“ÖNSÖZ
JAMES WOODALL
(…)
Borges alışılmış yurtseverlerden değildi; tam olarak demokrat olduğu da söylenemez. O bir kitap kurdu, bir yabancı diller ve felsefi paradoks sevdalısı, hiçbir zaman reddetmediği kökenini zahmetsizce aşan dünya çapında bir aydındı. (…) Onu sağcı olarak damgalayıp kötülemek çoktandır moda olmuştur. Böyleleri öykülerini boykot edebilirler ya da şöhretini azaltacak şeyler söyleyebilirler; Borges’in 28 Nisan 1980’de Buenos Aires’de yayımlanan günlük La Prensa gazetesinin Madrid muhabirine söylediği şu sözleri görmezlikten gelmek bu gibilerin işine gelecektir: “Terör ve baskıların ülkede yarattığı ciddi ahlaki sorunu gözardı edemem. Bunca ölüm ve kayıp olayı karşısında sessiz kalamam.”5
Bir ay sonra, bir hükümet karşıtı demeç daha geldi: “Bu hükümet üzerinde hiçbir etkim yok. Bu milliyetçi bir hükümet ve ben milliyetçi değilim, Hıristiyan olduğumdan da emin değilim; olsaydım da, Katolik olmazdım. Ben hiçbir mevki sahibi değilim. Özgür bir insanım.”6
(…)
Borges her zaman âşıktı. Duyguları nadiren karşılık görmüştü ve bu onun ömrü boyunca acı çekmesine neden oldu. Anlattığı acı değildi, aşktan bahsederken de başarılı sayılmazdı. Yapıtlarında her iki duygudan da çok az söz edilmektedir. Yaradılışında bulunmakla beraber, aşk onun malzemesi değildi.
(…) Borges birçok kadını entelektüel açıdan cezbetmişti; ancak yalnızca birkaçı onunla yatmak istedi: Ve Borges onlarla yatmayı ne denli istemiş olursa olsun, muhtemelen bu konuda nasıl davranacağını bilmiyordu.
(…) Kadınlarla beraber olmaktan ve daha sonraki yıllarda onları göremez olunca, seslerini duymaktan çok hoşlandı; ama utangaç bir adamdı. (…)
(…)
Kâhinin etkileyici dinginliği, hikmet sahibinin tevekkülü – ve kabuğundan dışarı çekildiği zaman, usta bir yazarın sonu gelmeyen sohbeti: Bu birleşim çok çekiciydi. Borges iletişim tekniklerini, muazzam iç entelektüel gücüne dayanarak, ona soru soranların ve hayranlarının beğeneceğini bildiği bir imajı cilalayarak, uzun yıllar sınayarak mükemmelleştirdi.
(…)
“Georgie”den “Borges”e giden yol uzundu. En temel özelliklerini -konuşma zenginliği, geniş bir dost çevresi, cinsel çekingenlik, doymak bilmez bir öğrenme isteği- ömrü boyunca muhafaza ettiği halde, birden fazla Borges vardı.
Walt Whitman hayranı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında İsviçre’de iç içe geçmiş dizeler işleyen delikanlı çağındaki Avrupalı deneyimci; 1920’lerin Madridi’nde dışavurumculuk benzeri bir hareket olan ultracılığın kavgacı broşür yazarı; editör Borges, şair Borges, kütüphaneci Borges, Peron karşıtı Borges, öğretmen ve konuşmacı Borges, siyasi huzursuzluk yaratan Borges, tutucu Borges ve elbette, fantastik öyküler mucidi Borges, yüzyılın ortasında postmodernizm daha akla gelmemişken, dünyaya baştan çıkarıcı postmodern öyküler veren yazar. Borges gizemini hâlâ korumaktadır. Kendini pazarlamaktan acizdi, maddi hiçbir hırsı yoktu. Okudu ve yazdı (bu sırayla), çünkü her zaman yaptığı ve yapacağı iş buydu. (…)
(…)
Borges ayrıca, ömrünün büyük bir bölümünde parasızdı, para kazanmaya ilk kez Kuzey Amerika’da konferans turnelerinde başladı. (…)
(…)
(…) Sonuna kadar şiir yazdı ve inatla kendini şair olarak tanımladı; buna karşılık Arjantin edebiyatının aficionado‘ su olmayan, ama Borges’i seven okurları, onu büyük bir öykü yazarı olarak selamladılar.
