442]

Fakat Yesenin’i hatırlatırcasına kısa süre sonra partiyle fikir ayrılığına düşecek ve sık görülen nöbetleri bahane gösterilerek partiden uzaklaştırılacaktır. 1931’de ruhsal sorunlar yaşarken yayımlanan Yaz Geceleri kitabı sakıncalı bulunarak hemen toplatılacak; 1934’te Ayıların Dansı, 1936’da Çok Acıyor adlı kitapları çıkacaktır. 1935 yılında bir kez daha hastaneye kaldırılan ve nihayet şizofrenisinin teşhisi koyulan Jozsef 1937 yılında kendini bir trenin altına atarak intihar eder.

Aşk ve yalnızlık acısı sızmıştır şairin dizelerine. O bir çiçektir ve aşk da yaşayabileceği bitki örtüsüdür onun. Hem bitki örtüsü hem de Roma mitolojisinde çiçek ve bahar tanrıçası anlamına gelen Flora diye seslenir bu yüzden sevgilisine:

Köylü nasıl toprağa muhtaçsa

Yağmura, güneşe nasıl muhtaçsa, muhtacım sana

Bitki nasıl ışığa muhtaçsa

Ve klorofile, fışkırmak için topraktan,

Muhtacım sana, çalışan kalabalık

Nasıl işe, ekmeğe, özgürlüğe muhtaçsa

Ve nasıl avuntuya muhtaçlarsa kuşatıldıklarında

Çünkü gelecek doğmadı daha acılarından.

 

Bir köye nasıl okul, elektrik

Su, taştan evler gerekliyse

Çocuk nasıl gereksenirse oyuncaklara

Isıtan bir sevgiye;

İşçi için bilincin

Ve gözüpekliğin anlamı neyse

Yoksul için onurun;

Ve bulanık çocuklarına bu toplumun

Bir hayat çizgisi nasıl gerekliyse

Ve nasıl gerekliyse hepimize

Akıl, uyanıklık, yol gösteren bir ışık

Flora! Yüreğimde yerin işte öyle.[443]

Ne var ki acılar içinde geçen çocukluğundan sonra hem aşksız hem de yapayalnız kalacaktır bu dünyada Jozsef Tertemiz Yürek’le ve belki de bu durumunu en iyi ifade ettiği dizelerdir şunlar:

Ne anam var, ne babam.

Ne yurdum var, ne tanrım.

Ne beşiğim var, ne kefenim.

Ne sevgilim, ne aşkım, ne evim barkım.[444]

20. yüzyıldaki şair intiharlarının bize gösterdiklerinden biri de genellikle şairlerin devletle hatta içinde bulundukları siyasi örgütlenmelerle bile ilişkilerinin pek yolunda gitmediğidir. Yirminci yüzyılın önde gelen Gürcü şairi Galaktion Tabidze de Yesenin’i sansürleyen SSCB’de Stalin’in 1930’lardaki büyük temizlik kıyımında hayatta kalsa da Sovyet yönetiminin ağır baskısı altında depresyon ve alkolizme sürüklenecek; nihayet 17 Mart 1959’da Tiflis’te tedavi gördüğü psikiyatri hastanesinde intihar edecektir. Şairin 17 Ekim 1891’de Gürcistan’ın batısında yer alan Vani yakınlarında, Çkvişi köyündeki doğumundan iki ay sonra bir öğretmen olan babası Vasil Tabidze ölmüştür. Diğer sembolist Gürcü şairlerle birlikte “Mavi Boynuzlar” adlı hareketin bir üyesi olan şairin sembolizm etkisi altında yazdığı erken dönem şiirleri 1914 yılında kitap olarak basılır. 1919’da basılan bir sonraki şiir derlemesi Sanatsal Çiçekler onu uzun yıllar boyunca Gürcü şiirinin lideri yapacakır. Başyapıtları Aşktan Yoksun (1913), Ben ve Gece (1913), Mavi Atlar(1915) ve Rüzgâr Esiyor (1924) gibi eserlerinde de görüldüğü gibi, şiirlerinin çoğunun izlekleri Kaan’ınkine benzer şekilde yalnızlık, sevgiden yoksunluk ve kâbus dolu önsezilerdir. Ama denebilir ki Galaktion’un şiirinin ve yaşamının asıl temel izleği yalnızlıktır. Bu yüzden kendisi gibi şair olan kuzeni Titsian Tabidze ona “Yalnızlık Tarikati Şövalyesi” lakabını takmıştır. Onun bu makus yalnızlığını Stalin hükümeti daha da perçinliyecektir. 1937’deki büyük temizlik sırasında önce Tabidze’nin Eski Bolşevikler ailesinden gelen karısı Olga Okucava tutuklanarak Sibirya’ya gönderilecek ve 1944 yılında orada ölecektir. Sonra  kuzeni Titsian Tabidze de tutuklanacak ve kurşuna dizilecektir. Galaktion da sorguya çekilecek ve işkenceye uğrayacaktır. Bütün bu travmalardan sonra şairin hayatta kalmasını sağlayan uzun süreli sessizliği ve yalnızlığı olacaktır belki de. Ne var ki Galaktion depresyona ve alkolizme sürüklenemekten kurtulamayacak; ama bu duruma rağmen şiire sarılmaya devam edecektir. Şair ödüller ve unvanlar almaya devam etse de sonunda psikiyatri hastanesine yerleştirilecektir. Nihayet Çavçavadze Caddesine bakan hastane penceresinden atlayarak hayatına son veren Galaktion, Mtatsminda Panteonu’nda toprağa verilir.

Daha iki aylıkken babasını kaybeden ve ardından karısı ile kuzeninin peşpeşe ölümüyle sarsılan şair Rüzgar Esiyor şiirini acaba kime yazmıştır?

RÜZGÂR ESİYOR

Rüzgâr esiyor, rüzgâr esiyor, rüzgâr,

Rüzgârla sürüklenip gidiyor yapraklar…

Ağaçlar daireler çiziyor, eğiliyor ağaçlar,

Neredesin, nedesin, nerede?

Yağmur yağıyor, kar yağıyor, kar,

Bulamıyorum seni hiçbir zaman, hiçbir zaman!

Hep hayalindir yanımda dolaşan

Her yerde, her zaman, her an!

Uzak gökyüzü eler sisli düşüncelerimi…

Rüzgâr esiyor, rüzgâr esiyor, rüzgâr!

Saat kaç? şiirinde “Tanrım, neden böyle zifiri yağmur/ Dinmeyen katran seli sanki,/ Artık ağarmaz mı bu iğrenç gece!”[445] diye haykıran şairin hayatı fırtına ve seller içinde son bulmuştur.

20. yüzyıl dünya savaşlarının yüzyılıdır. İkinci dünya savaşının intihara sürükleyeceği ünlü şair Yahudi asıllı Rumen şair Paul Celan olacaktır. Gerçi Galaktion’un Büyük Temizlik’te hayatta kalmasına benzer şekilde Celan’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sağ kurtulmuştur; ama onun da ruhu Galaktion’unki gibi onmaz bir yara almıştır bir kere. 23 Kasım 1920’de Romanya’nın Czernowitz kasabasında doğan şair ilk şiirlerini 1937-1938 yıllarında yazmıştır. Celan 1938 yılında Fransa’da tıp eğitimine başlamış fakat II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Czernowitz’e geri dönerek Romanistik bölümüne girecektir. Ne var ki savaştan kaçamayacaktır. Czernowitz 1940’da önce Sovyet; 1941’de de Alman ve Romen birliklerinin eline geçecektir. Celan’ın anne ve babası getto’ya sığınmışsa da 1942’de yakalanarak öldürülecekleri toplama kampına konacaklardır. Celan kaçmıştır ama o da Romanya’da yakalanıp savaşın sonuna kadar on sekiz ay kalacağı toplama kampına götürülmüştür. Nihayet 1944 yılında Sovyet yönetimine geçen Czernowitz’e dönebilir. Eğitimine devam eden Celan 1945’de Bükreş’e giderek çevirmen ve yayınevi danışmanı olarak çalışır. İlk şiirleri 1947’de Romen dergisi Agora’da yayınlanacaktır. Aynı yıl Viyana’ya giden Celan burada Küplerden Alınan Kül’ü 500 adet bastırarak yayınlasa da daha sonra bu kitabı pek çok baskı hatası içerdiği için geri çekecektir. Ertesi yıl Paris’e geçen şair Sorbonne’dan Germanistik ve Dilbilim bölümünden 1950’de mezun olur. İlginçtir ki Nazi Almanya’sının Yahudi kurbanlarından biri olmasına rağmen Celan Alman dili okumuş ve 1952’de Almanya’da ilk kitabını bastırmıştır; bundan sonraki bütün kitaplarını Almanca yazacaktır. Sanki geçmişte yaşadığı Alman zulmüne şiirleriyle karşılık verir. Nitekim 1955 yılında Fransız vatandaşlığına geçen şaire Almanlar özür dilercesine 1958 yılında Bremen edebiyat ödülünü vereceklerdir. Bu ödül Yahudi şairin ruhunda açılan yarayı gidermeyecektir ki 1959 yılında Dil Kafesi’ni yayımlayan Celan Sahipsiz Gül’ü yayımladığı 1963 yılında bir psikiyatri kliniğine yerleşecek ve hayatının son yıllarını psikiyatrik tedavi görerek geçirecektir. Buna rağmen yazmaya devam eden Celan 1967’de Nefes Dönümü’nü yayımlar. 1970 yılında Işık Zoru kitabı yayımlanan şair Crane gibi Qu Yuan efsanesinin izinden gidercesine tahmini olarak 20 Nisan 1970’de Paris’te kendini Seiné Irmağı’nın sularına atarak yaşamına son verecektir. Cesedi 1 Mayıs 1970’de ancak bulunabilmiştir. Böylece tıpkı Ducasse’nin Lautreamont, Labruine’nin Nerval olarak ölümsüzleşmesi gibi gerçek adı Antschel olan Celan da ölümsüz şairler arasına katılacaktır. Celan’ın Nazi toplama kamplarında yaşananları en iyi yansıtan şiiri Ölüfügü olsa gerektir. Şiirde trollerin sürgüne gönderilmiş ‘çirkin düşes’i Margarete Nazileri imgelemektedir ki mitolojide Margarete ile ilişkiye girenleri şiddetli bir ölüm bekler. Tevratta oğlu Tanrı’ya küfrettiği için Tanrı’nın Musa’ya buyruğu ile taşlanarak öldürülen kadın Sulamith ise Yahudi kurbanların imgesidir ki saçlarının kül rengi olması eski bir Yahudi adeti olan ölülerin ardından ağıt yakılırken saçlara kül dökülmesinden gelmektedir. ‘Usta’ imgesi ise “Wagner’in ünlü operasının adıyla birlikte ‘usta şarkıcı’ çağrışımını yap”[446] maktadır.

ÖLÜFÜGÜ

Kara sütü erkenin içeriz onu akşamleyin

içeriz onu öğleyin ve sabahleyin içeriz onu geceleyin

içeriz de içeriz

kazarız bir mezar havada sıkış sıkış yatılmaz orda

Bir adam oturur evde oynar yılanlarla yazar

yazar karanlık çökünce Almanya’ya

senin altın saçın Margarete

yazar onu çıkar evin önüne şimşek çakar yıldızlar

ıslık çalar çağırır köpeklerini

ıslık çalar çıkarır Yahudilerini dışarı kazdırır bir

mezar yerde

buyurur bize başlayın çalmaya şimdi dans için

 

Kara sütü erkenin içeriz seni geceleyin

içeriz seni sabahleyin ve öğleyin içeriz seni akşamleyin

içeriz de içeriz

Bir adam oturur evde oynar yılanlarla yazar

yazar karanlık çökünce Almanya’ya

senin altın saçın Margarete

Senin kül saçın Sulamith kazarız bir mezar havada

sıkış sıkış yatılmaz orda

 

Bağırır batırın siz daha derinine yeryüzünün siz

ötekiler söyleyin çalın

çeker palaskasından demiri sallar elinde

gözleri mavidir

batırın siz daha derine kürekleri siz ötekiler

sürdürün çalmanızı dans için

 

Kara sütü erkenin içeriz seni geceleyin

içeriz seni öğleyin ve sabahleyin içeriz seni

akşamleyin

içeriz de içeriz

bir adam oturur evde senin altın saçın Margarete

senin kül saçların Sulamith oynar yılanlarla

 

Bağırır daha tatlı çalın ölümü ölüm bir ustadır

Almanya’dan

bağırır daha karanlık çalın çalgıları çünkü

çıkacaksınız duman olup havaya

çünkü bir mezarınız olacak bulutlarda sıkış sıkış

yatılmaz orda

 

Kara sütü erkenin içeriz seni geceleyin

içeriz seni öğleyin ölüm bir ustadır Almanya’dan

içeriz seni akşamleyin ve sabahleyin içeriz de içeriz

ölüm bir ustadır gözü mavidir Almanya’dan

seni vurur kurşunla vurur tam alnından

 

Bir adam oturur evde senin altın saçın Margarete

Salar köpeklerini üzerimize bağışlar bize bir mezar

havada

oynar yılanlarla düş kurar ölüm bir ustadır

Almanya’dan

 

senin altın saçların Margarete

senin kül saçın Sulamith[447]

Toplama kampındakiler için “TOPRAK VARDI İÇLERİNDE” der Celan “ve kazdılar.”

Kazdılar da kazdılar, öyle geçti
gitti günleri, geceleri. Ve övmediler Tanrı’yı,
işittiklerine göre, bütün bunları isteyen,
işittiklerine göre, bütün bunları bilen.

Kazdılar ve işitmediler başka bir şey;
bilgeleşmediler, şarkı da bulmadılar hiç,
kurmadılar kendilerine hiçbir dil.
Kazdılar.[448]

Bu dizelerden de anlaşılacağı gibi köken olarak Yahudi de olsa çektiği acılar onu tanrıya yaklaştırmak şöyle dursun düşman etmiştir. Ne de olsa Hristiyan olsun Yahudi olsun bu Tenebrae[449] dünya tasarımının ardında Tanrı vardır nihayet: “İçtik, Efendimiz./ Kanı ve o tasarımı, kanın içindeki, Efendimiz.” [450]

Celan’ın çeviriler yaptığı şairlere baktığımızda Rimbaud ve Yesenin’e rastlamamız  bir tesadüf değildir. Rimbaud, Trakl gibi lanetlenmiş şairlerin şiiri ve yazgısını inkar etmiş Yunus peygamberidir ne de olsa. O peygamberlikten kaçmıştır belki ama pek çok kişinin onun lanetli yazgısının çekiciliğine kapılmasına engel olmamıştır bu durum. Sonuçta şiirler, “armağanlardır aynı zamanda – dikkatlilere armağanlar. Yanlarında yazgı getiren armağanlar” ve öyle kaçınılmaz bir yazgıdır ki bu Rimbaud’yu da 37 yaşında topal bir kanser olarak yakalamıştır en sonunda. Trakl da Yesenin de şiirin getirdiği yazgıdan kaçmayıp ona boyun eğmişlerdir. Diyebiliriz ki Celan ve Kaan da yazgılarından kaçmamış şairlerdendirler ve şiirin kendilerine açtığı yolu sonuna kadar yürümüşlerdir. Celan’da da Kaan’da olduğu gibi şiirlerin geceyi seçtiğini görürüz:

Geldi, geldi.

Geldi bir söz, geldi,

geldi gecenin içinden,

ışımak istedi, ışımak istedi. [451]

Ne de olsa gece gibi karanlıktır bu dünya belki ben gibi şanslı olanların yalnızca sezip Celan gibi tecrübe edemeyecekleri kadar ki 18 Mayıs 1960 tarihinde şöyle yazmıştır şair: “Karanlık gökler altında yaşıyoruz, ve – çok az insan var. Bu yüzden olacak, böylesine az şiir var. Bende hala bulunan umutlar çok fazla değil; geriye kalanları da tutmağa çalışıyorum.” O halde ‘iyi sözünün geçerayak öldüğü’ bu dünyada tutunacak tek dal şiirdir. Yahudi kökenli bir Yahudi olamayan olarak suçludur bütün lanetli şairler gibi. Bu yüzden kalabalıklar “Seslenirler:”ardlarından “Günah işliyorsunuz!”[452] Günahkardır lanetlidir şairler ‘onlar’ için. Dinsiz dervişlerdirler ya da kendi dinlerinin peygamberleri, yapayalnız. ‘Yaşam’ onlarda kendini tüketip öldürmektedir’. Yine de şiire tutunulur; çok küçük ve dağılmış bir kabilenin şamanları için ayetler yazılır durur. Ama an gelir şiir de sözcükler de yetmez olur hakiki varoluşun dışavurumu için. ‘Artık uyuyamaz olur şair hüznün zemberekleri içinde yatmaktan.’ İşte o noktada ‘zamanı gelmiştir, zamanın gelmesinin’. Sonunda “Burada atıyorum” der şair:

bir yüreği, insanlarla aylaklık eden,

elbiselerimi üstümden ve pırıltısını sözün:

 

Karalar içinde daha kara, daha da çıplağım.[453]

Ve dünyaya bir başkaldırı olarak ölüme atar kendini şair. Uzlaşmamıştır hiçbir zaman. Belki asıl sorulması gereken neden intihar ettiği değil; nasıl yaşamış olduğudur şairin. Aslında ‘neredeyse yaşamıştır’ yaşamaya kalkışmamış bir sürünün ortasında.

Sonuç olarak bilinen –ya da benim bildiğim- ünlü müntehir şairlerin hayatlarını kısaca gözden geçirdiğimizde hemen hepsinde gündelik dünyaya karşı paylaştıkları uyumsuzluğu buluruz. Bu uyumsuzluğun açtığı yaralar yüzünden “kış boyu kendi kanizlerinden yürüyerek dünyadan çıkan adamlar”[454]dır onlar. “başucumda bana uzaktan bakan birkaç intihar”[455] der Yavuz Yıldırım ölümün hayatta kalanlara verdiği rüşvet şiirinde. Varoluşu kurulu düzene uymayan her şairin omzundaki bir melektir belki de intihar ve bazı şairler o meleğin fısıltısına kapılmaktan kendini alamazlar sonunda.

Bu arada adı intihar etmiş şairler anılan  bir başka şair de Roma’nın gümüş çağının en göze batan figürlerinden birisi olan Romalı Marcus Annaeus Lucanus’tur. Daha çok Lucan olarak tanınan şair 3 Kasım 39’da Hispania Baetica eyaletinin şimdi Cordoba olan Corduba şehrinde  doğmuştur. Gençliği ve kompozisyon hızıyla diğer şairlerden ayrılan Lucan, Neron’un saltanatı sırasında, 60 yılında düzenlenen quinquennial Neronia şenliklerinde söylediği doğaçlama Orpheus ve Laudes Neronis adlı şiirleri ile ödüller kazanacaktır. Lucan önceleri Neron’la arkadaştır. Öyle ki Neron’un saltanatınına iltifatlar eden önceki dönemlerdeki savaş ve çekişmelerden farklı olarak onun döneminde  barış ve refah olduğuna dair yazılar yazmıştır. Fakat başka şairlerde olduğu gibi Lucan’ın da otoriteyle ilişkisi kötüye gidecek ve Neron’la aralarına düşmanlık girecektir. O dönemin tarih yazıcılarının bu düşmanlığın sebebi konusundaki rivayetleri muhteliftir. Tacitus’a göre kendisi de şiire hevesli olan ve  halkın önünde şiirlerini okuyan Neron Lucan’ı kıskanarak şiirlerinin yayınlamasını yasaklamıştır. Yine dönemin tarihçilerinden Suetonius da Neron’un Lucan’ın eserlerini yasakladığını teslim eder ama ona göre bunun sebebi Neron’un Lucan’a olan ilgisini kaybetmesi üzerine Lucan’ın Neron’u küçük düşüren şiirler yazmış olmasıdır. Dilbilimci Vacca ve şair Statius, Lucan’ın Nero’yu küçük düşüren şiirler yazdığı iddialarını desteklerler. Vacca, Lucan’nın çalışmalarından birisinin adının Şehir Yangını Üzerine olduğunu söyler. Statius ise Lucan’ın şiirlerinde “Suçlu tiran’ın tarif edilemez alevlerinin Remus’un zirvelerinde dolaştığı” şeklinde ifadeleri olduğundan bahseder. Bu arada Büyük Roma Yangını ve Neron arasındaki ilişki konusunda net bir bilgi yoktur aslında. Kesin olarak bilinen Büyük Roma Yangını’nın 64 yılının 18 Haziran’ını 19 Haziran’a bağlayan gece patlak verdiği ve Circus Maximus’un güneydoğu köşesinde çabuk tutuşan mallar satan dükkânlarda başladığıdır. Bu yangından Neron’u sorumlu tutan söylentiler ise çok çeşitlidir. Kimine göre simetri hastalığı olan Neron bizim kentsel dönüşüm projelerine benzer bir biçimde yeniden inşa etmek üzere şehirdeki derme çatma yapıları yaktırmış; fakat yangın kontrolden çıkmıştır. Daha ilginç bir iddiaya göre ise Neron şiirlerinden birindeki alev imgesini görselleştirmek istemiş ve amfitiyatroda şiirini okurken ateş yaktırmış; fakat bu ateş kontrolden çıkıp büyük bir yangına dönüşmüştür. Hatta bu görüşe göre Roma yanarken Neron lir eşliğinde şiirini veya şarkısını okumayı sürdürmüştür. Büyük Roma Yangını’nı bir kenara bırakıp Lucan’a dönersek kimine göre Neron’un Lucan’ı yasaklamasının asıl nedeni Julius Caesar ve Pompey arasındaki iç savaşı anlattığı el yazmalarında Bellum civile olarak bilinen epik şiiri Pharsalia’dır. Amfitiyatroda büyük alkış alan bu şiir cumhuriyet yanlısı ve imparatorluk dolayısıyla Neron karşıtı bir eserdir. Lucan da Neron’un şahsında devletle uzlaşamamış şairlerden biridir ve 65 yılında Neron’a karşı yapılan Pisonia komplosunun içinde yer alır. Gaius Calpurnius Piso adında bir devlet görevlisinin aralarında praetorian tribün Subrius Flavus, bir centurion olan Sulpicius Asper’in ve Neron’un eski akıl hocası Seneca’nın da olduğu kişilerin yardımıyla Neron’a karşı düzenlediği komplonun amacı Tacitus’a göre, “devleti imparatordan kurtarmak” ve Cumhuriyet’i yeniden tesis etmektir. Henüz eserleri yasaklanmadan önce Pharsalia’da imparatorluk karşıtı ve cumhuriyet yanlısı fikirler ortaya attığı düşünülürse Lucan’ın bu komplonun içinde yer alma sebebinin Neron’a karşı duyduğu kişisel bir düşmanlıktan ziyade samimi bir ihtilalcilik olduğunu düşünmek daha akla yatkındır. Azat edilmiş bir köle olan Milichus’un bu tertibi öğrenip Neron’un sekreteri Epaphroditos’a haber vermesiyle bu komplo başarısız olmuştur. Komploya karışanlar vatana ihanetle suçlanırlar. Sonuçta Seneca da Lucan da atar damarlarını keserek intihar etmek zorunda bırakılırlar. Böylece Lucan 30 Nisan 65’te henüz 25 yaşında hayata gözlerini yumar. Görüldüğü üzere Lucan’ın ölümü intihardan ziyade Neron usülü bir infazdır; daha açıkçası Lucan intihar etmemiş kendi idamını infaz etmiştir. Onu intihar eden değil öldürülen şairler arasında anmak gerekir ki şair ölüm ilişkisinde madalyonun diğer yüzü öldürülmektir ve madalyonun bu yüzü diğerinden çok daha büyüktür. Şairler kendilerini öldürdüklerinden daha çok öldürülmüşlerdir. Hele de Muhammed’in şairleri lanetlediği İslam coğrafyasında şairlerin öldürülmesi bir nevi ahval-i adiyedendir. Aslına bakılırsa bizim de içinde bulunduğumuz bu coğrafyada sadece şairlerin değil düşünen, yazan aydınların öldürülmesi sıradan bir vakadır ve bu durum bugün de sürmektedir.

 “İslami Selamet Cephesi(FIS)’nin öldürdükleri arasında iki de şair var: Yusuf Sebti ve Tahir Cavit.”[456]

30, 07. 2015

 

 “Şairler vurulmalıdır, hayat yakışmıyor onlara”

 Ahmet Telli

 

İslam kültüründe şair öldürme ritüeli bizzat Muhammed’le başlar. Muhammed’in Müslümanları eleştiren şiirler yazan bazı Yahudi şairlerin (Ebu Afâk, Asma bint Mervan, Ka’b İbni El-Eşref) öldürülmesi emrini verdigini bazı hadis ve siyer kitapları kaydeder.

Ortodoks İslam’ın katlettiği en önemli isimlerden biri muhakkak ki büyük bir din alimi olmasının yanı sıra mistik bir şair de olan Hallac-ı Mansur’dur.

858 yılında o zamanlar Fars eyaletine bağlı Beyza şehrinin Tur kasabasında doğan Hallac-ı Mansur’un künyesi Ebu’l-Mugis Ebu Abdullah el-Hüseyn bin Mansur el-Beyzavi’dir. İddiaya göre Halaç Türkmenlerindendir.[457] Bir şiirinde bu iddiayı destekler biçimde şöyle yazmıştır:

Ne Musa’yem, ne Davud’em, ne İsa’yem

İbrahim’em, Mustafa’yem, Hüseyni’yem.

 

Ne Tevrati’yem, ne Zeburi’yem ne İncili’yem

Kur’ani’yem, Muhammedi’yem kemteriyem.

 

Ne Arabi’yem, ne Farsi’yem, ne Hindu’yem

Beyzalı’yem, Galaci’yem, Türki’yem. (Osmanlıca yazma Cönk, şiir no: 7.)[458]

Mansur yirmi yaşında önce hacca git sonra Basra’ya oradan da Bağdat’a giderek Cüneyd Bağdadi gibi tanınmış sufilerin sohbetlerine katılır. Ne var ki sorduğu sorulara tatmin edici yanıtlar alamayınca hocalarıyla fikir ayrılığına düşmüştür. Hallac’ın asıl fikri temellerini oluşturan kişinin sufi hocalardan ziyade Arapların ilk felsefi şairi kabul edilen Ebu’l Atahiye olduğu söylenir.  için onlardan ayrılarak Tüster’e dönen Hallâc daha sonra beş yıl sürecek bir yolculuğa çıkmak üzere Tüster’den ayrılacaktır.

Bu beş yıl süresince Horasan, Mâverâünnehir, Sicistan ve Kirman bölgelerini dolaşır. Ardından küfür ve şirk beldelerini Allah’ın dinine davet etmek için manevi bir işaret aldığını söyleyerek ailesini müridlerinden birine emanet edip deniz yoluyla Hindistan’a gider. Horasan, Tâlekān, Mâverâünnehir, Türkistan, Maçin, Turfan ve Keşmir’i dolaşır. Mansur, gezdiği bu yerlerdeki halk için eserler yazarak İslam’ın bu bölgelerde yayılmasında etkili olacak; hatta onun tesiriyle müslüman olanlara Mansûrî denilecektir. Böylece büyük bir üne kavuşan Hallac bu seyahatten dönünce 903 senesinde üçüncü defa hacca gidecek ve burada iki yıl kalacaktır. Bu iki yıl boyunca bir takım peygambersi davranışlarda bulunur. Zaman zaman halk arasına karışıp hacda kesilen kurbanlar gibi Allah yolunda kendini feda etmeye hazır olduğunu haykırır. Hatta bir ara Arafat’ta kendisine hakaret ve işkence edilmesini ister. Hakkında anlatılan bir hikayeye göre Bağdat’ta da açıkça Hak yolunda canını feda etmek istediğini, kanının dökülmesinin halk için helal olduğunu ilan etmiştir. Nitekim Karmatiler’ in Abbasi Devleti’ ni tehdit ettiği, 870 yılında başlayıp 883 yılına kadar devam eden Zenci isyanının izlerinin henüz silinmediği, istikrarsızlığın devam ettiği bir dönemde Hallâc’ın sözleri ve davranışları halk ve ulema arasında yeni bir huzursuzluk meydana getirmiştir. Onun hakkında halk ikiye bölünür. Hallâc’ın aleyhinde faaliyet başlatan İbn Dâvûd ez-Zâhirî öncülüğünde bir grup alim onun sihirbaz, şarlatan veya deli olduğunu ileri sürerken bazıları da onun keramet sahibi bir veli olduğunu söylemektedir. Aleyhindeki faaliyetler artıp bir kısım müridleri tutuklanınca kendisini de aynı akibetin beklediğini anlayan Mansur Ahvaz’a kaçacaktır. Haklıdır da ki Allah’ta eriyip yok olmak anlamında söylediği “En-el Hak”, yani “Ben Hakk’ım” sözü bahane edilerek 912 yılında hakkında yakalama kararı  çıkarılacaktır. Lakin öldürülme isteğini ilan eden Hallac’ın bu kaçışını açıklamak zordur. İhtimaldir ki Hallac’ın peygambersi davranışlarının altında İslam’da reform yapmak isteyen bir devrimci gizlidir. Sûs’ta bir dostunun yardımıyla Dânyâl peygamberin türbesi civarında bir yıl saklanan Mansur 913′ de yakalanarak Bağdat’a getirilir. İdam talebiyle mahkeme önüne çıkarılır, ancak Vezir Ali bin Îsâ el-Kunnâî onu üç defa siyaset meydanında teşhir ettikten sonra hapsedilmesini yeterli görecektir. Hallâc hapisteyken de aleyhindeki faaliyetler bütün şiddetiyle devam edecek; hakkında Abbasiler’e karşı ayaklanmış olan Karmatiler’le gizlice mektuplaştığı, “Ene’l-Hakk” sözüyle ilâhlık iddiasında bulunduğu, haccın farz oluşunu inkar edip yeni bir hac anlayışı ortaya koyduğu şeklinde çeşitli iddialar ileri sürülecektir. Nihayet onun büyük bir üne sahip olması, çevresinde çok sayıda mürid toplaması, sarayda ve yüksek rütbeli devlet adamları ve kumandanlar arasında bile taraftar bulması, Zenci Kölelerin İsyanı’na sıcak bakması, Mehdi olduğu ve Abbasiler’e karşı Karmatiler’le gizlice iş birliği yaptığı yolunda söylentiler çıkması devlet adamlarını endişelendirecek ve Vezir Hâmid bin Abbas tarafından idam isteğiyle tekrar hakimler heyetinin önüne çıkarılacaktır. Delillerin yetersiz olduğunu söyleyen hakimler idamı için hüküm vermekten kaçındıklarından mahkeme uzun sürer. Fakat Vezir Hâmid’in siyasi baskısı karşısında bir oldu bittiyle karşı karşıya kalan Mâlikî kadısı Ebû Ömer Muhammed bin Yûsuf el-Ezdî Hallac’ın idamına hükmetmek zorunda kalır. Hanefi kadısı İbn Bühlûl’ün muhalefetine rağmen bu hüküm diğer kadılara ve şahitlere imzalatıldıktan sonra Halife Muktedir-Billâh tarafından tasdik edilir. İslamda din ve siyaset hep iç içe olmuştur; fakat denebilir ki Hallac’ın idam fetvası tasavvufi görüşlerinden ziyade siyasi etkisinden kaynaklanmıştır.  Nihayet 26 Mart 922 tarihinde Bağdat’ın Bâbüttâk denilen semtinde Hallac infazından önce tıpkı İsa gibi kırbaçlanır. Ardından burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edilir. Başı kesilerek Dicle üzerindeki köprüye dikilir ve gövdesi yakılıp külleri nehrin sularına savrulur. Kesik başı iki gün köprüde dikili bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırılacaktır. Ne var ki cesedi yok edilse de Hallâc’ın idam edildiği yer zamanla önem kazanmaya, Hak şehidi bir velinin türbesi olarak ziyaret edilmeye başlayacaktır. Sonrasında vezirliğe yeni tayin edilen Ali bin Mesleme’nin, görevine başlamadan önce Hallâc’ın kabri olarak bilinen bu yeri ziyaret etmesi; manevî huzurunda dua edip niyazda bulunması; Abbasî Devleti’nin ondan özür dilemesi ve itibarını iade etmesi anlamına gelecektir. Sonuç olarak Hallac idamıyla hem Abbasileri yenecek hem de ölümsüzleşerek bir efsaneye dönüşecektir. Ayrıca bugün Anadolu alevileri Hallac-ı Mansur’u alevi büyüklerinden biri saymaktadırlar.

“Derim ki ey kavmim, zulmünüz

Payidar, yurdunuz çığlığımdı

Ki hükmümü kendim veriyorum

Yakın beni sesim sorulara dönmeden

Küllerimin altında kalacak

Mutluluk sandığınız ne varsa”[459]

31.07.2015

 

Hallac-ı Mansur’la benzer kaderi paylaşanlardan biri de 14. yüzyılda yaşamış Azeri ya da Türkmen Hurûfi divan şairi Seyyid Nesimi’dir.  Doğum tarihinin 1369-1370 yılları arasında olduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri hakkında kabul gören görüş ise kardeşinin mezarının burada olması nedeniyle Azerbaycan’ın Şamahı şehridir. Şiirleri dönemin birçok şairini etkilemiş olan Nesimi’nin Azerbaycan Türkçesiyle ve Farsça yazdığı divanlarının yanı sıra Arapça şiirleri de vardır. Yaşadığı dönemde Fazlullah Nâimî’nin kurucusu olduğu Hurûfilik hareketi geniş ölçüde yaygınlaşmıştır; Nesîmî de Nâimî’den öğrendiği Hurûfiliği kabul etmiş ve bu mezhebin önde gelen savunucuları arasında yer almıştır. Fazlullah’ın öldürülmesi üzerine Azerbaycan’dan ayrılıp Türkçe şiirleriyle tanındığı ve belki rivayete göre Hacı Bektaş Veli’den etkilendiği için Anadolu’ya gelen Nesimî’nin, I. Murad devrinde Bursa’ya ulaştığı ve burada iyi karşılanmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Hacı Bayram-ı Veli ile görüşmek için Ankara’ya gitmiş, fakat Hurûfilik’le ilgili fikirleri sebebiyle huzura kabul edilmemiştir. Nesimi şiirini daha ziyade fikirlerini yaymak için kullanmıştır. Bu şiirleriyle halkın bir kısmının yanı sıra Dulkadiroğlu Ali Bey’le kardeşi Nâsırüddin ve Karayülük Osman, Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah gibi devlet adamlarını da etkilemiştir. Ali Şîr Nevaî’nin Nesîmî hakkında övgü dolu sözler söylemesi onun Orta Asya Türk dünyasında da tanınmış bir isim olduğunu göstermektedir. Bütün bunlara rağmen Anadolu’da fikirlerini yayacak ortam bulamayan Nesimî o tarihte Hurûfiler’in Suriye’deki en önemli merkezi olan Halep’e gidecektir. Hurufilikten kaynaklanan“Tanrı’nın insan yüzünde tecelli etmesi” ve “vücudun bütün organlarını harflerle izah” gibi fikirlerinin yanı sıra  Şiirlerinde Hallâc-ı Mansûr’u andıran ifadeler kullanması sünni çevrelerde tepkiyle karşılanacaktır. Misalen gazellerindeki ifadelerden bazıları şöyledir: “Can ü teni Nesimi’nin sensen ü senden özge yoh/ Ol ki ne senden, anı gör can ile tende are gel!”[460], “Müddei yanar dimiş, gamda Nesimi, beli,/ Gamda yanan yarı çün yar seve, yanaram.”[461] Bir süre sonra Halep uleması, görüşlerinin İslam’a aykırı olduğunu ileri sürerek öldürülmesi için fetva verir. Mısır Çerkez kölemen hükümdarı Muavyed Şeyh’in onayını alan saltanat naibi Emir Yeşbek tarafından boynu vurulup derisi yüzülmek suretiyle 1417 yılında öldürülür. Hallac- ı Mansur’a yapılanlara benzer biçimde cesedi sokaklarda gezdirilip teşhir edildikten sonra asılır ve bir hafta teşhir edilir. Sonrasında vücudu parçalanarak birer parçası inançlarını bozduğu düşünülen Dulkadiroğlu Ali Bey’le kardeşi Nâsırüddin ve Kara Yülük Osman’a gönderilmiştir. Hallac-ı Mansur gibi Seyyid Nesimi de bugünkü Anadolu aleviliğinde ulu sayılan zatlardan biridir. Aleviler arasında Yedi Ulular olarak bilinen Yedi Ulu Ozan’dan birisi olarak görülmektedir.

