Anasayfa > Books / Kargakara > VARLIK VE ANLATI (7)

VARLIK VE ANLATI (7)

Hinduizm ve Tasavvuf

Buraya kadar Hinduizm ve İbrahimi dinler arasındaki benzerliklere dikkat çektik. Gelgelelim Hinduizmle asıl benzerlik İslam’ın özgün bir yorumu olan Tasavvufla arasında olan benzerliktir. Tasavvuf her ne kadar İslam’ın içinden çıkmış ve onun bir yorumu olsa da Sunni İslam’dan bir hayli uzaklaşmış, denebilir ki asıl yayılma ve genişleme alanını Anadolu Aleviliğinde bulmuştur. Sonuç olarak Ortodoks[1] İslam’la ayrışan bu yanları Tanrı-Evren-İnsan birliğine (Vahdet-i Vücut) dayanan Tasavvufun Hinduizmle benzeşen noktalarını teşkil etmektedir. Bu benzeşme o kadar yoğundur ki Tanrı-İnsan-Varlık birliğini işleyen kısa ve yoğun bir metin olan İşa Upanişad bir Tasavvuf metni gibi görülebilir. Tarih içinde bu benzerlikler bu dini anlayışların etkileşmesine de kaynaklık etmiştir. Hindistan, 711 yılında Sindh’in Müslüman orduları tarafından fethedilmesinden itibaren İslam’ın etkisine maruz kalmış ve Pan-jab’da, kuzey ve batı Hindistan’da Tasavvufun öncülü olan Sufizm etkisi sadece Müslümanlarda değil, diğerlerinin de yerel dini kimliklerinin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. İmdi Tasavvuf ve Ortodoks yani Sunni İslam anlayışının farkları üzerinden Hinduizmle benzerliklerini ele almaya başlayalım.

Öncelikle Sunni anlayışta evrenin yoktan var edildiğine inanılır, oysa tasavvufa göre yaratış bir yoktan var etme değil görünmeyenden görünene geçiştir. Hinduizmde de evren yoktan var edilmemiştir. Çhandogya Upanişadda der ki: “Ancak oğlum, bu hangi nedenle oldu? Nasıl oldu da Yokluk’tan Varlık doğabildi? Aksine sevgili evladım, başlangıçta bu dünya ikincisi olmayan tek varlık idi.”[2] Hinduizme göre evren sürekli bir oluşum, muhafaza ve yok ediliş devrelerinden geçer ve sonsuzdur.