(…)
Çeviren ARMAĞAN ANAR
5 “Se ha planteado un grave problema ético para el pais, tanto con el terrorismo como la represión”, J.Iglesias Rouco, La Prensa, 6.5.1980.
6 “World View: Argentine repression deplored by writers”, Arrigo Levi, The Times, 5.6.1980.””
Dantevari Denemeler/Shakespeare’in Belleği, Jorge Luis Borges, Çev: Peral Bayaz Charum, İletişim Yay., İstanbul, 2014, s. 29-41
“(…)
Hugo, Ce qui dit la bouche d’ombre’da Cehennem’de Kabil’e Abil olarak görünen hayaletle Neron’un Agripina olarak tanıdığı hayaletin aynı hayalet olduklarını yazıyor.
(…)
(…) Evreni simgeleyen tümtanncı, aynı anda tüm yaratıkların her biri ve onların yazgısı olan Tanrı kavramı gerçeğe uygulandığında belki sapkınlık ya da yanlışlık olarak görülebilir, ama bu bütünlük ozan ve yapıtına uygulandığında tartışma götürmez bir doğrudur. Ozan sanal dünyasındaki tüm insanlar, tüm soluklar ve tüm ayrıntılardır. (…)”
agy s. 50
“(…)
Stevenson (A Chapter on Dreams) çocukluk düşlerinde tiksinç bir kahverengi tonundan kurtulamadığından söz ediyor. (…)
(…)
Cennet’in son sayfalanna yaklaştıkça Komedya’nm pek çok şey olduğu söylenebilir, hatta her şey olduğu; ama ilk sayfalarında özellikle Dante’nin düşüdür Komedya, Dante’nin kendisi de bu düşün öznesi. İlk sayfada Dante bize karanlık ormana nasıl geldiğini bilmediğini söylüyor, tant’era pieno di sonno a quel punto, (Oraya nasıl girdiğimi bilemeyeceğim, öyle uykum gelmişti ki) burada sonno (uykum) günahkâr ruhun şaşkınlığını anlatan bir metafordur ama aynı zamanda üstü kapalı olarak düş görme eyleminin tam kestirilemeyen başlangıcını belirtiyor. Daha sonra Dante yolunu kesen dişi kurdun birçok kişiyi hüzne boğduğunu yazıyor. Guido Vitali’ye göre bu sözleri yalnızca hayvanı gördüğü için söylemiyor, biliyor böyle olduğunu; düşte gördüklerimizi nasıl biliriz, işte Dante de öyle biliyor. Ormanda tanımadığı birisi beliriyor, Dante onu belli belirsiz görebiliyor ancak, uzun süredir suskun olduğunu biliyor ama, bu da bir başka düşsel bilgelik. (…) Dört uzun gölge Vergilius’u selamlar; yüzlerinde ne hüzün vardır ne de mutluluk; bunlar Homeros, Horatius, Ovidius ve Lucanus’dur. (…) Şatonun bahçesinde yeşili gizemli bir çimenlik vardır; Dante yüksek bir yerden aşağıda klasik çağ ve Tevrat’ta adı geçen önemli kişilerle bazı Müslümanlar görür (Averois, che’l gran comentofeo). Aralannda birinin öyle bir özelliği vardır ki onu unutulmaz kılar (Cesare armato, con li occhi grifagni) (…bir de silahı alev alev gözleri Ceasar’ı tanıdım içlerinde) bir başkası yücelten bir yalnızlık içindedir (e solo, in porte, vidi’l Saladino) (… tek başına bir kenarda duran Salahaddin’i gördüm.), hepsi de umutsuz bir istek içinde yaşarlar: Acı çekmezler ama Tanrı tarafında dışlandıklarının bilincindedirler. (…) ”
agy s. 53-56
“(…)
Ben bir başka özel neden ileri sürmek istiyorum. Komedya’nın bu bölümünde Homeros, Horatius, Oridius ve Lucanus Dante’nin bir yansıması, çünkü ozan kendisinin de, hem davranışları hem de gücü açısından, bu yüce kişilerden geri kalmadığının bilincinde. (…)
(…)
Bunlar daha Dante’nin düşünün başlangıcındaki, henüz düşü görenden kopmamış figürler. Hiç durmadan yazından söz ediyorlar (başka neden söz edebilirler ki!), lliada’yı veya Farsalia’yı okumuşlar, ya da Komedya’yı yazıyorlar. Sanatlarım icra etmede ustalar ama cehenneme gitmekten kurtulamamışlar çünkü Beatrice onları unutmuş.”