İmparator Neron gibi Osmanlı padişahları da şiire düşkündürler. Devleti temsil eden imparator ve padişahların bu şiir hevesinin sebebi de büyük ihtimalle iyi şiirler yazarak yüceliklerini bu alanda da ortaya koymaktır. Lakin manidardır ki   sultan şâirler arasında şiirlerinde şahsî duygularını ifade etmede en başarılı sayılanı hiçbir zaman iktidara tam olarak gelemeyecek olan Cem Sultan’dır.  Anlaşılan hakiki şiir hiçbir zaman iktidardan beslenmemiş hep iktidarın uzağında kalmıştır. Bunun sebebi de doğası kurulu düzenle hiçbir zaman uzlaşmayan şiirin onun bir parçası olamamasıdır.  Cem Sultan ya da Sultan Cem 22 Aralık 1459’da Edirne’de Fatih Sultan Mehmed’in en küçük oğlu olarak Çiçek Hatun’dan doğmuştur. 3 Mayıs 1481’de Fatih Sultan Mehmed’in ölümü üzerine Amasya’da bulunan Şehzade Bayezid’e ve Konya’daki Cem’e haberciler gönderilir. Cem Sultan’ın en büyük destekçilerinden olan Veziriazam Karamanlı Mehmet Paşa, sultanın vefatını bir süreliğine gizlemeye çalışmışsa da bunu başaramamıştır. Duruma kızan Yeniçeriler ayaklanıp sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa’yı öldürürler ve Şehzade Bayezid’in, İstanbul’da bulunan oğlu Korkut’u saltanat naibi ilan ederek tahta çıkarırlar. Cem Sultan’a gönderilen haberci ise yolda Şehzade Bayezid’in kayınbabası ve Anadolu Beylerbeyi olan Sinan Paşa tarafından yakalanıp öldürülür. Böylece Cem Sultan babasının vefatını dört gün sonra öğrendiğinde iş işten geçmiş; Şehzade Bayezid, İstanbul’a varmış ve devlet idaresini eline almıştır. Cem Sultan, babasının meşhur Kanunnâme’sine koydurttuğu “Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola karındaşlarını nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulemâ dahi bunu tecviz etmişlerdir…” hükmü gereği öldürüleceğinden emin olduğundan, Konya civarında topladığı bir miktar askerle Bursa’ya doğru harekete geçecektir. Böylece Cem Sultan’ın ölümüne kadar sürecek taht kavgası başlamış olacaktır. Aslına bakılırsa onunki bir iktidar mücadelesinden ziyade hayatta kalma mücadelesidir. Cem Sultan 4000 kadar askeriyle birlikte 27 Mayıs 1481’de İnegöl önlerine gelir. Bunun üzerine Sultan II. Bayezid, Ayas Paşa idaresindeki bir orduyu Cem Sultan’ın üzerine gönderir. 28 Mayıs’ta yapılan muharebeyi kazanan Cem Sultan Bursa’da padişahlığını ilan eder; kendi adına hutbe okutarak para bastırır ve çeşitli fermanlar yayımlar. Sultan, II. Bayezid’e gönderdiği arabulucularla, özellikle büyük halası Selçuk Sultan ile kendisinin Anadolu’da, Sultan Bayezid’in de Rumeli’de padişah olmasını ve Osmanlı topraklarının eşit olarak paylaşılmasını ve böylece kan dökülmemesini talep edcek, ne var ki Bayezid buna “Hükümdarlar arasında akrabalık yoktur” şeklindeki Arap atasözüyle karşılık verecektir. Bundan sonra Sultan II. Bayezid, ordusuyla birlikte Cem Sultan’ın üzerine yürür ve Yenişehir Ovası’nda 20 Haziran 1481 tarihinde yapılan savaşı kaybeden Cem Sultan, Konya’ya döner. Ancak Gedik Ahmet Paşa komutasındaki kuvvetlerin takibi sürünce, Cem Sultan yanına ailesini de alarak Osmanlı topraklarını terk etmek zorunda kalacaktır. Ramazanoğulları toprakları olan Adana’dan, Memlûk Sultanlığı toprakları olan Halep’e geçer ve nihayet Kahire’ye varır.   Memlüklü Sultanı Kayıtbay onu törenle karşılasa da ona  aradığı askeri desteği vermeyecektir. Cem Sultan oradan da Hac mevsiminde Hicaz’a gidecek ve hacca giden ilk Osmanoğlu olacaktır. Hicaz’da yazdığı şiirlerinde saltanat kavgasından tamamen vazgeçtiği, hac farizasını yerine getirmenin verdiği iç huzurunu taç ve tahta bile değişmek istemediği görülür. Hac’dan sonra tekrar Kahire’ye gelene Sultan çeşitli telkin ve tahriklerle yeniden talihini denemek isteyecek ve 27 Mayıs 1482’de Konya’yı kuşatacaktır. II. Bayezid’in yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırarak Ankara’ya gider. Buradan Mısır’a dönmek niyetindedir; fakat yollar tutulmuştur. II. Bayezid’in bütün masraflarının karşılanması şartıyla Kudüs’te ikamet etmesi teklifini reddeden Cem Sultan’a başta Karamanoğlu Kasım Bey olmak üzere etrafındaki bazı kimseler saltanat mücadelesine Rumeli’de devam etmesi tavsiyesinde bulunurlar. Rumeli’ye geçmek için de Rodos şövalyelerinin gemilerini kullanacak olan Sultan’ı Rodos şövalyelerinden Saint Jean şövalyelerinin reisi Pierre d’Aubusson Rodos’a davet eder. Bundan sonra Cem Sultan’ın, Avrupa devletleri ve Osmanlı arasında bir pazarlık malzemesine dönüşeceği esir hayatı başlayacaktır  maalesef. 30 Temmuz 1482’de Rodos’a gelen Cem, d’Aubusson ile bir anlaşma yapacaktır. Buna göre şövalyeler Cem Sultan’a yardım edecekler, karşılığında Osmanlı’nın Rodos’tan aldığı adalar geri verilecek, daimi bir sulh olacak ve Cem’in masraflarına karşılık şövalyeler Osmanlı’dan 150 bin altın alacaklardır. d’Aubusson bir yandan Cem’le bu anlaşmayı yaparken bir yandan da Avrupa kralları ve Papa’ya da mektuplar göndererek Cem’in Rodos’da olduğunu bildirecek; durumdan istifade ile bir haçlı ordusu meydana getirilmesini ve Türklerin Avrupa’dan çıkarılmasını teklif edecektir. Avrupalılar bu kıymetli rehinenin muhafaza edilmesi için Fransa’nın uygun olduğuna karar vermişlerdir. Cem, Rodos’tan Sicilya’ya oradan da bir süre kalacağı Nice’e getirilir. Cem’in Fransa’ya getirildiği bu dönem trajik hayatına evladının ölümünü de ekleyecektir. Daha üç yaşında olan oğlu Oğuz, 1482’de amcası II. Bayezid tarafından boğdurulması emredildiyse de zehirlenerek öldürülür. Cem önce Lyon’a daha sonra da Pouêt adlı kaleye getirilir. Cem Sultan’ın Papa VIII. Innocentius’a teslim edilmesine karar verilir ve böylece Cem Sultan 6,5 yıl süren Fransa macerasından sonra Marsilya yolu ile Toulon’a oradan da 14 Mart 1489 günü Roma’ya gelir. Burada uzun süre papanın tutsağı olan Cem nihayet Fransa Kralı VIII. Charles’in ısrarlı talepleri üzerine, Cem ona teslim edilmek üzere Napoli’ye doğru yola çıkarılır. Ancak muhtemelen öncesinde Papa tarafından zehirlendiği için yolda fenalaşır.  Uygulanan bütün tedavi yöntemleri netice vermeyince şehzade, “Ailesinin Mısır’dan İstanbul’a getirilip gözetilmesi, kendisine hizmet edenlerin memnun edilmesi ve ölüsünün mutlaka Osmanlı ülkesine getirilmesi” şeklindeki vasiyetini yazdıracak; 14 yıllık esir hayatından sonra 25 Şubat 1495’te Napoli’de hayata gözlerini yumacaktır. Cem Sultan’ın şair yönüne baktığımızda şiir ve edebiyatla çok küçük yaşlardan beri meşgul olduğunu görürüz. Çevresinde, adına “Cem şâirleri” denen bir grup şâir bulunmuştur. Cem Sadisi, Haydar Bey, Sehâî, Kandî, Şâhidî gibi dönemin ünlü şairlerinden oluşan bu gruptan bazı şâirler, Cem’i gurbette de yalnız bırakmamışlardır. Şiirlerinde yaşadığı sıkıntıları, oldukça duygulu bir anlatımla dile getiren Cem’in Fal-i Reyhan adlı 48 beyitlik manzum bir çiçek falı bulunmaktadır. Hüsrev ü Şirin adlı bir mesnevisi ve ayrıca biri Farsça diğeri Türkçe olmak üzere iki divanı vardır. Hayatı savaşlarda, sürgünlerde ve esaret içinde geçen Cem’in Divan’ındaki şiirlerinin ana izleği de hüzündür doğal olarak.

Bir şair olarak bakıldığında denebilir ki Cem’in bahtsızlığı kardeş katlinin vacip olduğu bir hanedanda şehzade olarak dünyaya gelmiş olmasıdır.

Nihayet Cem Sultan şairliği yüzünden öldürülmemiş; Fatih’ten sonra Osmanlı’nın Bizans’tan devraldığı saray oyunlarına kurban gitmiştir. Osmanlı’nın katledeceği asıl büyük şair hiç şüphe yok ki 16. yüzyılda yaşamış, seyyid nesimi gibi Yedi Ulu Ozan’dan biri sayılan; Alevi-Türk halk ozanı Pir Sultan Abdal olacaktır.  Alevi geleneklerine bağlı bir dergâh ortamında yetişmiştir. Medrese öğrenimini Erdebil’de görmesine rağmen, diğer bazı halk şairlerinin tersine, Divan Edebiyatı’ndan hiç etkilenmemiştir. Yaşamına ilişkin kesin bilgiler olmamakla beraber, Osmanlı bürokrasisinin baskılarına ve haksızlıklarına karşı başkaldırdığı bilinir. Hızır Paşa tarafından yakalanarak hapsedilmiş sonra da asılmıştır. Sivas’ta idam edilen Pir Sultan Abdal’ın ölümünün, 1547-1551 ya da 1587-1590 yılları arasındaki bir tarih olduğu sanılmaktadır. Ölümünün ve deyişlerinin etkisiyle çevresinde kolektif bir bilinç oluşmuş, onun adına birçok şiir, söz, anı oluşturulmuş; böylece Anadolu halk kültürünün yaşayan bir ögesine dönüşmüştür.

İslam’ın özgün Türk yorumu olarak görebileceğimiz alevilik ortodoks İslam’ın Arap milliyetçiliğine ve bağnaz şekilciliğine karşıdır. Bunu Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde de görürüz: “Oturmuş Arapça Kur’an okursun/ Gel bunun manasın ver indi sofi”[462]

 Pir Sultan Abdal şiirinde aşk izleği de vardır. Sevdiğine “Sen bir padişahsın hükmün elinde” der, “Senin ile davam sendedir sende”. İntihar etmiş bir çok şairin aksine gerçek aşkı bulmuş gibidir ozan ki aynı şiirin başka bir yerinde de şöyle der sevdiği güzele: “Sencileyin çok güzele sarıldım/ Dahi senin sevgin candadır canda”. Pir Sultan Abdal bile olsa bir insan olarak sütten çıkma ak kaşık olmadığının farkındadır şair: “Çok günah işledim inkar eylemem/ İk’ellerim kızıl kandadır kanda”. Ozanın “Kan bulanık aktım aktım duruldum” dizelerinde Nietzsche’nin “İnsan bulanık akan bir ırmaktır” sözlerini yüzyıllar öncesinden duyar gibi oluruz. Pir Sultan’ın bu şiirindeki en dikkat çeken dize ise son dizedir bana kalırsa. Çünkü öldürülmüş bir çok şair gibi Pir Sultan’ın da ölümden korkmadığını söyler bu dize: “Kellem terkidedir yandadır yanda” [463]

 Pir Sultan’ın idam sebeplerinden biri de Osmanlı’nın sunnileştiği şii Safevilerin ise bölgede etki alanını artırdığı bir dönemde alevi inancının önderlerinden biri olarak Safevi devletinden yana tavır koymasıdır. Bu dönemden sonra Osmanlı’nın alevi düşmanlığı sürüp gidecektir. Bu bakımdan Pir Sultan’ın Osmanlı Devleti’ni temsil eden ve kendini astıracak olan Hızır Paşa’ya hitap ettiği Yürü Bire Hızır Paşa şiiri önemlidir.

Yürü Bire Hızır Paşa

Senin de çarkın kırılır

Güvendiğin padişahın

O da bir gün devrilir

der Pir Sultan. Şiirin ilerisinde Safevi şahına duyduğu sempatiyi dile getirir:

Şah’ı sevmek suç mu bana

Kem bildirdin beni Hana

Can için yalvarmam sana

Şehinşah bana darılır

Şiirin devamında ozanın kendini ezilmiş ve öldürülmüş özellikle Alevi din büyükleriyle özdeş tuttuğunu görürüz: “Hafid-i Peygamber’im has/ Gel Yezid Hüseyn’imi kes/ Mansur’um beni dara as” Pir Sultan kendini Musa, İmam Hüseyin ve Hallac-ı Mansur ile özdeşleştirirken Hızır’ı ve onun dolayımında Osmanlı’yı da Firavun, Yezid ve Şeytan’la bir tutmaktadır: “Ben Musa’yım sen Firavun/ İkrarsız Şeytan’ı lain” Pir Sultan haklıdır; öldürülen şairler ölümsüzleşirken, öldürenlerin laneti ya unutulmak ya da olsa olsa nefretle anılmaktır. Mesela Hızır Paşa’nın gerçekten yaşamış olduğunun anlaşılması için Osmanlı arşivlerinin didik didik edilmesi gerekmiştir. Şiirin sonunda Pir Sultan “Üçüncü ölmem bu hain/ Pir Sultan ölür dirilir” diyerek çarpıcı bir biçimde tıpkı peygamberler kuşağı gibi şairlerin de aralarındaki yüzyıllara rağmen birbirinin devamı olduğunu söyler. Doğrudur, Pir Sultan idam edilir ama hep yeniden doğar; Sabahattin Ali olarak, Uğur Kaynar olarak, Behçet Aysan olarak, Metin Altıok olarak. Pir Sultan, “Ben ölünce il durulur” demiştir bu şiirde. İdamından sonra il durulmuş mudur bilinmez ama alevilik düşmanlığı da şair katli de Osmanlı’dan bugüne kadar uzanacaktır.

17. yüzyıla vardığımızda devletle flörtünün bedelini canıyla ödemiş bir başka şairle Nef’i’yle karşılaşırız. Asıl adı Ömer olan Nef’i 1572 yılında Sipahi Mehmed Bey’in oğlu olarak Erzurum’un Hasankale’sinde dünyaya gelir. Nef’i, Erzurum’da öğrenimini sürdürürken genç yaşında zararlı anlamına gelen Zarrî mahlasıyla şiir yazmaya da başlamıştır. 1585 yılında Erzurum defterdarı olan Gelibolulu Müverrih Ali, şiirlerini görüp beğenecek ve şaire yararlı anlamına gelen Nef’i mahlasını verecektir. Padişah I. Ahmet zamanında İstanbul’a gelen Nef’i, devlet hizmetine girer ve bir süre çeşitli memurluklarda çalışır. Daha sonraları II. Osman ve IV. Murad dönemlerinde yıldızı parlayacak ve sarayla yakın bir ilişkiler kuracaktır. Lakin hicviyeleri ile bilinen Nef’î yazdığı hicivlerle dönemin birçok isminin nefretini ve öfkesini üstüne çekecektir. Mesela kendisi de şair olan Şeyhülislam Yahya Efendi Nef’i yi öven ancak içeriğinde Nef’i’ye kâfir diyen bir kıt’a söyler:

Şimdi hayli sühanverân içre

Nef’imanendi var mı bir şair

Sözleri seba’-i mu’allakadır

İmrü’l-Kays kendidür kâfir

 

Nef’i de buna karşılık olarak;

 

Müftü efendi bize kâfir demiş

Tutalım ben O’na diyem müselman

Lâkin varıldıktan ruz-ı mahşere

İkimiz de çıkarız orda yalan

diyecektir. Yine bir başka dörtlüğünde kendisine kelp yani köpek diyen Tahir Efendi’ye şöyle karşılık verir:

tahir efendi bana kelp demiş

iltifadı bu sözde zahirdir

maliki mezhebim benim zira

itikadımca kelp tahirdir

Osmanlı Türkçesinde büyük harf kuralı olmadığı için bu dörtlük iki farklı şekilde okunabilmektedir; Tahir Efendi’nin mensup olduğu Maliki mezhebinde köpeğin güvercin gibi temiz bir hayvan olduğuna inanıldığı için Tahir Efendi’ye teşekkür ettiği ve onun da temiz bir varlık olduğu şeklinde de Nef’inin Tahir Efendi’ye köpek dediği şeklinde de yorumlanabilmektedir. Bu olaydan sonra mahkemeye çağrılıp yargılanan Nef’i de kendisini savunurken şiirin birinci yorumunu kullanıp ceza almaktan kurtulacaktır. Nef’i bu gibi durumlar karşısında uzunca bir süre IV. Murat tarafından korunur, daha sonraları IV. Murat kendisinden hiciv yazmamasını rica eder. Ne var ki Nef’i büyük bir şair olduğu kadar kibirli bir şairdir de. “Tut-i mu’cize-guyem ne desem laf değil[464], “Levh-i mahfuz-i suhandır dil-i pak-i Nef’i[465] diyen bir şairin şiirden vazgeçmesi mümkün değildir ve Nef’i’nin de şiirde en başarılı olduğu alan hicivdir. Dolayısıyla her ne kadar padişah IV. Murat’a bu konuda söz verse de, kalemini durduramayacak ve Vezir Bayram Paşa hakkında bir hicviye kaleme alacaktır. Bu hicviyesinden ötürü, 1635 yılında, sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürülen Nef’i’nin cesedi İstanbul boğazı’nda Sarayburnu’dan denize atılmıştır. Sonuç olarak Nef’i’nin ölümü hayatı pahasına kendi olmaktan vazgeçmeyen bir şairin flört ettiği devlet tarafından katlidir.

  1. 08. 2015

 

Osmanlı çöker ve onun küllerinden Anadolu’da yepyeni bir cumhuriyet kurulur. Fakat cumhuriyet döneminde de aydın katliamı süregidecektir. Bunların ilklerinden ve en önemlilerinden biri öykücü, şair, öğretmen, yazar ve gazeteci Sabahattin Ali’dir. Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907’de Edirne Vilayeti’nin Gümülcine Sancağı’na bağlı Eğridere kazasında piyade yüzbaşısı Cihangirli Selahattin Ali Bey’in oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu’na giren Ali beş yıl burada okuyacaktır. Bu sırada yazı yaşamına şiirle başlayan Sabahattin Ali hece vezniyle yazdığı; halk şiirinin açık izleri görülen bu şiirlerini 1926 yılında Balıkesir’de çıkan ve Orhan Şaik Gökyay tarafından yönetilen Çağlayan dergisinde yayımlar.  Öğretmenlik yaptığı 1926-1928 yılları arasında Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde de yazmaya devam etmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya gidecek ve iki yıl da orada okuyacaktır. Ali’nin ölümsüz eserlerinden biri olan Kürk Mantolu Madonna romanı yazarın Almanya yaşantısından izler taşımaktadır. Aydın ve sonra Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapan Ali’nin genç cumhuriyet hükümetiyle çatışması 1932 yılında Konya’da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanmasıyla başlayacaktır. Bu olay yüzünden bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatacaktır. Bugün şarkı olarak dillerden düşmeyen Aldırma Gönül şiiri de Sinop Cezaevi’nde yazılmıştır. 1933 yılında Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşur.  Sabahattin Ali, cezaevinden çıktıktan sonra Ankara’ya gider ve Millî Eğitim Bakanlığı’na başvurarak yeniden göreve alınmasını ister. Dönemin bakanı Hikmet Bayur’un eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini istemesi üzerine 15 Ocak 1934 tarihinde Varlık dergisinde Atatürk’ü öven Benim Aşkım adlı şiirini yayımlamak zorunda kalacaktır. Böylece aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü’ne alınır; sonrasında Ankara II. Ortaokul’da öğretmenlik yapmaya başlar. Zorunlulukla yazdığı Benim Aşkım bir yana Dağlar ve Rüzgâr (1934) adlı kitabı edebiyat çevrelerinde büyük ilgi uyandıracaktır. Örneğin Yaşar Nabi Nayır, bu kitap hakkında Hakimiyeti Milliye‘de şu övücü satırları yazmıştır.

Bu kitabın mümeyyiz vasfı halk edebiyatı tarzında bir deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali’nin tecrübeli muvaffak neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmamış olduklarını hissetirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edayı tattırabiliyor. Komplike imajlardan kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük bir sadelik vermiş.

Fakat ne yazık ki Sabahattin Ali bu kitabından sonra şiir yazmayı bırakıp, sadece hikâye ve romana odaklanacaktır. Bu arada İçimizdeki Şeytan romanı milliyetçi kesimde büyük tepki toplayacaktır. Sabahattin Ali, Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açacak, ne var ki dava sırasında davacı olduğu halde çok sıkıntı çekecektir. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamayan Ali üstüne üstük olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınır. Bunun üzerine 1945 yılında İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlayacaktır. Ancak fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünyagazeteleri, Tan olayları sırasında tahrip edilince yeniden işsiz kalır. 1946 – 1947 yılları arası Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la beraber Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarır. Ancak, bu dergiler de tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşacak, dergiler isimlerindeki Paşa ifadesiyle “Milli Şef” İsmet Paşa’nın kastedildiği iddiası ile kapatılacak ve dergilerdeki yazıları dolayısıyla yazarları hakkında soruşturmalar açılacaktır. Sabahattin Ali de bu dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatar. Nihayet bir başka dava nedeni ile 1948’de Paşakapısı Cezaevi’nde üç ay yatan Ali için çok daha zor günler başlayacaktır. Bu defa hem işsizdir hem de yazacak yer bulamamaktadır. Sonunda baskılardan uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar verir ama bu defa da kendisine pasaport verilmez. Bunun üzerine yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı kalmayan Sabahattin Ali Bulgaristan’a kaçmaya karar verecektir. Ali’nin bu kararı karanlık ve şaibeli ölümüyle sonuçlanacaktır. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında bulunmasından sonra, 28 Aralık 1948’de tutuklanan geçimini yurt dışına adam kaçırmakla sağlayan ordudan atılmış astsubay Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanır. Resmi açıklamalara göre Ertekin, “milli hislerini tahrik ettiği için” Sabahattin Ali’yi başına sopa vurarak öldürmüştür. Ancak yazarın yakın çevresi Sabahattin Ali’nin Kırklareli’de Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğünü ve Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti adına ajanlık yaptığı ileri sürülen Ertekin’in ise paravan olarak kullanıldığını iddia etmişse de bu hiçbir zaman kanıtlanamayacaktır. Lakin Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf eden Ertekin’in yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, 15 Ekim 1950’de “milli hisleri tahrik” gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giymesi ve birkaç hafta sonra da çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalması bu iddiaları desteklemektedir. Ertekin, Kennedy suikastinden sonra katil olarak ortaya konulan Oswald’ı hatırlatmaktadır. Zaten bütün devletlerin birini öldürdükten sonra günah keçisi olarak bir Oswald bulması klişeleşmiş bir devlet geleneğidir. Bir şair olarak baktığımızda Leylim Ley, Aldırma Gönül gibi halk dilinden yararlanarak yazdığı şiirleri ülkemizde en çok bilinen ve dillerden düşmeyen şairlemizden biridir Sabahattin Ali. Bu durumda çoğu şiirinin bestelenmiş olmasının da yadsınamaz bir etkisi vardır. Mesela Nükhet Duru’nun sesinden şarkı olarak dinlemeye alışık olduğumuz Eskisi Gibi şiiri gibi:

Seneler sürer her günüm,

Yalnız gitmekten yorgunum;

Zannetme sana dargınım,

Ben gene sana vurgunum.

 

Başkalarına gülsem de,

Senden uzak kalsam da,

Sevmediğini bilsem de

Ben gene sana vurgunum.

 

Dağları aşınca başım,

Geri kaldı her yoldaşım,

Gel sevgilim, gel kardaşım,

Ben gene sana vurgumun.

 

Gönlüm seninkine yardı,

Aynı şeyleri duyardı;

Ayaklarımız uyardı…

Ben gene sana vurgunum.

 

İtilmiş, tekmelenmişim,

Doğduğum günde yanmışım,

Yalnız sana güvenmişim;

Ben gene sana vurgunum.

1931[466]

Genç cumhuriyetin tek parti dönemi ideolojisini yerleştirmek için baskıcı bir yönetim sergilemiş; muhalif bir aydın olan Sabahattin Ali’de bu baskının kurbanlarından biri olmuştur. Tek parti döneminin yerleştirmeye çalıştığı en önemli ilkelerden biri de laikliktir. Dolayısıyla bu dönem siyasal islamın irtica olarak görülüp baskılandığı bir dönemdir aynı zamanda. Ne var ki halkın kendi mücadelesiyle elde etmediği; yukarıdan dikte edilen bir kazanım olarak laiklik sunni İslam tarafından Anadolu’da yüzyıllarca ezilmiş, hor görülmüş ve kıyımlara uğramış alevi toplumu dışında halk tarafından hiçbir zaman tam olarak içselleştirilmeyecektir. Nihayet 14 Mayıs 1950’de yapılan ilk serbest seçimlerle 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren ve iktidara gelen Demokrat Parti de tıpkı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi siyasi İslamın yuvalanacağı bir odak haline gelecektir. Böylece cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet kadrolarından uzak kalan sunni islamın yeniden devlet kadrolarına sızışı da başlamış olacaktır. Bundan sonra anayasasında laiklik ilkesi yer alsa da yavaş yavaş adı konulmamış bir Türk İslam Devleti’ne dönüşecektir Türkiye Cumhuriyeti. Topluma Osmanlı’dan miras kalan alevi düşmanlığı da hortlamaya başlayacaktır. 1978 Maraş Katliamı’nda ve 1980 Çorum olaylarında sessiz kalan devletin gizli kanlı elleri de olacaktır. Takkiye denen aşağılık yöntemle devlette sessiz sedasız kök salan siyasi islam artık hiçbir partinin açıktan karşı çıkamayacağı bir hal alacaktır. Doksanlı yıllar ise sermaye, devlet ve İslam’ın açıktan uzlaşmaya girdikleri bir dönemdir ki “tanrının sonsuz faşizmiyle iktidarın çakıştığı noktada ‘mutlak bir inanç isteyen geçici putlar’ mutlak cezalandırıcının gölgesi olmaktan çıkıp toplumun cellatlığını üstlenebilmektedirler kolayca”[467] ki Maraş Katliamı ve Çorum Olayları’ndan sonra bu durumun en vahşi tezahürü 1993 Sivas Katliamı olacaktır. Pir Sultan’ın Osmanlı tarafından katledildiği Sivas’ta onun adına düzenlenen şenlikler sırasında aralarında şair Uğur Kaynar, Behçet Aysan ve Metin Altıok’un da bulunduğu çoğu Alevi 33 aydın sunni İslamcılar tarafından Madımak Oteli’nde yakılacaklardır. Bu katliam sırasında devletin güvenlik güçleri olayı sadece izlemekle yetinmiştir. Zaten tekbir getiren kalabalıkların barbarlıklarını görmezden gelip; hak arayan emekçi ve öğrencileri en ağır biçimde cezalandırarak tarafını defalarca belli etmiş olan; ellilerden bu yana sağ hükümetler tarafından yönetilen Türk devletinden beklenen de budur. Fakat daha da üzücüsü bu katliamı dönemin basınında ‘dini’ duyguları hassas bir grubun ateist olduğunu cesurca söyleyen Aziz Nesin’e halkın inancını küçümsediği için girişilen bir linç olarak lanse etmesi olacaktır. Öyle ki olaylardan sağ kurtulan ülkede yetişmiş özü sözü bir ender aydınlardan olan Aziz Nesin ölene kadar bu olayın suçluluğunu içinde taşımak zorunda kalacaktır. Daha birkaç gün önce ise dönemin ismi lazım olmayan askerlerinden birinin itirafları katliamda devletin sadece pasif bir izleyici değil faillerden biri de olduğunu ortaya çıkarmıştır. Sonuçta Pir Sultan hainler tarafından üç kere daha öldürülmüştür.

İmdi bu katliamda öldürülen üç şaire göz atalım. 1956’da Sivas’ın Zara ilçesinde doğan şair Uğur Kaynar El Yazıları Yayıncılık’ta yayın yönetmenliği de yapmıştır. Şiirlerini Çiçekler Halaya Durdu; Gizemya ve Aşkınam kitaplarında toplayan şairin şiirlerine yalın bir halk söyleyişi hakimdir. Kaynar’ın şiirlerinde de Kaan’ınki gibi gece ve acı izleği görülür. Yine De Gül şiirinde “Gecenin kör vaktidir/ fırtınalar yedeğinde yürürüm” der şair, “ayakta ve perişan.” Av olduğunun farkındadır Kaynar ki şöyle yazmıştır aynı şiirinde:

Avcıları soluk tutar,

keklik gibi seker de

pusular sessiz

ve soğuk bakar namlulardan.

Saçmalar yağar taze heyecanıma

Çırpınır sözcükler yürekte mahsur

hasret dizede mahsun[468]

Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nde 43 yaşında öldürülen şair Canşenliği’nde öleceğini sezmiş gibidir:

Tan yerlerim ağrıyor

Çürük ay rengi çarpıyor geceyi

Şiir cinatına biniyor

Ben

giderayak[469]

03.08.2015

 

Sivas Katliamı’nda ölen diğer iki şair Behçet Aysan ile Metin Altıok; Cahit Külebi’nin 12 Eylül öncesi ve sonrasının iyi şairleri arasında saydığı isimlerdendir.[470]

Sivas’ta katledilen 1949 Ankara doğumlu şair Behçet Safa Aysan yanı zamanda tıp doktorudur. 12 Mart döneminde tıp öğrenimine politik nedenlerle ara vermek zorunda kalmıştır. Daha sonra devam edeceği tıp öğrenimi sırasında çeşitli işlerde çalışacak olan Aysan mezun olduktan sonra İzmit’e atanmıştır.  Eflatun Ölüm’ü onu Ankara’da doktor olarak çalıştığı sırada Sivas’ta katıldığı Pir Sultan Abdal şenliklerinde bulacaktır.

Kaan’ın sakalları ölüme uzarken Aysan’ın uzayan sakalları sürekli büyüyen onmaz bir yara gibidir: “sakallarım uzuyor, bir yara/ bir yara durmadan işliyordu/ kendini”[471] Aysan’ın şiirlerinde de ölüm izleği dikkat çeker.

Çünkü beyaz bir gemidir ölüm

 

Siyah denizlerin hep

çağırdığı

 

batık bir gemi

 

sönmüş yıldızlar gibidir

 

yitik adreslere benzer

ölüm

“yanık otlar gibi”dir ölüm ki Aysan da Madımak’ta yakılarak ölüme dönüşecektir. Tıpkı Kaynar gibi Aysan da erken ölümünün ihtimalini valizinde taşıyan şairlerdendir. Beyaz Bir Gemidir Ölüm ve Sivas’ta gerçekleşecek bir kehanet: “sen bu şiiri okurken/ ben belki başka bir şehirde/ ölürüm.”[472]

Sivas katliamında hayatını kaybeden şairlerden Metin Altıok ise hayatlarımızda bir çok benzerlik bulduğumdan benim için ayrıca önemlidir. 14 Mart 1940 İzmir, Bergama doğumlu şairin ilkgençliği Karşıyaka’da geçmiş; lise öğrenimini Karşıyaka Lisesi’nde tamamlamıştır. Altıok’un ressamlığı da vardır.1967’de Çetin Sipahi ile birlikte Ankara Fransız kültür Merkezi’nde ilk resim sergisini açmış; daha sonra Ankara Fransız kültür Merkezi dışında Ankara Sinematek Derneği’nde ve Ankara Güzel Sanatlar Galerisi’nde de resimlerini sergilemiştir. Bu arada her ne kadar nalıncı keseri gibi her şeyi kendime yontuyor gibi görünsem de benim de amatör bir biçimde resimle ilgilendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. 1971’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümünü bitirecektir. Yani o da benim gibi Ankara’da okumuş bir felsefecidir. Lise yıllarında şiirle tanışan şairin ilk kitabı Gezgin 1976’da su yüzüne çıkacaktır.Hayatlarımızdaki benzerliklerden bir başkası da onun da benim gibi felsefe grubu öğretmenliği yapmış olmasıdır. Nitekim 1979 yılında öğretmenliğe Bingöl Lisesi’nde başlayan Altıok daha sonra Bingöl’ün Genç ilçesine sürülecektir. Öğretmenlik hayatındaki yolu benim şu anda öğretmenlik yaptığım Karaman’dan da geçecek; 1987-1990 arası Karaman Lisesi’nde felsefe öğretmenliği yapacaktır. 1990 yılı başında emekliye ayrılan Altıok Ankara’ya yerleşecektir. Doğma büyüme Ankaralı biri olarak onu tanıyan ilk kişiyle karşılaşmam elimde toplu şiirleri olduğu halde Ankara’da bir barda otururken olmuştur. Sonradan kendisinin de Uğultular adlı bir şiir kitabı olduğunu öğrendiğim bar sahibi Erdem Balcı ne okuduğuma bakmış Metin Altıok okuduğumu görünce “bizim Metin Ağabey” diye bahsettiği Altıok’u tanıdığını söylemişti. Sonra Ankara’da Mülkiyeliler’de aynı masada çok içtiklerinden ama nedense en çok onun yoksulluğundan dem vurmuştu. Daha sonra Metin Altıok’un anılarıyla Karaman’da da çok karşılaştım. Eğit-Der denen içkili mekanda onu Karaman’da çalıştığı sürede tanımış pek çok yaşlı eski solcu Türkiye İşçi Partisi üyesi Altıok’la ilgili bildiklerinden bahsettiler. Rahmetli içmeyi severmiş. Hatta söylediklerine göre yanına bol bol vişne ve votka alıp haftalarca otel odalarına kapandığı olurmuş. Yine anlattıklarına göre bir gün buradaki arkadaşlarının yanına gelip Kavaklar şiirinin telifini bugünün parasıyla yaklaşık on bin liraya Sezen Aksu’ya sattığını söylemiş ve o parayla bol bol içmişler. Sonradan, çalıştığım okuldaki öğretmenlerden Hasan Kodabağ’ın (Kodabey) onun Karaman Lisesi’ndeki öğrencilerinden biri olduğunu öğrendim. Nasıl bir öğretmen olduğunu sordum doğal olarak. O da Altok’un birikimin yoğun olduğunun her halinden belli olduğundan ve dersini çok ciddi bir biçimde anlattığından bahsetti. Bir ara Kavaklar şarkısının sözlerinin kendisine ait olduğunu söylediğinde öğrencileri epey şaşırmışlar. Ne var ki Hasan Hoca’nın dediklerine bakılırsa Karaman Altıok’un değerini pek bilememiş ve ona hep biraz garip, biraz deli gözüyle bakmış. Öyle ki hakkında balkona çıplak çıktığından tutun da hastanede özel bir odası olup ara sıra orada kaldığına kadar pek çok söylenti çıkmış. Bir de saçlarını hep her teli belli olacak bir biçimde arkaya doğru yatırırmış üstad; hatta Hasan Hoca’nın anlattığı bir söylentiye göre birgün her zaman gittiği bakkal “ağabey bu saçlarını nasıl böyle yapıyorsun, bana da söylesene. Ben de böyle yapmak istiyorum” deyince Altıok müziplik olsun diye mayonezli, yağlı, salçalı saçmasapan bir saç losyonu tarifi vermiş. Ertesi gün bakkalın saçları darmadağınıkmış. Yani lafın kısası saygı duyduğum şairin geçmişte yürüdüğü yollardan geçmekten; anılarıyla karşılaşmaktan kendimce bir haz duyuyorum.

İki kez evlenen ve ilk evliliğinden bir kızı olan Metin Altıok, Sivas katliamından ağır yaralı olarak kurtulmuşsa da komadan çıkamayarak 9 Temmuz 1993’te Ankara’da ölmüştür.  Kendinden ve kendi gibi yabancılardan bahseder Yerleşik Yabancı’da Altıok:

Kiminin dikenleri vardır.

Katlanamaz üstüne.

Hep dikine durur

Delmemek için gövdesini.

Onda da vardır gece-gündüz ikilemi. Gündüzleri acılar saklanır maskelerin ardına ama gece özgürce bir başına acı çekmenin zamanıdır. “Ben eğilmem gündüz ama” der Altıok “Geceleri kanatırım kendimi.” Kimsenin kozasındaki komforundan çıkıp sevmeyi göze alamadığı gündelik dünyada sevgisi sahipsiz kalacaktır Kaan ve Altıok gibi yabancıların:

Ben birini sevdiğim zaman,

Göğünü durmadan genişletir.

Ama herkes rahattır kozasının içinde,

O sevgi artık kimsesizdir.[473]

Çok belirgin bir ölüm izleği göze çarpar Altıok şiirlerinde. Bir Ölü’dür o ve kendi cenazesini kaldırır şiirsel dünyasında:

Bu düşsel cenaze yasla geçerken

Ağlayan benim, ağlatan da ben

Kapanıp üstüne birbirinin.

Nihayet “Bu kadar kendimi taşıyamıyorum kendimde”[474]diye hayıflanarak bitirir bu şiiri şair.

