Anasayfa > Books / Kargakara > VARLIK VE ESTETİK (2)

VARLIK VE ESTETİK (2)

  1. SCHOPENHAUER

Anlamsız dünya karşısında hedonizmden çok farklı, belki Kynik Okulu tarzı asketik bir tavrın devamı olabilecek bir görüşe de Schopenhauer’de rastlarız. Schopenhauer, Spinoza’ nın aksine karakteri ve felsefi görüşü arasında çelişkiler olan bir düşünürdür. Bir yandan kendisini kötümser bir kurtuluş öğretisi sunan Budiz-me benzer bir dinin kurucusu sayarken bir yandan da yaşamın tatlarına sıkı sıkıya sarılır. Scho-penhauer’in görüşlerinde Hinduiz-min etkisi açık bir biçimde kendini gösterir. Şöyle ki etiğinin temel kavramı “acımak”tır. Ancak “acımak”tan doğan bir eylem ahlaki olabilir. Lakin bir eylemin acımaktan doğabilmesi için ben’in acıyarak iyilik etmeğe yönelinen kişiyi kendiyle özdeş görmesi gerekmektedir, ki Schopenhauer’in tabiriyle “bu, kendi iç özünün başkasının da iç özü olduğunu bilmekle gerçekleşir”.[1] Burada bahsedilen iç öz de Hinduizmin temel kavramlarından ‘atman’ı oldukça andırmaktadır. Yani Hindu literatürüyle söylersek, her insanın içinde onun Brahma’yla ilişkisini sağlayan bir öz olarak atmanın farkında oluşu bireyin Tanrı olan Ben’e katılmasını sağlayarak bireyler arasındaki sınırları kaldırır ve bireyin başkasının acısını kendininki gibi hissetmesini sağlar. Schopenhauer bu tavrı ahlaki olarak değerli bulsa da ona göre bundan daha üstün bir tavrı önerecektir aslında: Yaşama istencini kesin olarak reddetmek. Çünkü ona göre, Schelling ve Hegel’de gittikçe daha bilinçli olan tinin (Geist) aksine bu dünya kör; zekâsı ve bilinci olmayan evrensel bir istencin nesneleşmesinden başka bir şey değildir ve bu bakımdan anlamsız olan bu dünyada insan iki soruyla karşı karşıya kalmaktadır: Hayatın yükü ve sıkıntısı taşınmaya değer mi ve bu anlamsız dünyaya “karşı mıyız, yoksa ondan yana mıyız”? Sonuçta Schopenhauer, bu anlamsız varlık karşısında özgür kalmaktan yana koyar tavrını. Bu özgürlük için gereken de yaşama istencini yadsımaktır. Böylece insan kendisini bir amaçtan diğerine sürükleyip duran hayatın tedirginliğinin yerine iç barışı ve dinginliği koyacaktır. Artık geride sadece varlığa dair bilgi kalmış; istenç yok olmuş, hiçbir şey insanın istencini kımıldatamaz olmuştur. Schopenhauer bu duruma örnek olarak Nirvana’ya eren Budistleri ve maddi dünyadan kurtulmuş Hıristiyan ermişleri gösterir. Şu farkla ki Schopenhauer’in yaşama istencini reddetme amacı Hıristiyanlardaki gibi cennete varma değil bireyin ve insanlığın varlığını sürdürme içgüdüsünü yenmektir.

Ortaya koyduğu bu felsefi tavır dışında Schopenhauer bize varlığı duymak konusunda önemli bir ipucu sunacaktır. Şöyle ki Schopenhauer sanatın her şeyi oluşturan istencin nesneleşimi olan, yani onda istencin kendini dolaysız olarak objekleştirdiği ideyi bilmekten, kavramaktan doğduğunu söyleyecektir. Dolayısıyla özne ideyi bilmek için onun karşısındaki tavrında kökten bir değişiklik yaparak nesnelerin birbiriyle kendi istencimizle olan ilişkilerini sorup, arayıp yeter sebep önermesine bağlı olan deney bilgisine, bilimsel bilgiye varmak yerine karşısındaki objenin ne olduğunu bilmek isteyip Kantvari bir söylemle[2] hiçbir çıkar gözetmeden onu seyre dalarsa (contemplation) bildiği tek nesne değil, ide olacaktır. İşte bu seyre dalmak da sanat eseri karşısında mümkündür. Böylece bilgi istencin hizmetinden kurtulacaktır. Yani Schopenhauer varlığı duymanın yolu olarak sanat eseri karşısında seyre dalmayı önermektedir. Fakat Schopenhauer’da sanat eseri karşısında seyre dalarak ben’i duyumsayan insan anlatı karşısındaki insan gibi yalnızca seyirci durumundadır ki görünüşlerin özlerini, kalıcı yönlerini yeni baştan gerçekleştiren, nesneleri ebedilikleri bakımından gösteren sanat eseri aracılığıyla bu sayede dünyada olduğunu unutabilmekte, birey olmaktan çıkarak istencin acılarından sıyrılabilmektedir. Sonuç olarak Schopenhauer varlığı duymanın yolunu doğru bir biçimde sanat eseriyle ilişkilendirse de varlığı duymanın insanı onun karşısında seyirci haline soktuğunu ve böylece onu varlıktan uzaklaştırdığını savunarak varlık ve ben arasındaki ilişkiyi gözden kaçırmıştır. Ona göre varlığı yani ideyi bilmek ondan kurtulmak içindir; onu duyumsayıp kendi sahiciliğine kavuşmak için değildir. Yani kendi iç özünün diğer insanların özüyle bir olduğunu fark etmesine rağmen bu iç özün kaynağı olan ideyi bilmekle idenin kaynağı olan istençten kurtulmayı eşgörerek bir biçimde çelişkiye düşmüştür. Zaten ona göre sanat eseri karşısında seyre dalmakla varlığı duyumsayan insanın bu kurtuluşu da anlık bir kurtuluştur.

[1]        Agy, s. 404

[2]        Çünkü Kant sanatın özerkliği dolayısıyla sanatın herhangi bir doğruluk değeri taşımadığını, mantıksal bakımdan kesinlikle bilgi sağlayamayacağını savunmuşsa da Yarggücünün Eleştirisi kitabında bu fikriyle çelişik olarak Scho-penhauer’in fikirlerine paralel bir biçimde sanatın bizi deneyimde tam olarak sunulamayacak ya da kavramlar yoluyla kavranamayacak bir şeyle temas haline sokabileceğini ima eder gibidir. Kant’a göre estetik fikir “dil tarafından tamamen kuşatılıp anlaşılır hale getirilemeyen hayal gücünün temsilidir.”

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.