Sunni anlayışa göre insan yaratılmıştır, ölümlüdür. Öldükten sonra tekrar diriltilecektir ve sadece Tanrı’nın kuludur. Tasavvuf anlayışında ise insan Tanrı’nın özünde vardır, O’nunla birdir, bizzat kendisidir. Yaratılma insanın Tanrı’nın insan biçiminde görünüş alanına çıkmasıdır. Hinduizmin özellikle Şaivizm mezhebinde insanlar da aslında öz olarak Tanrı’dır. Her şey Brahma’nın (Şiva) tezahürüdür. Aslına bakılırsa Brihadaranyaka Upanişaddaki şu ifade bize diyor ki Hindu anlayışında bizzat ‘ben’ demek bile kişinin Tanrı olduğunu söylemesidir neredeyse; çünkü ‘ben’ kelimesinin kökeninde Tanrı’nın kendisi vardır: “Başlangıçta bu dünya (Purusha) biçimindeki öz (Atman) idi. Etrafına baktı, kendinden başka kimseyi göremedi. İlk kez, ‘Bu benim’ dedi. Buradan ‘ben’ adı doğdu.”[3] Brihadaranyaka Upanişadın bir başka yerinde de şöyle denmektedir: “Her kim, ‘Ben Brahma’yım’ derse ‘her şey’ haline gelir. Tanrılar bile bunu engelleyemez, çünkü o kişi onların bile özü haline gelmiştir. Dolayısıyla kim bir Tanrı’ya, bu ayrı ben ayrıyım diye tapınıyorsa hiçbir şey bilmiyor demektir.”[4] Buna benzer ifadelere Sufilerde de rastlanır. Örneğin Yunus Emre’nin o pek ünlü deyişi: “Beni ben sanmayın; bir ben var benden içeri.” Tasavvufun bu Tanrı-İnsan birliği ilkesini 19. ve 20. yüzyıllarda çok daha açıkça dile getiren Sufiler de olmuştur. Hallac-ı Mansur, Tanrı’dan başka varlık bulunmadığı, bu nedenle insanın da Tanrı olduğunu belirtmek için, “Tanrı benim” (Enel Hak) demiştir. Ayrıca, Beyazidi Bistami, “Tanrı cübbemin altındadır.”; Cüneyd-i Bağdadi, “Tanrı benim içimdedir”; Zunnun-i Mısri, “Benden başka Tanrı yoktur” demişler ve çoğu bu haykırışlarının bedelini hayatlarıyla ödemişlerdir.[5] Bunun sebebi de her ne kadar söylemde aksini savunsalar da bütün İbrahimi dinlerin bütün ortodoks ve muktedir mezheplerinin kendi tarikatlarının dışındaki görüş ve anlayışlara tamamen kapalı, tahammülsüz ve düşmanca bir tavır içinde olmalarıdır. Öyle ki İslam’ın Ortodoks Sunni mezhebinin dışında kalan ve Anadolu Aleviliğinin de kaynağı olan Şiilik anlayışı bile İran’da iktidar olup devlet dini haline gelince aynı özellikleri taşımaya başlamıştır. Halbuki dünya üzerinde inanan sayısı bakımından dünyanın üçüncü büyük dini olmasına rağmen; içinde birbirinden farklı birçok teoloji, anlayış, mezhep ve hatta neredeyse din barındırmasıyla “çeşitlilik içinde birliğe” sahip olmasıyla Hinduizm esneklik, hoşgörü ve kuşatıcılık bakımından İbrahimi dinlerden çok çok üstündür. Çünkü inananlarının çoğu herhangi bir Tanrı’ya ibadet etmekle tüm tanrılara ibadet edildiğini, böylece tüm görüntülerin tek olduğunu varsaymaktadırlar. Yeri gelmişken belirtmek isterim ki bana kalırsa, İbrahimi dinlerin Ortodoks ve muktedir mezheplerindeki farklı din ve mezheplere olan bu kapalılık, tahammülsüzlük ve düşmanlığının kökeninde yatan sebeplerden biri de İbrahimi anlatının yapı ve içeriğinin yanı sıra inananlarının çoğunun cehalet ve tatminsizliğidir. Çünkü bu dinlerin inanlılarının çoğu içine doğdukları dinin, mezhebin ya da tarikatin dogmalarını olduğu gibi kabul etmiş kimselerdir. Belki akli yetersizliklerinden, belki üşengeçliklerinden, belki de imanlarını kaybetme korkularından dini inançlarının anlamına değil dinlerinin biçimsel yanına bolca kafa yorarlar ve dindarlıkları vaat edilen huzur ve cennete ulaşmak için kendilerine öğretilen ibadetleri biteviye yerine getirmekten ibarettir. Bu kimselerin dindarlıkları ezbere dayandığı ve sadece cennet denen ödül için olduğundan kendi dini yaşantılarıyla tatmin olamazlar. Bu nedenle, dindarlıklarıyla kendi kendilerine gideremedikleri tatminsizliği yenmek için gösteriş yoluna saparlar. Çevrelerindekilere ne kadar dindar olduklarını ispatlamak için ellerinden geleni yaparlar. Bakarlar ki dinden bekledikleri o huzur ve tatmin hâlâ yok. Bu kez bunun suçlusu olarak çevrelerinde kendi dini anlayışlarına sahip olmayan ve onlar gibi dini vecibeleri yerine getirmeyenleri görürler. Böylece hınç içinde bu ‘ötekilere’, maddi ve manevi olarak saldırmaya başlarlar. Çünkü ‘ötekiler’, dolayısıyla herkes aynı dini anlayışa sahip olsa ve bunun gereğini yerine getirse dinlerinden bekledikleri huzur kesin olarak gelecektir onlara göre. Eğerki muktedir olup ‘ötekileri’ de devşirebilirlerse ya da sindirip görünmez hale getirebilirlerse farkına varırlar ki yeryüzü hâlâ bir cennet olmamış; içlerinde bir yerde hâlâ derin bir boşluk kalmıştır. Artık ikinci bir gösteriş safhası başlayacaktır; dini rekabet -kim daha fazla takva sahibi yarışması- başlayacaktır. Artık dini yaşantılarıyla yeryüzünde kendi kişisel huzurlarına kavuşamamalarının sebebi, diğerlerinin de aynı dini anlayışa sahip olmamaları değil herkesin kendileri kadar takva sahibi olmamasıdır. Bu da hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir ütopyadır. Bu yüzden ‘dindarlıklarının’ sakatlığını asla fark edemezler. Mümkün olsaydı da diledikleri ütopya gerçekleşseydi, o zaman acı gerçeği fark edebilirlerdi: Cehalete ve ezbere dayalı dindarlıkları onları asla tatmin etmeyecektir ve bunun için sürekli bu durumun suçlusu olarak ‘ötekiler’ icat edip onlara saldırmalarının sebebi bilinçaltlarındaki eksiklik ve suçluluktur.