Kendinin Avcısında yalnızlık  ve ölüm iç içe geçmiştir atık dizelerde. Rüzgarın Yırtık Yeri şiirinde “Artık tutunacak kimsen kalmadı” diye seslenir kendine Altıok “Nasıl biliyorsan öyle düğümle zamanı./ Bütün ölümleri gör,/ Birini evlat edin kendine.” Sadece yalnızlık değildir bu dışardalıktır; çoğunluktan tehlikeli bir farklılıktır ki çoğunluğun cezalandırıcı nefret ve öfkesini üzerinde hissetmektedir şair:“Görmesen seslerden anlıyorsun/Kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı.” Yaban toplum  her gün cezalandırmaktadır zaten uyumsuz şairi.

Çakılısın buzdan çivilerle

Boynu bükük bir haçın üstüne.

Yerde buluyorsun kendini her sabah,

Yeniden gerilmek üzere.

Doksanların (ve şimdinin) Türkiyesinde “Katmerli yalanı gördün, yalınkat gerçeği” diyen bir mesih için zordur katlanmak gündelik hayata “pasın küfün; çürümenin, yangın yerlerinin; katran gözyaşlarının; göçüğün kırık kemiklerinin; suyun sancısının; rüzgarın yırtık yerinin” ortasında ki “bunlardan payına düşeni söyle” der kendi kendine Altıok. Payına yangın yerinin düştüğünü ise zaman gösterecektir. İntiharın kenarındadır ama “Ölmeyi bilmediğine göre” katlanmak zorundadır bu hayata ve kendine “gülünç ve deli” bir “mesih” olarak. Yine kendi kendine söylenir şair: “Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı/ Pelteleşmiş yapışkan haçını/ Islık çalarak sokaklarda sürükle”[475]

 Küçük Tragedyalar’da Bir Gün Ölürüm demiştir Altıok. Kaan’ın hiç geçmediği hüzünlü bir gençliği umutsuz aşkları geride bırakmıştır artık. Altıok Kaan gibi İntihar etmemiştir;  ölümü aramaktır onun yolu: “Ölümü arayarak geçti/ Bunca yılım”[476] “Metin Altıok’un mutsuz çocukluğu ve köksüzlük acısı[477]nın sesini ölüme yaklaştıran gerekçeler olduğunu yazmıştır Adnan Satıcı. Bir yere yerleşse de yabancı kalan Gezgin’in köksüzlüğü malumdur ve ölüm izleğinin sebebi konusunda Kaan kadar ketum değildir Altıok ki mutsuz çocukluğunun onu ölüme yaklaştırdığını bu şiirinde kendi itiraf etmiştir:

Kötü annem

Beni komşunun oğlu kadar seven,

Yok olan babamdı belki

Ölüm tutkusunu pekiştiren.

Altıok’un ömrü yanan bir mumdur hepimizinki gibi “Ve yanan mum biter[478]elbet birgün.

İpek ve Kılabtan kitabındaki Sürgün şiirinde “Kendine sürgün/ Bir garip kişiyim” der Altıok. Bugünün siyasi şarlatanları gibi değil hakikaten kefeniyle gezmektedir artık şair ki kefen için beyaz kumaşa ihtiyacı yoktur; bizzat derisidir onun kefeni: “Kendime bir/ Kefen biçtim/ Kendi tenimden.” Yine yalnızlık yine gececilik gelir bu dizelerden biraz sonra:

Yalnızlığın gözlerine

Sürme çeken

Öyle biriyim ki;

Geceleri uykusuz

Kuyuları dinleyen.

Yabancılık ise bitmeyen izleğidir Altok’un ve“Aranızda/ Yerim yok zaten” der, “Merhabam kalmadı/ Kimseyle.” Çünkü “Söylenmezi söyle”miştir şair bir defa “Suçu”  “büyük”tür hem de “taamüden.” Ahmet Telli’nin dediği gibi kendi hükmünü kendi verir Sürgün:

Heybesinde yılan

İşaretleri,

Baldıran zehiri

Yüzüğünün içinde ve yanında

Kav taşıyan ben;

Tekinsizim size göre

İbret için

Yakılması gereken[479]

Sivas’ta infaz edilecektir bu hüküm. Nitekim Sivas Katliamında katledilen bu üç şairin yanan Madımak otelinin merdivenlerinde oturdururken çekilmiş son bir fotoğrafları vardır. Bu son fotoğrafta şairlerin yüzünden okunan korku değildir. Şiirlerinden sızan ölümü kabullenmiş gibi bakmışlardır objektife. Dışarıda vahşi bir kalabalık “Müslüman Türkiye” diye bağırırken bu yaban dünyada kendilerini bekleyen sonun böyle olacağını önceden bilen kahinler gibi sakindirler sanki.

Şairler sadece bizim de içinde bulunduğumuz İslam coğrafyasında katledilmemişlerdir tabi ki. Muhammed’in şairleri lanetlemesinden çok önce Platon kovmuştur Devlet’inden onları ne de olsa.  Avrupa kültürünün sac ayaklarından biri olan Antik felsefenin taçsız kralı Platon’un tam bir İsviçre saatini andıran devlet tasarımında kunduracı kunduracılığını, çiftçi çiftçiliğini, asker askerliğini ve filozof devlet adamlığını yapmalıdır. Bu yüzden herkesin bir dişli olacağı bu çarkta Platon için bir taklitçiden öte anlam taşımayan şairin yeri yoktur. Olsa olsa iyi adamın taklitçisi olmayı veya askerlerin eğitiminde uygulanan kanunları övmeyi reva görür şaire Platon ve şöyle buyurur Sokrates’in ağzından:

– Öyleyse, her kılığa girmesini, her şeyi ustaca taklit etmesini bilen bir adam, bizim topluma gelip de şiirlerini halkın önünde söylemek isterse, bu kutsal, bu eşsiz, bu tadına doyulmaz şairin önünde saygıyla eğilir, deriz ki: Bizim ülkemizde senin cinsinden insanlar yok, olması da yasak. Böylece başına kokular sürer, çelenkler takar, onu başka bir ülkeye yollarız. Bize daha ağır başlı bir şair gerek deriz. O kadar hoş olmasın, zarar yok, ama işe yarar masallar söylesin[480]

Lucanus’un 1. Yüzyılda Neron usülü infazından yüzyıllar sonra 19. Yüzyıla vardığımızda birçok kişi tarafından en büyük Rus şairi ve Rus edebiyatının kurucusu olarak kabul gören Rus şair ve yazar Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in bir düelloda öldürülüşüne tanık oluruz. Puşkin 6 Haziran 1799’da Moskova’da soylu bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Puşkin’in lise yıllarında yazdığı şiirlerinde gerçekçilik eğilimi açıkça göze çarpmaktadır. O dönem şiirinde kullanılmayan kaba ve gündelik sözcükleri kullandığı şiirleriyle Derjavin’in dikkatini çekmeyi başaran Puşkin ünlü bir şair sayılmaya başlayacaktır. Yazdığı ve birçoğu yasaklanan özgürlükçü şiirleri ve taşlamaları toplum arasında yayılacaktır bu sırada . Böylece onun sayesinde Rus edebiyat tarihinde şiir, ilk kez olarak, herkes üzerinde hayranlık uyandırmaya başlamıştır. Dekabrist gizli derneklerle ilişkiye geçen Puşkin Çar tarafından ünlü Kafkas Tutsağı (1822) ve  Bahçesaray (1824) adlı eserlerini yazacağı Kafkasya’ya sürülür. Bu dönemde devrimci-romantik şiirinde kötümser-trajik bir hava belirginlik kazanacaktır.  Kafkasya’dan dönen Puşkin’in Rusya’daki askeri yönetime karşı oluşundan dolayı dört yıl süreyle başkente girmesi yasaklanır. Hükümet tarafından görevlendirilen babasının gözetiminde ailenin sahip olduğu Mihaylovskoye köyünde yaşamak zorunda bırakılır. Sürgün sonrasında Rus Çarı I. Nikolay tarafından Moskova’ya çağırılan genç şairin kaleminden çıkan her şey artık çarın sansüründen geçecektir. Polis baskınları ve aşk serüvenleri yaşamının ayrılmaz parçaları olan Puşkin’in hayatının dönüm noktası bir baloda eski yüksek rütbeli bir memurun kızı olan Natalya Gonçarova ile karşılaşmasıdır. Puşkin bu genç kıza aşık olacak ve denebilir ki ölümünü hazırlayan da bu karşılıksız aşkı olacaktır. Puşkin Natalya’ya evlenme teklif edecek; Natalya ise, şairin evlenme teklifine cevap vermeyi belirsiz bir tarihe erteleyecektir. Bu durum karşısında umutsuzluğa kapılan Puşkin Moskova’dan uzaklaşmak isteyecektir. Bu nedenle de, 1829’da, bir gözlemci olarak Rus ordusuna katılmış ve Osmanlı topraklarına gelmiştir. Puşkin, Moskova’ya dönünce Natalya’ya evlenme teklifini yinelemiştir. Uzun çekişmelerden sonra sonunda Natalya’nın ailesini de ikna etmeyi başarıp Natalya’yla nişanlanır. Natalya ise, bu duruma karşı kayıtsız kalacak ve sadece izlemekle yetinecektir. Sonunda evlenseler de Natalya’nın Puşkin’e karşı ilgisiz tutumu sonuna kadar böyle devam edecektir. Puşkin bu dönem bitmek bilmeyen soruşturmalar ve yasaklamalar yüzünden rahatsız olsa da yazmaya devam etmiştir. 1937 yılında Bronz Süvari’yi yayımlayan Puşkin birkaç imzasız mektup aracılığıyla, d’Anthès adındaki göçmen bir Fransız delikanlısının karısı Natalya Puşkin’e kur yaptığını öğrenir. Bunun üzerine Puşkin d’Anthès’i düelloya davet eder. 27 Ocak 1837’de St.Petersburg yakınında Kara Dere’nin bir köşesinde düellonun yapılmasına karar verilir. İddiaya göre Puşkin bu düello’da kullanacağı silahı almak için gümüşlerini satacaktır. Düello günü Puşkin Petersburg Nevski Prospekt’deki Wolf’s şekercisine uğradıktan sonra düello yerine gelir. Düello şahidi arkadaşı Danzas olan Puşkin düelloda d’Anthès’i omzundan yaralasa da kendisi de karnından yaralanır. Bu yaralanma Puşkin’in 10 Şubat 1837’de ölmesine yol açacaktır. Şairin öldüğünü duyunca Yevgeniy Onegin’in son baskısını tüketen ve evinin kapısının önünde toplanan halk, neredeyse hükümete karşı bir ayaklanma noktasına gelecektir. Olayların büyümesinden endişelenen polis, bir gece yarısı, şairin tabutunu gizlice kiliseden almış ve Mihaylovskoye köyüne götürerek toprağa vermiştir.

Puşkin’in ölümüyle en çok sarsılanlardan biri de Rus yazar ve şair Mihail Yuryeviç Lermontov olacaktır. Bir Puşkin hayranı olan şair onun ardından Şairin Ölümüadını verdiği bir şiir kaleme alacaktır. Puşkin’in ölümünü bir cinayet olarak niteleyen ve bundan dolayı Çarlık yönetimini suçlayan bu şiirinin bir bölümü şöyledir:

Çıkarıp ilk çelengi alnından

Dikenli ve defneden bir çelenk taktılar ona,

Ve gizli iğneler dalların altından

Battılar şanlı alnına.

Ve ağulandı son anları da

Sinsi fısıltısıyla alaycı cahillerin.

Ve öldü o – boşuna bir intikam susuzluğuyla-

Ve gizli üzgüsüyle kırılmış ümitlerin.

 

Sesleri o eşsiz şarkıların dindi

Bir daha duyulmamacasına.

Dar ve sevimsiz sığınağında şimdi

Susuyor şair, bir mühür ağzında…[481]

Lermontov bu şiiri yüzünden tutuklanarak tıpkı Puşkin gibi Kafkasya’ya sürgüne gönderilecektir. İlginçtir ki Puşkin’le hayatları ve şiirleri benzerlikler gösteren hatta Puşkin’in ardılı gözüyle bakılan Lermontov da ondan dört yıl sonra 27 Temmuz 1941’de “Kafkasya’dayken çevrilen dolaplar sonunda bir düelloda öldürül”[482]ecektir. Lermontov 15 Ekim 1814’te Moskova’da emekli bir subayın oğlu olarak soylu bir ailede dünyaya gelmiştir. 1832 yılında üniversiteden ayrılıp Harp Okuluna kaydolur. 1834 yılında asteğmen rütbesiyle mezun olup St. Petersburg’da hafif süvari olarak göreve başlar. 1937’de Şairin Ölümü yüzünden Kafkasya’ya sürülen Lermontov 1838 yılında St. Petersburg’a döner. Şiirleri edebiyat çevrelerinde çok beğenilen Lermontov kısa sürede dönemin parlak edebiyatçıları arasına girer. Lakin 1840 yılın başlarında St. Petersburg’daki Fransız büyükelçisinin oğluyla giriştiği bir düello, bu özgürlük yanlısı genç şairin Petersburg’dan uzaklaştırılması için bir bahane oluşturacaktır. Böylece çarlık yönetimi onu tekrar Kafkasya’ya sürgüne gönderir. 1841 yılının şubat ayında izinli olarak St. Petersburg’a dönen Lermontov, Kafkasya’ya geri dönmeyeceğini düşünmektedir ki bir dergi çıkartmak konusunda girişimlerde bulunur. Ne var ki izin süresinin bitiminde görev yerine dönmesi için kesin emir alacaktır. Dönüş yolculuğu sırasında hastalanır ve Piyatigorsk kentinde bir süre dinlenmek zorunda kalır. Bu kentte kralcı bir Fransız subayla düello yapar ve bu düellonun sonunda yaşamını yitirir. Özgürlükçü aydın kesimde, henüz yirmi yedi yaşındayken tıpkı Puşkin gibi bir düello sonucu ölmesi, derin bir üzüntüye neden olacaktır. Şiirlerinde Puşkin’in yanı sıra Ryleyev ve Byron etkisi göze çarpar. Özellikle henüz on altı yaşında yazdığı Hayır, Sanma Ki Acınmaya Değer Biriyim Ben şiirinde  bizzat Byron’a öykündüğünü görürüz Lermontov’un:

Gencim! Fakat sesler kaynaşıyor yüreğimde

Ve ne kadar çok isterdim Byron’a ulaşmayı;

Ruhumuz bir onunla, acılarımız da öyle

Ne olur, yazgılarımız da bir olsaydı!..[483]

Yazgıları bir olmuş mudur Byron’la? Bir bakıma evet denebilir bu soruya. Byron gibi o da özgürlük izleğini sürmüş ve yazılarıyla soylu sınıfa başkaldırmıştır. Byron gibi siyasi ve ailevi nedenlerden ötürü ülkesini terk etmemiştir belki ama Kafkasya’ya sürülmüştür. Albert Camus her ikisini de başkaldıran züppeler arasında görür Başkaldıran İnsan’da. “Yeryüzünü bilmeyen bir güzellikle güzel”[484] şeytan imgesiyle Tanrı’ya başkaldıran romantiklerden biri de Lermontov’dur Camus’ya göre. Camus, Lermontov’un “Acıyla birleşmiş acılı yüreğin/ bu kısacık ama canlı birleşmesi” dizelerinden yola çıkarak onun “tek bir an içinde ve anla yaşa[485]dığını söyler. Bir bakıma haklıdır da; düellodan hiç kaçmayan şair hayatını anlık ve güzel bir yıldırım şavkı gibi yaşamış görünmektedir. Lermontov Byron’a övgüler dizdiği şiirin sonunu şu dizelerle getirir:

Onun gibi dinginlik aramaktayım, boşuna,

Her yerde tek bir düşüncedir izleyen beni:

Korkunç bir geçmiş, geriye bıraktığımda,

Ve yok bir yakın can, baktığımda ileri![486]

Genç şair açısından bakıldığında biraz garip biraz da gizemlidir bu dizeler. Evet, Lermontov da bir türlü bulamayacaktır aradığı dinginliği ama hangi düşüncedir peşini bırakmayan, nedir korkunç geçmişin imlediği?

Şiirlerinde umutsuz aşk; özgürlük; yaşamın anlamını arayış ve yalnızlık gibi varoluşçuluğun temel izleklerini süren Lermontov’un 1919 tarihli Söyleni şiirinde açıkça dışavurulur varoluş bunalımı:

SÖYLENİ

İnan, bir hiçlik iyidir bu dünyada.

Neye yarar derin bilgi ve ün tutkusu,

Yetenek ve büyük özgürlük sevgisi,

Biz kullanamadıktan sonra?

Biz, kuzeyin çocukları, buradaki bitkilere benzeriz,

Kısa bir süre açar ve hemen solarız…

Külrengi öyle sıkıntılı. Tekdüze akışı

Öyle kısa…

Ve yurdumuz bunaltıcı,

Ve yüreğimde bir ağırlık ve içim sıkılıyor…

Ne bir sevgi ne bir dostluk biliyorum,

Bunalıyor gençliğimiz boş fırtınalarda,

Ve öfkenin ağrısı hemen karartıyor onu,

Ve soğuk yaşamın çanağı acı geliyor bize

Ve artık hiçbir şey açmıyor içimizi.[487]

 

1938’de Geleceğe Ürküntüyle Bakıyorum der şair ölümünü sezmiş gibi:

 

İyiliğin, kötülüğün, aşkın ve umutların

Yeryüzünde ödedim kefaretini;

Bir başka yaşamaya hazırım

Susuyor ve bekliyorum: zamanı geldi.

Geride benden iz kalmayacak

Karanlık ve soğuk kuşatacak

Benim yorgun ruhumu;

O, ham bir yemiş gibi, özsudan yoksun.

Soldu fırtınalarında yazgının

Yaşamın kızgın güneşi altında kavruldu.[488]

 

1841’de ise Elveda Dilsiz Rusya der sitemli bir sesle:

ELVEDA DİLSİZ RUSYA

Elveda dilsiz Rusya

Tutsakların ve efendilerin ülkesi.

Sizler, mavi üniformalılar,

Ve sen halk, onların kölesi.

 

Belki arkasında Kafkas Dağı’nın

Gizlenirim senin paşalarından.

Her şeyi gören gözlerinden onların,

Her şeyi işiten kulaklarından.[489]

Şair ölecektir ama bir lanettir Şairin Ölümü ki er geç şairler aklanacak ve katilleri yargılanacaktır:

Ve sizler, kibirli çocukları

Bilinen alçaklıkla ün salmış ataların!

Köle topuklarıyla çiğneyen yıkıntılarını

Bahtın oyunuyla incinmiş soyların!

Özgürlük, Deha ve Şan cellatları!

Tahtın yanındaki açgözlü yığın!

Susturun gerçeği ve yargıyı

Gizlenin örtüsü altına yasanın!

Fakat ey ahlaksızlar, tanrısal bir yargı

Ve müthiş bir yargıç bekliyor sizleri!

Onu kandıramaz altın şıkırtısı

O bilir önceden her şeyi.

O zaman boşa gidecek ama

Kötülemeler, başvuracağınız!

Ve tüm kara kanınızla, şairin

Haklı kanını yıkayamayacaksınız![490]

31 Temmuz 1849’da Macar şair ve liberal devrimci Sandor Petöfi ise savaş meydanında ölecektir. 1 Ocak 1823 yılında Kiskörös’te dünyaya gelen şairin asıl adı Aleksandr Petrovics’dir. Bir süre gezgin tiyatro topluluklarında çalışmayı deneyen Petöfi başarılı olamayınca öğrenimine geri döner. Pápa’daki öğrenimi esnasında, zamanın büyük edebiyatçılarından Mor Jckai ile tanışması hayatındaki dönüm noktalarından biri olacaktır. 1842 yılının Mayıs ayında A borozö adlı şiirinin Athenauem adlı dergide yayımlanmasından sonra adı edebiyat çevrelerinde duyulmaya başlayacaktır. Tiyatro çalışmalarına dönerek Bratislava ve Debreeen’de bulunan Petöfi, 1843-1844 kışını zor şartlar altında Debreeen’de geçirdikten sonra bütün şiirlerini derleyerek Peşte’ye gider. Aynı yılın Kasım ayında Mihály Vörösmarty’nin desteği ile Ayetler adı altında ilk şiir kitabını yayınlatır. Bu kitabının yayımlanmasının ardından kısa zamanda bütün ülkede tanınan bir şair olacaktır. Bunun dışında 1844 yılında Köyün Nalbantı ve Kahraman Yanoş; 1845-1846 yılları arasında    Oyun, Kaplan ve Sırtlan ile Bulutlar eserlerini yazacaktır. Bu arada genç şairler ile yazarları destekleyip koruma amacıyla Onlar adlı derneği kuracaktır. Şair,    Özgürlük, Aşk; Saray ve Kulübe ve Kurtların Türküsü eserlerini yazdığı 1847 yılında Julia Szendrey ile evlenir ve Peşte’ye taşınır. Aynı yıl, bütün şiirleri yayımlanır. Macar halkının Avusturya İmparatorluğu’na karşı giriştiği bağımsızlık mücadelesine faal olarak katılan Petöfi 1848 Macar Devrimi’nin en önemli kişilerinden biri olacaktır. Macar Devrimi’nden esinlenen ve özgürlük savaşında önemli yeri olan Ulusal Şarkı adlı şiiri, Macar özgürlüğünün ilan edildiği 15 Mart 1848 günün yayımlanır. 1848 sonlarında bağımsızlık mücadelesinin bir başka önderi olan Lajos Kossuth ile aralarında bir anlaşmazlık çıkınca Kossuth’tan izin isteyerek savaş meydanından çekilir. Kısa bir zaman sonra Macarların bağımsızlık mücadelesi yenilgi ile sonuçlanınca Petöfi şiirleri ile mücadeleye devam edecektir. Hayalkırıklığını dile getiren ve son şiiri olan Korkunç Zaman bu dönemde yazılmıştır. 1849 Ocak ayında savaşın halâ sürdürüldüğü Erdel’e giderek Bern’in ordusuna katılır. Binbaşı rütbesi ile savaştığı Segesvár Çarpışması’nda bugün Romanya sınırlarında olan Sighișoara’da  öldüğü sanılmaktadır. Aslında Petöfi’nin bu ölümü şiirlerinde arzu ettiği bir ölüm olmuştur. Yatağında çürüyerek ölmeyi Bir Düşünce Kurcalar Kafamı şiirinde “İstemem, tanrım, böyle bir ölüm istemem!” diye reddeden şairin dileği özgürlük için savaş meydanlarında savaşırken ölmektir. Bu yüzden cepheden cepheye koşmuştur anlaşılan. Aynı şiirinde şöyle devam eder Petöfi:

Ölmeyi dilerim ben, ölmeyi birdenbire:

Ayakta, yıldırımla parçalanan bir ağaç gibi,

kasırgayla devrilen bir ağaç gibi ölmeyi,

uçuruma yuvarlanan bir kaya gibi,

tepeden tırnağa titrete sarsa yeri göğü.

(…)

Yayınca halklar bağıra bağıra

bu sözcükleri dört bucağa, doğudan batıya

ve başlayınca saldırılar zorbalara karşı,

isterim ölmek en ön sıralarda,

isterim sulasın yüreğim o şeref tarlasını

gençliğimin fışkıran al kanatlarıyla.

Ağzımdan çıkan mutlu son sözüm

bastırılsın isterim çelik gümbürtüsüyle.

borazan sesiyle, top gümbürtüsüyle

Kazanılan zaferle atlar kişnesinler,

var hızlarıyla çiğneyip geçsinler cesedimi,

bıraksınlar paramparça gövdemi savaş alanında.

 

Şair bu dizelerin ardından :

 

Başlayınca sonra cenaze töreni,

getirilsin bir araya bütün kemiklerim,

matem marşları çalsın durmadan

kara tüllü bayraklar altında.

diye vasiyet etmişse de ölüsü bulunamamıştır.  Şiirin sonunda “Bir mezara gömülsün kahramanların hepsi./ senin uğruna can verenlerin hepsi, / ey özgürlük, ey dünyanın özgürlüğü!”[491] diyen şairin bu dileği kısmen gerçekleşmiştir; çünkü Petöfi’nin cesedinin başka ölülerle birlikte ortak bir çukura gömüldüğü anlaşılmıştır. Dünyanın özgürlüğe kavuşup kavuşmadığı tartışılır ama Macaristan 1. Dünya savaşının ardından bağımsızlığına kavuşmuştur.

Macaristan’ın ulusal şairi kabul edilen Petöfi’ye göre şiir “doğal bir anlatım biçimi”[492]dir ki Doğanın Yaban Çiçeği şiirinde de kendi şairliği hakkında şöyle yazmıştır:

Şiir yazmayı ben hocalardan

Kafama vurularak öğrenmedim.

Okul kurallarına hiçbir zaman

Uymadı şu ruhum benim.

Dışarda tek başına yürümekten

Korkanlardır çoğu böyle yapanların

Yaban çiçeğiyim ben

Özgür ve başı dik doğanın[493]

Şiirinde “yurdunun insanlarını ve doğasını sevgi dolu bir duyarlılıkla ve betimlemelerle gözler önüne sere”n Petöfi “Zamanla liberallerden uzaklaş”acak ve “giderek devrimci – demokrat – halkçı bir şiire yönel”ecektir. “Havari adını taşıyan destanı, Avrupa Jakoben – devrimci şiirinin doruk noktası olarak gösteril”en şair “demokratik evrenselciliğe en yüksekten şiirsel düşünce ve duygu zenginliği içinde ışık tutar.”[494]

04.08.2015

 

Bir imparatorluk olan Osmanlı tarafından öldürülen şairler sadece Türk şairler olmamıştır tabi ki. Bulgar bağımsızlık hareketinin kahramanlarından yurtsever şair Hristo Botev de Osmanlı askeri tarafından öldürülecektir. 6 Ocak 1849’da Kalofer’de doğan şair, öğrenimini tamamlamak için 1863’te gönderildiği Rusya’da Rus klasik edebiyatından ve nihilist düşüncelerden etkilenmiştir. 1867’de Bulgaristan’a döner, ama ardından Romanya’ya kaçar. Orada yoksul bir yaşam sürecek olan Botev gazetecilik, edebiyat ve örgütlenme çalışmalarına katılarak kendini Bulgar bağımsızlık hareketine adayacaktır. 1867-1876 arasında özellikle Zname, Budilnik gibi Romanya’daki Bulgar gazetelerinde yurtseverlik şiirleri yayımlar. Şiirlerini topladığı Şarkılar ve Şiirler adlı kitabını ise 1875’te yayımlamıştır. Rus devrimcilerinden, Fransız ütopyacılardan ve Marx’tan etkilenen Botev 1871 Paris Komünü’nü coşkuyla karşılayacaktır.  Nisan Ayaklanması başlayınca, Romanya’da kurduğu küçük bir devrimci silahlı grupla birlikte, Mayıs 1876’da buharlı bir Avusturya gemisiyle Tuna’yı aşarak Bulgaristan’a gelir. Ama birkaç gün sonra bu grup 1 Haziran 1976’da Veslez Dağı yakınlarında Osmanlı birlikleri tarafından kuşatılacak, girilen çatışmada  Botev öldürülecektir.  Böylece Botev de Petöfi gibi imparatorluklara karşı girişilen ulusal bağımsızlık mücadelesinde hayatını kaybeden şairlerden biri olacaktır. Botev, Bulgar halkını konu edinen ilk yazar olmasına ve onun bağımsızlığı için mücadele etmesine rağmen halkının çoğunluğunun milliyetçilik ve bağımsızlık bilincinden uzak oluşuyla uyuşamamıştır. “Yaşamak çok zordur, kardeşim” der Kardeşimeşiirinde “Kimliksiz budalalar arasında.” Halkını şiddetle eleştirdiği aynı şiirinde şunları da yazar:

Nasıl çıldırıyorum bir bilsen

Şu ahmaklardan nefret ederken.

 

Bir düşünceler düşler karmaşası

Çarmıha gerdi genç ruhumu benim. [495]

Ama Hacı Dimitir gibi kahramanlar da çıkmıştır Balkanlardan ve şöyle yazar Botev Hacı Dimitir şiirinde:

Ölmedi o, sağ, yaşıyor Balkan’da.

Ama inliyor, yatıyor kanlar içinde;

Göğsü paramparça korkunç bir yarayla.

Genç yaşında gitti ama yaşıyor kahraman.

Aynı şiirinin devamında kahramanlar ölürken hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ettiği; başkaldırmadığı için ‘köle’ dediği halkına öfke kusar:

Orak zamanı… Şarkı söyleyin, köleler,

Daha hüzünlü! Güneş, yak yakabildiğin kadar

Bu köle toprağı! Yiğit ölüyor,

Ölecek yiğit… Sus, yüreğim, sus!

Sonraki mısralarında ozanların özgürlük savaşında ölen kahramanları ölümsüzleştirme gücünden bahseder Botev. Kendisi de bu şiirde kahraman Hacı Dimitri’yi ölümsüzleştirirken köle ruhlu halkını yerin dibine batırmıyor mudur zaten.

Ölmez, kim ki düşer özgürlük savaşında

Ağlar onun için yer ve gök

Ağlar onun için bütün doğa!

Ozanlar övgüler düzerler ona[496]

Aslına bakılırsa Botev’in halkına “köle” diye hitap etmesi Nazım Hikmet’in Dünyanın En Tuhaf Mahluku’na “kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!” demesi gibi bir sitemdir. Botev, Nazım gibi kibar konuşmaz ama onun da amacı halkı uyandırmaktır nihayet. Çünkü kendi tanrısına Yakarış’ında bir kahin gibi bu “köleler”in başkaldıracağı günü beklediğini görürüz şairin. “Güç ver benim de koluma, silahıma,” diye yakarır Botev Tanrısına “başkaldırdığı gün köleler!” Bu başkaldırıda kendini ölüme atacağına dair de and içer bu mısraların ardından: “Güç ver ki, ben de kendi mezarımı/ dövüşenler arasında bulayım!”  Yani Botev’de  Petöfi gibi savaş meydanlarında ölümünün düşünü kurmuş ve bu düşüne kavuşmuştur. Kilise ve dine karşı çıkan Botev’in bu Yakarış’ı hristiyan tanrısına değil kendi adalet tanrısınadır. Çünkü halkı boş umutlarla besleyip; ona köleliğe razı olmayı öğütleyen hristiyan tanrısı halkın değil zorbaların tanrısıdır ve başkaldırının önündeki en büyük engellerden biridir. Bu yüzden aynı şiirinde hristiyan tanrısı ve kendi tanrısı arasındaki çizgiyi net bir biçimde çizer Botev: “Ey tanrım, ey adalet tanrısı!/ Sen değil, göklerde oturan!” Bu dizelerin ardından inandığı tanrısına “İçimizdeki sen, ey tanrım,/ İçimdeki, yüreğimdeki, ruhumdaki” diye seslendiği zaman Botev’in Tanrı anlayışının tasavvufi görüşteki tanrı anlayışına benzediğini ya da Tanrı derken bizzat vicdanı kastettiğini düşündürür bize. Sonuçta bu şiir Botev’in Tanrısının nasıl bir Tanrı olduğu hakkında net değildir ama hangi  Tanrı olmadığı hakkında oldukça açık sözlüdür.

Önünde papazların

ve rahiplerin eğildikleri,

Ortodoks sürülerinin mum yaktıkları,

sen değil.

 

Çamurda yaratıp kadını erkeği,

sonra da yarattıklarının toprak üstünde

köle gibi yaşamalarına razı olan,

sen değil.

Acı çekmeyi öğreten kölelere,

boş umutlarla besleyen

onları ta mezara dek

sen değil.

 

Ey yalancıların tanrısı, sen değil,

alçakların, zorbaların tanrısı,

insanlığın düşmanı, salakların putu,

sen değil.[497]

05.06.2015

 

19. yüzyıl şairlerin yurtsever şairlerin bağımsızlık mücadelelerinde hayatlarını kaybettikleri bir yüzyıl olmuştur. Bu yüzyılda öldürülen son ünlü şair de aynı şekilde ölecektir. Bu şair 19 Mayıs 1895’te bu defa Balkanlardan çok uzakta Küba bağımsızlık mücadelesinde ölen José Julián Martí Pérez’dir. Küba bağımsızlık mücadelesinin öncüsü, şair ve yazar José Marti 28 Ocak 1853’te o zamanlar henüz İspanya’nın bir kolonisi olan Küba’nın Havana şehrinde doğmuştur. Jose Marti, çok gençken siyasete atılacak ve İspanyol yönetimiyle çatışmaya başlayacaktır. Şair, daha 17 yaşındayken sömürge yönetimine muhalif eylemleri nedeniyle 6 yıl boyunca ağır çalışma kamplarında tutsak olarak tutulmuş ve sonrasında İspanya’ya sürgün edilmiştir. Bundan sonra yaşamının büyük bölümünü sürgünde geçirecektir. Zaragoza Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe Bölümlerini bitirecek olan Jose Marti mezun olduktan sonra Mexico City’ye gidecek ve burada ailesiyle buluşacaktır. Şair burada edebiyat çalışmalarına da başlamıştır. Yıllarca şiirler, kitaplar ve gazete makaleleri yazan Jose Marti aynı zamanda siyasi eylemlerini de sürdürecektir. Nitekim Meksika’daki askeri darbenin oluşturduğu rejime karşı muhalefeti nedeniyle bu ülkeden ayrılmak zorunda kalan Marti, Guatemala’ya geçmiş ancak hükümetin baskısı nedeniyle buradan da ayrılmak zorunda kalmıştır. 1878’de genel aftan faydalanarak Küba’ya dönen şair yine aynı yıl evlenir. Ne var ki İspanyol yönetimine karşı mücadelesinden dolayı tekrar sürgüne gitmek zorunda kalacaktır. Önce İspanya’ya daha sonra da ABD’ye gitmiş, New York’da bir yıl yaşadıktan sonra Venezuela’ya geçmiştir. Venezuela’ya yerleşmeyi ummasına karşın buradaki diktatörlük rejimi nedeniyle tekrar ABD’ye dönmüştür. Jose Marti, Küba’nın bağımsızlığı ve ABD emperyalizmine karşı Güney Amerika’nın birliği için mücadele etmek üzere 1892’de Küba Özgürlük Partisi’ni kurar. 1895 yılında ise Küba Bağımsızlık Savaşı’nı başlatmak üzere Amerika’yı terkedip 11 Nisan 1895’te aralarında Generalísimo Máximo Gómez y Báez’in de bulunduğu sürgündeki muhaliflerden oluşan bir güçle Küba’ya çıkartma yapar. Fakat Bulgaristan’daki Nisan Ayaklanması gibi başarısızlıkla sonuçlanacak bu isyanın tıpkı Botev gibi daha ilk çarpışmalarından birinde; Dos Rios savaşında İspanyol güçleri ile girdiği çatışmada vurularak öldürülür. Böylece Botev ve Petöfi’nin aksine savaş meydanında bir çatışmada kahramanca değil “Kırda bir çiçek gibi, sakin, gösterişsiz” bir biçimde o çiçekle “Aynı yalınlıkta ölmek iste”yen Marti’nin ölümü de 42 yaşında bir çatışmada son bulacaktır. Fakat yaşamını, Küba’da İspanyol koloni yönetimini sona erdirilmesine ve Küba’nın ABD dahil başka ülkelerin egemenliği altına girmemesine adayan şairin aynı şiirdeki son dizeleri gerçekleşmiştir: “Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında/ Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.”[498] Mezarı Santiago de Cuba’da Santa Efigenia’da olan Jose Marti Küba’nın ulusal kahramanı ve simgesi olacak; onun öncülüğünü yaptığı Küba’daki bağımsızlık ve antiemperyalizm mücadelesini Fidel Castro sonlandıracaktır.

20. yüzyıla geldiğimizde ise müntehir şairler mezarlığından daha kalabalık bir öldürülmüş şairler mezarlığıyla karşılaşırız. Dünya savaşlarının ve soğuk savaşın yüzyılı milyonları öğütürken şairleri de es geçmeyecektir. Karşımıza ilk çıkan mezar 28 Mart 1887’de Bulgaristan’ın Koprivştitsa kentinde dünyaya gelen Bulgar şair Dimço Debelyanov’un mezarıdır. Debelyanov ilk şiir denemelerini lise yıllarında yapacaktır. O sıralar gözde olan şair Penço Slaveykov’un hem hayranıdır, hem de etkisindedir. Aradan iki yıl geçer geçmez, Çağdaşlık adlı dergide Suskun Gecelerde O Kız, Vişneler Açtığı Zaman gibi ilk şiirleri yayımlanır. Kısa bir zaman sonra yazdıkları Bulgar Derlemesi, Çağdaş, Yeni Yol, Yabanarısı adlı dergilerde de basılmaya başlar. Yedek Astsubay Okulu’nu 1914’te bitiren Debelyanov, aynı yıl orduya bağlı bir ofiste göreve başlar. Ne var ki bu masa başı işinde çalışmaktan nefret edecektir. Belki de bu nefret yüzünden askere gitmeme hakkı olduğu halde 1. Dünya savaşı sürerken 1916’da orduya katılır. Bu karar yurtseverlikten çok gündelik dünyanın kısırdöngüsünden kurtulma arzusundan kaynaklanıyor gibidir. Nitekim Kara Şarkı ve Filibe şiirlerinde gündelik dünyanın tekdüzeliği ‘çöl’ metaforuyla imlenmektedir. Kara Şarkı’da

Ayrıntısız zamanların bitmeyen koşusunda

yaşanmamış bir hayat sessizce sönüyor,

ve ölüyor kapılara dokunmak isteğim

ve engin bir çölde dolaşmaya gidiyor.[499]

diyen Debelyanov Filibe şiirinde de “Yittim ben bu sınırsız çölde” diyecektir, “Bir yığın karanlık düşünce eziyor beni/ Ve istemiyorum artık hiçbir şey hatırlamak.”[500] Böylece Doğu Cephesi’nde savaşa katılan şair 2 Ekim 1916’da İrlanda ile yapılan savaşta Gorno Karadjovo’da ölür. Yarı intihar olarak da görebileceğimiz bu ölümünün ardından da naaşı Valovishta’ya gömülür. Debelyanov’un bütün şiirleri ancak ölümünden dört yıl sonra 1920 yılında  arkadaşları D. Podvırzaçov, N. Liliyev ve K. Konstantinov tarafından Şiirler adıyla bir araya getirilmiştir. Cenazesi ancak 1931 yılında doğduğu yerin kasabası olan Koprivshtitsa’da yapılabilen şair savaş sonrasında Bulgaristan’da çok popüler olacak; eleştirmenler oldukça iyi şair olarak yorumlanacaktır.