agy s. 58, 59
“(…) Düşünde, Ruggieri’nin dağın yamacında, yanında aç çoban köpekleriyle bir kurt ve yavrularını avladığı geceye dek hücresinin daracık deliğinden birçok kez ayın doğup batışını izliyor. Şafak vakti kulenin kapısına çekiç darbeleri indiğini duyuyor. Sonra bütün bir gün ve
bir geceyi sessizlik içinde geçiriyorlar. (…)”
agy s. 62
“(…) Ugolino başpiskoposun kafatasını kemiriyor; Ugolino düşünde köpeklerin sivri dişlerini kurtların böğürlerine sapladıklarını görüyor (… e con l’agute scanei mi parea lor vederfender li fianchi) (böğürlerine sivri dişlerin saplandığını gördüm sanki); Ugolino acılar içinde ellerini ısırıyor; Ugolino, oğullarının bedenlerini ona sunduklarını duyuyor ve kulaklarına inanamıyor; Ugolino bu anlamı çapraşık dizeden sonra yeniden başpiskoposun kafatasını kemiriyor. (…)”
agy s. 64
” (…) Vergilius ısrarla nasıl öldüğünü sorunca Odysseus kendisini bir yıldan uzun bir süre Gaeta’da yanında tutan Kirke’den ayrıldıktan sonra ne çocuk sevgisinin, ne Laertes’e duyduğu merhametin ne de Penelope’ye olan aşkının yüreğini kavuran dünyayı tanıma, insancıl kusurlarla insancıl erdemleri öğrenme isteğini söndüremediğini anlatıyor. Elinde kalan son tekne ve hâlâ yanından ayrılmamış olan birkaç sadık adamıyla yelken açıyorlar; Herkül’ün direkler diktiği dar geçide vardıklarında artık iyice yaşlanmışlardır. Bir tanrının tutkuları doğrultusunda ya da keyfince sınırlandırdığı bu yerde, arkadaşlarını kimsenin gitmediği denizleri, insanların olmadığı dünyayı tanımak için açık denize çıkmaya ikna ediyor. Onlara kökenlerini anımsatıyor, dünyaya hayvan gibi yaşamak için değil bilgi ve erdemi aramak için geldiklerini söylüyor. (…)”
agy s. 67, 68
“(…) Bildiğim kadarıyla dünya yazınında Cehennemlik Odysseus’la bir başka talihsiz kaptan, Moby Dick’in Ahab’ı arasındaki derin benzerliğin bir başka örneği yoktur. Ahab da Odysseus gibi cesaretini ve gücünü zorlayarak sonunu kendi hazırlar; her iki öyküde de genel sav aynı, sonuç da tıpatıp öyle, hatta kullanılan sözcükler bile aynı. Schopenhauer yaşamımızdaki hiçbir şeyin istem dışı gerçekleşmediğini söylüyor; iki öyküye bu aydınlatıcı yargı açısından baktığımızda ikisinde de gizli ve çetrefil bir intihar süreci olduğunu görüyoruz.
(…)”
agy s. 71, 72
“(…)
İkinci varsayım, Jung’un öğretilerinden yola çıkarak,1 yazında yaratılanlarla düşleri bir tutuyor.(…)
1 Bir anlamda bu varsayımı önceden belirleyen klasik bir düş-sahne oyunubenzetmesi. Örneğin, Gongora Varia imaginación adlı sonesinde ( “Düş, oyunun yaratıcısı / esen rüzgâr üzerinde kurulu tiyatrosunda / güzelim bedenlere gölgeler giydirir); bir başka örnek, Quevedo’nun Sueno de la muene’si (Ruh serbest kalınca kendini başıboş hissetti, dıştan gelen duygulardan arınmış, böylece bana şöyle bir oyun oynadı: içimden gelen karanlık güçler, beni fantezilerimin hem izleyicisi hem de oyuncusu yaptı”); Joseph Addison ise Spectator’un 487. sayısında şöyle diyor: “Ruh düş gördüğünde hem oyun, hem oyuncular
hem de izleyicilerdir.” Yüzyıllar önce, panteist Ömer Hayyam bir kıta yazmış; McCarthy’nin kelimesi kelimesine çevirisi şöyle: “Artık bildik hiç kimseden saklanmıyorsun; yaratılmış her şeyde varsın. Bu güzellikleri keyfin için gerçekleştiriyorsun, aynı anda hem gösterisin hem de izleyici.””