Burada Mevlana, Gazali ve Kuşeyri gibi Sunni eğilimli Tasavvufçuların varlığından da bahsetmek gerekir. Mevlana’da Hint etkisi açıkça göze çarpmaktadır. Öyle ki Mesnevi’sinde MÖ I. yüzyılda Depşelem adlı bir Hint hükümdarı zamanında Beydeba tarafından yazılmış olan fabl türü Kelile ve Dinme kitabından pek çok hikâye aktardığı düşünülmektedir. Gerçekten de Mesnevi’deki hikâyelere baktığımızda fil, papağan, tavus kuşu gibi Hindistan’a özgü pek çok otantik hayvana rastlarız. Çoğu felsefe tarihçisinin Arap coğrafyasında felsefenin gelişmeme sebeplerinden biri olarak gördüğü İmam Gazali’nin Tasavvufi görüşlerine de bizzat kendi Sunni Ortodoks çevresinden bir Orta Asya tarikatı olan Nakşibendilik tarafından karşı çıkılmıştır.

İmdi Tasavvufun, Sunni İslam anlayışıyla farklı ve Hinduizm-le benzer olan yanlarını ele almaya devam edelim. Sunni anlayışa göre insan, durumuna göre ölünce cennet ve cehennemden birine gider. Oysa Tasavvufta ölüm insanın geldiği yüce kaynak olan Tanrı’ya dönüş ve O’nun varlığında sonsuzluğa kavuşmaktır. Hinduizmde de Mokşa yani Kurtuluş demek, insanın özünün / ruhunun bir yağmur damlasının okyanusa karışıp onunla tamamen bir olması gibi sonsuz Brahma’ya (Şiva) karışarak onunla bir olması demektir. Tanrı ile insanın ruhu birdir; Tanrı okyanussa insanın ruhu da onun içindeki bir su damlası gibidir.

İbrahimi dinlerin Ortodoks yorumlarında insanın kul olarak Tanrı’ya karşı sorumlulukları vardır. Eğer bu sorumluluklar yerine getirilmezse cezalandırılacaklarına inanırlar ve bu yüzden dini tapınmalarının asıl güdüsü cezalandırılma korkusu, dolayısıyla amiyane tabirle söylersek Tanrı korkusudur. Yani kul ile Tanrı arasındaki ilişki itaat-ceza ahlakına dayalı bir tür efendi-köle ilişkisidir. Oysa Tasavvufun temelinde korkuya dayalı bir itaat değil Tanrı sevgisi yatar. Tanrı sevgisi ise beraberinde Vahdet-i Vücut anlayışı dolayısıyla insan sevgisini getirir. Sonuç olarak Sufilerin inancının temelinde ne cennete girme arzusu ne de cehennemden kaçınma isteği vardır; sadece Tanrı sevgisi vardır ki bunu Yunus Emre şu deyişiyle ne güzel ifade etmiş:

“Cennet cennet dedikleri

Birkaç huri, birkaç melek

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni”

Hinduizmde de asıl amaç Tanrı’nın üstün ve gizemli özü ile insanın ruhunun aslında bir olduğunun farkına varmak, deneyim-lemek ve cehaletten kurtulmaktır.

Sunni İslam anlayışında Tanrı bilinemez; ona sadece inanılır; Tasavvufta ise belli dini yaşantılarla Tanrı deneyim-lenip yaşanabilir. Buna benzer olarak Hinduizm de kişiyi iç varlığındaki gerçeği kişisel olarak tecrübe etmeye, sonunda insan ile Tanrı’nın bir olduğu şuurunun zirvesine ulaşmaya teşvik eder.

[1]        Burada ‘ortodoks’ kelimesini ‘doğru inanç’ anlamında değil ‘doğru kabul edi-len, genel kabul görmüş’ anlamında kullanıyorum.

[2]        Upanishadlar, s. 148.

[3]        Agy, s. 9.

[4]        Agy, s. 11.

[5]        Hasgül Erkılıç, Tartışılan Alevilik, Cumartezleri Yay., İstanbul 2010, s. 259.

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.