Birinci dünya savaşına kurban giden bir diğer şair de Edward Thomas olacaktır. 1878 yılında Lamberth, Londra’da doğan İngiliz şair ticaret odasında çalışmış; Oxford Üniversitesi’nde tarih öğrenimi görmüştür. 1914’de Amerikalı şair Robert Frost’un önerisiyle şiir yazmaya başlayacaktır. 1917 yılında Fransa’nın Arras şehrinde savaşta vurularak öldürülecektir. Şiirlerinin önemli bir bölümünü şiire başlamasına önayak olan Frost’a adamıştır. Onun şiirlerinde de Kaan’ınkine benzer şekilde gece-gündüz ve ölüm izleklerine rastlanır. Yağmur şiirinde “düşündüğüm yine ölüm” der gece yağan yağmur sırasında. Hiçbir sevgisi olmadığını söyler “Bu yağmurun eritemediği ölüm sevgisinden başka.” Gerçi “Mutludur yağmurun yağdığı ölüler” ama sadece kendisi için diler gibidir Thomas ölümü ve ölsün istemez sevdiği hiç kimsenin “bu gece ya da uyanık.”[501] Ölüm gibi geceyi ve sabahı da seven şairde Kaan’da rastladığımız acı veren gece-sabah ikilemi veya ikisi arasında bocalama yoktur. Gece güzeldir; ölümün hayattaki tezahürü olan uykunun zamanı olduğu için:

IŞIKLAR KARARINCA

Uykunun sınırlarına geldim,

O derinliğine varılmayan ormana –

Herkesin doğru eğri, er ya da geç,

Yolunu şaşırdığı,

Ya da gideceği yolu

Bir türlü bulamadığı.

 

Tan ağardığından beri

Taa ormanın ucunda

Yolcuları yanıltan

Nice yol ve patika

Birden kararıyor şimdi

Ve gömülüyor yolcular

Ormanın karanlığına

 

Burada bitiyor aşk,

Üzüntü, hırs bitiyor;

Ne varsa tatlı acı

Zevk diye, tasa diye,

Bitiyor en soylu uğraştan bile

Tatlı olan uykuda.

 

Ne bir yüz, ne bir kitap

Yok artık vazgeçemeyeceğim

Bırakıp bir kenara

Girmek için bilinmeyen

Ve nasıl gireceğim

Bir türlü bilemediğim

O büyük karanlığa.

 

Yüksek kuleleri ormanın

Eğiyor kat kat üstüme

Bulutlu dallarını;

Duyarak isteğine

Uyuyorum isteğine

Yitireyim diye yolumu,

Sonra da kendi kenimi[502]

Bu şiir bize Thomas’ın gecelerini Kaan gibi şiirle boğuşarak değil uyuyarak geçirdiğini düşündürür. Ne var ki Sabah şiirinde buna tezat biçimde “Işığın baltasıyla ağaçlar devrilmeden” “Geceleyin büyüyen düşünce ormanında”n bahseder. Düşünce ormanını kesse de kötü değildir gündüz; görkemlidir:

İki horoz öttü birden gecenin derinlerinde,

Bölerek karanlığı bir darbeyle gümüşten;

Parlıyor gözlerimin önünde bu iki borazancı,

Birer haberci gibi gelen görkemli günden,

Yüzyüze iki horoz hanedan armalarındaki gibi:

Sütçüler mandıralarda dolaklarını dolarken. [503]

Birinci dünya savaşında hayatını kaybeden diğer iki ünlü şair de İngilizdir: İsaac Rosenberg ve Wilfred Owen. Bu iki şairin savaşa bakışları birbirinden oldukça farklıdır. Rosenberg savaşı şiir için elverişli bir esin kaynağı olarak görmüşken Owen şiirini savaşın “boşunalığı”nı duyurmak için kullanacaktır. “Rosenberg , özellikle ‘Siper Şiirleri’nde ‘erkeksi’ bir sesi ve yalınlığı öne çıkarır”[504]:

İçinden gülüyorsundur geçerken

Baktıkça o delikenlılara:

Sırım gibi, korkusuz bakışlı,

Senden daha az yaşama şansı olan

Ve ölümün keyfine bırakılmış[505]

Tarla Kuşlarını Duyuyoruz Dönerken  şiirinde  son derece soğukkanlılıkla “Ölüm de inebilirdi, türkü kadar kolayca/ Karanlığın içinden”[506] diyen Rosenberg’in üstüne 1918 yılında Fransa’da inecektir ölüm.

Aynı yıl savaşta ölen Owen’in şiiri ise duygusal değil dramatiktir. Uğurlamaşiirinde

Birkaçı, ancak birkaçı, trampet sesleri

Ve çığlıklara göre pek azı

Sürünüp sessizce dönerler belki suskun köy kuyularına

Tırmanarak o yarı bildik yolları.[507]

diyen Owen bağımsızlık savaşlarında ölen; kahramanları ölümsüzleştiren Balkan şairlerinden çok uzaktadır. Çünkü dünya savaşları ulusal bağımsızlık savaşları değil kapitalizmin paylaşım savaşlarıdır ve cepheye sürüklenen askerler kendileri için anlamsız bir savaşın piyonu olmanın dehşetine kapılmaktadırlar artık. Bu yüzden “Nedir bu çan sesleri şu sığır gibi ölenlere?”[508] diye haykırır Owen Yargılı Gençliğe Ağıt şiirinde.

1921 yılına geldiğimizde ise katıldığı birinci dünya savaşından sağ kurtulmasına rağmen Rus Devriminin ilk kurbanlarından biri olacak olan Rus şair Nikolay Stepanoviç Gumilyov’un idamıyla karşılaşırız. Şair, donanma hekimi Stepan Yakovlevich Gumilyov ve Anna Ivanovna L ‘vova’nın oğlu olarak 15 Nisan 1886’da Kronstadt’ta doğmuştur. Çocukken lakabı şahin pençesi olan Gumilyov simgeci şair Innokentiy Annensky’nin öğretmeni olduğu Tsarskoe Selo gymnasiumda okumuştur. Daha sonra şiir yazmak için kendisini teşvik edenin Annensky olduğunu söyleyecektir. 8 Eylül 1902’de I run from cities into forestisimli ilk şiiri yayımlanacaktır. 1905’de ise ilk şiir kitabı The Way of Conquistadors yayımlanır. Bu kitabındaki şiirler Çad zürafalarından, Caracalla timsahlarına kadar pek çok fantastik öğeyle yüklü egzotik şiirlerdir. Gumilyov kitabıyla gurur duysa da eleştirmenler tekniğini çok saçma bulacaklardır. Daha sonra deneyimsiz kişilerin şiirleriyle ilgilenen şair 1907 ve sonrasında özellikle İtalya ve Fransa olmak üzere kapsamlı bir şekilde Avrupa’yı gezmeye başlar. Flaubert ve Rimbaud’dan etkilenen Gumilyov, 1908’de Romantik Çiçekler eserini ortaya çıkarır. Bir ara simgeci şair ve filozof Vyacheslav Ivanov’un akşam toplantılarına katılan şair onun şiir görüşlerini benimseyecektir. Fakat daha sonra Rus simgeciliğinin belirsiz gizemciliğinden hoşnutsuzolan Gumilyov ve Sergei Gorodetsky ile beraber batı Avrupa’nın Orta Çağ’a özgü loncalarından ilham alarak sözde bir şair loncası kuracaklardır. Akmeizm adını alacak şiir görüşlerini betimlemek için, Gumilyov 1910’da İnciler ve 1912’de the Alien Sky’ı yayınlayacaktır. Hareketin en dikkat çekici ve dayanıklı ürününü ise 1912’de yayımlanan Osip Mandelstam Stone isimli şiir derlemesi olacaktır. Gayri resmi olmasına rağmen birçok amatör şairin yanı sıra, özellikle Georgy Ivanov ve Vladimir Nabokov gibi birkaç büyük şair Gumilyov’un modernist şiir okuluna  katılacaktır. I. Dünya Savaşı başladığı zaman, Gumilyov, büyük bir istekle Rusya’nın seçkin tabaka süvari takımına katılır. Savaştan sonra cesareti için iki St. George Haçı nişanıyla mükafatlandırılacaktır. 1916’da savaşla ilgili şiirlerini The Quiver adıyla bir araya getirecektir. Rus Devrimi sırasında Paris’te Rus seferbelik takımında hizmet eden şair, devrimden sonra tüm tavsiyelere rağmen Rusya’ya Petrograd’a geri döner. Orada, Tabernacle ve Bonfire gibi birkaç yeni eserini yayımlar. 1920 yılında Rus Yazarlar Birliğinin kurucu üyeliğini yapar. Geçmişte şiirlerinde Avrupa etkisi görülen şairi asıl etkileyen Afrika olacaktır; öyle ki bir dönem neredeyse her yıl oraya yolculuk yapacak; Etiyopya’da aslan avlayacak, Afrikalıların el işlerinden örnekleri St. Petersburg Müzesinin antropoloji ve etnografya bölümüne verecektir. Nihayet 1921’de Afrika temalarından oluşan Tent isimli şiir derlemesini yayımlayacaktır. Aynı yıl yayımlanan mistik tarzda yazılmış Yanan Sütun ise onun en uzun soluklu derlemesi olacaktır. Ne var ki şair için edebi açıdan verimli geçen 1921 onun devlet tarafından öldürüldüğü yıl da olacaktır. Hiçbir zaman anti-komünist görüşlerini saklamayan ve Bolşeviklerin küçümsemelerini umursamayan Gumilyov 3 Ağustos 1921’de bir monarşist olduğu gerekesiyle Çeka tarafından tutuklanacaktır. Tarihçilerin çoğu bunun Çeka tarafından uydurulmuş bir yalan olduğunu düşünse de tutuklandığı ay Petrograd Çekası tarafından karşı devrimci Tagantsev Komplosu’ndan sorumlu tutulan 61 kişiyle beraber idam edilecektir. İdamların tam tarihleri, yerleri ve nereye gömüldükleri hiçbir zaman öğrenilemeyecektir. Savaş bitmiş ideolojik sebeplerle şair katletme sırası ceberrut devletlere geçmiştir yeniden. Gumilyov’un şiirlerine dönersek öncelikle Gorodetsky ile beraber kurucusu olduğu akmeizmden bahsetmek gerekir. Gumilyove ve Gorodetsky’nin Theophile Gauthier’i örnek alarak ve Fransız Parnasse’ının temel ilkelerinden yararlanarak oluşturdukları akmeizm kısaca “somut-nesnel bir şiiri coşumcu-teatral bir tavırda ortaya koymak ve onu süsleyici görüntülerle donatmak”[509] şeklinde tanımlanabilir. Bu görüşe göre şiir yazmak bir katedrali inşa etmeye benzemektedir; bunu yapmak için de mimarinin ihtiyaç duyduğu gibi ustalığa ihtiyaç vardır ve bu ustalığı kazanmak için bir şairin loncanın ustalarını yani Gumilyov ve Gorodetsky’i izlemesi yeterlidir. Benim asıl ilgimi çeken ise Hayati Baki’nin Şiirin Kesik Damarlarıkitabındaki iki şiirinden biri olan Don Juan adlı şiiridir. Kötümser şair bu şiirde albert Camus’tan çok önce “Hep o hiç ilerlemeyen zamanı aldatmak” için Donjuancılığın da işe yaramayacağını dile getirir. Şiirin yalnızlık; umutsuzluk; beyhudelik gibi geleneksel varoluşsal izleklerle yüklü son dizelerinde insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini vurgular: “Ancak o zaman bileceğim ki gereksiz bir zerresiyim dünyanın/ Benden olacak çocuklar doğamadan bir kadının koynunda öleceğim/ Tek bir adama bile ‘kardeşim diyemeden gitmenin acısı boynumda”[510]

Artık “İlahlaştırılmış bir ulus veya sınıf adına öldürül”mektedir  insanlar aynı zamanda gene “ilahlaştırılmış gelecek bir toplum için veril”mektedir “ölüm cezaları. Herşeyi bildiğini sananlar, herşeyi yapabileceklerini düşün”[511]mektedirler ki 1925 yılında Alev dergisinde beraber çalışmış olan iki devrimci Bulgar şair Geo Milev ve Hristo Yasenov da faşist devletin polis fırınının alevinde yakılacaklardır.  Bu şairlerden Yasenov’un hayatı ilginç ve trajiktir. O “Bulgar şiirinin ‘dışarda’ olanıdır biraz.”[512] Antifaşist tavrı nedeniyle ‘Fildişi Kule’sinden inip devrimci mücadeleye katılmıştır. Tek kitabı Şövalye Şatoları kitabındaki Şövalyenin Şatosu şiiri de şairin bu eylemiyle ilgili biyografik bir nitelik taşımaktadır:

Gökler boyu yükselttim

Erişilmez şato, metal-

Yüreğimin fırtınalarını içine koydum

Ve yalvaç  kederimi

 

(…)

Yerden çok yukarlarda yaşamaya başladım-

Kopup insanlardan ve Tanrı’dan

 

Ama dinmedi gizli fırtınam

Üstelik daha da çoğaldı acım

Çünkü şato bir mezardı

Sessiz, havasız, serapsız, susuz.

 

Vadilere  inmeye  can atıyordum

Kentlerin, kırların uyuduğu-

İstiyorum her evin duvarlarını  yıkıp

Ve kocaman ateşler yakmak.

 

Ve yaşamak o korkunç bunalımı

O kör, yalvaç sonsuzu yaşamak-

Onunla sevmek ve düellolarda,

Yenilgilerde, utkularda kargışlamak Tanrı’yı.

 

Ey gecikmiş yazımın gecikmiş saati,

Ey yaşanmamış isyanımın saati!

Kendim yaktım satoyu –işte bak!-

Yıkıyor üstüme duvarları.

 

(…)

Ama külleri içinde taze bir yara gibi

Titriyor ve sesleniyor yüreğim…

Ve dönüşüyor yıldırıma, fırtınalara

Yüzyıllardır biriken acım.[513]

Yasenov fildişi kulesinden iner ve yüklenir yüzyıllar boyunca birikmiş acısını şairlerin. Ateşe atılmıştır ama şairler yeniden doğar nasılsa. Efsaneler Ülkesişiirinde “Bir daha uyuyacağım bir daha öleceğim” der şair “Daha katıksız doğmak için günün batışı gibi” Bu böyle sürüp gidecektir ki “Tekrar uyuyacağım, öleceğim tekrar” der Yasenov, “Daha katıksız doğmak için günün batışı gibi”[514]

07.08.2015

 

Faşizmin başka bir kurbanı da bir sanat ikonu olan Federico García Lorca olacaktır. Aynı zamanda oyun yazarı, ressam, piyanist ve besteci de olan İspanyol şair Lorca, 19 Ağustos 1936’da henüz İspanya İç Savaşı’nın başlangıcında 38 yaşında iken Franco’nun sivil muhafızları tarafından öldürülmüştür. Şair, 5 Haziran 1898’de İspanya’nın Granada bölgesindeki Fuente Vaqueros kentinde doğmuştur. Lorca’ya asıl ününü 1928’de yazdığı Çingene Baladı getirecektir. Lorca; “Deli” lakaplı dostu Dali ile birlikte İspanya’nın çağdaşlaşması için çalışmıştır. Şiirde, politikada ve ahlak anlayışında modernliğin savunucusu olan Lorca’nın eşcinsel olması  Katolik Kilisesi ile arasının açılmasına neden olacaktır. 1930’da Şair New York’ta’yı yazan şair 1932’de La Barraca adındaki öğrenci tiyatrosunu kuracak ve şiirlerinin yanı sıra tiyatro için yazdığı ve sahnelediği oyunlarla da İspanyol tiyatrosuna yeni bir hareket getirecektir. 1935’te İgnacio Sançez Mejiyas’a Ağıt ve Altı Galiçya Şiiri isimli şiir seçkilerinin yanı sıra Kanlı Düğün oyununu yazan Lorca  dostlarınca apolitik bir sanatçı olarak nitelense de yazdığı Yerma ve Bernarda Alba’nın Evi isimli oyunlarda Katolik Kilisesi, yükselen Nazizm ve şovenizm akımlarına karşı olan tutumunu yansıtacaktır. Burjuva tarzı zevkler ve faşizm ile çatışan çalışmalar yapan; Franco’cuları masumiyeti katletmekle suçlayan şair 1936’da    Tamarit Divanı,Kara Sevda Soneleri ve İlk Şarkılar eserlerini yazacak; Alberti ve Benjamin’le birlikte Antifaşist Aydınlar Birliğini kuracaktır. Yine aynı yıl Francocular tarafından öldürülecektir “Ölürsem/ açık bırakın balkonu” [515]diyen şair. Uykusuz Kent şiirinde “kim ki acısından acıya düşer, durmadan acı çekecek/ ve kim ki ölümden korkar, gezdirecek ölümü omuzlarında[516] diyen şair de hep ölüm omuzlarında gezmiştir. Nazım’ım dediği gibi “Ne ölümden korkmak ayıp”tır “ne de  düşünmek ölümü” ki Lorca da ağıtlarını biraz da kendine yazmıştır sanki:

AĞIT

Sarı kulelerde

çanlar

yas çalıyor.

 

Sarı rüzgarlarda

yayılıyor

çan sesleri.

 

Ölüm

başında solmuş portakal çiçekleri,

bir yoldan gidiyor.

 

Ölüm

şarkı söylüyor,

söylüyor

ak sazıyla

bir şarkı.

Söylüyor

söylüyor

söylüyor.

 

Sarı kulelerde

çanlar susuyor.

 

Rüzgar gümüş biçimler yontuyor

tozda.[517]

New York’un Kör Yaylımı adlı şiirinde ise “Herkes anlar ölüme bağlı acıyı” der şair, “anlar ya asıl acı ruhta değildir.” “asıl acı, ki canlı nesneleri odur saklayan,/ ufak, sonsuz bir yanıktır”.  Aynı şiirin ilerleyen dizelerinde modern insanın ölümle ilişki biçimini gözler önüne serer Lorca:  “ne dayanılmaz bir öldürme isteği ki sıkıştırır bizi her lahza,/ ne madeni gürültüsü intiharın ki her sabah canımıza can katar.”[518]

Ölümünden sonra Lorca için ispanyol ve dünya ozanları bir çok şiir yazmışlardır. Bunların en güzellerinden biri İspanyol şair Antonio Machado’nun Cinayet Gırnata’da İşlendi şiiridir.

CİNAYET GIRNATA’DA İŞLENDİ

I

CİNAYET

Tüfekler arasında yürüken görüldü o,

Uzun bir sokaktan

Çıktı soğuk kıra,

Gün doğarken daha

Şafakta, yıldızların altında

Öldürdüler Federico’yu.

Cellatların mangası

Bakamıyordu yüzüne.

Kapadılar hepsi gözlerini.

Dua ettiler: Tanrı bile kurtaramayacak seni!

Düşüp öldü Federico

– Alnında kan, kurşun barsaklarında. –

Cinayet Gırnata’da işlendi!

Biliyorsunuz, – zavallı Gırnata’da! –

Onun Gırnata’sında!

 

II

OZAN VE ÖLÜM

Ölümle başbaşa yürürken görüldü o,

Korkmadan tırpanından.

– Gene de kuleden kuleye güneş

Çekiçler örsde, örsde, demirci ocaklarının örsünde.

Konuşuyordu Federico

Okşayarak, ölümle. Ölüm dinliyordu onu.

“Daha dün mısralarımda canyoldaşım,

Kuru avuçların şaklıyordu senin

Daha dün mısralarımda,

Daha dün kırağını verdin şarkıma

Ve ağlatı’ma gümüş tırpanının keskinliğini,

Seni şakıyacağım, sende artık kalmayan eti,

Olmayan gözlerini,

Rüzgarın dağıttığı saçlarını şakıyacağım

O öpülen kırmızı dudaklarını..

Ölüm, güzel çingenem, ölümümsün dün de bugün de,

Ah! Ne kadar rahatım seninle başbaşa,

İçime çekerken Gırnata’nın havasını,

Benim Gırnata’mın!”

 

III

Yürürken görüldüler onlar..

Bir mezar yontun dostlarım

Ozan için.

Taştan ve düşten, – Elhamra’da,

Suyun ağladığı bir çeşme üstüne,

Sonsuza kadar desin o:

Cinayet Gırnata’da işlendi! Onun Gırnata’sında![519]

1936-1939 yılları Rus devriminin kendi çocuklarını yiyeceği Stalin’in Büyük Temizlik dönemi olacaktır. 1938’de iki Rus şair Aleksey Gastev ve Boris Kornilov da bu “temizliğin” kurbanlarından olacaklardır. 1882’de Suzdal’da doğan ve esas mesleği çilingirlik olan Gastev hayatını devrime adamıştır oysa. Daha on sekiz yaşında sosyal-demokrat partiye giren şair tutuklanmış, hapsedilmiş, sürgüne gönderilmiş ve nihayet Rusya’dan kaçmak zorunda kalmıştır. 1904’te şiir yazmaya başlayan Gastev 1905’te Rusya’ya dönecektir. Bolşevik Partide görev alacak ve yeniden hapsedilecektir. Nihayet 1917 devriminden sonra Ukrayna Sanat Konseyi’ni yönetmeye başlayacak; Merke Emek Enstitüsü’nü kuracaktır. İşçi İşi Şiir ve Emirler Demeti kitaplarını yazan ve en yetenekli işçi şairleri arasında sayılan Gastev Mayakovski’yi de etkilemiştir. Yük şiirinde

Tanrılarınız ve cellatlarınız için.

Ölüm kentleri için.

Sefalet devletleri için.

Lanetliyoruz, evet.

Ve her şeyi eritip dökeceğiz yeniden.

Şimdilik birer temsilciyiz.

Bir meydan okuma’yız biz.

Ama yakında davranacağız… ve şenlik başlayacak.[520]

diye haykırmıştır devrimci şair. Ne yazık ki bu şenliğin ateşinde yakılacaktır Gastev de.

1907 yılında doğan Kornilov ise köylü kökenli bir şairdir. 1925 yılında Yesenin’e şiirlerini göstermek için Leningrad’a gitmiş ama onunla görüşememiştir; çünkü Yesenin intihar etmiştir. Büyük Temizlik sırasında şiirlerinde köy düzenine bağlılığını sürdürdüğü savıyla tutuklanacak ve kurşuna dizilecektir. Çok sayıdaki şiir kitaplarında yalın bir dil kullanan Kornilov’un şiirinde Yesenin’in aşk ve alkol izleğini görmek mümkündür. Örneğin Volga’da yazdığı 1930 tarihli Hazar Denizi’nde Yalpa şiirinde şöyle yazmıştır şair:

Sevdalanırdık kötü kızlara-

yalpalardık aşktan.

Eh, vodkayı da ekleyin buna!

Nedir ki o?

Kızgın ispirto

yeşil

kötücül;

nah şöyle yalpa vurdururdu bize[521]

09.08.2015

 

1939 yılına geldiğimizde insan öğütme sırası ikinci dünya savaşına gelmiştir. Savaşın öğüttüğü insanlar arasında şairler  de olacaktır pek tabii. Acı olan bu şairlerden Boris Smolenski’nin babasının da Büyük Temizlik sırasında kurşuna dizilen tanınmış bir gazeteci olmasıdır. Rus Şair 1941 yılında savaşta bir çatışmada Karolya’da hayatını kaybetmiştir. 1921 yılında Nikolaev’de doğmuş olan Smolenski’nin hiçbir kitabı yaşarken yayınlanmamıştır. Lorca için yazdığı bir şiir ise savaş sırasında kaybolmuştur. “şiirlerinde ölüm, yalnızlık, savaş, ‘gençölen’ insanlar için hüzün ve yaşama isteği ağırlıktadır.”[522] 1939 yılında yazdığı Bu Tütün Dumanı İçinde Boğulduğum Akşamı adlı şiirini de gencecik ölen insanlara adamıştır:

BU TÜTÜN DUMANI İÇİNDE BOĞULDUĞUM AKŞAMI

Bu tütün dumanı içinde boğulduğum akşamı

Hiç mi hiç tanımadığım

insanlar  için üzülmeye ayırdım.

Gencecik ölen

Şafakta ya da geceleyin

Ve beceriksizce üstelik

beceriksizce ölen

Yazdıkları satırı bile bitiremeden

Ve sevmeyi

konuşmayı

ve eğlemeyi

Yarım bırakıp ölen

gencecik insanlar için[523]

Görülen odur ki sırtında babasını öldüren bir devletin askeri üniforması  yirmi yaşında ölen kendisi için de üzülmüştür Smolenski o gece ve Vsevolod Bagritski için.

Nitekim ondan bir yıl sonra bir başka yirmi yaşındaki Rus şair Vsevolod Bagritski de katılacaktır savaşta gencecik ölenlerin arasına. Almanların Sovyetler Birliği’ni işgal etmeye başlamasıyla edebiyat öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalan genç şair Volkov cephesinde hayatını kaybedecektir. 1922 yılında Odesa’da doğan Bagritski lise öğreniminden sonra Dram Sanat Okulu’na girmiştir. Bir süre gazete köşe yazarlığı da yapan şair Dram Sanat Okulu’ndan Sonra Edebiyat Fakültesi’ne devam etmiştir. Sonar Sovyet Yazarlar Birliğine üye olmuş ve çocukluk arkadaşı olan Elena Bonner ile evlenmiştir. Ne var ki savaş onun hayatını yarım bırakmasına sebep olacaktır. Dünya savaşlarıyla birlikte bağımsızlık savaşları için vatansever, milliyetçi kahramanlık destanları yazan şairler dönemi geride kalmış; anlamsız savaştan tiksinen şairlerin dönemi başlamıştır. 1941 yılında Çistopol’da Tiksiniyorum diye yazar Bagritski ve devletlerin paylaşım savaşında asker olmanın rezilliğini derinden hissettirir bize

TİKSİNİYORUM

Tiksiniyorum hep aynı elbisenin içinde yaşamaktan,

Islak saman üzerinde uyumaktan

Ve donmuş dilencilere sadaka verip verip,

Tiksiniyorum açlığımı unutmaktan.

 

Uyuşmak kollarımla rüzgardan sakınmadan,

Ve hatırlamaktan ismini çoktan ölmüşlerin,

Ve evden cevap alamamaktan,

 

Tiksiniyorum eskiler verip kara ekmek almaktan.

Günde iki kere ölü taklidi yapmaktan,

Yolları tarihleri planları birbirine karıştırmaktan,

Ve henüz yirmisinde bile değilim diye

Tiksiniyorum sevinç duymaktan.[524]

Aynı yıl savaş bu defa cephede değil kendi devletinin idam mangası önünde öldürecektir bir başka şairi. Bulgar şair Nikolay Vaptsarov savaşta Almanya’nın müttefiki olan faşist hükümeti tarafından Bulgaristan Komünist Partisi saflarında politik faaliyetlerde bulunmasından dolayı 23 Temmuz 1942’de Sofya’da idam edilecektir. Vaptsarov, 7 Aralık 1909’da Günümüzde Bulgaristan topraklarında yer alan Pirin Makedonyası’nda bulunan Bansko şehrinde dünyaya gelmiştir. Siyasi nedenlerden dolayı işsiz kalmış; zor şartlar altında yaşamıştır. Bulgaristan Komunist Partisi’ne katılan şair, partide etkin siyasal görevler almıştır. 1940 yılında ise tek kitabı olan Motor Türküleri yayınlanacaktır. İki yıl sonra da tutuklanıp kurşuna dizilecektir. Edebiyata çok küçük yaşlarda ilgi durmaya başlayan Vaptsarov, Rus-Sovyet edebiyatından etkilenmiştir. “onun şiiri, Bulgaristan devrimci işçi şiirinin en yetkin örnekleri arasındadır. İnsan Üstüne Türkü adını taşıyan şiirinde insanı yüceltirken; Bir Fabrika Kuracağız şiirinde özgürce çalışmayı/umudu/öngörüyü amaçlar.” İnanç şiirinde ise bu hayatı sevdirenin yarına dair inanç olduğunu vurgular. “Güçlü bir anlatımı olan Vaptsarov’un şiiri yalındır; siyasal yöndense işlevseldir.”[525] Şunu da belirtmek gerekir ki şair yetmişli yıllarda özellikle solcu Türkiye okuru arasında da epey popüler olmuş; defalarca şiirleri çevrilmiş ve antolojilere girmiştir. Hatta Veda şiiri Grup Ekin; Kavga şiiri ise Mehmet Celal tarafından bestelenmiştir. Böylece bunları yazarken ben de bu şiirleri şarkı olarak dinleme olanağı buluyorum.  Şiirin Kesik Damarları kitabındaki şiirlerine bakınca ilk dikkatimi çeken Rus şair Lermontov ve kendisi gibi Bulgar şair Botev’de rastladığımız ülkeye karşı duyulan sitemle Vaptsarov’da da karşılaşılmasıdır. Şair her ne kadar sevse de üzerine sıçrayan kan yüzünden lanetlemekten geri durmaz Vatan’ı:

Ve bir şeyler doğdu

içimde.

İnledim durdum,

kavruldum kurtuluşsuz  bir ağrıda

Çevirdim bakışlarımı geriye

lanetle tükrük savurdum

hem sana

hem yaşama[526]

Doğduğum Topraklar şiirinde ise emek ve özgürlük mücadelesi insanları – en azından hepsini – sevmeme nedeni olarak çıkar karşımıza:

Sev demiştin, anneciğim,

insanları beni sevdiğin kadar.

Sevebilirdim, anne, ama

ekmek ve özgürlük de var.[527]

Bunun böyle olmasının nedeni açıktır bana göre; annenin sev dediği insanların pek çoğu emek ve özgürlük mücadelesine ya sağır ya da karşıdır şairin yaşadığı topraklarda. Ne var ki bir devrimci asla halktan umudunu kesemez ki idam mangasının önüne çıkmadan yazıp arkadaşlarına ulaştırabildiği son şiirinlerinden Ölümden Önce’de şöyle yazar Vaptsarov:

ÖLÜMDEN ÖNCE

Acımasız, dizginsiz bir kavga bu

Başsız, sonsuz, destansı.

Bir başkası dolduracak senden boşalan safı

Burada tek adam hesabı olur mu…

 

Kurşuna diziliş-çürüyüş sonra…

Har şey yalın, mantıksal, yaşamak gibi.

Fakat birlikte olacağız büyük fırtınada

Halkım, çünkü sevdik seni.[528]

Şairin, idam edilmeden önce yazdığı son şiirlerinden diğeri de karısına yazdığı Veda olmuştur.

10.08.2015

 

1944 yılında Abde’de Macar şair Miklos Radnoti Nazi güdümüne girmiş bulunan ülkesinde faşistlerce öldürülecektir. 1909 yılında Budapeşte’de doğan şair ortaokul öğretmenliği yapmıştır.  Önceleri Fransız şiirlerinden etkilenen Radnoti’nin şiiri daha sonraları siyasal bir içerik kazanacak ve şiirlerinde faşizmin acımasızlığı ve insanca yaşama arzusu izlekleri öne çıkacaktır. “Ekloklar; Eşe Mektuplar; Zoraki Yürüyüş; Köpüren Gökyüzü adlı kitaplarında düşün anlayışı klasik doruğuna ulaşır.”[529] Radnoti’nin Kalıntı şiirinde de maktul şairlerin çoğunda rastladığımız kendi ölümüne dair kehanet vardır:

Yaşıyorum bugün de boğa gibi.

Çekirgelerle kaplı bir çayırda birden titrer bu boğa,

sıçrayarak geldiğini duyar duymaz

başı dönen bir ceylanın,

yukarlardan, dağlardan doğru

bir kurt sürüsünün kokusunu getiren rüzgarla

başı dönen.

Çeker boğa havayı içine,

ve bilir ki gelince vakti,

kaçacağına ceylan gibi,

boş yere debelenip duacak,

ve sonunda kurtlar oraya buraya dağıtacak kemiklerini.

Böğürür acı acı göğe doğru boğa.

 

İşte böyle savaşmadayım bekleyerek sonumu.

Tanık kalacak kemiklerim geleceğe.[530]

Dediği gibi sonunda faşist kurtlara yem olacaktır boğa ve “cesedi, bir ölü yığınının arasında bulunduğunda cebinde el yazısıyla şiirleri çık”[531]acaktır geleceğe tanık olmak üzere.

Savaşın son yılı 1945’te bir başka Macar şair Gyorgy Sarközi de Balf’ta Nazilerce katledilerek ikinci dünya savaşının son kurbanlarından olacaktır. 1899’da doğan şairin de doğum yeri Radnoti gibi Budapeşte’dir. “Meleklerin Kavgası; Karışık Ruhlar; Dağınık Demet adlarını taşıyan şiir kitaplarında gizemcilikle devrimci düşünüşler birliktelik taşır.”[532]  Yağmur Damlaları şiirinde “Bir gün gelecek, olacağım ben sadece/ bir rafta unutulmuş ince bir kitap” diyerek şairin yaşamının ötesine geçişini buruk bir şekilde ifade etse de birkaç dize sonra “bir başka yaşamayı tadacak okuyan” diyerek bu geçişin beyhude olmayacağını dile getirir sanki. Aynı şiirin son kıtasında ise

Ey belleğim, silinmen gerekecek, silinmen,

Donmuş camlardaki buğu gibi;

İzimizin hiç kaybolmadığı çölde

Bir tohum olacaksın sen olsan olsan![533]

diyen Sarközi’nin bu dizelerinde kendi ben’ini kaybetmek olan ölümün acısı karışıyorsa da sesine hiç de mütevazi olmayan bir umut da sezilir aynı sesin derinliğinde. Erol Hızarcı’nın orman gibi metaforlarla imlediği edebiyat dünyasını çöl gibi olumsuz bir metaforla imlemiştir şair. Şairlerin ve yazarların yarattıklarının arasında sonsuza değin gezinecekleri bu dünyada bir tohum olabilmeleri hiç de azımsanacak bir durum değildir nihayet. İncecik bir kitapla hatta belki bir sayfa yazıyla bu dünyaya girebildikten sonra er geç kendisini okuyacak okurlarda yaşayabilmek demektir bu; hatta başka edebiyatçıları etkileyen esinleyen bir güç olabilmektir.

Kaldığımız yeden maktul şairlerin tarihini izlemeye devam ettiğimizde hemen 1945’te ikinci dünya savaşının sona ermesinden sonra bambaşka bir savaşa uyandığına tanık oluruz dünyanın. ABD’nin başını çektiği kapitalist ülkelerle SSCB’nin başını çektiği doğu bloku ülkelerinin dünyayı bir satranç tahtasına çevirecekleri soğuk savaştır bu. Soğuk ya da sıcak nihayet bir savaştır bu ve insanlar ölmeye devam edecektir bu satranç tahtasında. Daha 1946’da Çin’de oynanmaya başlamıştır oyun. ABD’nin doğrudan desteklediği Guominghdang ile SSCB’nin dolaylı olarak desteklediği Komunist Çinliler arasında iç savaşa varan bir gerilim ortaya çıkmıştır. Bu durumun kurbanlarından biri de 1946’da Kanming’de Guominghdang tarafından öldürülen Çinli şair, edebiyatbilimcisi ve yayıncı Ven Yidou (Wen i – To) olacaktır. 1899’da Hsishui’de doğan şair ilkin Konfüçyüsçü bir eğitim görmüştür. İlginçtir ki Konfüçüsçü bir eğitim görmesine ve klasik Çin edebiyatı okumasına rağmen bizim ilahiyat profesörü olup atezimi savunmaya başlayan Turan Dursun’a benzer biçimde yazılarında Konfüçyüsçülük, Taoculuk ve Budizm’i “çalma, dolandırma, haydutlu”[534]ğun ideolojik temelleri olarak betimleyecektir Ven Yidou. Anlaşılan içinde olup onun hakkında kafa yoranlar dışardan bakanlardan çok daha iyi değerlendirebilmektedirler dinleri. Bu görüşlerinin yanı sıra  Çin’in demokratikleşmesine yönelik etkinlikleri yüzünden de faşist  Guominghdang tarafından öldürülecek olan şair çocuk yaştaki kızının ölümü yüzünden önceden tanışmıştır ölümle zaten. Ölen kızı için şu dizeleri yazmıştır:

Unut onu, unutulmuş bir çiçek gibi,

İlkyaz rüzgarında bir düş gibi,

Bir düşte çanın çınlayışı gibi.