agy s. 74
“(…)
Bu düşlerden birini anımsatalım. Fursa, diyor Bede, birçok Saksonu İsa’nın öğretilerine kazandırmış bir çileci. Bir hastalık sırasında ruhu meleklere yenik düşüyor ve gökyüzüne çıkıyor. Yükselirken, karanlıklan kızartan ve birbiriden pek farklı olmayan dört yalım görüyor. Melekler bu yalımların dünyayı yakacaklarını ve adlarının Düzensizlik, Eşitsizlik, Yalan ve Cimrilik olduğunu anlatıyorlar. Yalımlar birbirlerine kanşmcaya dek büyüyor ve Fursa’yı korkutacak kadar yakınına geliyorlar, ama melekler ona: “Yakmadığın ateş yakmaz seni” diyorlar. Ve öyle de oluyor, melekler ateşi yanyorlar ve Fursa birçok güzellikler göreceği cennete giriyor. Yeryüzüne döndüğünde bir kez daha ateşin saldmsına uğruyor ve yalımlann arasından bir şeytan, bir lanetlinin akkor gibi yanan ruhunu Fursa’nm üzerine fırlatıyor. Başka bir melek, bu kez şöyle diyor: Şimdi yaktığın ateşte yanacaksın. Yeryüzünde bir günahkârın giysilerini kabul ettin. Onun günahları şimdi sana geçti. Fursa bu düşün üzerinde bıraktığı lekeyi ölümüne kadar taşıyor.
Bede’nin anlattığı bir başka düş Nortumbrialı Drycthelm adındaki bir adamın düşü. Drycthelm birkaç gün süren bir hastalıktan sonra bir akşamüstü ölüyor ve ertesi sabah şafak
sökerken birden yeniden diriliyor. Başucunda bekleyen karısma aslında ölüler arasından yeniden doğduğunu ve artık yaşamını değiştireceğini söylüyor. Duasını tamamladıktan sonra çiftliğini üçe bölüyor ve üçte ikisini kansıyla oğullan arasında paylaştınyor, geri kalan üçte birini de fakirlere veriyor. Herkese veda ettikten sonra bir manastra çekiliyor, oradaki yaşamını ölü kaldığı sürece kendisine açıklanan güzel ama ürkünç şeylerin tanıklığına adıyor ve başından geçenleri şöyle anlatıyor: “Bana rehberlik edenin aydınlık bir yüzü vardı, giysileri pırıl pırıldı. Ses etmeden yürüdük, sanınm kuzeydoğu yönünde ilerliyorduk. Derin,
geniş ve ucu bucağı olmayan bir vadiye geldik; sol yanımızda ateş, sağ yanımızda dolu ve kar fırtınası vardı. Fırtına acı çeken ruhlan bir yandan öbür yana öyle bir savuruyordu ki sönmeyen ateşten kaçan zavallılar buz gibi soğukta donuyorlardı. Bu acımasız yerin cehennem olabileceğini düşündüm ama önümden giden görüntü “Henüz cehennemde değilsin” dedi. İlerledikçe karanlık da artıyor ve beni yönlendirenin ışığından başka bir şey seçemiyordum. Derin bir mağaradan sayısız ateş çemberleri yükseliyor ve yeniden mağaraya iniyorlardı. Rehberim benden aynldı ve hiç durmadan yükselen ve ruhlarla dolu çemberlerin arasında yalnız kaldım. Üstelik mağaradan çok kötü bir koku geliyordu. Korkudan hareketsiz kaldım ve bana hiç bitmeyecek gibi gelen uzun bir süreden sonra arkamdan umutsuz iniltiler ve acı kahkahalar duydum; bu sesler bana sanki düşmanlarıyla alay eden kalabalık bir topluluğun sesiymiş gibi geldi. Neşeli ve vahşi bir şeytan sürüsü beş kardeş ruhu karanlıklara