Unut onu unutulmuş bir çiçek gibi.

Belki çamur olan solucanları duyuyorsun,

Belki sır emen çimen köklerini.

Belki çok daha güzel acı insan sesinden

Bu şimdi dinlediğin musiki.[535]

Şairin 1927 tarihli Dingin Gece şiirine baktığımızda Kaan’daki gece-gündüz karşıtlığını buluruz. Gece acı çekilen süreç iken gündüz zaten yalandır. Renkler şiirinde ise müntehir ve maktul çoğu şairlerde olan yüksek ölüm bilincinin Ven Yidou’yu da etkisi altına aldığı görülür:

RENKLER

Yaşamım değersiz bir ak yapraktı.

Yeşil benim büyümemi sağladı,

Çeviklik verdi kırmızı bana.

Bana doğruluğu ve adaleti öğreyyi sarı,

Katışıksız olmayı öğretti mavi de.

Umudu sundu bana al renk,

Kül rengi keder sundu.

Bu renk cümbüşünü tamamlamak için,

Ölümü başıma kakacak siyah.

Ne ki bu yoğun ölüm bilinci daha da sarılmasını sağlar şairin kendi varoluşuna. Ölüm değil midir bir anlık yaşamı güzel kılan. Belki bu yüzden “O zamandan beri./ Tapıyorum yaşamıma/ Tapıyorum renklere çünkü”[536] dizeleriyle bitirir şair şiirini. Böylece hayatı da ölümü de kucaklar. Siyah da tapılan renklerden biridir ne de olsa. Bu tesadüfi bir kucaklama değildir; ölmüş kızı için yazdığı dizelerde ölümü alttan alta güzelleyen şair 1921 tarihli Ölüm şiirinde ölümü aşık olunan bir kadına benzeterek güzellikle özdeşleştirir; çünkü aksi söylenmedikçe şiirde kadınlar hep güzeldir; hele de aşık olunuyorlarsa.

ÖLÜM

Biriciği ruhumun!

Hayatımın!

Bütün yenilgilerim, bütün borçlarım

Senden sorulmalı artık,

Ama ben ne isteyebilirim?

 

Bırak boğulayım derin mavisinde gözlerinin

Bırak yanayım yüreğinin ateşinde.

Bırak öleyim senden gelen seslerle sarhoş.

Bırak öleyim soluğunun tatlı kokusunda boğulup.

 

Ya da senin yüceliğin karşısında utançla mı,

Ya da duygusuz soğukluğunda donarak mı,

Ya da acımasız dişlerinde ezilerek mi,

Ya da zehirli kılıcınla mı?

 

Sonum mutlulukla gelecek çünkü

Mutluluğumsa istediğin;

Ya da sonsuz acılarla gideceğim

Özlediğin acı çekmemse.

 

Ölümümü istiyorsun senden,

Hayatımı sunuyorum karşılığında, en yüce armağanım.[537]

Devrim kıvılcımı Latin Amerika’ya da sıçramıştır. Düzene karşı savaşan gerillalara katılan Perulu şair Javier Heraud da 1963 yılında bir çatışmada vurularak öldürülecektir. Şair, 1942’de Lima’da doğmuştur. Yirmi bir yaşında hayatını kaybeden şair gerillalara katılarak ölümü göze aldığını Yeni Yolculuk şiirinin şu dizelerinde kendisi söyler bize:

Yanlış yorumlanmasın isteğim

Hayatı terk etmek değil bu

Ne ki bir yolda inançla yürümek gerekli

Ölüm üstümüze pusular gererken.[538]

Bundan dört yıl sonra 1967 yılında yine Güney Amerika’nın bir başka ülkesi Nikaragua’da  militan bir öğrenci lideri olan şair Fernando Gordillo Cervantes  yirmi altı yaşında baskıcı lider Somoza güçlerince öldürülecektir.  Militan ve devrimci şiiri savunan Nikaragualı şaire göre devrimci gerillanın öldürülmesi bile güçlendirir mücadeleyi ki şöyle yazar Ölü şiirinde:

Ölü, ölü

Destek olacak silahına devrimcinin

Koruyacak kalabalığın  sesini

Yol gösterecek sabanına köylünün

“Ölü” der şiirin son dizelerinde Cervantes “Ona kim engel olabilir?..”[539] Cevap basittir: Hiçkimse. Devletlerin en büyük açmazlarından biri de budur zaten: Ölüleri tekrar öldürememek; başka bir tabirle ölüler üzerinde artık bir yaptırımlarının kalmaması. Hele bazıları vardır ki öldürülmekle kahramanlaşırlar; devleşirler ve efsaneye dönüşürler. Hallac-ı Mansur’dan beri böyledir bu ve bunun en çarpıcı örneklerinden biri de Cervantes’le aynı yıl öldürülen Che Guevara’dır.

Che de yine bir latin Amerika ülkesi olan Bolivya’da bir gerilla olarak devrim mücadelesi verirken CIA ve Amerikan Ordusu Özel Harekât Birlikleri’nin operasyonuyla yakalanacak ve 9 Ekim 1967’de Vallegrande yakınlarındaki La Higuera köyünde Bolivya ordusu tarafından yargısız infaz edilecektir. Guevara’nın hayatına bakıldığında Jose Mari’nin hayatıyla öyle benzerlikler görülür ki neredeyse onun yeniden bedenlenmiş hali gibidir Guevara. Enternasyonal bir devrimci olan Che 1928 yılının haziranında Arjantin’in Rosario şehrinde dünyaya gelmiştir. 1948-1953 yılları arasında Buenos Aires Üniversitesi’nde tıp eğitimi gören Che, bu sırada eski arkadaşı biyokimyager Alberto Granado’yla beraber motosikletle Güney Amerika gezisine çıkmıştır. Bu yolculuk sırasında kitlelerin yoksulluğunu, baskıyı; güçsüzlükleri yakından gözlemleyen ve Marksizm’den etkilenen Guevara, Latin Amerika’daki ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin tek çözümünün devrim olduğu sonucuna varacaktır. Ayrıca Latin Amerika’yı ayrı uluslardan oluşan bir karma yapı olarak değil de kurtuluşu ancak kıta çapında bir strateji ile gerçekleşebilecek tek bir vücut olarak görmeye başlayacak ve kendini Jose Mari’nin Güney Amerika’nın birliği idealine benzer biçimde sınırları olmayan; tek bir ‘mestizo’ yani Avrupalı ve yerli melezi kültürle bağlanmış birleşik İber-Amerika idealine adayacaktır. Bu ideallerle devrimci olan Che’nin yolu da  tıpkı Jose Mari gibi Guatemala’dan geçecektir. “Guatemala’da gerçek bir devrimci olabilmek için gerekli ne varsa yapacağım ve kendimi mükemmelleştireceğim” diyen Che burada silahlı milislere katılacaktır. Ne var ki sosyalizm yanlısı Arbenz hükümeti CIA destekli bir darbeyle devrilmekten kurtulamayacaktır.  Böylece Guevara’nın Amerika Birleşik Devletleri’nin emperyalist bir güç olduğuna; Latin Amerika ve diğer gelişmekte olan ülkelerdeki sosyoekonomik eşitsizlikleri düzeltmeye çalışan hükümetlere karşı koyacağına dair görüşleri kesinleşecektir. Böylece Guevara’nın yine Jose Mari’nin bir fikrini daha edindiğini görürüz: Amerikan emperyalizmiyle mücadele. Guatemala’dan Meksika’ya geçen Che burada Fidel Castro’yla tanışacak ve aradığı devrimci liderin özelliklerini onda bulacaktır. Sonrasında Che, Castro’nun gerilla kuvvetlerine katılır. Böylece 25 Kasım 1956’da Tuxpan, Veracruz’dan Küba’ya doğru yola çıkan Granma yatında Kübalı olmayan tek kişi olacaktır. Che’nin de önemli rol oynadığı Gerilla savaşı 7 Şubat 1959’da zafere ulaşacak ve Küba’da sosyalist devrim gerçekleşmiş olacaktır. ‘Doğuştan Küba vatandaşı’’ ilan edilen Che böylece hem Jose Mari gibi Kübalı olacak hem de Mari’nin bağımsız Küba idealini gerçekleştirenlerden biri olacaktır. Devrimden sonra Küba’da bir takım devlet görevlerinde bulunsa da bir masa başı adamı ya da siyasetçiden çok bir savaşçıdır Che ve Küba’daki bu zaferle yetinecek değildir. Bundan sonra Gerilla Savaşı adlı kitabında silahlı başkaldırıya önayak olacak geniş örgütlere gerek duymadan küçük bir gerilla grubu tarafından başlatılan Küba modeli devrim stratejisini başka ülkelerde de uygulamak niyetindedir. Bunu uygulayacağı ortamı arayan Che sonunda Bolivya’da karar kılacak ve burada gerilla mücadelesine girişecektir. Ne var ki Bolivya’da işler Che’nin umduğu gibi gitmeyecektir. Yerel milislerden yeterince destek alamayan Che karşısında sadece zayıf Bolivya ordusunu değil CİA ve ABD kuvvetlerini bulacaktır. Nihayet bir muhbirin ihbarı sonucunda 8 Ekim’de kampı kuşatılır ve Guevara Simeón Cuba Sarabia ile birlikte Quebrada del Yuro kanyonunda devriye gezerken yakalanır. Ayaklarından yaralandıktan ve silahı bir mermiyle harap edildikten sonra teslim olacaktır. Guevara, yakın bir köy olan La Higuera’daki köhne bir okula götürülecek ve geceyi orada geçirecektir. Ertesi gün öğleden sonra öldürülecek olan Che’nin celladı olarak kura sonucu Bolivya ordusunda çavuş olan Mario Terán saptanacaktır. Che Guevara’nın ona son sözleri şöyle olmuştur: “Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın.” Bazı kaynaklara göre Terán’ infaz esnasında aşırı heyecanlandığı için doğru düzgün ateş edemeyecek ve Che’yi sadece yaralayabilecektir. Bu yüzden onu infaz eden kimliği belirsiz başka biri olacaktır. Çarpışmada öldüğü izlenimi vermek ve yüzünden isabet almayarak tanınmasını kolaylaştırmak için ayaklarına defalarca ateş edilmiştir. Cesedi bir helikopterin iniş takımlarına sıkıca bağlanmış ve yakınlardaki Vallegrande’ye götürülmüştür. Buradaki bir hastanede cesedi bir küvetin içinde basına gösterilmiştir. Che öldürülmüştür öldürülmesine ama onun bu öldürülüşü onu bir mite dönüştürecek ve Che modern zamanların İsa’sı olarak yeniden dirilecektir. Guevara’nın cesedinin resimleri dolaştırılıp ölümü hakkındaki gerçekler tartışılırken Che efsanesi de yayılmaya başlayacaktır. Dünyanın her yerinde Che’nin öldürülmesini protesto eden gösteri yürüyüşleri yapılacak; sonrasında yaşamı ve ölümü üzerine makaleler, övgüler, şarkılar ve şiirler yazılacaktır. Nitekim ABD kendi elleriyle bir daha öldüremeyeceği bir ilah yaratmıştır. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Latin Amerika uzmanları, “gelmiş geçmiş en çekici ve en başarılı devrimcinin”öldürülüşünün komünistler ve diğer sol eğilimliler tarafından “kahramanca ölen örnek devrimci” olarak idolleştirileceğini farkettiklerinde iş işten geçmiştir. Bu tahminin doğruluğu, henüz bir yıl sonra 1968 Mayıs’ındaki öğrenci hareketlerinde Guevara’nın güçlü bir başkaldırı ve devrim sembolü olarak ortaya çıkmasıyla kanıtlanacaktır. Sol kanattan eylemciler Guevara’nın şan, şeref ve ödüllere karşı olan belirgin kayıtsızlığını belirtecek ve Guevara’nın sosyalist idealleri aşılamak için şiddetin gerekli olduğu fikrinde anlaşacaklar; ‘Che yaşıyor!’ sloganı batı bloğunda duvarlarda gözükmeye başlayacak; 1968 hareketlerinin öndegelen simalarından Jean-Paul Sartre’ Guevara’yı “çağımızın en mütekâmil insanı” olarak tanımlayacak ve böylece Guevara’nın ardında bıraktıkları belirgin bir şekilde partizan tavırlarla genişleyecektir. Fotoğrafçı Alberto Korda tarafından çekilen bir fotoğrafı kısa sürede yüzyılın en çok tanınan resimleri arasına girecek monokrom grafik haline getirilen bu portre tişörtlerden posterlere, kahve kupalarından şapkalara birçok hediyelik eşya üzerinde kullanılacaktır. Hatta Bizzat ABD’nin cesedini teşhir etmek için çektiği fotoğraflar Vallegrande İsası kültünün doğmasına sebep olacaktır. Sonuç olarak 1960’larda Küba Devrimi’ni destekleyen yazar Christopher Hitchens’ın “Che’nin ikon statüsünün sağlamlaşmasının nedeni başarısız olmasıdır. Öyküsü yenilgi ve tecrit içerir ve bu nedenle de çok çekicidir.” sözleri tartışılır ama  “Yaşasaydı, Che miti çok uzun zaman önce ölmüş olacaktı”  sözleri bir gerçeği ortaya koymaktadır bana kalırsa. Cervantes’in dediği gibi “Ölü…/Ona kim engel olabilir?..” Bu arada Che’nin pek bilinmeyen bir yanı da şairliğidir. Ergenlik döneminde şiire, özellikle de Pablo Neruda’nın şiirlerine merak salan Che; Latin Amerika’da kendi sınıfında yaygın olduğu üzere yaşamı boyunca şiir yazmıştır. Devrimci Bulgar şair Botev’inkilerde olduğu gibi Che’nin şiirlerinde de Hristiyan Tanrısı’na isyan belirgin bir izlektir. Bir şair olarak “Tüm hayatı boyunca umudunu boşa çıkaran/ acımasız Tanrı’ya dua etme” der Che İhtiyar Maria’ya:

Hayır, hayır yapma

bir hayat umudunu boşa çıkaran

umursamaz Tanrı’ya kendini teslim etme,

ölümden aman dileme[540]

Thomas’la Vedalaşma şiirinde ise ancak devrimden sonra şairin halkın güçlü şairi olabileceğini söyler; bu yüzden devrimci olmalıdır şair.

İşte o zaman, dört duvar arasında

Solgun şair,

Evrenin şarkıcısı olacaksın

Ve sen bahtı kara,  ince  ruhlu, hasta şair

Halkın güçlü şairi olacaksın.[541]

11.08.2015

 

 “İşte sustular – ve yeniden öksüzleşiyor ruh ve doğa

Çünkü yok artık onları dile getirecek kimse…”

 Nikolay Rubtsov

 

1971 yılında Sovyet şair Nikolay Rubtsov bir cinayete kurban gider. 1936’da doğan şair bir köylünün öksüz çocuğudur. Fabrika işçiliği yapmış, gemilerde çalışmıştır. “Şiirlerinde yurt ve doğa sevgisi öne çıkar ve yoğunluk kazanır: şiiri, Tyutçev ve Fet geleneklerine, Kluyev’e ve Yesenin’e bağlılık gösterir.”[542]

 Burada adını anacağımız son maktul şair ise uyumsuz, yabancı, dışlanmış ve lanetlenmiş sanatçının gerçek bir temsili olan Pier Paolo Pasolini’dir. Hayatı tam bir trajedi olan şair, romancı, deneme, senaryo yazarı ve sinema yönetmeni PPP’nin öldürülüşü de bir o kadar vahşice olmuştur. 2 Kasım 1975’te ideolojik ve dini görüşleri nedeniyle öldürülen şairin feci halde dövüldükten sonra kafasının üzerinden arabayla geçilen cesedi sahilde bulunacaktır. PPP, 5 Mart 1922’de Bolonya’da doğmuştur. 1928’de şairliğe ilk adımlarını atan sanatçı bulduğu bir defteri şiirler ve küçük resimlerle dolduracaktır. Bunu başka defterler de takip edecek ama bunların hepsi ikinci dünya savaşı sırasında kaybolacaktır. Ortaokul yıllarında alttan alta eşcinsel izler taşıyan Teta Velata adını verdiği bir metin yazacaktır.

 

Belluna’daydık, üç yaşından biraz büyüktüm. Çocuklar bahçede oynarken en çok dikkatimi çeken bacaklarıydı, özellikle tendonların belirgin olduğu dizaltının iç kısımları. Bu tendonlar benim henüz ulaşamadığım hayatın sembolüydü. Koşan çocuk imajı benim için büyümüş olmayı simgeliyordu. Şimdi bunun tamamen cinsel bir duyu olduğunu düşünüyorum. Bu duyguyu tekrar hatırlayınca içimin mutluluk, keder ve arzunun şiddeti ile dolduğunu hissediyorum. Ulaşılmaz bir duyguydu bu o zamanlar, adı henüz konmamıştı. O zaman ona verdiğim isim ‘teta velata’ydı. Şiddetli bir oyunda gördüğüm bu eğilip bükülen bacaklar ‘teta velata’ydı, bir karıncalanma, bir baştançıkış, bir aşağılanma.’Çocukluğum 13 yaşında bitti. Hepimiz için 13 yaş çocukluğun en son yaşı, dolayısıyla bilgelik çağıdır. Hayatımın mutlu bir dönemiydi. Okulun en akıllı çocuğu bendim. 1934 yazı başladığında hayatımda bir dönem kapanmış oldu. Bir dönem bitmişti ancak ben yeni dönem tecrübelerine hazırdım. O yaz, hayatımın en hoş ve en zafer dolu günlerini yaşadım.

 

Üniversite yılları boyunca Luciano Serra, Franco Farolfi, Ermes Parmi, Fabio Mauri ile bir grup oluşturup Bolonya’daki sol çevrelerin gazetesi Il Setaccio çevresinde toplanacaklardır.

İkinci Dünya Savaşı yılları Pasolini için de çok zor geçecektir. Ruh hali o yıllarda yazdığı bir mektuptan çok iyi anlaşılmaktadır:

 

Sağlığım iyi, kötü değil, iyi, her şey iyi. Moral olarak da her şey sakinken, ki bu nadiren de olsa, o da iyi. Ama bunun dışında çok korkuyorum. Hayatı kaybetmek korkusu. Anlıyor musun Rico? Sadece benimkini değil ama diğerlerininkini de. Hepimiz öylesine kaderin eline düşmüşüz ki, zavallı çıplak insancıklar! Birbirimizi tekrar görebilir miyiz bilmiyorum. Her şey ölüm, son ve silah kokuyor. Bu tiplerin dünyanın içine sıçtığını görmek tiksinti veriyor. Tükürmek isterdim toprağa, yapraklar yeşil sürgünler kusarken sarı ve gökyüzü mavisi çiçeklerle, dallardaki mücevherlerle birlikte.

 

Pasolini 1943’te Livorno’da askere alınır, ancak hemen ertesi gün Almanlar’a silah teslimatı yapmayı reddederek kaçar. Biraz İtalya’yı gezdikten sonra Casarsa’ya ailesinin yanına döner. Pasolini ailesi Almanlardan ve bombalardan uzak olan Versutta’ya gitmeye karar verir. O yıllara ve PPP’nin hayatına damgasını vuran olay kardeşi Guido’nun ölümü olacaktır. Pier Paolo, Versutta’da saklanmayı reddedip partizanlara katılmaya karar veren Guido’yu tren istasyonuna götürür ve şüpheleri dağıtmak için de Bolonya’ya bir bilet alır. Guido, Spilimbergo’dan Pielunga’ya hareket eder ve Osoppo partizan birliğine katılır. Pier Paolo’nun kaybolan arkadaşı Ermes Parmi’nin adını kendine kod adı olarak almıştır. Ne var ki anti-faşist grupların aralarında anlaşmazlık vardır: Garibaldi birliklerine bağlı Komünist birlikler Fruili’nin Tito’nun Yugoslavyası ile birleşmesini, Osoppo birlikleri ise İtalyan kalmasını istemektedirler. Guido, Pier Paolo’ya yazdığı mektuplarda bu konuda yazılar yazmasını ve Osoppo birliklerini desteklemesini isteyecektir. Fakat Pier Paolo bu makaleleri yazma fırsatını bulamayacaktır. Bu sırada Şubat 1945’te Guido, Osoppo birliğinin diğer elemanlarıyla beraber Porzus’ta katledilecektir. Yaklaşık yüz Garibaldili silahsız taklidi yaparak birliğe yaklaşmış ve yakaladıkları Osoppo birliği üyelerini öldürmüştür. Guido yaralı olarak bir köylü kadının yanına sığınmayı başarsa da Garibaldi birlikleri tarafından bulunacak ve zorla evden dışarı sürüklenip kurşuna dizilecektir. Pasolini ailesi Guido’nun ölümünü ve nasıl gerçekleştiğini ancak savaş bittikten sonra öğrenebilecektir. PPP, kardeşinin bu ölümü dolayısyla ömür boyu katlanmak zorunda kalacağı bir suçluluğa sürüklenecektir; çünkü kardeşine anti-faşist fikirleri aşılayan kendisidir. Nitekim Pasolini, okuyucularının isteği üzerine, Vie Nuove adlı komünist derginin 15 Eylül 1971 tarihli nüshasında kardeşinin ölümü hakkında şöyle konuşur:

 

Olay birkaç kelimeyle anlatılabilir. Annem, kardeşim ve ben Bolonya’dan çıkartıldık ve Fruili’de Casarsa’ya döndük. Kardeşim Pordenone’de yüksekokula başladı. 19 yaşında direnişçilere katıldı. Ben ondan birkaç yaş daha büyüktüm, antifaşizmi ona ben aşılamıştım, çok küçük yaşlardan beri içine doğduğumuz bu dünyanın komik ve saçma olduğunun da farkındaydım. Ben daha Marks’ı bile okumamıştım, ancak bazı arkadaşlarımız Guido’yu aktif direnişe sürüklediler. Birkaç ay sonra da Guido cephede savaşmak için dağlara çıktı. Graziani’nin herkesi silah altına çağırması, Guido’nun direnişe katılmak için motivasyonu ve anneme söylediği bahanesi oldu. Onu tren istasyonuna ben götürdüm, şiir kitaplarının altında bir silah saklıydı, kucaklaştık, bu onu son görüşüm oldu.Guido, dağlarda Yugoslavya ile Friuli arasında aylarca çok sert çatışmalara katıldı. Venedik-Giulia hattındaki Osoppo birliğine kaydolmuştu. Garibaldi birliği de o bölgedeydi. Bunlar korkunç günlerdi. Annem, Guido’nun bir daha asla dönmeyeceğini biliyordu. Faşistlerle Almanlar arasındaki çatışmalarda şimdiye dek yüzlerce kez ölmüş olabilirdi; zira o zayıflığa veya boyun eğmeye pabuç bırakmayacak kadar cömert ruhluydu. Ama tabii ki çok daha trajik şekilde ölecekti. Venedik-Giulia hattı, Yugoslavya sınırındaydı ve bilindiği gibi o zamanlar, Yugoslavya tüm bölgeyi ilhak etmek istiyordu. Ama her ne kadar sosyalist de olsa Guido tamamen İtalyan olan bu toprakların, Yugoslav milliyetçiliğine düşmesine razı gelemezdi. Buna karşı çıktı ve savaştı.Onun ölümü bugün bile kalbimi acıtan bir şekilde gerçekleşti. Aslında kendisini kurtarabilirdi. Arkadaşlarına ve komutanına yardım etmek için öldü, bugün hiçbir komünist partizan Guido’nun bu davranışını görmezlikten gelemez. Onunla gurur duyuyorum ve bulunduğum yolda onun hatırası, cömertliği ve tutkusuyla ilerliyorum.

 

1945 yılında Pasolini lirik şiir antolojisi (giriş ve yorumlar) adlı teziyle üniversiteden mezun olur ve Friuli’ye yerleşir. Udine yakınlarındaki Valvasone’de lise öğretmeni olur. Politik faaliyetlerine de aynı yıllarda başlayan PPP 1947’de İtalyan Komünist Partisi’yle yakınlaşır. Partinin haftalık dergisi Lotta y Lavoro’ya yazılar vermeye başlar. Kardeşi Guido’nun ölüm sebebi yüzünden partiye girişinde kişisel zorluklar yaşayacaktır; ne de olsa Friuli Komünist Partisi, dolaylı da olsa Guido’nun ölümüne yol açan kurumdur. Ancak Pasolini, kardeşinin hatırasını lekelememek için bu olayı gündeme getirmekten kaçınır ve acısını bastırma fedakarlığı göstererek partiye katılır. Pasolini San Giovanni di Casarsa bölgesinin sekreteri olur. Ama ne parti, ne de etraftaki entelektüller ondan pek hazzetmeyecektir. Çünkü diğerleri 1900’lerin dilini kullanmaktayken, Pasolini halk dilinde yazmakla kalmayıp derin politik konulara da pek girmemektedir. Bu yüzden pek çok komünist Pasolini’nin sosyal gerçekçiliğe olan ilgisizliğinden şüphe duyacak ve burjuva kültürüne sempati duyduğuna inanacaktır. Ama asıl felaket 15 Ekim 1949’da Cordovado Jandarması tarafından çocuklara yönelik cinsel tacizle suçlanması ve hakkında dava açılmasıyla başlayacaktır. Bu davayı başka davalar izleyecek 30 Eylül 1949’da Ramuscello’da iki ya da üç çocuğa sarkıntılık etmekle suçlanacaktır. Çocukların ebeveynleri şikayetçi olup dava açmamıştır, ama Cordovado jandarması bu durumla özel olarak ilgilenmektedir. Çünkü o yıllarda sol ile sağın arası oldukça açıktır ve jandarmanın eline Pasolini üzerinden Komunist Partisi’ni karalama imkanı geçmiştir. Sonuçta Ramuscello davası yüzünden hem sol hem sağ PPP’nin aleyhine bir tavır alacaktır. Nihayet 26 Ekim 1949 günü Komünist Parti’den atılır. Bu haber 29 Ekim günü solcu l’Unita gazetesinde şöyle yayımlanacaktır:

 

Şair Pasolini İKP’den ihraç edildi

Pordenone Komünist Partisi teşkilatı, Casarsa’lı Doktor Pier Paolo Pasolini’yi ahlaki çöküntü sebebiyle ihraç etti. İlerici gibi gözüküp aslında çürümüş burjuva değerlerinin yansımaları olan Gide ve Sartre gibi edebiyatçıların, Pier Paolo Pasolini’nin moral çöküntüsüne katkıda bulunan yıkıcı birer örnek teşkil etmiş olduklarını belirtmek isteriz.

 

Sonuçta büyük bir içsel fedakarlık gösterip katıldığı Komunist Parti de onun arkasında durmak yerine onu kapı dışarı atmıştır. Yani PPP ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmiştir. Böylece Pasoli’nin aktif olarak politik mücadele gösterdiği tek dönem de sona erecektir. Birkaç gün içinde Pasolini adeta içinden çıkışı mümkün olmayan bir uçuruma yuvarlanmış gibidir. Ramuscello olaylarının Casarsa’daki yankıları çok büyük olacak, Pasolini kendini aklamaya çalışırken her şeyini yitirecektir. Partiden atılması bir yana işini de kaybedecek; annesiyle geçici süre de olsa arası açılacaktır. Yıllar sonra Silvana Ottieri’ye yolladığı bir mektubunda şöyle söyleyecektir: “Bende Rimbaud’nun, Campana’nın, Wilde’ın izleri var. Bundan memnun olsam da olmasam da, bu diğerlerinin hoşuna gitse de gitmese de…” ki Pasolini’nin kendisinde izleri olduğunu söylediği eşcinsel eğilimleri olan bu üç kişi de tıpkı Pasolini gibi toplumları tarafından dışlanmış ve lanetlenmiş aykırı zihinledir. Hayatını bir şiir olarak gören PPP’nin yaşamındaki tek roman sahnesi de Roma’ya kaçar gibi trenle gitmeleri olacaktır:

Kaçtık annemle, bir bavul ve sonradan sahte çıkan birkaç mücevheri alarak,

Yük treni gibi yavaş bir trenle,

Kardan kalın bir örtüyle kaplanmış Furlana kırları boyunca.

Gittik Roma’ya doğru.

Giderken de, geride bıraktık babamı.

Üstünde eski bir asker parkası,

Fukara bir ocağın önünde,

Paranoya sendromları ve sirozun verdiği kızgınlık nöbetleriyle,

Bu yaşadığım,

Hayatımdaki tek roman sahnesi,

Geri kalan zamanlarda,

Hep bir dizenin içinde yaşadım,

Tıpkı diğer deliler gibi.

Pier Paolo için Roma’da  yeni bir hayat başlayacaktır. Roma varoşlarının sert gerçekliğiyle tanışan Pasolini için ilk yıllar oldukça zor geçecektir. Güvencesiz, fakir ve yapayalnız yıllardır. Pasolini’nin kendi sözleri o yıllarda yaşadığı dramı açıkça ortaya koymaktadır:

 

Roma’ya ta Friuli’den gelmiştim. İşsiz yıllardı, kimsenin beni tanımadığı yıllar. Hayatın benden beklediği gibi olamadığım için içsel bir korku tarafından tüketilen, durmadan en ağır konular üzerine çalışıp kafa patlattığım, ama kendimi tekrarlamaktan öteye gidemediğim yıllar. O iki-üç yılı tekrar asla yaşamak istemezdim.50’lerin başında Roma’da annemle yalnızdım. Birkaç sene sonra babam da yanımıza geldi. O zaman Piazza Costaguti’den Ponte Mammolo’ya taşındık. Aynı yıllarda Ragazzi di vita nın da ilk sayfalarını yazmaya başlamıştım. İşsizdim, ölümcül bir ümitsizlik içindeydim. Diyalektle şiir yazan başka bir şair, Vittori Clemente yardımıma yetişti ve ayda 25.000 liret maaşla Ciampino özel okulunda öğretmen olarak işe başladım.

 

Pasolini tanıdıkları aracılığıyla bir yerlere gelmektense kendi işini kendi bulmaya karar verir ve Cinecitta’nın en alt basamaklarında senaryo editörü olarak çalışmaya başlar. Bu arada kitaplarını çeşitli yayınevlerine yollamaktadır.

Pasolini, Anna Banti ve Roberto Longhi’nin Paragone dergisi için şiir antolojileri hazırlamaktadır ve ilk romanı Raggazi di vita’nın ilk bölümü de yine bu dergide yayımlanır. İtalyan radyosundan Angioletti, onu edebiyat programları yapmak için davet eder. En zor Roma yılları artık yavaş yavaş geride kalmaktadır. 1954’te Roma’nın burjuva mahallelerinden Monteverde Vecchio’ya taşınır ve en önemli şiir kitabı La meglio gioventu‘yu yayımlar. 1955 yılında ilk romanı Raggazi di vita nihayet yayımlanır. Okuyucular ve eleştirmenler kitabı çok beğenir, ancak resmi edebiyat çevrelerinin yaklaşımı olumsuzdur. Kitabı bayağı bir zevkin ürünü, muzır ve adice diyerek yorumlarlar. İçişleri Bakanlığı hem yazar hem yayımcı hakkında dava açar ve kitap toplatılır. Ancak mahkeme kitabı beraat ettirir ve suça teşvik eden bir unsur bulunmadığını açıklar. Bunun üzerine kitap raflardaki yerini tekrar alır. Yine aynı dönemde, Pasolini pek çok iftiraya maruz kalacak ve ucuz gazetelerin üçüncü sayfalarının gözdesi olacaktır. Hakkında uydurulan suçlar, hırsızlığa yardım ve yataklık, silahlı soygun gibi çok çeşitlidir. 1957 yılında, Fellini’nin Kabirya Geceleri filminin şiir kullanılan bölümlerini yazar. Filmin jeneriğinde ismi, Bolognini, Rosi, Vaccini ve Lizzani ile birlikte senarist olarak yer alır. 1960 yılında Il gobbo filminde aktör olarak ilk rolünü oynar. PPP başarılı bir sanatçıdır ama toplum bu lanetlenmiş sanatçının aykırı ideoljik, dinsel ve cinsel görüşlerini dolayısıyla kendisini hiçbir zaman kabul etmeyecektir. Öyle ki artık aktif siyasetin dışında olmasına rağmen kardeşinin ölümü basın tarafından sömürülmeye devam edecek ve gazetelerde “Marksist yazar Pier Paolo, kendi kardeşine acımasızca davranan sistemi savunup avukatlığını üstleniyor.”[543] , “Pasolini’nin komünistlerce öldürülen kardeşi, her hâlde ağabeyinin kendisine yardım etmesini boşuna beklerdi”[544] gibi yazılar hiç eksik olmayacaktır.  Bu durum “Entelektüelliğin hiçbir değeri yok…” dedirtecektir PPP’ye:

Entelektüelliğin hiçbir zaman fazla değeri olmayacak

Halkın toplu yargısına göre.

Toplama kamplarının kanı bile

Memleketimizdeki bir milyon ruhtan

Daha net bir yargı çıkartabilmeliydi.

Tüm fikirler sahte, bütün tutku yalan

 

birliğini asırlar önce kaybetmiş

tüm bilgeliğini, özgürleşmek için değil

sadece hayatta kalmak için kullanan bir halkta.

 

Yüzümü göstermem

Tek başına ve çocuksu bir ses yükseltmem

Tamamen anlamsız. Korkaklık sarmış etrafımızı

 

diğerlerinin zulüm altında öldüğünü görerek,

garip bir farklılığa hapsolarak

Ölürüm ben de işte ve bu bana çok acı verir.

Ama ne olursa olsun yaşamdan yanadır şair ve gözde oyuncusu ve arkadaşı Laura Betti’nin 1980 yılında yaptığı Bir Düşün Nedeni adlı belgeselde şu sözleri yer alır:

 

Tüketim, kapitalizmin tamamen yeni devrimci bir biçimi. Hedonizmin keşfi, toplumsal düzenin artık fakirleri istemediği anlamına geliyor. O, tüketebilecek olanları, zenginleri ister; iyi yurttaşlar değil, iyi tüketiciler.

Tüketicilik İtalya’nın tarihinde yaşadığı ilk gerçek birleşme. Bu oldukça korkutucu. Alternatif ne? İntihar. Aydın intiharı diyelim… Öte yandan bu, bir yanıyla asla kabul edemeyeceğim terörizm ve santajın bir parçası. Sanatçı, şair, tam da intihar etmeyen, her şeye rağmen yaşayandır. Sanat her şeyden önce canlıdır. Canlılığın olmadığı yerde sanat olmaz. Aydın intiharı… Hayır, intihar etmiyorum. Üzgünüm.

 

Böyle der PPP ve her türlü ideolojik, dinsel ve cinsel baskıya karşı eserleriyle başkaldırmaya devam eder. Marksisttir ama Vatikan’ın ödül vereceği Matta’ya Göre İncil’i çeker; sonrasında müstehcen bir film olarak görülebilecek Canterburry Masalları ve Dekameron filmleri gelecektir; Nihayet 1975’de Sade’ın Sodom’un 120 günü kitabını Mussolini İtalyasına oturtan ve ağır bir faşizm eleştirisi olan Salo ya da Sodom’un 120 günü filmi gelir. Ne yazık ki çoğunluğun öteki olana nefreti sözde kalmayacak ve sanatçı vahşice katledilecektir.

Sanatçının edebi yönüne baktığımızda “ilk şiir kitabında halk ve edebiyat arasındaki kopukluğu giderme kaygısı” olduğunu; “bu nedenle halk söyleyişine önem verdiğini” ve “Romanlarında ‘yeni gerçekçilik’ anlayışına uygun konuları ele al”[545]dığını görürüz.

Şiirindeki belirgin izlekler kısaca hayat ve ölüm olarak özetlenebilir. Hayat anlamsızdır ve ölüm hiç de kutsal değildir PPP için. Dolayısıyla “Sizler de öğreneceksiniz, ne mutlu!” diye seslenir sanki kendisini lanetleyen ve nihayet öldüren insanlara, “nasıl ihtiyarlar, nasıl da ölür insan/ bir hiç için.”[546]Gramsci’nin Külleri şiirinde Gramsci’yi anar şair. Gramsci kendinden sonra gelecek bir çok neomarksisti etkileyecek marksist bir düşün adamıdır ve siyasetçidir. Faşist İtalya tarafından yirmi yıl hapse mahkum edilmiş; ancak ölecek kadar hasta bir şekilde 46 yaşında şartlı tahliye edilmiş ve kısa süre sonra da ölmüştür. PPP’nin bu şiirinde yaşamın boğuntusunu ve buna rağmen şairin  yaşama karşı sevgisi ile kendi bilincine karşı tiksintisi arasında gidip gelişini yaşarız.

güz mavisi eski duvarların üstüne

Dünyanın boğuntusunu taşıyor içinde,

bir de yaşamı yenilemek için tüketilen içtenlikli

 

yoğun çabanın yıkıntıları içinde yittiği

on yılın bitimini

sessizlik kısır ve nemli…

dizelerinde herşeye karşı umarsız olan dünyanın iyi niyete karşı da hiçbir karşılığı ya da ödülü olmadığını duyumsarız.

Bilinmedik sokakların, tramvay koltuklarının

Beni güne yabancılaştıran

 

Kirinden arınmışım: böyle avarelikler git gide

Azalıyor yaşam kavgası içinde;

Ve sevecek olursam dünyayı,

 

Çıkarsız, öfkeli, şehvetli bir sevgiyle

Seviyorum

der PPP başka dizelerde. Dünyayı sever şair hiçbir şey istemese de; giderek katılaşmış bilincinin soğukkanlılığından utansa da:

bir şey istemeden yaşıyorum: loş utancında

bilincimin – tepeden bakan, umarsız bayağılığından

 

tiksindiğim – bu dünyayı

severek…[547]

İmdi Pasolini’yle bilebildiğim ve epeyce de uzayan maktul şairler dosyasını burada kapatırsak ne denebilir maktul şairler hakkında? Aslında tıpkı müntehir şairler gibi onların da tek kelimeyle uyumsuz olduklarını söyleyebiliriz. Öldürülmüş şairlerin hemen hepsinde kurulu düzene karşı bir uyumsuzluk vardır. Uyumsuz olan insanlar sadece şairler değildir tabiki. Ama asıl lanet şairin uyumsuzluğudur. Çünkü diğerleri susmayı ve gizlenmeyi tercih edip kalabalıkta gizlenebilirler. Oysa şair susamaz; çünkü sussa şair olamaz. Yani şairin uyumsuzluğunu şiiri ele verir. Yoksa şairin uyumsuzluğu görünüşünden anlaşılmaz. Charles Dobzynski’nin şu dizeleri çok güzel dile getirir bu durumu:

Onca insan arasında kimse farkımıza varmıyor.

Sözün bulutlarını geçiyoruz

Arasıra bir sözcük görünür kılıyor

Aynı anda sürgüne gönderiyor bizi.[548]

Şairler çoğunluğun kanıksadığı kurulu düzeni ve kurallarını benimsemeyi reddederler. Aileden dine toplumun kendi devamı ve konforu için oluşturduğu bütün kurumlara yabancıdırlar. Bu kurumlarla uzlaşmak bir yana ölüm pahasına kendi varoluşlarını yaşamakta direnirler. Ne kurulu düzen kutsaldır ne onun kuralları ne de değerleri onlar için; kutsal olan bir anlık varoluştur ve bir an bile olsa kendilerini yaşayıp sönmektir sahih varoluş.  Onlara göre bu düzenle uzlaşarak kendinden kopmak ve çoğunluğa karışıp yok olmakla ölmek arasında bir fark yoktur. Bu yüzden uzlaşmaktansa çatışmayı tercih edeceklerdir. Zaten  şiir doğası gereği başlı başına bir başkaldırı, bir saldırıdır kurulu düzene karşı. Dolayısıyla toplumsal baskılara itaat etmek bir yana sadece şiirle bile olsa düzene başkaldıran şair karşısında devleti bulur çoğunlukla. Bu konuda

 

şair, aydındır ve elbette, muhalif. burada, muhaliflik, ille de muhalif olma değildir; zorunlulukla ilgisi yoktur; olması gerektiği için değil, öyle olduğu için muhaliftir: öncelikle, siyasal erk’e karşı muhaliftir. siyasal erk, ne denli bütünsel, ilerici, demokrat, sivil, insancıl olsa da, yönetme amacında olduğundan, ‘ayakta durmaya’ zorunludur. görülüyor  ki, şair, zorunlu muhalif değil, gerektiği için öyledir; siyasal erk’se, zorunludur ve muhalifliğin karşısında ‘tutucu’ muhaliftir. (önemli not: şairlerin devleti yoktur. bu bağlamdaki bütün belirleyici/zorunlu yaptırımların karşısında bulur kendini. unutmamalı: devlet, boyuneğme ister; şair, başkaldırı)

 

der Hayati Baki. Zaten şairlerin en büyük düşmanı ve celladı devlet olagelmiştir bugüne kadar. Çoğunluğun kanıksadığı ve kutsadığı bir düzeni karşısına alan onun temsilcisi olan Leviathan’ı da karşısına alacaktır doğal olarak. Peki sadece şiir yazan şairleri neden öldürür devlet. Bu sorunun yanıtı bir atasözümüzde açıkça söylenmiştir aslında: Kalem kılıçtan üstündür çünkü. Kılıç yarası geçer ama güçlü bir şiirin başkaldırısının açtığı yara hiç geçmez; aksine nesiller boyu dilden dile sayfadan sayfaya dolaşarak daha derinlere doğru ilerlemeye devam eder. Bu yüzden şairleri öldürmekten başka çare bulamaz saygınlığını yalan üzerine kuran devletler; oysa anlaşıldığı gibi şairleri öldürmek hiçbir işe yaramaz; söz ağızdan çıkmıştır bir defa ve ölen şairleri başka şairler izler hep. Ne var ki dediğim gibi şair karşısında başka bir şey gelmez elinden devletin; belki biraz da ibreti alem için öldürür başkaldıran şairi ama ibreti alem olması gereken şair bir ilham kaynağı olur çoğu zaman. Beri yandan devleti karşısında bulmadığı zaman da şair devletin karşısına dikilir bazen;  yalnızca şiirleriyle veya silaha da sarılarak; çünkü şiiriyle beraber gezer çoğu şair. Ucunda ölüm olduğunu bilir ama peygamber gibi bir misyon verilmiştir kendisine sanki. Bazen devletin bazen de onu lanetleyen çoğunluğun karşısına dikilir şair. Çoğunluğun en kutsalına saldırmaktan alıkoyamaz kendini. Kutsal değerlere saldırır; kutsal aileye saldırır ve nihayet bizzat dine saldırır. Çünkü bunların hepsi onun varolmasının önündeki düşmanca engellerdir onun için. Kendisine sorulmadan konulmuş kurallar ve değerler sınırlandırmaya çalışır onu; aile kurumu kabına sığmayan aşkı düzene koymaya çalışır ve din ise bütün bunlara dayanak sağlayan bir puttur. Şair ise “içerdeki değil; dışardakidir: kovulan, sürülen… tanrısal yargıda, şuara suresine göre; azgınların, isyancıların, dinden çıkmışların kılavuzu”[549] ve “Dini dünyadır O’nun, ayini şiir…”[550]

Şairler intihar etmiş; şairler öldürülmüştür. Peki kendi varoluşunu yaşamaya bu kadar tutkun şair öldürmez mi? Şairler şiirlerinde öldürürler genelde. Bunun dışında savaşta öldüren şairleri bir kenara bırakırsak ‘katil şairin’ benim bildiğim tek örneği modern Fransız şiirinin kurucusu olan François Villon’dur. Şairin Asılmışlar Baladı şiirine bakınca kanun dışı yaşamış; adam öldürmüş bütün haydutlar adına insanlardan ve Tanrı’dan bağışlanma dilediğini görürüz. Beri yandan satır arasında haydutluğun bir kader olduğunu suçunun hafifletici sebebi olarak ima etmekten de geri durmaz Villon.

ASILMIŞLARIN BALADI

Olmayın bu kadar katı yürekli,

Ey dünyada kalan insan kardeşler;

Allah da sizden razı olur belki

Sizler acırsanız bizlere eğer;

Şurada asılmışız üçer beşer;

Kuş tüyüyle beslenen şu bedene

Bir bakın, dağılmada günden güne;

Bakın kül olan kemiklerimize;

Gülmeyin, dostlar, bu hale düşene;

Tanrıdan mağrifet dileyin bize.

 

Kanun namına öldürüldük diye

Hor görmeyin bizleri, kardeş bilin;

Dünyada herkes akıllı olmaz ya,

Biz de böyle olmuşuz n’eyleyelim,

Madem alnımıza yazılmış ölüm,

İsa Peygambere dua edin de

Yanmak cehennem ateşlerinde

Esirgesin bizi, acısın bize.

Etmeyin, işte ölmüşüz bir kere;

Tanrıdan mağrifet dileyin bize.

 

Görmedik bir gün olsun rahat yüzü;

Yağmur sularında yıkandık yunduk;

Kurda, kuşa yedirdik kaşı gözü;

Gün ışıklarında karardık, yandık;

Kuş gagalarıyla kalbura döndük;

Durmadan kâh şu yana, kâh bu yana

Esen rüzgârla sallana sallana…

Kargalar geldi kondu üstümüze.

Sakın siz katılmayın bu kervana.

Tanrıdan mağrifet dileyin bize.

 

Dilek

 

Büyük İsa, cümlenin efendisi!

Cehennem ateşinden koru bizi;

Koru bizi, acı da halimize.

Dostlar, görüyorsunuz halimizi;

Tanrıdan mağrifet dileyin bize.[551]

Kaan İnce’den yola çıkıp müntehir şairlerden; maktul şailerden ve hatta katil bir şairden bahsettikten sonra şair ve ölüm ilişkisi hakkında nasıl bir sonuca varılabilir? Belki pek çok sonuca ama bana kalırsa kesin olan şairlerde yoğun bir ölüm bilincinin bulunmasıdır; onların bilincinde ölüm sürekli sızlayan bir diş gibidir sanki. Yeryüzünde ölüm bilincine sahip tek canlının insan olduğunu söylerler. Eğer bu doğruysa şairlerin ölüm bilincini diğerlerinden daha yoğun yaşadığı fark edilmektedir. Nitekim başkaları bir şekilde gündelik meşgaleleri sırasında ölümü unutabilirken ya da öte dünya inancıyla onu yok sayarak ölümsüzmüşçesine ‘sonsuz hayatlarını’ sürdürürken şair kalbinde hiç dinmeyen bir sızı gibi taşır ölümü. “Artan her günüm ölüme ekleniyor” der; ölümünü tekrar tekrar yaşamaktan kendini alamaz “Öldüğüm gün davula üç kez vurulacak. Tören. Yok”[552] der. Bu durumun sebebi şairin anlık varlığını da toprağı avuçlarcasına; suyu kana kana içercesine yaşamasıdır belki de. Varoluşu derinden hissetmenin yolu onun yokluğunun da duyumsanmasından geçmektedir nihayet. Heidegger’in dediği gibi varolmak için hiçmek de gerekir ki hayat uzun, sıkıcı ve uyuşturucu bir anlatıya dönüşüp duyulmaz bir hale gelmesin. Kısacası varoluşu sıradan bir olay gibi yaşayamaz şair; çünkü onun tekrar tekrar gösterilen bir film değil bir anlık ve biricik kar tanesi olduğunun farkındadır; kar tanesi yere düşmeden düşüşünün doruğuna varmalıdır.

Şair güzellik ve insan arasında aracılık yapan kabilesini yitirmiş, zamansız bir şamandır ve  ölüm, korkuyu da huzuru da barındıran en güzeldir varolanların dünyasında; çünkü o var olmayandır. Şaman güzellikten ölüme geçer böylece; varolanların güzelliğinin temelinde de yokolma olanakları yatmaktadır; her şeyi güzelleştiren gizemli ölüm olur  o zaman. Şamanlık ise şamanın kaçınamayacağı kaderidir.

 

Sonra ağzından köpükler saçarak yere yıkılır. Vücudu hissizleşir. Bu durum bir süre devam eder. Sonra günün birinde Şaman adayı davulunu alıp çalmaya başlar. Artık sakinleşip kendine gelmiştir. Bu durumları görüp de Şaman olmaktan kaçınan kimse sonunda ya delirir, ya da ölür.[553]

 

Nihayet şamanlığın da bir mühleti vardır ve “tespit edilen süre dolunca çoğu zaman gerçekten, ya şaman ölür veya dağlarda, stepte kaybolur gider”.[554]

 ve biz

sıcak mendereslerde

şarap vakti

ölümü bekliyoruz[555]

12.08.2015

 

SON

demiştim büyük bir mutlulukla. Çünkü artık ölümlerin ve ölülerin arasında gezinmekten yorulmuş; bunalmıştım . Yazının başından ayrılınca kafamda bu metinle ilgili cümlelerin gezinmesinden; metinle ilgili tasarıların sürekli kafamı meşgul etmesinden; nihayet artık sadece bu metni bitirme hayaliyle yaşamaktan sıkılmıştım. Bu yüzden ‘son’ deyince rahatlamıştım. Dört ay önce başladığım yazı bitmişti ve ben de artık yazmaya ayırıp başka şeylerden boyuna kıstığım zamanıma yeniden kavuşmuştum nihayet. Dediğim gibi dışarda gezerken, arkadaşlarla vakit geçirirken bu metin olmayacaktı artık kafamda; yazmaya ayırdığım vakti çoğaltmak için ara verdiğim ya da en aza indirdiğim kitap okumak; film izlemek faaliyetlerime geri dönecektim. Ne var ki dün facebook’ta Alaattin Topçu’nun bir paylaşımını görünce metnin bu haliyle bitemeyeceğini; eksik kalacağını fark ettim. Çünkü bu paylaşımın da daha önce adını duymadığım bir Türk şairin intiharından bahsediyordu Topçu: Zafer Ekin Karabay’dan. İnternette Zafer Ekin hakkında biraz okuma yaptım. Sonuçta Nilgün Marmara’yı cinsiyetçiliğimle geçiştirmiştim ama Karabay’a ve şiirlerine yer vermemem kesinlikle bir eksiklik olacaktı. Böyle düşünürken üzerine bir de İlhami Çiçek’in farkına vardım. Biraz kuşkulu görünse de onun ölümünün de intihar olma olasılığı yüksekti ve anlaşılan metni burada bitirirsem bir değil Nilgün Marmara’yla birlikte üç müntehir Türk şair hakkında tek söz söylememiş olacaktım. Yani sözün kısası ek olarak onları ve şiirlerini gözden geçirmeden sona erdiremeyeceğim bu metni.

  1. 08. 2015

 

Aslına bakılırsa İlhami Çiçek’in intihar edip etmediği tartışmalıdır. İlhami Çiçek’in ölümü hakkında açıklanmış resmî bir rapor olmaması, bu konuda süregiden bir tartışmaya neden olmuştur. Ölümü hakkında görüş bildirenlerden bir kısmı, şiddetli bir epilepsi nöbeti esnasında aklî melekelerini kaybederek pencereden atladığı üzerinde; diğer bir kısmı ise intiharı amaçlayarak pencereden atlamış olduğu görüşünde birleşmektedir. Şairin 14 Haziran 1983’teki ölümü hakkında kardeşi şöyle der:

 

Ben şair İlhami ÇİÇEK’in kardeşi Mehmet Latif ÇİÇEK, ağabeyimin ölüm nedenini GÖĞEKİN(bu adı fotoğrafından karakalem resim çıkaran rahmetli Necdet KONAK’ın önerisi ile verdik)adlı kitabımızda açıkladık, tekrar edelim; Ağabeyim beyinde zuhur eden bir hastalıktan dolayı zaman zaman nöbetler geçirirdi, o dönem(1980 yılı) Prof.Dr. Rasim ADASAL’a tedaviye götürürdük, hocanın bize söylediği hastanın nöbet geldiğinde beyin kontrolünün kaybolduğu ve yalnız bırakılmaması gerektiği şeklinde idi. Sakin bir hayat ve iyi bir bakımla beyin hücrelerinin beş yıl içinde normal seyrine girebileceğini, bu süre içinde bedenini yoracak iş ve ortamlardan uzak kalması gerektiğini ifade etmişti, nitekim ölümü tedavinin beşinci yılına girildiğinde olağanüstü şartların olduğu Tokat’ta askerde vuku buldu. Ancak çeşitli yayınlarda, internet sitelerinde hala intihar etti diye yayın yapılması ağabeyimin yazdıkları ile imanı arasında köprü kurmaktan aciz, iyi niyetli olmayan ifadeler olarak değerlendiriyorum .Lütfen tarihe intikal eden, Türk Edebiyatında yerini almış ve insanların gönlüne iltica etmiş , bu toprakların kutlu evladı İlhami ÇİÇEK’in ruhun azap çektirmeyelim.

 

Kardeşinin söylediklerini destekleyen başka görüşler de vardır. 1984 tarihli Türkiye Kültür Sanat Yıllığı’nda “İlhami Çiçek, daha önce yakalandığı sara hastalığına ait bir kriz sonrasında vefât etti”[556] diye yazılmıştır. İsmail Bingöl de şair hakkında “Ve, askerliğinin bitmesine çok kısa bir süre kala, geçirdiği şiddetli bir kriz sonrasında vefat eder”[557] diye yazar. Ne var ki intihar ettiğine dair görüşler de vardır. Mesela bir görgü tanığı

 

İlhami Çiçek ‘yakalandığı hastalıktan’ ölmedi. İntihar etti. Tokat’taki askerliği sırasında. Ki ben de o tarihte orada askerdim. Cansız bedeni akşam karanlığı çökene kadar da düştüğü yerde, ‘don’ katına bekletildi. Bizim bölük, eğitim sahasından tadat alanına giderken üzeri kahverengi bir battaniye ile örtülmüştü. Sonra da ambulans geldi. Kaldırıldı İlhami Çiçek

 

diyecektir. Metin Cengiz ise

 

Kemal Bey’e karışıklıkları önlemek amacıyla tedavi için kaldırıldığı bir hastanede mi yoksa, yoksa askerlik yaptığı kışlada mı intihar ettiğini soruyorum. Tokat’ta askerlik yaptığı yıl (1983), 13 Haziran’da kendini pencereden atarak intihar ettiğini söylüyor. Ben ise merdivenden kendini atarak intihar ettiğini duymuştum. İkinci defa kısa bir süre için tutuklandığım Tokat’ta, aynı kışlada. Söyleyen çavuş kulak dolgunluğu ile yanlış anımsıyor olabilir

 

demiştir. Mehmet Can Doğan da

 

Sara nöbetleri, söze sığınış, edebiyata tutunma çabası ve yirmi dokuz yaşında intihar. Yakın çevresi; İlhami Çiçek‘in intiharını bir şanssızlık, ‘sara hastalığına ait bir kriz’, ‘karşı konulmaz bir biçimde parlayıveren kader flaşı’, ‘şiddetli bir krizin sonu’ olarak yorumladı. Bu tür yorum ve sunuşlarla eylem, örtülerek bir ‘kaza’ya dönüştürüldü[558]

 

der. Nihayet bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Belki hakikaten bir sara krizi sırasında bilinçsizce pencereden atlamış; belki de intihar etmiş ama İslami kesmin sahip çıktığı şairin intiharı örtbas edilmiştir; bilindiği üzre ülkemizde asker intiharlarının sümenaltı edilmesi yaygın bir gelenektir zaten. Sonuçta her ne olursa olsun ben yine de bu metinde o ve şiirlerinden bahsetmezsem yazı eksik kalacakmış gibi hissediyorum.

İlhami Çiçek öğretmen bir baba ile ev hanımı bir annenin oğlu olarak 1954 yılında doğunun soğuk kasabalarından birinde; Erzurum, Oltu’da dünyaya gelmiştir ki “hüzün/ çok eski bir öykü”[559]  olagelmiştir Oralarda.

Henüz 7 yaşında iken kardeşi ile samanlığın damında oynarken aşağı düşmüş ve yaklaşık bir gün boyunca baygın kalmıştır. Bu kaza, Arif Ay’a göre, İlhami Çiçek’in hayatının geneline nufüz eden ürkeklik, durgunluk ve duygusallığın ana kaynağıdır. İlkokul, ortaokul ve liseyi Oltu’da tamamlayan şairin şiire ilgisi ortaokul yıllarında başlayacaktır. Nitekim ortaokul ikinci sınıfta bir şiir okuma yarışmasında Faruk Nafiz Çamlıbel’in Çoban Çeşmesi adlı şiirini okumuş ve ikinci olmuştur. Lisede iken Adımlar dergisinin düzenlediği bir şiir yarışmasına Otel Odası adlı şiiri ile katılır. Bu şiir birinci seçilecek ve Adımlar’da yayımlanacaktır. Otel Odası aynı zamanda Çiçek’in yayımlanan ilk şiiridir:

OTEL ODASI

Bir otel odasının karanlık köşesinde

Fırtınanın sesini andırıyor nefesim,

Kulağımda saatin hüzünlü tiktakları

Karşımda ise beni parçalayan bir resim!

 

Tavanın bakışları gözlerime takılmış

Beni tehdit ediyor zalim yalnızlığıyla

Çilekeş kitaplarım konuşmuyorlar artık

İçimde gizli bir ses hükmediyor ki “ağla”

 

Donuk bir çeşme gibi sâkin kırık sandalye

Sanki hasta bir nağme elimdeki defterim

Bin bir anıyla dolmuş boşalmış küçük dolap

Hayatından usanmış kirli elbiselerim…

 

Bunalmaktan çürümüş zeytin çekirdekleri

Kuru oduna dönmüş masamdaki ekmekler…

Ulu… Yüce Tanrıya her akşam söylediğim

Boğazımda birikmiş yarım kalmış dilekler…

 

Gene kederle yüklü örümcekli duvarlar

Her gün aynı ızdırap her gün aynı yaşantı

Gene geceye gebe çabuk biten sabahlar

Gene her şey kapkara, gene her şey kaskatı!..[560]

Lise yıllarında sol görüşe sahip bir grubun lideri olan Çiçek, karşıt görüşlü öğrenciler tarafından feci şekilde dövülmüştür. Okul arkadaşı Metin Cengiz’e göre Çiçek’in bünyesini hırpalayan etkenler arasında bu olayın da büyük payı vardır. Haklıdır belki de Cengiz; çünkü Çiçek’in Resim’de yazdığı gibi “bir at/bir kere kapaklanmışsa/kapaklanmış bir attır o” ve bir kere yenilen hep yenilmiş olarak kalabilir şairin dünyasında. “oralarda genç/ bindir yerinden hançerli” diyerek bu olayla bağlantılı olarak kendi gençliğinden de bahsetmiş olabilir şair. Aslına bakılırsa sadece oralarda değil dönemin Türkiyesi’nde her yerde sırtı bıçaklıdır gençlerin; ama ne ki bu olay Çiçek’in başına oralarda gelmiştir ve  belki biraz da bu olay yüzden “vurarak yalnızlığını gizli patikalara/ kenti düşün”[561]meye başlayacaktır genç Çiçek. Nihayet 1975 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesine kaydolarak kente varacaktır şair. Öğrencilik döneminde vekil öğretmenlik de yapmıştır şair. Son Öğrence adlı şiiri, şairin vekil öğretmenlik döneminin bir meyvesidir:

SON ÖĞRENCE

çocuklar oturun

tahtayı sil yavrum kapa kapıyı

yaslanın arkanıza

nerde kalmıştık evet

ve nice canlar yaktı

meryem yüzlü gelinleri dul bıraktı

ve bu yedi canlı devi

ve devin alev fışkıran gözlerini

korkunç homurtusunu zehirli tırnaklarını

varıp çatal yürekli yiğide anlattılar

susun çocuklar

 

giydi savaş giysilerini çatal yürek

kuşandı silahlarını

öperek sevgilisinin alnında

duasını alarak annesinin

sinsi düşüncelerden yüreğini temizledi

 

ve doğurgan bir sessizlikte

konuştu çatal yürek

dağ taş put kesildi dinledi

kurt kuş tutkularından arındı dinlediler

 

ve doğurgan bir sessizlikte

okudu savaş duasını yüksek sesle

ve dedi “herkes okusun”

çocuklar susun

 

karanlıkta yola çıktı doğuşu beklemedi

son kez bakmak istedi kaybolan aya

ve bir kedi sessizliğiyle girdi mağaraya

 

dev az önce yemiştir yemeğini

devin gözlerinde uyku

çocuklar su

gir

geç yerine

 

ve yaklaştı deve çatal yürek

devi yakından gördü

sayıklamasını duydu

ve sevdi onu

ve çekti kılıcını

zırr[562]

Öğrenimi sırasında Divan edebiyatı, Tasavvuf edebiyatı ve Türk halk edebiyatı alanlarında yaptığı çalışmaları çeşitli yerel dergi ve gazetelerde yayımlanır. Çiçek ömrünün sonuna kadar sürecek bu ilgisi dolayısıyla Âşık Hüseyin Sümmanioğlu ile görüşecek ve ona 11’li hece vezni ile şiirler gönderecektir. Üniversite yıllarında önce Ali Göçer ve Fuat Altınsoy’la, sonra onların vasıtasıyla Arif Ay’la tanışır. Arif Ay, o dönem İlhami Çiçek’le olan arkadaşlığını şu cümlelerle anlatır:

 

Her ders arası buluşuyoruz kantinde. Hep suskun. Hepimizin genel özelliği bu: Suskunluk. Az konuşuyoruz ya, ‘öz’ oluyor konuştuklarımız. Çağ, insan, sanat-edebiyat oluyor konumuz da. Bu ilk tanışma, gün gün boyutlanarak anlamlı bir birlikteliğe dönüşüyor.[563]

 

Şair, fakülteden mezun olduktan sonra 1978 yılının Nisan ayında Kırıkkale Lisesi’ne Edebiyat öğretmeni olarak atanır. Aynı okulda Fransızca öğretmeni olan Cahit Yeşilyurt vasıtasıyla Nuri Pakdil’in yönettiği Edebiyat Dergisi’nde ürünlerini yayımlamaya başlar. Çiçek’in 24 yaşındaki hâlini şair Cahit Yeşilyurt şöyle tarif etmektedir:

 

Kısaya yakın orta boylu, ince buğday rengindeki bir yüz ortasında hafifçe eğimli bir burun, ince dudaklarının pembeye çalan uçuk renkli kıvrımı üzerinde eril bir toplam gibi duran şık bıyıklar. Oldukça kısa kesilmiş favoriler ve başının yanlarından kırpılmış yukarıya doğru genişleyen kumral saçların biçimlendirdiği sevecen bir baş figürü. (Bir ara gençler arasında ‘Travolta biçimi saç’ adıyla moda olan tıraş biçimiydi sözünü ettiğim). Hepsinden önemlisi, hüznün yaka-paça ettiği kişilere özgü, iki ürkek kuş tüneği gibi göz yuvalarına yerleşmiş iki kahverengi göz ve gözler altında belirsiz sürme izi örneği halkalar ortasından hep uzaklara kayıp giden uçan bakışlar.[564]

 

1979-1983 yılları arasında özellikle Satranç Dersleri adlı sekiz bölümlük şiiri ile adından söz ettirecektir. 1979 yılından itibaren dizi olarak Edebiyat Dergisi‘nde yayımlanan bu şiiri ölümünden kısa bir süre önce diğer şiirleri ile birlikte Satranç Dersleri adı ile kitaplaştırılacak ve şairin hayatta iken yayımlanmış tek kitabı olacaktır. Üniversitede iken satranç turnuvasında birinci olacak denli iyi bir satranç oyuncusu olan Çiçek, ileride ‘neden satranç?’ sorusunu şöyle cevaplayacaktır:

 

Satranç oyununu kullanmam rastlantı değil. Geometrik bir tarih âdeta satranç. Yaşama tam denk düşüyor. Yaşam da bir geometridir, evet, ama epeydir yüzü çizik çizik bir ‘satıh’ görünümünde.

Bir de oyun sözcüğü… şiirli, katı, acımasız, yoğun çağrışımlı bir sözcük oyun sözcüğü. Sonra oyuncu, çağ’dır. Satranç oyununun kendisi de bir şiirdir. Oynarken bilinçle yenildiğim olur. Karşı taraf şahımı sıkıştırdıkça fevkâlade anlar yaşarım. Bütün bunlardan yararlandım elbet. Çağımdan, tarihe, Öğretiye sürekli göndermelerde bulunarak bir oyun kurmak istedim.[565]

 

Ne var ki bu dönemde kendisini tamamen şiir çalışmalarına adayan şairin sağlığı gözle görülür bir biçimde bozulmaya başlayacaktır. Doğru düzgün yemek yememekte, sigara ve çayı ise başköşeye koymaktadır. Rahatsızlığı zaman zaman çevresindeki arkadaşlarını tanımama, hatırlamamaya kadar varacaktır. 1980 yılından itibaren Pendik Lisesi’nde öğretmenlik görevine devam eden Çiçek, 1981 yılında kendisi gibi öğretmen olan Hamiyet Hanım ile evlenir. 1983 yılının Mart ayında kısa dönem askerlik görevini Tokat’ta yapmaya başlayan şairin, nörolojik rahatsızlıkları artacaktır. Nihayet tedavi amacıyla Mevki Hastanesi’ne sevk edilecektir. Burada kendisini ziyaret eden Arif Ay’a kendisini bahçeye bile çıkarmadıklarından yakınacaktır. Kısa süren bir tedavi süresinden sonra iyileştiğine hükmedilerek taburcu edilir. Ali Karaçalı vefatından önceki ay Kayseri’ye seyahat ettiklerini, iyi vakit geçirdiklerini yazacaktır. Hatta Temalarbu gezinin eseridir.

TEMALAR I

bu tuvalde akşam bir kurdeladır

gök çözük sevgili saçlarıyla anlatıldığından

ayrıca ırmak yataklarına yer verilmemiş

ressam diyor ki su

düşlemek için vardır –aya gelince

susuyor ressam, kurdeladan bir akşam

bir tabutun yandan görünüşü sokak

el ayak çekilmiş ama ev orda durmuyor

istifham

 

şu boş palto bir dolambaçsa eğer

dolambaç giyilebilen bir şeydir ve beden

paltonun kapsamında baş yapayalnız

dünyanın bütün kurdelaları yapayalnız

 

her şey simsiyah her şey simsiyah her şey

içrek asılı ip, cam ölü kesit

el ayak çekilmiş ama ev orda durmuyor durmuyor

ama ev orda durmuyor durmuyor

bir artist daima yürür –dışarıda

yokken dışarısı dışarısı diye bir şey dışarıda

bir artist ve onun süren yürümesinden

sevinmiş bir çehre olarak şehir

ucunda sırrın örgütlendiği bir cadde biçimindedir

 

bu tuvalde nesne kendisi değil

diyelim sokakta allak bullak bir adam

yalnız allak bulaklığı boyuyor ressam

ne sokak ne adam

hem sokak hem adam[566]

 

TEMALAR II [567]

boşaltılmış şehirler kadar yalnızdır

bir şehirde

bir duvara asılı

üfleyeni kalmamış kınalı bir kaval kadar mahzun

kınalı bir kaval kadar mahzun

kınalı bir kaval kadar mahzundur

adına sessizlik dedikleri o ses

nere gitse yanındadır

engel olamaz

susmasından kelimeler olur engel olamaz

o yani yirmi dokuz yaşında

yani ceplerini can erikleriyle doldurup

sokaklarda

bademli düşlere eyleşen aylak adam

açıklamalıdır ki kelimesiz bir yalnızlık

mümkün değildir

açıklamalıdır ki her romancı

yanılmıştır

bu noktada

ve roman kişisini

tahrik edip

romandan

caddeleri ve aynaları olan bu şehre

kaçırtan

budur

 

boşaltılmış şehirler kadar yalnızıdır

kelimeye yargılıdır

bir şehirde

bir duvara asılı

üfleyeni kalmamış bir kınalı kaval kadar mahzun[568]

Karaçalı, Çiçek’i iki hafta sonra kışlasında ziyaret etmek istediğinde ise, şair bilinmeyen bir sebeple bu görüşmeye gelmeyecektir. Terhis olmasına az bir süre kalan ve askerî teçhizatı alınan şair,14 Haziran 1983 tarihinde görev yaptığı karakolda ölecektir. Öldüğünde bir yaşında olan Abdurrahman Nuri adlı bir oğlu vardır. Cenaze töreninde Nuri Pakdil, “Bugün bir şiir sandığı toprağa gömüyoruz”diyecektir. Ölümünün ardından     1991 yılında kardeşi M. Latif Çiçek’in girişimi ile şiirleri, öyküleri ve hakkında yazılanların yeraldığı GöğEkin adlı bir kitap yayımlanacaktır. “Saygı uyandıran bir ciddiliğe, hayranlık uyandıran bir inceliğe”[569] sahip bir şair olarak tarif edilen Çiçek hakkında C. Hüseyin Düz şu tespitte bulunur: “Sağ, müntehir şair İlhami Çiçek’i; sol, müntehir şair Nilgün Marmara’yı, aynı ideolojik ritüellerle aforoz eder…”[570] Yani müntehir şair Çiçek sağcı olduğu için sol kesim tarafından belki de intihar ettiği için ise sağ cenah tarafından ölümünden sonra görmezden gelinecektir Düz’e göre. Vikipediye bakılırsa ölümünden sonra üç ayrı edebiyat dergisi üç kere yer verecektir şaire:

 

Hece Dergisi, Haziran 1997 tarihli 6. sayısının bir bölümünü ‘Hece Taşları’ adıyla İlhami Çiçek’e ayırdı.

Palandöken Sanat ve Edebiyat dergisi, Haziran 1993 yılında yayımlanan 7. sayısını İlhami Çiçek’e ayırdı.

Yumuşak Ğ, Temmuz – Ağustos 2009 tarihli 2. sayısını “Şurda Güneşe Ne Kaldı?” üstbaşlığı ile İlhami Çiçek’e ayırdı.

 

İşin ilginç yanı yakın çevresi dışında dönemin şairleri arasında hakkında pek konuşan ya da yazan olmayan Çiçek’e sol edebiyat çevresi sağ cenahtan nispeten daha çok ilgi göstermiş gibidir. Nitekim Ahmet Oktay, İlhami Çiçek hakkında konuşan nadir şairlerden biridir ve onu ‘İslâmcı Şair’ olarak tanımlar. Bununla birlikte Oktay’a göre Çiçek; İslâmcı Şiir’in yükselişinde payı olan ‘ama’ modernist şiirle bağ kurarak şiir yazan ve şiirlerinde “gizilgüç halinde bir günah ve zina korkusuna ilişkin imgelere rastlanan”[571] bir şairdir. Mehmet H. Doğan ise Çiçek’i ‘sağ şiir’ kümesine alarak şöyle der: “Sağ şiirin, hâlâ İkinci Yeni’nin ilk yıllarındaki ‘imgeleri yenileme, canlandırma’ dönemini yaşayan bir örneği İlhami Çiçek’in şiirleri.”[572] İbrahim Eryiğit’e göre de Çiçek’e sol kesimde sağ cenahtan daha çok ilgi gösterilmiştir ki bu durumu hakkında kardeşi Mehmet Latif Çiçek’e

 

İlhami Çiçek’e şair olarak bir çerçeve çizecek olursak Ahmet Oktay’dan C.Süreya’ya, Ahmet Telli’ye kadar farklı kesimlerce tanınıyor. Fakat ben İlhami Çiçek’in bizim kesimce hem şiirinin hem de şahsiyetinin yeterince tanınmadığı kanaatindeyim. Siz çok yakını olarak neler söylersiniz?

 

diye soracak; Mehmet Latif Çiçek ise ağabeyinden bir alıntı yaparak “azaldı/halk içinde yüzdeki ben gibiler”[573] dizesi ile cevap verecektir. Oysa şairin kendisi; Nâzım Hikmet için “Nâzım toprağını, toprağın insanını ilk defa sözle okşayan şairdir bana göre” diyebilecek kadar ideolojiden bağımsız bakabilmiştir şiire.

  1. 08. 2015

 

 Bir Huylanışın Öyküsünde Çiçek’in epilepsi hastalığının izini görürüz: “süreli nöbetlerle/ köpükten giysiler biçip ağızlara/ çarpmalarla geliyordu sara”[574].Sağcı şairin Canlar şiirinde ise solcu esintiler; sol söylemin literatürü hakimdir sanki. “umut kesilmiyorsa dostlarım” der bu şiirde Çiçek “kesip/ barikatlar kurarak kangrenli gövdemizden/ şurda güneşe ne kaldı”[575] Oysa Satranç Dersleri şiirinde reddettiklerinden anlaşılır şairin modernizm karşıtlığıyla atbaşı giden muhafazakarlığı:

tanrısız tecimevlerini caminin hemen önündeki

ana caddedeki aykırı kadın salınışını

yanlış konumunu gülün evlerde bahçelerde

ve hatta parklarını bile bu taş mekanın

reddetmek gerekiyor[576]

Kaderim şiirinde ise bir yabancı olarak kaderine mahkum olduğunu söyler şair. Nereye doğrudur yolcunun yolu? Tabiki ölüme. Ama Çiçek bu yolu intihar ederek kendi sona erdireceği konusunda bir şey söylemez.