sürüklüyordu. Ruhlardan birinin başı Françesko Tarikatı papazlannınki gibi tıraşlıydı, öbür ruhsa kadındı. Derinliklerde kayboldular; insancıl iniltiler şeytansı kahkahalara karıştı ve bu sesler benim kulaklanmda çınladı. Kara ruhlar ateşin derinliklerinden çıkarak gözleri ve yalımlarıyla içime korku saçtılar, ama bana dokunmaya cesaret edemiyorlardı. Çevrem düşmanlarla ve karanlıklarla sarılmıştı, kendimi nasıl savunacağımı bilemedim. Yol tarafından bir yıldızın yaklaştığını gördüm. Yıldız yaklaştıkça büyüyordu. Şeytanlar yok olunca yıldızın bir melek olduğunu gördüm. Melek sağa yöneldi ve Güneye doğru ilerlemeye başladık. Önce karanlıktan yan aydınlığa geçtik, sonra da ortalık iyice aydınlandı. Daha ileride sonsuza dek yükselen ve uzayan bir duvar gördüm. Neden duvann dibine yaklaştığımızı anlayamamıştım ki birden, nasıl olduğunu bilemeden, duvarın tepesinde buldum kendimi. Yukandan ta ilerilere uzanan, üzerinde çiçekler açan bir çayır gördüm; artık cehennemsi çukurlann pis kokusu gitmiş, yerini çiçek kokulan almıştı. Çayır beyaz giysili kişilerle doluydu; reh berim beni bu mutlu kalabalığın arasına götürdü. Ben belki de bu yerin, hakkında çok şeyler duyduğum göklerin hükümranlığı olduğunu düşünmeye başlıyordum ki rehberim bana “Daha gökyüzüne çıkmadın” dedi. Bu yerin ötesinde olağanüstü bir aydınlık vardı ve ışıkların arasından şarkı söyleyenlerin sesleri duyuluyordu; hayranlık uyandıran bir koku pis kokunun izlerini yok etmişti. Ben bu güzellikler diyarına gireceğimize inanır olmuştum ki rehberim beni durdurdu ve uzun bir yoldan geri döndük. Daha sonra bana soğuk ve ateşin olduğu vadinin Araf olduğunu, mağaranın cehennemin ağzı, çayırın Kıyamet gününü bekleyen doğrularla adaletlilerin mekanı ve müzik duyulan aydınlık yerin ise göklerin hükümdarlığı olduğunu anlattı. Ve sen – diye ekledi- şimdi bedenine döneceksin ve yeniden insanlar arasında yaşayacaksın, eğer doğruluk içinde dürüstçe yaşarsan önce çayırda sonra da göklerde bir yerin olacak. Seni bir süre yalnız bıraktım ya, gelecekte yazgının ne olacağını öğrenmen içindi. Yeniden bedenime dönmek bana zor geldi, ama bir şey söylemeye cesaret edemeden kendimi yeryüzünde buldum.”
(…)
(…) Ortaçağ’da insanların birbirine güveni vardı; Anglosakson bilginlerinin otoritesini kabul etmek için ciltlerle kitabı okumak gerekmiyordu, ne de Homeros’un Orideus, Lucanus ve Horatius’u yönlendirdiğini bilmek için büyük ozanın neredeyse gizli bir dilde yazılmış şiirlerini okumuş olmak gerekiyordu. (…)”
agy s. 78-82
“SİMURG VE KARTAL
Birçok yaratıktan oluşan bir yaratık, (diyelim ki) birçok kuştan oluşan bir kuş kavramı yazına ne tür bir katkıda bulunabilir?1 (…)
1 Liebniz’in Monadologia’ından (1714) evrenin birçok küçük evrenlerden oluştuğunu, bu küçük evrenlerin her birinin de aynı zamanda evreni içine aldığını, içindeki evrenin de yine küçücük evrenlerden oluştuğunu ve bu evren tasarımının böylece sonsuza kadar yinelendiğini öğreniyoruz.”
agy s. 87
“(…) Feridüddin Attar firuzeler ve kılıçlar ülkesi Nişapur’da doğmuş.3 Attar Farsçada güzel kokular, bitkilerden yapılmış ilaçlar satan anlamına geliyor. Ozanların Anıları’ında asıl uğraşının bu olduğu yazılı. Öykü şöyle: Bir gün Attar’m dükkânına bir derviş girer, ilaç kutularına ve şişelerine bakar ve ağlamaya başlar. Attar şaşırmıştır ve endişeyle gitmesini söyler. Dervişin yanıtı şöyle olur: “Benim gitmem kolay, geride hiçbir şey bırakmıyorum. Oysa senin, gördüğüm bu değerli şeylere veda etmen kolay olmayacak.” Attar’ın yüreği cız eder. Derviş gider, ertesi gün Attar da dükkânını ve dünya işlerini terk eder.