KADERİM

Doğarkenmi bağlandı elim kollarım

Kaderimle talihimle birlikte

Ya ben yanlış yerdeyım

Yada yer yabancı bana

Ne ben ben olabildim

Nede kırabildim kabuğumu

Kapandım kaderimin karanlığına

Bir ışık olmadı zifri gecelerimde

Yok yok biliyorum artık

Çaresi yok çırpınışların

Yol yolcunun yolu

Han hancının artık

Değişmez yazgımsa

Benim kaderim artık…

Ölüm hakkında ne der peki Çiçek. İlkin Kesit şiirinde bir resmin önünde saçlarını tararken o resim için “ölüm müydü o yalınlık” diye sorar ve “yoktu”[577] diye ekler. Ölümün varolanlar arasında var omamaklığından kaynaklanan yalınlığından dem vurur böylece. Satranç Dersleri’nin tek konusu ‘satranç’ değildir doğal olarak; ölüme de, hüzne de, aşka da yer verir bu derslerinde Çiçek. Sonuçta bunların hepsi dahildir yaşamak oyununa. Kazanmak kaybetmek gibi bir amacı yoktur bu oyunun “iyi oyun vardır sadece”[578] “ve insan/-ne şu ne bu-/iyioyunundan/sorulmayacak mıdır”[579]. Yaşam oyununu bir savaş alanına çeviren şahlar; şahların paranoyası ve bu paranoyanın peşine düşenlerdir belli ki. Oysa kendi renktaşlarına karşı ihanettir şahın, yaşamı bir savaş alanına çevirişi ki şöyle yazar şair:

söyleyelim eBİR

ha

in

dir

eSekiz yok

yok ayrı bir düşman falan[580]

Satranç aslında “dalgınların oyunudur”.  ‘Dalgın’ iyi oynar bu satrancı; çünkü ölümü oyunun başında kabullenmiştir o ve “dalgının ölüm karşısındaki sükuneti/ düşmana/ölümün dehşetinden korkuludur”[581]. Şairin ölüm karşısındaki bu suküneti değil midir zaten karşısındakileri çıldırtan. Peki nedir ‘dalgınlar’ı ölüm karşısında bu kadar soğukkanlı kılan? Cevap yine o şair farkındalığında gizlidir: Yaşamın çok kısa olduğuna dair o ölüm bilinci ki şöyle der öğretmen derslerin birinde “topu topu bir mevsimi yaşarız işte/ müşa’şa’ bir sonbahar figüranıyız/ hepimiz de”.[582] Üstelik bu kısa hayat verili dünyada katlanılmaz bir hale gelmiştir ‘dalgın’lar veya uyumsuz şairler için. Şair farkındadır ki “insan/ azar azar kopmuştur” [583]varoluşundan.

yeryüzü kırlarında böyle

yürekleri taşıtlardan yana çarpan

yaramaz adamlardı sürücüler

bakarlardı dikiz bir bencillikten[584]

diye yazar Çiçek Sorarak şiirinde o insanlar için ve şairlere hüzünler; aşklar; yalnızlık ve kimsesizlik kalmıştır azar azar kopmuş insanlardan  geriye. “hüzün”ölüm kadar “yalındır-dağdan/aparılmış kar topakları gibi”dir ve “yalnız hüznü vardır kalbi olanın”; çünkü “hüzün öylece orta yerdedir”[585] gözü görenler için. Ve yalnızlık…

senin yüzün -paramparça

bölük pörçüktür

şu kuytu kalabalıkta

şu yalnızlıkta[586]

Yine Sorarak şiirinde “boyuna yalnızdık” diye yazar bütün dalgınlar adına “aradan/ bunca dağ geçti”[587]. Sonra kimsesizlik… “her dakika/henüz ölmüş gibi ebuzer/kimsesizsindir”[588] der şair kendine bu defa. Bu dizede kendi yalnızlığını Ebuzer’inkiyle özdeşleştirmesi manidardır Çiçek’in. Çünkü Muhammed’e ilk inanan sahabelerden biri olan Ebuzer halife Osman’ın yolsuzluk ve adam kayırmalarına karşı çıkmış ve doksan yaşında eğersiz bir deve ile çöle sürülmek olmuştur kaderi. Yani her ne kadar ‘sağcı’ da olsa ya da inancı dolayısıyla sağcılar tarafından kısmen sahip çıkılan bir şair de olsa onlar arasında da kimsesiz olduğunun farkındadır Çiçek. Çünkü bütün ideolojiler gibi İslami çevreler de kesin bir itaat isterler ve haklı haksız hiçbir eleştiriye açık değildirler. Sonuç olarak hüzünlü, yalnız ve kimsesizdir şair. “nedensiz başladım oyunculuğa/ bitireceğim raslantıyla –oyunumu” dediğinde ise yaşamın anlamsızlığından ve ölümün raslantısallığından bahsederek varoluşçuluğa yaklaşır sanki. Bu dizelrin ardından kendini paniğe sürükleyen dostları olarak göz kırpacaktır Çiçek intiharlara İslami inancına rağmen:

dostlarım da

var -intiharlar

her akşam ıslak-yapışkan

saçlarıyla girip odama

paniğimden pay toplarlar[589]

Bunca hüzün, yalnızlık ve kimsesizlikle yüklü kısa hayata nasıl dayanılabilir? Sabır diye cevap verir Çiçek

‘ve sabır

olmasaydı

yeryüzünde

birgün

kalınabilir miydi?[590]

Bir de aşk vardır tabii. Yaşama başlamak gibi ilk aşkın da dönüşü yoktur: “evet ilk aşk gibi bir şeydir ilk açılış/ artık dönüş yoktur”[591]. “kocamandır aşk”[592]ve tehlikelidir. “ey aşk” der Çiçek “elbet başındasındır bela kitabının/ne çok dilin var”[593]. Nihayet pek çok müntehir şairde rastladığımız umutsuz aşk izleğine de rastlarız olası müntehir şairin şiirinde:

YOKLUĞUNDA

Bir yelkenli canlandı gözlerimde

Azgın denizlerin hırçın dalgalarında

Fayda etmedi çabası,mecalsiz çırpınışların

Sürükledi bir meçhule amansız kürek çekmeler

 

Ne ruzgar anlatabilir fırtınayı

Nede yelkenli sürüklenişini

Ne ben anlatabilirim içimdeki sensizliği

Nede sen anlayabilirsin anlatamadıklarımı

 

Eskiden gurbetler vardı

Hasretler,özlemler,sevdalar çekilirdi

Her gidişin ayrılışın ardından

Kan ağlardı yürekler,param parça olurdu

Her hasret çekilişinde

 

Her güneşin doğuşunda yeşeren umutlar

Kahreder gün batımı yanlızlığa batarken

Sabahı olmayan gecelerin karanlığında

Sensizliği sarardı kollarım kucağımda

 

Uzun sürmez gafletten uyanışım

Karşımda duruyor gerçekler.en acımasız haliyle

Hayeller hayel ama

Gerçekler silinmiyor hayatımdan

 

Ne sen dönebildin gittiğin yerlerden

Ne ben kabullenebildim gidişini

Ben mi gurbetteyim,gurbetmi içimde

Atamadım içimden kahrolası gurbeti

Hasretin,ateş oldu,acı oldu,özlemin yaktı içerimi…

Daha birkaç gün önce öğrendiğim kadarıyla günümüze en yakın tarihte intihar eden Türk şair 27 yaşında intihar eden Zafer Ekin Karabay olmuştur. Anadolu üniversitesi hukuk fakültesi araştırma görevlisi olan Karabay,  Kaan’dan on yıl sonra 13 Eylül 2002’de Eskişehir’de kendini asarak intihar edecektir. Tıpkı Kaan gibi Karabay da Ankara Üniversitesi’nden mezun olmuştur. Hukuk fakültesini bitirmiş ve Anadolu üniversitesinde araştırma görevlisi olmuştur. 1999 yılında o da Kaan gibi Varlık şiir ödülünü almıştır. Bunun yanı sıra 2000 yılında Arkadaş Zekai Özger jüri özel şiir ödülünü de almıştır. Yine Kaan’la Karabay’ın bir başka benzerliği Karabay’ın da ilk kitabını göremeden intihar etmiş olmasıdır. Lakin Kaan ve Çiçek’ten farklı olarak düzgün bir el yazısıyla intiharının nedenini açıklayan bir mektup kaleme almıştır Karabay:

 

hani, ‘hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. nilgün marmara’nın 29 yaşında, s. plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. bu yüzden ‘şubatta saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). ama şimdi ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. hem zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (kimbilir belki kendimle barışabilseydim…)

yerleşik yabancı’ydım her yere metin abi… sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.

daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?

tüm arkadaşlarımı ve sevgilim meral’i çok seviyorum.

beni affedin.

 

Bu mektubun üzerine de şöyle bir not düşmüştür Karabay: “bunu kül’de yayınlarsanız sevinirim. nasıl sevineceksem? bu da hâlâ yaşamak istediğimi mi gösteriyor nedir?”

 Mektuptan anlaşıldığı kadarıyla ne “herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşam”la ne de kendiyle uyuşamamıştır genç şair. Böylece müntehir ve maktül şairlerin yanı sıra Anayurt Oteli’nin sahibi Zebercet gibi uyumsuzların arasına katılmaya karar verecektir. Ne var ki onların arasına katılmak için intihar etmek yeterli değildir; yazın dünyasının kapısının da açılması da gereklidir. Bu yüzden mektupta derin bir yazın dünyasına girme isteği sezilir satır aralarında ve mektuba iliştirilmiş notta; mektubunda şiir kitabını bir türlü bastıramadığı için üzüldüğünü söylerken kitabın basılmasını sevenlerine vasiyet ediyor gibidir; notunda ise mektubunun Kül’de yayımlanmasını ister açıkça. Yani Karabay sadece intiharıyla yazın dünyasında sonsuz bir hayata yeniden dirilme girişiminde bulunmuş gibidir bir bakıma.

Bu mektup Kül’de yayımlanmış mıdır bilmem ama ölümünden bir ay geçmeden Milliyet Gazetesinde yayımlanmıştır. Can Dündar 5 Ekim 2002 tarihli köşe yazısını Karabay’a ve mektubuna ayırmıştır ve oldukça güzel bir yazıdır bu:

 

Şairin intiharı

Bir süredir masamın üstünde tek sayfa bir mektup duruyor.

“Şuna bir göz at” diye elime tutuşturulmuş bir mektup…

13 Eylül 2002 tarihli… Düzgün bir el yazısıyla yazılmış.

En üstte büyük harflerle “Aslında bütün mesele neydi?” yazıyor:

“Hani, ‘Hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında, S. Plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. Ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. Bu yüzden ‘Şubatta Saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. Ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). Ama şimdi…”

İlk okuyuşumda burada durdum. Devam etmeye korktum.

Sonra merakım yendi korkumu…

Okudum:

***

“Ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. Hem Zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (Kimbilir belki kendimle barışabilseydim…)

Yerleşik Yabancı’ydım her yere Metin Abi… Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.

Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?

Tüm arkadaşlarımı ve sevgilim Meral’i çok seviyorum.

Beni affedin.”

***

Mektubu ileten arkadaştan öğrendim sonrasını…

“Şair – yazar – akademisyen Zafer Ekin Karabay o mektubu yazdığı gün, Eskişehir’de intihar etti.”

Neden peki?

“Aslında bütün mesele neydi?”

“Şiir hem yitiş, hem kurtuluştur” diyen bir şair, niye 29’unda kemerine asar kendini?..

“Yaşamdan daha büyük olma isteği mi? 30 yaş kırgınlığı mı?

Mağrur bir an mı?”

Hayır!

Mesele (Mayakovski’den Kaan İnce’ye, Van Gogh’dan Nilgün Marmara’ya, Jack London’dan, Hemingway’e kadar) bütün sanatçıların, vicdan sahiplerinin, hayatı sevenlerin meselesi:

Ozanın, başkalarının acısı pahasına elde edilen mutluluğu kabullenememesi…

Alaattin Topçu’nun deyişiyle “hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğini”, “N’apalım, dünya böyle” diye geçiştirememesi…

Sokaktaki tevekkülle baş edememesi… Sokaktakilerden olmayıp, onları dönüştürmeye de gücünün yetmemesi…

Ve “kendiyle barışıp” haksızlığa alışarak yok olmaktansa, intihar ederek var olmayı tercih etmesi…

Nilgün Marmara da “Ey, iki adımlık yerküre/ senin bütün arka bahçelerini gördüm ben” deyip gitmedi mi?

***

“Son mektup”un üzerinde bir not var:

“Bunu Kül’de yayınlarsanız sevinirim” deyip muzipçe soruyor:

“Nasıl sevineceksem?”

Sonra da bu talepteki tutunma çabasına dikkat çekiyor, parantez içinde:

“Bu da hâlâ yaşamak istediğimi mi gösteriyor nedir?”

Son kitabını göremeden ölmüş bir ozanın son mektubunu yayımlatma isteği… Vahşeti yüreğinde hisseden “yabancı”nın dayanılmaz bozgunu…

“Kaçış değil onlarınki, reddediş”, biliyorum.

Ama yine de “Bu reddiyenin başka yolları olmalı” diyorum.

Bunca haksızlığı ve bizim onca haksızlığa alışmışlığımızı böyle yumruk gibi yüzümüze vurmadan, canına kıymadan…

Bizi şiirsiz, şairsiz koymadan…

Hayatla başa çıkmanın ozanca bir yolu olmalı…

Çünkü Karabay’ın dediği gibi;

“Yolculuğa çıkmışlar için hem limansa şiir, hem de gemi…”

O gemiyi en son şair terk etmeli…

 

Şubatta Saklambaç adlı kitabı ise ölümünden yaklaşık üç ay sonra 2002 Aralık’ta yayımlanacaktır.

Karabay’ın temel izleklerinden biri sahih varoluşun imgesi olan çocuktur. Saklı şiirinde “saklambaç oynayan bir çocuktu/ büyüttüğüm” diye bahseder kendinden. Büyüklerce kurulmuş ve kir içinde bırakılmış dünya tasarımına girmektense saklanan bir çocuk olarak büyümeyi tercih etmiştir şair. Ne var ki mutlaka sobelenecektir büyüyen bir çocuk düşlerinin arkasına saklansa da: “sobelendim, saklandığım saydam düşlerin/ ardında.” “sunacak başka bir şeyim yoktu” der bu dizelerin ardından Karabay “bir çocuğun bayram sabahındaki/ beklentisini sundum yaşama”.[594] Ama kalabalıkların taştan dünyası dilek kabul etmez; o hep büyümeyi ve kendi kurallarını itaat edilmesini dayatır çocuklara. Oysa “Ne inatçıdır yaşamak için çocuk,ne de yaşat-maktadır inatçılığını” ve henüz keşfetmemiştir uslanmayı ; uslanmaz. Büyümez bu yüzden olsa olsa Birgün büyüdüm sanır çocuk” “Kağıttan gemileri batıp” “masalları kahramansız kalı”nca. Ama büyüyememiştir;  “siste yorgun yolcudur”kalabalıklar içinde “siste yalnız yabancı.” Gülmeyen, ağlayan puslu bir çocuktur Karabay’ın ruhu ve “yaşamak beyhude yolculuktur.” Anlamıştır: “bir çocuk ağladıkça çocuktur.” Böylece kurulu düzene uymaktansa sürgit ağlayan bir çocuk olarak kalmayı yeğler şairin ruhu ve “Rüzgarlı bahçede hep aynı çocuk ağlar” “ ve/ o çocuk hep” odur. Saklambaca devam etmelidir ama acılarına sorar: “yaşamın neresinde saklanmalı ozan,/ ya da nasıl saklamalı yaşamı?”[595]Galiba cevap ölüm olmuştur. Ama erteler durur intiharını Karabay “Kimsem/ yoktu” der “çizgilerinden başka, bileğimdeki /vazgeçilmiş intiharın” ve çocukluğunu bilyelerinde Ararken Kaan gibi geceye saklanır şair: “anımsadım, büyücünün kristal küreye/ baktığı gibi bilyeme bakarken çocukluğumu/ve beni sakladı gece”[596] Gece ‘gerçek’ denen o karabasandan kaçıştır yine; bu yüzden “üstelik bilmiyorum:/hangi gerçek için bölmeliyim uykumu?”[597] diye sorar Karabay Kum Saati şiirinde. O halde geceye sığınmalıdır ve şairlerin peşine düşmelidir gecelerde. Böylece Nisan Tezleri’ni yazar şair. Karabay bir çocuk gibi oyunbazdır; bir bulmaca hazırlar gibi şiirlerine bir şeyler gizlemeyi sever. Saklışiirine intihar etmeyi düşündüğü tarihi gizlediği gibi Nisan Tezleri’ne de bir ya da birkaç şairi gizlemiştir. Saklı “nil güne akarken şubat gibi biriktim/ dört yıl topladığı acısını/yirmi dokuzuncu adımında gösteren”[598] mısralarında “nil güne” kelimeleriyle Nilgün Marmara’yı “yirmi dokuzuncu adım” ifadesiyle de onun ayın yirmi dokuzundaki intiharını işaret etmiştir; Plath’ın intihar ettiği şubat ayında saklıdır.  Mektubunda dediği gibi 29. Yaşının 29 şubatında intihar edeceğini fısıldamıştır bu şiirde Karabay. Şairin Nisan Tezleri’nde de buna benzer bir şifreleme yaptığı bellidir; bellidir belli olmasına da açıkçası bir tek maktul şair Gumilyov’u net olarak bulabildim ben bu tezlerde. Ya ima ettiği tek şair Gumilyov’dur Karabay’ın ya da  şiire gizlenmiş diğer şairleri ben bulamamaktayımdır. Nisan ayı Gumilyov ve Jozsef’in doğdukları; Mayakovski, Crane ve Celan’ın intihar ettikleri; Lucan’ın damarlarını kestiği ve Sabahattin Ali’nin cesedinin bulunduğu tarihtir. Ayrıca Botev de Nisan Ayaklanması’nda ölmüştür. “Kimine aşktır yaşamdır kimine, ama nisan/ bir isyandır senin sessizliğinde”dir Nisan Tezleri’nin ilk dizeleri. İsyan deyince akla Nisan Ayaklanması gelir. “Adını yasak metinlerde buluyorum/ bir başka devrin kafesinde yasak ve yaslı” der biraz ilerde. Bir başka devirde ilk çağda Lucan’ın şiirleri yasaklanmıştır. Sabahattin Ali de dergilerde yazdığı yazılar dolayısıyıla tutuklanmış  ve hapis yatmıştır. Ne var ki Karabay’ın “Gizleniyorum bir düş gibi kaçarak gerçekten/gizlendikçe küçülüyorum ve katılıyorum yasına” diye seslendiği şairin kimliğini kesin olarka tespit etmeye yetmez bu ipuçları. Fakat şair “Ama Petersburg Leningrad’ı doğurmadan/ Kronstadt’ta burkuldu saltanatım” dediğinde burada Gumilyov’dan bahsettiği kesindir artık. Çünkü Gumilyov 15 Nisan 1886’da henüz Petersburg Leningrad olmadan önce Kronstadt’ta doğmuştur. Karabay şiirde şaire “Ey ülkeler mimarı.Ülkeler ve imgeler mimarı” dediğinde bahsi geçen şairin Gumilyov olduğu daha da açık bir hale gelir. Çünkü Gumilyov kurduğu şairler loncasının ‘mimarı’dır ve şiir yazmak da bir nevi mimarlıktır Gumilyov’a göre. Lakin “Potemkin’de gölgemi görüyorum, gölgeni görüyorum” dizesinin Gumilyov’la nasıl bir bağlantısı olduğu pek anlaşılmaz; çünkü Potemkin çarlığa isyanın bir sembolüdür; oysa Gumilyov sovyet devrimine hiçbir zaman destek vermemiştir. Aradaki bağlantı zayıf bir biçimde şairin babasının donanmada olmasından kaynaklanmış olabilir. Aslına bakılırsa bu dize Mayakovski için yazılabilecek bir dizedir; ne var ki üstteki dizenin hemen ardından gelmiştir. Aynı şiirde “Çekip gitmeli artık arkada birşey bırakmadan” diyecektir Karabay “Yeni serüvenlere girmeli insan”. Serüven ve seyahat Gumilyov’un hayatının parçasıdır. Gençliğinde Avrupa’yı gezen şair sık sık Afrika seyahatlarine de çıkmış ve I. dünya savaşına katılmıştır. Şiirin sonunda “benim düşlerim, benim yüzyıllık düşlerim/yüzyılın başında eylemindi senin” diye yazar Karabay; o halde Karabay’ın da bir şairler locası kurmak ya da egzotik diyarlara seyahatlere çıkmak gibi düşleri vardır belki de kim bilir.

18.08.2015

 

 Ve ararken yakalandım

Kayıp otobüsünde

Kendi resmimi

 

Zafer Ekin Karabay

 

Karabay’ın şiiri toplumsal sorunları es geçmeyen onları derinden yaşayan bir şiirdir. Çünkü insan hem ülkededir hem de ülkedir ve Kuytuda Unutulan şair “Kendi başına yetim, yetim başına kederli bir ülkedeyim./ Belki çıkmaz bir sokaktır yüreğim” der. Suskunluk Ülkesinde İhtilalden yanadır: “Her insan bir ülkedir/ ve bir ülke suskun, ya/İhtilal nerededir.”

Özellikle Türkiye Kürdistan’ının acıları sızmıştır şiirine ve Karabay kendi acılarıyla oraların acılarını birleştirir Düşler Ülkesi’nde. “Köylerin bırakıp gider dağlarını”der yakılan köyleri kastederek. Köyleri boşaltılan Kürt köylüler nereye gitmiştir sürgüne? Ya onların acısıyla atan şairin sürgün kalbi? “Ya sen benim sürgün kalbim/ neredesin!” diye haykırır o zaman şair. Bu şiirde de çocuk ve çocukluk imgesi çıkar karşımıza:

Düşün eylemle

Fırat’ın Dicle’yle seviştiği an

yaramaz bir çocukluktur coğrafyam

dilim kilitli

 

Üvey kardeşince dili kitlenmiş yaramaz bir çocuktur bu ülke.

 

Verilmezken ‘bir karışı bile’ kutsi kumların

erdem ve tarihsel görkem adına

bütün özlemleri alınır

düş ülkesinde çocukların

Devletin şanı adına bir karış topraktan vazgeçmeyen beyaz şah siyah taşların  7 ve 8. şeritleri kendilerinin ilan etmesinden korkmaktadır içten içe Çiçek’in satranç diliyle konuşursak. Böylece korkusundan korkunçlaşır şah; yasaklar siyah taşlara siyah taş olmayı bile.

“masalları sürgündür” Kürtlerin “korkuları kördüğüm” ;şair “küskün”dür ve “güneyde dilsizdir küskünlüğü”. Onların acısı şairin acısıdır ve vicdanı olan herkesin. “Buradan hergün/ keder yüklü bir tren uğurlar” Karabay , “Hazro yüklü/ Silvan,Ergani,Lice yüklü”

Ne beyazlar ne siyahlar mutlu olabilir bu kanlı tahtada; o zaman öfke büyür, kin büyür batıda bağıra bağıra; doğuda kınında sessiz bir kılıç mağrurluğuyla “Ve buradan hergün/ telaş yüklü bir kuş havalanır/ kimliğine ve kimsesizliğine”.Beyaz bir güvercin olsa gerektir bu kuş; çünkü beyaz da olsa ortak olmak istemez beyaz şahın zulmüne. Korkular ülkesinde barış beyazlara göre hain siyahlara göre bir yabancı mıdır ki kimliksizdir, kimsesiz. Ama ezilenden yanadır yine de şair ve “Sen benim dilimle konuşursun/ ben gözlerinle ağlarım senin/ dilim kilitli” der. Devlete küskündür şair ve “Doğuda dilsizdir küskünlüğü”. Barış, Özgürlük ve gerçek kardeşlik öfke, kin ve nefrete yenik düştükçe bir düşülkeye dönüşür Düş Ülkesi imgelemde. Çünkü yalnızca “İmgelem atlasının sınırları yok”tur. Bu yüzden

Acısı anlatılmayan binlerce kadın

yürür orada

sıyrılıp yılların yasından

ve gerçeklik coğrafyasından

düşler ülkesine

 

Yürür orada

adım

adım

acısı anlatılmayan binlerce kadın.

“Yürü orada” der Karabay “düşler ülkesindesin yürüdükçe/ yürüdükçe düşlerin gerçekleştiği yerdesin”

Çocuk olur da kadın olmaz mı? Ancak mutsuzdur Karabay’ın kadınları da ülkeleri gibi. Gündelikçi “kadın/ Acının sözcüğü”dür “yeryüzünde”Kağıttan Gemi şiirinde ise “üstüne yaşamın serdiği perdeyle/ ge”rer “ipi kadın, inceldiği yere/ acısını as”ar ve bakar “üstünden/ perdenin”[599]

Sonra Bir Gün “derken aşk girer araya” Karabay’ın hayatında. Hemen hemen bütün müntehir şairlerin hayatında olduğu gibi güzel; korkunç ve geri dönüşü olmayan aşktır bu. Bu umutsuz aşk izleği de geride bıraksa bıraksa hiçlik bırakan cinstendir. Şair ülkesiyse, aşk şiirinde de ülkesinin acılarının kelimeleri olacaktır şairin. Suskunluk Ülkesinde İntilal şiirinde şöyle söz eder bu aşkın başlangıcından: “Önce gözaltına alındım/ -gözlerinin altına-“; “Çünkü aşk/dinmez bir yağmur /ve yasa dinlemez bir halktır”  Yenik Bir Aşk Öyküsü’nde.

Kaldırıp düşler sokağına çıkma yasağını

dinle kalbimin gürültüsünü

-Ne dize gelirim

ne dizesiz bir yere-

 

der Karabay aşık olduğu kadına ve şöyle yazar Kuytuda Unutulan şiirinde:

 

Ve seni düşünürüm.Sen ki bir güneş gibi kaçar-

sın, aşkın takviminde adın yazılı, ikliminde tu-

fansın.

 

Gitme sensiz kalıyorum

sessizce bir hiç kalıyorum

Artık ne biriktirdiğim özlemler kalır çekme-

cemde, ne de özlenecek bir çekmece kalır

geride

 

(…)

 

Gitme!

gitmek bu mevsimde erken ölmektir

ve hala göçmenken kuşlar, bana düşen

beklemektir!

beklemektir!

Oysa ayrılık kaçınılmazdır ve gidecektir kadın. Sonra Bir Gün “ayrılık başlar”. “aşktır özlemek” artık. “Belki artık bir nehir deltasını özler,/ bir yaprak güzünü,/ bir yağmur yeryüzünü” ve şair onlar gibi ben de “Seni özlerim” der. “aşk taammüden telef”tir; kadın ise Uçarı Bir Umarsızlık’tır ve “Şimdi bensiz dalgalanır saçların,deniz den- /gesiz” diyen şairin “Sen tarihin destanlar memesinden/ yenilgiler emzir bana” olacaktır giden sevgiliye son sözleri  Yenik Bir Aşk Öyküsü’nde. Bir Yara Bandı yapıştırır kanayan yaralarına Karabay; şairin kaderi yalnızlıktır:

Denizlerin en durgun mevsiminde bir körfezim

ve hala dalgalıdır kıyılarım. Karasularımda bir

yelkenlidir aşk, sarsılır ama batmaz. Ve bir güver-

tedir aşklarım.

 

ve Üzüntü. Çünkü dedesinin de dediği gibi “üzgün şarap olur kara üzümden”.

Trafik’te “hangi tarafa geçse” “karşıda kal”mıştır Karabay. Suskunluk Ülkesinde İhtilaldir.

Biriktirdim kendimi mısra oldum

biriktirdim

kıta,

topladım

şiir oldum.

çıktım suskunluktan ve çığlıkta

kayboldum.

Sezilir ki önce aşk öldürmüştür şairi Yenik Bir Aşk Öyküsü’nde: “en acımasız yanıdır tarihin/ imge soykırımında bir şiir emekçisinin ölümü”. Bu henüz imgesel bir ölümdür ama asıl ölüm Uçarı Bir Umarsızlık’taki reçetede gizlidir ve “Reçetemde felsefe yazıyor. Elveda” der Karabay. Çünkü “herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama” katlanmamaktır bu felsefenin özü. Sonunda o kadar katlanamaz ki yaşama şair karar verdiği tarihi bile bekleyemez intihar etmek için. Sonra Bir Gün “şarkıları” “öksüz,/ şiirleri” “yarım kalır”.Böylece Suskunluk Ülkesinde İhtilal sona erer:

Açtım gözlerimi: Sıkıyönetim

sıkıya yönelir tim

ve hürriyete vurur

kurur gözlerimden düşen bir yaş masamda

hiç ölmemeliyim çok yaşamasamda.

 

Evet, çok yaşamamışsa da hiç ölmeyecektir artık ne Karabay ne Çiçek ne Kaan ne de başka şairler.

Bu defa devam etmemek üzere…

 

SON

19.08.2015

 

 

[1] “Kurşunkalem ve Silgi”, Bedisa Eliadze, Kurgu 14, 2015, s. 116

[2] Erken Ölümler, Afşar Timuçin, Bulut Yay, İstanbul, 2005, s. 172

[3]  “Kurgu Sarmalı” adını verdiğim bu romanın tamamı için bkz http://bariskahraman78.com veya http://www.ozgurroman.com

[4] Baudelaire, Paris Sıkıntısı, YKY, İstanbul, 2011, s. 18

[5] Cambridge, 1965

[6] Yusuf Eradam, İzlek 5, Ankara, 1994, s.12

[7] Şükrü Erbaş, “Şiir Üzerine Usul Sesli Girişler”, İzlek 2, 1993, s. 9

[8] Erken Ölümler, Afşar Timuçin, Bulut Yay, İstanbul, 2005, s. 43

[9] Wolfgang Hieldescheimer, Bay Walser’in Kargaları (radyo tiyatrosu)                

[10] KAAN’IN BIRAKTIĞI

“Kuzu da koyun kadar çabuk gider” der Cervantes. Zamansız ölüm yoktur, erken ölüm vardır. Ölüm ölümdür, şu ya da bu biçimde oluşu pek bir şey değiştirmez. Yaşamı savunmak gerekir, ancak ölmeyi bilmek de bir şeydir. Bazen ölüm bizi yakalar, bazen biz ölümü yakalarız elimizle.
Yaşamın varoluşsal değeri, yani yaşamaya değer olup olmaması bir yana, onda her şeyin bazen insanın üstüne üstüne gelip her şeyi anlamsız kılarcasına bulandırdığı kesindir. İnsan ölmek hakkını kullanabilir. Kaan da öyle yaptı, ölmek hakkını kullandı. Her şey insana ölümü düşündürebilir, olumsuz şeyler kadar olumlu şeyler de.

Henüz çocuksu arayışlarla belirgin ama güzel sezgilerle dolu genç şiirinde yoğun bir ölüm duygusu dışlaşıyor. “Asit döktüler içimize” diyebilen genç bir şair hemen sonra “ses oldu ölüm, cesaret” diyebiliyorsa, yaşamakla ölmek arasında gidip gelen bir sarkacın tık tıklarını bütün varlığında duyuyor demektir. Onun genç şiirine pek gitmeyen ‘susmak kutsalmış, ölüm de” sözleri yaşamı tartışan bir ruhun seslerini taşıyor.

Kaan İnce’nin ince duyarlılıklarla dolu genç şiiri tepe noktasına ulaşamadan düşmüş her şey gibi uzun uzun gönlümüzü burkacak, bize her zaman şu ya da bu nedenle eksik bıraktığımız, eksik yaşadığımız, göze alamadığımız, göze alsak da bulamadığımız şeyleri düşündürecek. Bunca uyarsızlığın, bunca tutarsızlığın, vurdumduymazlığın, kabasabalığın arasında bir çocuğun ölümü, onurlu bir gidişten başka bir şey değildir.

Bu gidişte bizi uzun uzun düşündürmesi gereken gizler vardır. Bu gizleri sökebilecek miyiz? Kaan bu dünyaya iki satırla da olsa kendini bırakıp gitti. Bizi bize duyurabilmek, bizi kendi üstümüze düşündürebilmek için dizeler bıraktı bize. Taptaze şiiri hiç eskimeden kalsın belleğimizde. Onu bize anımsatırken bizi bize duyurabilmek için, bizim kendimize bazı sorular sorabilmemiz için.

[11] Afşar Timuçin, agy s. 23

[12] Agy s. 12

[13] Agy s. 172

[14] Menakıbname diyorum; çünkü Kaan İnce’nin izine rastlayabilmek için onun hayatında bir biçimde yer almış yazarların kitaplarını da okudum belki Kaan’la ilgili bir şeylere raslarım diye. Kaan İnce’nin ölümünden sonra çevresindekiler 20 Ocak 1993’te Kaan İnce Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurmuşlar; anladığım kadarıyla bunda ailesinin de maddi katkısı olmuş. Neyse bu vakıf 1993 Ekiminde  İzlek dergisini çıkarmaya başlamış. İşte ben de bu İzlek çevresinden olduğunu öğrendiğim yazarlardan Faruk Duman’ın  Adasız Deniz ve Aperİtifler adlı kitabında şöyle bir şey okumuştum tam da bu metni nasıl yazmamın yani ne biçimde yazmamın iyi olacağını düşündüğüm sırada: “Tarih yazarları ile ‘yaratıcı’ yazarlar, yani destancılarla hikayeciler, şairlerle önemli kişilerin görüp geçirdiği olayları aktaranlar, yani menakıbnameciler ki belki bu sonuncular iki şeyi bir arada yapıyorlardı, çok yakın döneme kadar birbirlerinden pek ayrılmamışlardı.” (…)Adasız Deniz ve Aperitifler/ Defterden Notlar, Faruk Duman, Can yay., İstanbul, 2010, s. 15) Böylece ben de bu metni içine koyabileceğim bir kalıp aramaktan vazgeçtim. Türlerin içiçe geçtiği bir menakıbname yazmaya karar verdim.

[15]  “Kurşunkalem ve Silgi”, Bedisa Eliadze, Kurgu 14, Ankara, 2010, s. 116

[16] Erken Ölümler-Gönül Gözüyle 2, Afşar Timuçin, Bulut Yay, İstanbul, 2005, s. 47

[17] Agy s. 46

[18] Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur, Faruk Duman, Can Yay., İstanbul, 2012, s. 39, 40

[19] İncir Tarihi, Faruk Duman, Can Yay., İstanbul, 2010

[20] Agy s. 96- 100

[21] Afşar Timuçin, agy s. 148

[22] Erhan Levent Kolçak, Yazılı Günler 17, İstanbul, 1992, s. 67

[23] V. İ. Lenin, Milli Mesele Üzerine Karar ve Şimdiki Durum, 1976, İstanbul

[24] Kemalizm ve Türkiye / Komintern’deki TKP Delegasyonunca Yapılan Konuşmalardan Seçmeler, 1977, İstanbul

[25] Kurtuluş Bayrağı dergisi, 20 Ocak 1977, İstanbul,

[26] “Türkiye’de Aydın Sorunu I”, Türkiye Yazıları dergisi, Sayı: 68, Kasım 1982, Ankara, “Türkiye’de Aydın Sorunu II”, Türkiye Yazıları dergisi, Sayı: 70, Ocak 1983, Ankara, “Türkiye’de Aydın Sorunu III”, Türkiye Yazıları dergisi, Sayı: 71, Şubat 1983, Ankara, “Suskunluğun Dişleri” (deşimleme), Türkiye Yazıları dergisi, Sayı: 72, Mart 1983, Ankara

[27] Murat İsmet Tunçer, “Yeni Çağın Meseleleri”, Yamaç Kültür Sanat Seçkisi(dergi, 3. kitap), Sayı 72, Eylül 1984, İzmir.

[28] Murat İsmet Tunçer / Nizamettin Uğur , ÖSYM Sınavları ve Üniversite Eğitimi İçin Türkçe Kavrayım Gücü I, Şubat 1988, Ankara

[29] Murat İsmet Tunçer, Günlerin İzdüşümü,, Ocak 1989, Eylül Yayınları, Ankara

[30] Murat İsmet Tunçer, Çarpıtmalara Dayalı Bir Tarih Kuramının Ana Çizgileri, 2. Baskı: Aralık 1991, Ankara.

[31] Murat İsmet Tunçer, Ekonomi Tutkunun ‘Gerçekçi’ Bir Yazara Gerçekliğin, Yazarlığın ve Ekonominin ‘A’sı Üzerine Küçük Belirlemeler, 2. Baskı: Aralık 1991, Ankara

[32] Murat İsmet Tunçer, “Gösterge ve Anlatım“, Promete dergisi, Mayıs 1992, Ankara.

[33] Murat İsmet Tunçer, 13. Anma Gecesi, Seçkinler Dersanesi, 2004, Ankara

[34] Murat İsmet Tunçer / Nizamettin Uğur, “Oluşlarına Göre Kavramlar” (ortak yazı), İzlek dergisi, Sayı: 6, Mart 1994, Ankara, Murat İsmet Tunçer, “Dil Kavramı ve Dillerin Sınıflanması” (ders notu), İzlek dergisi, Sayı: 13, Ekim 1994, Ankara

[35] “Kung-fu’nun Tarihsel Gelişimi”, “Kung-fu Terimler Dizini”, “Tai Kwen Shu Kung-fu” (çizimli)

[36] “Şiirin Ka(a)n’ı ya da Sonraya ‘Mektup…’, Serdar Aydın, Kurgu 2, Ankara, 2010, s. 153, 154

[37] Ahmet Telli

[38]  “Uzmanlaşmamış Bir Sanattan Yanayım”, Adam Şenel, İzlek 4, Ankara, 1994, s. 22

[39]  “’Mayta’nın Öyküsü’ Ya Da İdeoloji Pratiği Üzerine Taşlamalar Kitabı”, Ali Burak Güven, İzlek 1, Ankara, 1993, s. 20

[40] Şenel, agy s. 22

[41] Necati Nesimi, “uzlaşma’nın dayanılmaz sivillik’i”, izlek 10, Ankara, 1994, s. 4

[42]Hayati Baki, “u-mutsuz şiir”, izlek 10, Ankara, 1994, s. 5

[43] Erhan Levent Kolçak, agy s. 67

[44] Kaan İnce, Yazılı Günler 17, İstanbul, 1992, s. 67

[45] Ayda Erbal,” Merhaba”, İzlek 1, Ankara,1993, s. 2.

[46] Ülkü Çadırcı, “Yüzleşme…”, Kurgu 2, Ankara, 2010

[47] Agy , s. 148

[48] Erol Hızarcı, Yazılı Günler 17, İstanbul, 1992, s. 69

[49] Gökhan Tok, Yazılı Günler 17, İstanbul, 1992, s. 70

[50] Erhan Levent Koçak, Yazılı Günler 17, istanbul, 1992, s. 67

[51] Çadırcı, agy.

[52] Ayda Erbal, agy, s. 2

[53] Ayda Erbal,” Merhaba”İzlek 1, 1993, s. 2.

[54] Çadırcı agy. s. 148

[55] Erbal, agy, s.2

[56] Yusuf Eradam, “Festival Günlüğü”, İzlek 7, Ankara, 1994. s. 8

[57] Bilal Kayabay, “Eflatun Rengi Behçet Aysan’ın”, İzlek 2, Ankara, 1993, s. 19

[58] Çadırcı agy.

[59] Çadırcı agy.

[60] Serdar Aydın,agy, s.155,156.

[61] Gökhan Tok, “Fantastik Düşler Kuran Edebiyat”, İzlek 7, Ankara, 1994, s. 4

[62] Gökhan Tok, “Ayılış”, İzlek 1, Ankara, 1993, s. 21

[63] Gökhan Tok, Gülümseyen Çiçekler, İzlek Yay., Ankara, 1997, s.17

[64] Agy, s. 28

[65] Agy, s. 35

[66] Agy, s. 61

[67] Cem Sürücü, Yazılı Günler 17, İstanbul, 1992, s. 67

[68] Erol Hızarcı, Cambazın Son Adımı, Beyaz Baykuş Yay., İstanbul, 2015, s.26

[69] Agy, s. 127

[70] Agy s.201

[71] Agy, s. 56

[72] Agy s. 125

[73] Agy, s. 186

[74] Agy s. 196

[75] Agy s.204

[76] Agy, s. 164

[77] Agy s. 203

[78] Agy s. 178

[79] Serdar Aydın, agy, s. 156

[80] Hızarcı, Cambazın Son Adımı, s. 225

[81] Agy, s. 331

[82] Agy s.373

[83] Kaan İnce, Gizdüşüm, İzlek Yay., Ankara, 1993, s. 7

[84] Agy, s. 408,409

[85] Agy, s. 410,411

[86] Muhsin Şener, “Dilin Gerçekliği”, İzlek 5, Ankara, 1994, s. 6

[87] Hızarcı, agy, s. 268

[88] Agy, s. 397

[89] Agy, s. 234

[90] Agy, s. 170

[91] Agy, s. 218

[92] Agy, s. 214

[93] Agy s. 201

[94] Agy s. 382

[95] Agy s.379

[96] Agy, s. 226

[97] Agy s. 321

[98] Agy s. 384, 385

[99] Agy, s. 266, 267

[100] Agy, s. 265

[101] Agy, s. 279

[102] Agy, s. 289

[103] Agy, s. 273,274

[104] Agy, s. 261

[105] Agy, s.261

[106] Barış Kahraman, Karganın Günlükleri, Kurgu Kültür Yay., Ankara, 2014, s. 106

[107] Hayati Baki, şiirin çerçevesi için kenar notlarıİzlek 3, Ankara, 1993, s.3

[108] Alaattin Topçu, Yok Bizi Bizden Başka “Anlayan” ve “Anımsayan”, İzlek 5, Ankara, 1994, s. 11

[109] Hızarcı, agy, s. 366

[110] Agy, s. 298

[111] Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1997  İşaya 6:9,10.

[112] Agy, Mezmur 78:2

[113] Agy, s. 394

[114] Agy s. 381

[115] Agy, s. 388

[116] Agy s. 380

[117] Agy s.375

[118] Agy s. 354,355

[119] Agy, s. 413

[120] Agy s. 414

[121] Agy s. 412

[122] Agy s. 353

[123] Agy, s. 396

[124] Agy, s. 235

[125] Agy s. 203

[126] Agy, s. 301

[127] Agy, s. 400

[128] Agy s.358

[129] Agy s. 415

[130] Günlerin İzdüşümü, Murat İsmet Tunçer, Eylül Kitabevi Yay., Ankara, 1989, s. 9

[131] Agy, s. 15

[132]  “Kendi Diliyle Özyaşamı” hazırlanırken, Enver Gökçe, “Oy Beni” isimli şiirinde bazı değişiklikler yaptığını bildirmiştir. Şiirin birinci ve ikinci bölümünün ilk dizeleri “Oy nidem, nerelere gidem” biçimindeyken, şair, “Türkiye yaşanmaz oldu!” biçiminde değiştirmiş, bu dizeyi şiirin başlığına da taşımıştır. Yine birinci bölümün son dizesini, “kardeşçe hayat!” iken “Kollektif hayat” biçiminde değiştirmiştir. (Bütün Şiirleri, Enver Gökçe, Evrensel Yay., İstanbul, 2012, s. 162)

[133] agy s. 80,81

[134] agy s. 84

[135] Agy s. 93

[136] agy s. 122-125

[137] Hayati Baki, “şiirin çerçevesi için kenar notları”, İzlek 3, Ankara, 1993, s.4

[138] Erbaş, agy s.8

[139] Gasset, Ortega y, İnsan ve Herkes,Çev Neyire Gül Işık, Metis Yay., İstanbul, 2011, s.9

[140] Agy s.162

[141] Felsefe Sözlüğü, Haz. Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun vd, Bilim Sanat Yay., Ankara, 2003, 1523-5

[142] Gasset, agy s. 27

[143] Raymond Jean, “Sartre, Mallarme ve Dil”(1965), Çev: Aytekin Karaçoban, İzlek 10, 1994, s.6,7

[144] küçük İskender, “Yok, Var’la Tanışmıyor”, Sabitfikir 52, İstanbul, Haziran 2015, s. 37

[145] Günlerin İzdüşümü, Murat İsmet Tunçer, Eylül Kitabevi Yay., Ankara, 1989, s. 9, 10

[146] Agy, s. 11

[147] Agy, s.12

[148] Agy, s. 13

[149] Agy, s. 16

[150] Agy s. 19

[151] Agy s.20

[152] Agy s. 22,23

[153] Özcan Temel, “Şiirlerdeki Evler”, Mavi Yeşil 93, Rize, 2015, s. 17

[154] Hilmi Yavuz, Yüzler ve İzler, Aşina Kitaplar, Ankara, 2006, s. 32,33

[155] Ali Burak, “Cengiz Bektaş Şiiri”, İzlek 9, Ankara, 1994, s. 16

[156]  “Cahit Külebi İle Söyleşi”, İzlek 1, Ankara, 1993, s.24

[157] Yavuz, agy, s. 34

[158] Agy s. 39

[159] Eski Sokak (Seçme Şiirler), Behçet Necatigil, hazırlayan: Selahattin Özpalabıyıklar, Doğan Kardeş (YKY), İstanbul, 2009, s. 13

[160] Agy s. 56

[161] Kareler ve Aklar, Behçet Necatigil, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1975, s. 116

[162] Necatigil, Eski Sokak, s. 13

[163] Agy s.25

[164] Agy s. 51

[165] Agy s. 118

[166] Agy s.14

[167] Agy s. 31,32

[168] Agy s. 122

[169] Agy s.46

[170] Kaan İnce, Gizdüşüm, İzlek Yay., Ankara, 1993, s. 18

[171] Metin Üstündağ, Mavra Zamanı, Parantez Yay., İstanbul, 1995, s. 7

[172] Agy s. 8

[173] Agy s. 39

[174] Agy s. 11

[175] Agy s. 23

[176] Agy s.39

[177] Agy s. 51

[178] Agy s. 49

[179] Agy s.51

[180] Agy s. 49

[181] Agy s. 23

[182] Agy s. 50

[183] Agy s. 90

[184] Agy s. 40

[185] Agy s. 50

[186] Agy s.29

[187] Agy s. 31

[188] Agy s. 71

[189] Agy s. 33

[190] Agy s. 91

[191] Agy s.90

[192] Agy s. 168

[193] Agy s. 169

[194] Agy s. 170

[195] Agy s. 171

[196] Agy 172

[197] Agy s.90

[198] Agy s. 67

[199] Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler İnilti, der: Bedia Tuncer, Matbaa Teknisyenleri Basımevi, İstanbul, 1961

[200] Agy

[201] Agy

[202] Kahraman, agy s. 81

[203] Agy s. 66

[204] Üstündağ, agy s. 10

[205] Agy s. 43

[206] Agy s. 55

[207] Agy s. 10

[208] Agy s. 38

[209] Agy s. 39

[210]  “her insan, hayatı boyunca yaşar.. ama kimileri ebediyete muvaffak olur.”Üstündağ, agy, s. 107

[211] Agy s. 38

[212] Kahraman, agy, s. 90

[213] Yusuf Eradam, “Yazmak Üzerine”, İzlek 4, Ankara, 1994, s. 14

[214] Sanırm ‘şiir’ olacakmış bu kelime

[215] Hayati Baki, “şiirin çerçevesi için kenar notları”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 3

[216] Agy s. 4

[217] Yusuf Eradam, “Yazmak Üzerine”, İzlek 4, Ankara, 1994, s. 14

[218] Hayati Baki, “şiirin çerçevesi için kenar notları”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 3

[219] Uğur, Nizamettin, Edebiyatın Gizi Şiirin Dili, Kurgu Kültür Merkezi Yay, Ankara, 2014, s.153,154

[220] Camus, Albert, Başkaldıran İnsan, çev: Tahsin Yücel, Can yay, İstanbul, 1998, s.88

[221] Librarire Charles Gosselin, 1838

[222] Agy s. 87

[223] Agy s. 89

[224] La Revolution du Langage Poetiyue, Julia Kristeva.

[225] Camus, Albert, Agy s.90

[226] De Lautreamont, Comte, Maldoror’un Şarkıları, çev: Özdemir İnce, Kırmızı yay, İstanbul, 2012, s.197

[227] Camus, Albert,  Agy s. 88

[228] Etudes de Textes Français, Societe d’Edition, Roland Derche, Enseignement Superieur, 1959.

[229] Lautreamont, Oeuvres Completes, Ed. Eric Losfeld, 1971.

[230] Lautreamont, Marcelin Pleynet, Ecrivains de Tonjours/Seuil, 1978

[231] İnce,  Özdemir, agy s. 18

[232] Blake, William, Masumiyet ve Deneyim Şarkıları, Çev: Tozan Alkan, Bordo Siyah Yay, 2002, İstanbul s.52

[233] İnce, Özdemir, agy, s.89

[234] Burada Ercan İdare’nin dizelerindeki şu sorunun cevabı da gizli gibidir: “insanın kendi varoluşunu yaşama gayreti/ o kadar mı cinayete azmettirir”İdare, Ercan, Açılmış Koyu Siyah, Kurgu Kültür Merkezi Yay, Ankara 2013, s. 54.

[235] De Lautreamont, Comte, agy, s.51

[236] Agy, s.43

[237]  “Doğanın, Tanrı’nın yansıması olduğunu kanıtlayacak yüksek nitelikleri ve onun yansımasından başka bir şey olmadığını gösterecek kusurları vardır.”Pascal. De Lautreamont, Comte, agy, s. 293

[238] Camus, Albert, agy, s.90

[239] Agy s.89

[240] Maldoror et les Metamorphoses, La NouvelleRevue Française, 1 Novembre 1985, No:394

[241] Dualar Kitabı, Der: Mabey, Juliet, Çev: Özgür, Gökçer, Anahtar Kitaplar Yay., İstanbul, 2001, s. 18

[242] Agy s. 19

[243] Agy  s. 35

[244] Agy s. 107

[245] Agy s.109

[246] Agy s. 106

[247] Agy s. 24,25

[248] Camus, Albert, agy, s.91.

[249] De Lautreamont, Comte, Agy, s. 178

[250] Rimbaud, Lautreamont, Corbiere, Cros, Robert Laffont Ed. 1980; “Preface de Hubert Juin.”

[251] De Lautreamont, Comte, agy s. 17

[252] Camus, Albert, agy, s.92.

[253] Fantasio da böylece sokaktan geçen bir adam olmak ister.

[254] De Lautreamont, Comte, agy s. 10

[255] Edottard Turquety (1807-1867): Dinsel izleklerden esinlenen karanlık bir romantik şair.

[256] De Lautreamont, Comte, agy s. 283

[257] Yazının tamamı için bkz “Şairler Neden Şiir Yazar” http://bariskahraman78.com

[258] Adnan Satıcı, “Kaan İnce’nin Şiirinde Bireyin ‘Zaman’ Sorunsalı”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 19

[259] Kaan İnce, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 18,19

[260] Adnan Satıcı, “Kaan İnce’nin Şiirinde Bireyin ‘Zaman’ Sorunsalı”, İzlek 3,Ankara, 1993, s. 19

[261] Kaan İnce, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 19

[262] Özer Aykut, “Gecenin Önlüğü… Belki”, Kurgu 2, Ankara, 2010, s. 150

[263] Agy s. 152

[264] Agy s. 151

[265] Erhan Levent Kolçak, agy s. 67

[266] Serdar Aydın, “Şiirin Ka(a)n’ı Ya Da Sonraya ‘Mektup…’”, Kurgu 2, Ankara, 2010, s. 157

[267] Satıcı, agy, s.19

[268] Kaan İnce’nin yayımlanmamış şiirlerinden biri

[269] Kaan İnce, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 19

[270] Aykut, agy, s. 130

[271] Kaan İnce, Gizdüşüm, Ankara, İzlek Yay., 1993, s. 10

[272] Aykut, agy, s. 131

[273] Agy s. 130

[274] İnce, agy, s. 21

[275] Aykut, Agy s. 131

[276] William Blake

[277] İnce, agy, s. 7

[278] Agy s. 25

[279] Agy, s. 46

[280] Satıcı, agy, s. 19

[281] Satıcı, agy s.20

[282] İnce, agy, s. 3

[283] Satıcı, agy s. 20

[284] İnce, agy, s. 5

[285] Satıcı, agy s. 21

[286] İnce, agy s.19

[287] Satıcı, agy s. 21

[288] İnce, agy, s. 42

[289] Satıcı agy s. 21

[290] Agy s. 13

[291] Satıcı, agy s. 21

[292] İnce, agy s. 36

[293] İnce, “Kaan İnce’nin Şiirinde Bireyin ‘Zaman’ Sorunsalı”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 19

[294] Satıcı, agy s. 21

[295] Agy s. 22

[296] Şükrü Erbaş, “Yüzüyle Susup Yüzüyle Konuşan Bir Şair”, İzlek 5, Ankara, 1994, s. 20

[297] Nizamettin Uğur, Ka n, Kaan İnce, İzlek Yay., Ankara, 1997, s. 4

[298] Kaan İnce, Ka n, İzlek Yay., Ankara, 1997, s. 35

[299] Agy s.49

[300] Agy s. 57

[301] Agy , s. 5, 6

[302] Agy s. 7

[303] Agy s. 41

[304] Agy s. 63

[305] Agy s. 8

[306] Agy s. 9

[307] Agy s.11

[308] Agy s.12

[309] Agy s. 32

[310] Tunçer, agy s. 9

[311] Kaan İnce, Ka n, İzlek Yay., Ankara, 1997, s. 35

[312]Agy s. 14

[313] Agy s. 15

[314] Agy s. 42

[315] Agy s. 85

[316] Agy s. 75

[317] Agy s. 36

[318] Agy s. 39

[319] Agy s. 16

[320] Agy s. 48

[321] Agy s. 18

[322] Agy s.19

[323]  Agy s. 43

[324] Agy s. 20

[325] Agy s. 22

[326] Agy s. 50

[327] Agy s. 25

[328] Agy s. 26

[329] Agy s. 85

[330] Agy s. 28

[331] Agy s. 51

[332] Agy s. 30

[333] Agy s. 31

[334] Agy s. 45

[335] Agy s. 53

[336] Agy s. 54

[337] Agy s. 55

[338] Agy s. 56

[339] Agy s.63

[340] Agy s.64

[341] Agy s. 65

[342] Sonra sevdalandı fakültenin birinci sınıfında. Sevda şiirleri yazdı. Ancak genel teması hüzündü. Hatta bir keresinde “Neden hep hüzün?” diye sorduğumda “Öyle hissettiğim için, tarzım bu herhalde…” diye yanıtlamıştı.

Erhan Levent Koçak, agy s. 67

[343] Agy s.68

[344] Agy s. 69

[345] Agy s. 71

[346] Agy s. 78

[347] Agy s. 81

[348] Agy s. 78

[349] Agy s. 76

[350] Agy s. 77

[351] Agy s. 82

[352] Agy s.77

[353] Agy s. 79

[354] Agy s. 80

[355] Agy s. 83

[356] Agy s. 79

[357] Agy s. 70

[358] Agy s. 85

[359] Agy s. 39

[360] Kaan İnce, Gizdüşüm, İzlek Yay., Ankara, 1993, s. 5

[361] Agy s. 7

[362] Agy s. 9

[363] Agy s.30

[364] Agy s. 12

[365] Agy s.27

[366] Agy s. 17

[367] Agy s.38

[368] Agy s. 40

[369] Agy s. 41

[370] Agy s. 15

[371] Agy s. 14

[372] Agy s. 15

[373] Agy s. 19

[374]Agy s. 22

[375] Agy s. 26

[376] Agy s. 34

[377]Agy s.35

[378]Agy s. 33

[379]Agy s. 34

[380]Agy s. 47

[381] Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Çev: Yurdanur Salman, Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yay., İstanbul, 2008, s. 76

[382] İtalo Calvino, “Pavese: Olmak ve Yapmak”, Kemal Atakay, Cesare Pavese Bütün Şiirlerinden Seçmeler, Kavram Yay., İstanbul, 1997, s. 26

[383] Agy s. 28

[384] Pavese, “Henüz Yazılmamış Bazı Şiirler Hakkında”, agy s. 20

[385] Agy s. 23

[386] Agy s. 19

[387] Burada verilen notlar, birkaç eleme, çıkarma ve değişiklik dışında Pavese’nin Einaudi yayınevince yayımlanan iki kitabındaki notların çev irisi niteliğindedir: Lavorare stanca, Einaudi, Torino, 1993 ve Le poesie del disamore, Einaudi, Torino 1993. Pavese’nin II mestiere di vivere adlı günlüğünden alıntılar, bu metnin Türkçe çevirisindendir: Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı, Çev: Cevat Çapan, E Yayınları, İstanbul 1990.Kemal Atakay, agy s. 139

[388] Agy, s. 35-38

[389] Agy s. 43

[390] 8 – 15 Ağustos 1932. İlk müsveddelerden birinde başlık ‘Aşk’tır. (agy s. 140)

[391] Agy s. 44

[392]   27 – 29 Mayıs 1933. Pavese Şairin Uğraşı adlı yazısında bu şiirden söz etmektedir.

Bu şiirin daktiloya çekilmiş bir nüshasının arkasında Pavese’nin elyazısı bir notu yer almaktadır; Şairin Uğraşı adlı yazısında ve günlükte poetikayla ilgili açıklamalarına benzer bir açıklamadır bu, ancak her ikisinden de önce yazılmış olmalıdır, çünkü Pavese’nin “imge-anlatı” kavramının başlangıç aşamasını göstermektedir. “Benim çabam, parçaları arasındaki bağlantı sayesinde kendi başına ayakta duran bir yapı kurmaktır ve malzeme, canlı ilişkilerle yaşayan bir gerçeklik’ten oluşmalıdır, dış imgelerin değil, bu gerçekliğin farklı yönleri arasındaki eşdeğerlikler ve karışımların canlı ilişkileri. Hayal ürünü resim ya da müzik imgesi yerine işlediğim gerçekliğin ağırlıklı yapısı’nı koyuyorum. “Yaşamda ilişkilerden oluşmuş bir ilk çekirdeği –yalnızca iki terim arasındaki bir ilişki de olabilir bu- fark etmem yeterli, bunun üzerine derinleşiyor ve tümüyle can verilmiş, konuşan bir düşünceden oluşan bir gerçeklik kuruyorum. Bu nedenle, ne müziği anlıyorum ne de figüratif resimleri. Ne gerçekliği var notaların? Renklerin ve formların içeriden bir yapıyı kurması ne ölçüde olanaklı?” agy s. 140

[393]Agy s. 45, 46

[394] Baba Olmak grubu (Pişmanlık Hayalleri’ndeki) Sürgün temasına karşılık gelmektedir. Hemen hepsi (“Manzara VI”, “Mit”, “Yalınlık”, “İçgüdü”, “Baba Olmak”, “Sabah Yıldızı”) Brabcaleone’de yazılmış şiirler olup, bu şiirlerde sürgün yaşamının ve nostaljinin yol açtığı lirik izlek egemendir. Şiirlerin bazılarında yinelenen “Yalnız adam” başlangıcı, bir temel nota niteliğindedir. (…) Bu gruba, daha önce yazılmış olan bir şiirle (“Akdeniz”), daha sonra yazılmış olan bir şiir de (“Çatılardaki Cennet”) girmiştir: Bu şiirlerin neden eklendiğini anlamak kolay değil, belki de ilki yabancılık izleği nedeniyle (daha önceki taslakta bu şiir Yalnız Hayaller’deki şiirler arasında yer alıyordu), diğeri ise beklenti duygusu nedeniyle bu gruba alınmış olabilir. (Atakay, agy s. 132)

[395] Brancaleone, Ekim 1935. Müsveddelerde şu başlıklar var: “Teogoni;” Yaratılış”.(agy s. 142)

[396] Pavese, agy, s. 66

[397] Brancaleone, 9 – 12 Ocak 1936

[398] Agy s. 71

[399] Pavese’nin el yazmaları arasında, daktiloyla yazılmış on bir sayfalık küçük bir dosyanın ilk sayfasında Sevgisizlik Şiirleri (1934-38) Cesare Pavese ve sayfanın üst kısmında yazarın kurşun kalemle yazdığı “daha önce çıkarılmış şiirlerden en organik olanları” sözleri yer almaktadır. (agy. S. 132)

[400] Aralık 1934

[401] Agy s. 75

[402] 2-3 Kasım 1937

[403] Agy s. 83

[404] Agy, s. 133

[405] Agy s. 92

[406] Agy s. 134

[407] agy s. 106

[408]   Torino ve Roma’da 11 Mart – 11 Nisan 1950 tarihleri arasında, Constance Dowling için yazılan 10 şiir (8’i İtalyanca, 2’si İngilizce), Pavese’nin ölümünden sonra onun Einaudi yayınevindeki ofisinde, yazı masasında bir dosya içinde bulunmuştur. Daktiloya çekilmiş metinlerde yazarın elyazısıyla yazdığı başlıklar ve tarihler bulunuyordu, ilk sayfası da gene yazarın el yazısıyla yazılmıştı: Ölüm Gelecek ve Gözleri Gözlerin Olacak 11 Mart -11 Nisan 1950. Bu şiirler, yazarın ölümünden sonra Ölüm Gelecek ve Gözleri Gözlerin Olacak başlıklı kitapta yayımlandı (Einaudi, Torino, 1951). (agy s. 136, 137)

[409] Sabahları Geri Geliyorsun Hep

[410] Agy s. 117

[411] Kediler Bilecek

[412] Agy s. 124

[413] Agy s. 137

[414] Çev: Orhan Veli Kanık

[415] Çev: Cahit Sıtkı Tarancı

[416] Lautreamont, Comte de, Maldoror’un Şarkıları, çev: Özdemir İnce, Kırmızı yay, 2012, İstanbul, s. 66

[417] Çev: A. Kadir – Eray Canberk

[418] Çev: Ataol Behramoğlu

[419] Çev: Nasuh Barın

[420] Çev: Ahmet Cemal

[421] Çev: Oğuz Yaşar A.

[422] Çev: Çahmet Yorulmaz,  Asım Bezirci

[423] Çev: Çeviri: Attila Tokatlı

[424] Çev: Yurdanur Salman

[425] Çev: Attila Tokatlı

[426] Çev: Lel Strastov

[427] Çev: Azer Yaran

[428] Çev: Cem Savran

[429] Çev: Azer Yaran

[430] Çev: Azer Yaran

[431] Çev: Azer Yaran

[432] Çev: Ataol Behramoğlu

[433] Yüzelli Milyon Destanı, Mayakovski, İlke Yay., Ankara, 1998, s. 31

[434] Puşkin’in Yevgeni Onegin şiir-romanındaki kahramanı.

[435] Agy s. 38

[436] Agy s. 39

[437] Agy s. 72,73

[438] Çev: Ataol Behramoğlu

[439] Çev: Güven Turan

[440] Çev: Talat Sait Halman

[441] Çev: Ataol Behramoğlu

[442] Çev: İlhan Berk

[443] Çev: Ataol Behramoğlu

[444] Çev: A. Kadir, Asım Bezirci

[445] Çev: Fahrettin Çiloğlu

[446]  Neredeyse yaşayacaktın, Celan, Çev Oruç Arıoba, Dünya Yay., İstanbul, 2005, s. 196

[447] Agy s. 19

[448] Agy s. 81

[449]  Bu Latince şiir başlığı gece, zindan, körlük ve ölüm çağrışımlarıyla ‘karanlık demektir.

[450] Agy s. 197

[451] Agy s. 183

[452] Agy s.  55

[453] Agy s. 129

[454] Akif Kurtuluş, “Kalbi Kanamalı Bir Tek Ben Miyim”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 16

[455] Yavuz Yıldırım, “ölümün hayatta kalanlara verdiği rüşvet”, İzlek 6, Ankara, 1994, s. 15

[456] Deniz Gizem, “Cezayir, Meksika, Türkiye”, İzlek 5, Ankara, 1994, s. 3

[457] Ene’l Hak Şehidi Hallac-ı Mansur Tavasin, Baki Yaşar Altıok, Ankara, 2013, s. 34

[458] Agy s. 36

[459] Ahmet Telli

[460] Hayati Baki, Şiirin Kesik Damarları (öldürülen şairler kitabı), Promete yay, Ankara, 1994, s. 202. “Nesimi’nin, canı, teni sensin: onda senden başkası yoktur. Sen olmayanı gel de canda, tende ara! Göreceksin ki onda ne varsa sensin” Açıklama: Kemal Edip Kürkçüoğlu, agy s. 204.

[461] Agy s. 205. Açıklaması “İddiacı biri ‘Nesimi gamde yanar.” demiş. Evet, doğru söylemiş. Ben de dost gamde yanan dostu sevdiği için yanarım.” Agy s. 206

[462] Agy s. 175

[463] Agy s. 177

[464] Agy s. 140 “Mucize gibi söz söyleyen –tatlı dilli- bir papağanım; ne söylesem bayağı söz değildir.” Açıklama Abdulkadir Karahan agy s 141

[465] Agy s. 140 “Nef’i’nin temiz kalbi, şiirin levh-i mahfuzudur” Açıklama Abdulkadir Karahan (Levh-i Mahfuz, bir din terimi olarak, yüce alemde olmuş, olan ve olacak her şeyin kendisinde tespit edilmiş bulunduğu levha için kullanılır. Kainatın kaderini kapsayan bu manevi levha üzerinde görüşler farklıdır. Müminin kalbi, levh-i temsil eder, diyenler de vardır.) agy s. 141

[466] Agy s. 38

[467] Albert Camus, Giyotin Üzerine (idam), çev: Ali Sirmen, Cem Yay, İstanbul, 1972, s. 60

[468] Baki, Şiirin Kesik Damarları, s. 89

[469] Agy s. 92

[470]  “Cahit Külebi ile Söyleşi”, İzlek 1, Ankara, 1993, s. 24

[471] Agy s. 47

[472] Agy s. 53

[473] Metin Altok, Bir Acıya Kiracı (Bütün Şiirleri), İstanbul, 2011, s. 49

[474] Agy s. 68

[475] Agy s. 124-126

[476] Agy s. 165

[477] Adnan Satıcı, “Kaan İnce’nin Şiirinde Bireyin ‘Zaman’ Sorunsalı”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 20

[478] Altıok, agy, s. 167

[479] Agy s. 191-193

[480] Platon, Devlet, Çev: Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, Remzi Yay, İstanbul, 1995, s. 88

[481] Baki, agy s. 109

[482] Agy s. 99

[483] Agy s. 101 çev: Ataol Behramoğlu

[484] Camus, Başkaldıran İnsan, s. 57

[485]Agy s. 58

[486]Baki, agy s. 101 çev: Ataol Behramoğlu

[487] Agy s. 102 çev: Mehmet Özata

[488] Agy s. 106 çev: Ataol Behramoğlu

[489] Agy s. 105 çev: Ataol Behramoğlu

[490] Agy s. 110, çev: Ataol Behramoğlu

[491] Agy s. 164,166. Çev: A. Kadir, Asım Bezirci

[492] Agy s. 159

[493] Agy s. 163, Türkçesi Tahsin Saraç

[494] Agy s. 159

[495] Agy s. 57 çev: Özdemir İnce

[496] Agy s. 58,59 çev: Özdemir İnce

[497] Agy s. 61, 62 çev: A. Kadir, Asım Tanış

[498] Agy s. 125, çev: Ataol Behramoğlu

[499] Agy s. 64. Çev: Muzaffer Uyguner

[500] Agy s. 65 Çev: Özdemir İnce

[501] Agy s. 212 çev: Uğur Tabbara

[502] Agy s. 214,215 çev: Cevat Çapan

[503] Agy s. 216 çev: Cevat Çapan

[504]Agy s. 184

[505] Agy s. 185, çev: Cevat Çapan

[506] Agy s. 186, çev: Cevat Çapan

[507] Agy s. 143, çev: Cevat Çapan

[508] Agy s.144, çev: Cevat Çapan

[509] Agy s. 78

[510] Agy s. 79, çev: Erdoğan Tokatlı

[511] Albert Camus, Giyotin Üzerine (İdam), Çev: Ali Sirmen, Cem Yay., s. 61,62

[512] Agy s. 244

[513] Agy s. 248-250, çev: Özdemir İnce

[514] Agy s. 245, çev : Özdemir İnce

[515] Agy s. 114, çev: A. Kadir, Afşar Timuçin

[516] Agy s. 117, çev: Sait Maden

[517] Frederico Garcia Lorca, Seçme Şiirler,çev: Sabri Altınel, Kıbele yay, s.50

[518] Baki, agy, s. 121,122 çev: Sait Maden

[519]

Lorca, agy s. 75,76

[520] Baki, agy s. 70, çev: Attila Tokatlı

[521] Agy s. 96

[522] Agy s. 208

[523] Agy s. 210 çev: Attila Tokatlı

[524] Agy s. 55

[525] Agy s. 217

[526] Agy s. 224 çev: Azer Yaran

[527] Agy 228, çev: Erdal Akova

[528] Agy s. 226, çev: Ataol Behramoğlu

[529] Agy s. 179

[530] Agy s. 183, çev: A. Kadir-A. Timuçin

[531] Agy s. 179

[532] Agy s. 190

[533] Agy s. 191, çev: A. Kadir- Eray Canberk

[534] Ven Yidou, “Konfüsyüsçülük, Taoculuk ve Haydutluk üzerine”,çev:Murat Ercüment Modalı, İzlek 1, Ankara, 1993, s. 12-14

[535] Baki, agy, s. 241, çev: Bilge Kalaç

[536] Agy s. 238

[537] Agy s. 240, çev: Mustafa Kolcu

[538] Agy s. 83, Çev: T. Sönmez- G. Uçkan

[539] Agy, s. 194 çev: Ataol Behramoğlu

[540] Agy s. 73-75 çev:Adnan Özer-Vilma Kuyumcuyan

[541] Agy s. 77, çev:Adnan Özer-Vilma Kuyumcuyan

[542] Agy s. 188

[543] Secolo d’Italia, 24 Eylül 1960.

[544] Il Tempo, 26 Mart 1970

[545] Baki, agy

[546] Agy s. 150, çev: Gül İçin

[547] Agy s.151-158, çev: Rekin Teksoy

[548] Charles Dobzynski, “Cumartesi KÜREKLER”, çev: Aytekin Karaçoban, İzlek 6, Ankara, 1994, s.23

[549] Hayati Baki, “şiirin çerçevesi için kenar notları”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 3

[550] Şükrü Erbaş, “Şiir Üzerine Usul Sesli Girişler”, İzlek 2, Ankara, 1993, s. 8

[551] Çev: Orhan Veli Kanık

[552] Ahmet Erhan, “At Avrat Silah”, İzlek 4, Ankara, 1994, s. 19

[553] Cemal Şener, Şamanizm, Etik yay, İstanbul, 2001, s.22

[554] Agy s. 33

[555] Özgür Günay, “…”, İzlek 4, Ankara, 1994, s.17

[556] İlhami Çiçek, GöĞekin, Ankara, 1991, s. 83

[557] Agy s. 94, İsmail Bingöl, “İlhami Çiçek: Bir Şiir Sandığı”, Yeni Şafak,15.07.2001

[558] Agy s. 96 Mehmet Can Doğan, “Kınalı Kaval: İlhami Çiçek”, Sonsuzluk ve Bir Gün dergisi, S. 3, Temmuz-Ağustos 2005, s. 25-28.

[559] GöĞekin  s. 31

[560] Agy s. 35

[561] Agy s. 32

[562] Agy s.48 1974 yılında Erzurum’da yazılmış, yayımlanmamıştır.”

[563] Agy s. 74 Arif Ay, “Buruk Bir Andaç” Edebiyat Dergisi Temmuz 1983 yılı, 38+102. sayısında yayımlanan, arkadaşı Arif Ay’ın yazısı.

[564] GöğEkin (İlhami Çiçek Anısına), haz: Hüseyin C. Doğan,  Ali Ömer Akbulut, Cahit Yeşilyurt, “Bir Yalnızın Baş Dönmesi/ Yükseklerden Toprağa Çakılan Bir Uçurum”, s.71 27  Haziran 1987 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan, arkadaşı merhum Cahit Yeşilyurt’un yazısı.”

[565]

Agy s. 62 Bu konuşma metni, bitmemiş bir biçimde İlhami ÇİÇEK’in notları arasından çıkmıştır. Kitabının yayımlanmasından hemen sonra, ‘Edebiyat Dergisi’nde yayımlanmak üzere hazırladığı

anlaşılmaktadır. Soruları muhtemelen, İstanbul’daki arkadaşlarından biri yazılı olarak vermiş,

kendisi de cevapları yazılı olarak hazırlamayı düşünmüş olabilir. Biz, o zamanlar, kitabı çıkan

arkadaşlarımızın bir konuşmasını Edebiyat Dergisi’nde yayımlıyorduk. Bu konuşma, ölümünden

çok kusa bir süre önce yapılmış olmalı. Kitabın yayımlanmasıyla ölümü arasındaki süre de çok

kısadır zaten. (ih)

[566] Agy s. 43 “Edebiyat Dergisi’nin Aralık 1982 tarih ve 38+95. sayısında yayımlanmıştır.”

[567]  “İlhami ÇİÇEK, Temalar II şiirini ölümünden çok kısa bir süre önce yazmıştır ve şiir öldüğü ay yayımlanmıştır.”

[568] Agy s. 44 “Edebiyat Dergisi’nin Haziran 1983 tarih ve 38+101. sayısında yayımlanmıştır.”

[569] Agy s. 78 3 Temmuz 1987 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan, arkadaşı Necip EVLİCE’nin yazısı.”

[570] Agy s.91 http://www.arkaoda.net/modules.php?name=c_huseyin_duz_yazilar&op=yazi_9

[571] Agy s. 90 Ahmet Oktay,”Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirine Bakış”, Gösteri Kasım Aralık 1998

[572]Agy s. 81, Mehmet H. Doğan, “Satranç dersleri – İlhami Çiçek”, 1984 tarihli Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı eserinde yayımlanmış Mehmet H. Doğan’ın eleştirisi.

[573] Agy s. 21

[574] İlhami Çiçek, GöĞekin, Ankara, 1991, s. 24

[575] Agy s. 27

[576] Agy s. 20

[577]Agy s. 50 “1977 yılında Erzurum’da yazılmış, yayımlanmamıştır.”

[578] Agy s. 12

[579] Agy s. 21

[580] Agy s. 14

[581] Agy s. 12

[582] Agy s. 21

[583] Agy s. 15

[584] Agy s. 24

[585] Agy s. 15

[586] Agy s. 21

[587] Agy s. 24

[588]Agy s. 22

[589] Agy s. 21

[590] Agy s. 16

[591] Agy s. 11

[592] Agy s. 17

[593] Agy s. 18

[594] Şubatta Saklambaç, Zafer Ekin Karabay, mayıs yay., İzmir, 2002, s. 65-67

[595] Agy s. 67

[596] Agy s. 49

[597] Agy s. 55

[598] Agy s. 65-67

[599] Agy s. 32

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.