(…) Yaşamının son yıllarında, yüz on yaşma kadar yaşadığı söyleniyor, şiir yazmak da dahil dünyanın tüm nimetlerinden elini ayağını çeker. (…)
3 İki Denizin Kavşağı’nın yazarı olan Katibi şöyle diyor: “Ben de Attar gibi Nişapurluyum, ama o Nişapur’un gülüydü, bense dikeniyim.””
agy s. 89, 90
“(…)
Âşık olmak, tannsı yanılabilir bir din yaratmaktır. (…) Beatrice yok oluyor; sırasıyla bir kartal, bir dişi tilki, bir ejderha arabaya saldırıyorlar; tekerlekler ve mil tüylerle örtülüyor, arabanın dört bir yanından yedi baş beliyor (Transformato cosi’l dificio santo / mise fuor teste…) (Kutsal araba böyle değişince dört bir yanından başlar oluştu); bir dev ve bir orospu
Beatrice’nin yerini alıyorlar.2
(…)
2 Bu çirkinlikler önceki “Güzellikler”in karşıtı olamaz diye karşı çıkılabilir. Doğrudur, ama bu çirkinlikler de anlamlı… Benzetme yoluyla kartalın saldırısı ilk Hıristiyanlara yapılan eziyetleri; dişi tilki sapkınlığı; ejderha Şeytan’ı veya Muhammed’i ya da Deccal’ı; başlar ya büyük günahları (Benvenuto da lmola) ya da dinsel ayinleri ve dev Fransa ralı IV. Philippe’i simgeliyor.”
agy s. 97
“Shakespearean Belleği*
YİRMİ BEŞ AĞUSTOS, 1983
Küçük istasyondaki saat gece onbiri geçiyordu. Otele kadar yürüdüm. Her zaman olduğu gibi, tanıdık yerlerin üzerimizde yarattığı aldırmazlığı ve rahatlığı duyumsadım. Geniş ana giriş kapısı açık; bina karanlıktı. Aynaların salondaki bitkileri yansıttığı soluk lobiye girdim. Tuhaf ama otelin sahibi beni tanımadı ve kayıt defterini önüme uzattı. Masaya tutturulmuş mürekkepli kalemini elime aldım, bronz hokkaya batırdım ve defterin açık sayfasının üzerine eğilirken sürprizlerle dolu geçecek gecenin ilk sürprizini beni bekler buldum. Adım, Luis Jorge Borges, defterde kayıtlıydı ve mürekkep henüz kuramamıştı.
Otel sahibi bana:
“Ben yukarı çıktığınızı sanıyordum,” dedi.
Sonra yüzüme baktı ve düzeltti: “Bağışlayın bayım. Öbürü size o denli benziyor ki: Ama siz daha gençsiniz.”
“Hangi odada?” diye sordum.
Yanıtı: “19 nolu odayı istedi,” oldu.
Ben de bundan korkuyordum zaten.
Kalemi elimden attım ve koşarak çıktım merdivenleri. 19 numaralı oda ikinci kattaydı ve anımsadığım kadarıyla zavallı, harap görünüşlü, parmaklıklarla çevrili ve içinde parklardaki bankları andıran bir bank olan bir avluya bakıyordu. Otelin en üst katındaki tek odaydı. Dokunur dokunmaz kapı kendiliğinden açılıverdi. Avize yanıyordu. Acımasız ışıkta hemen tanıdım kendimi. Dar demir yatakta sırt üstü, benden daha yaşlı, daha zayıf, çok daha solgun, bakışları yukardaki kartonpiyerlerde kaybolmuş, kendim yatıyordum. Sesi kulağıma geldi. Tam benim sesim değildi, daha çok ses kayıtlarında duyduğum nankör, renksiz sesime benziyordu.
“Ne tuhaf’ diyordu “iki kişiyiz ama aynı insanız. Doğru, düşlerde hiçbir şey tuhaf değildir.”
Korka korka sordum: “Öyleyse bütün bunlar bir düş mü?”
“Öyle olduğuna eminim, benim son düşüm.”
Eliyle başucu masasının mermeri üzerindeki boş şişeyi gösterdi. “Sen son gecene ulaşana dek daha çok düş göreceksin. Senin için bu gün günlerden ne?”
“Pek iyi bilmiyorum. Ama dün altmış bir yaşıma girdim.”
“Senin yaşamın da …, bu geceye erdiğinde, bir gün önce seksen dört yaşma girmiş olacaksın. Bu gün 25 Ağustos 1983.”
“Onca yıl beklemem gerekecek…” diye fısıldadım.
“Benim hiç zamanım kalmadı,” dedi birden hırçınlaşarak. “Her an ölebilirim, bilinmezde kaybolabilirim ve hâlâ çiftimi düşlüyorum. Aynaların ve Stevenson’un bana armağan ettikleri bayatlamış bir konu bu.”
Stevenson’un adını anmasının ukalalık değil, bir veda olduğunu sezinledim. Shakespeare olabilmek ve unutulmayacak sözler söylemek için dramatik anlar yaşamak yeterli değil. Dikkatini başka tarafa çekmek için:
“Bunun başına geleceğini biliyordum. Yıllar önce, yine bu otelde, aşağıdaki odalardan birinde, bu canına kıyma öyküsünün taslağına başlamıştık,” dedim.
“Evet,” dedi ağır ağır, anılarını tazelercesine. “Ama ilişkiyi göremiyorum. O taslakta, ben Adrogue için yalnızca gidiş bileti almıştım, Las Delicias Oteli’ne gelince de otelin en uzak, en ıssız köşesindeki 19 numaralı odasına çıkmıştım. Orada, o odada canıma kıyıyordum.”
“İşte ben de bu yüzden buradayım,” dedim.
“Burada mı? Zaten hep buradayız. Seni burada Maipu Sokağı’ndaki evde düşlüyorum ve bir zamanlar anneme ait olan bu odada yaşama veda ediyorum.”
“Anneme ait olan odada,” diye yineledim, anlamak istemiyormuşum gibi. “Ben seni 19 numaralı odada düşlüyorum, üst katta avluya bakan odada.”
“Kim kimi düşlüyor? Ben seni düşümde gördüğümü biliyorum, ama sen de beni düşünde görüyor musun, bunu bilmiyorum. Adrogue’deki otel yıkılalı yıllar oluyor, yirmi yıl kadar, yoksa otuz mu?”
“Düş kuran benim,” diye yapıştırdım, karşı çıkarcasına.
“Düş kuran bir tek kişi mi yoksa iki kişi karşılıklı birbirlerini mi görüyorlar düşlerinde, bunu araştırmak gerektiğini anlamıyor musun?”
“Ben Borges’im, senin adını kayıt defterinde görüp yukarı çıkan Borges.”
“Borges benim ve Maipu Sokağı’nda ölüyorum.”
Bir sessizlik oldu ve arkasından öteki bana:
“Bir deneme yapalım. Yaşamımızın en kötü anı hangisi?” dedi.
Ona doğru eğildim ve ikimiz aynı anda konuşmaya başladık. İkimiz de yalan söylüyorduk, biliyordum.
Yaşlı çehresini hafif bir gülümseme aydınlattı. Bu gülümsemenin bir şekilde benim gülümsememi yansıttığını duyumsadım.
“Birbirimize yalan söyledik,” dedi. “Çünkü kendimizi tek bir insan gibi değil ayrı iki insan olarak görüyoruz. Gerçek ise hem ayn ayrı iki insanız hem de tek bir insan.”
Bu söyleşi beni rahatsız ediyordu, bunu kendisine de böylece söyleyiverdim.
“Ya sen, 1983’te benim kalan yaşamım üzerine hiçbir açıklama getirmiyecek misin?” diye ekledim.
“Sana ne diyebilirim, zavallı Borges? Artık alıştığın şanssızlıklar yinelenecek. Bu evde yalnız kalacaksın. İçleri boş kitaplara, Swedenborg madalyasına ve Federal Haç’lı tahta tepsiye dokunacaksın. Körlük karanlık değil, yalnızlığın bir başka şekli. İzlanda’ya döneceksin.”
“İzlanda! Denizlerin İzlanda’sı!”
“Roma’da, tüm diğerlerinin adlan gibi, adı sulara yazılan Keats’in dizelerini okuyacaksın.”
“Hiç Roma’ya gitmedim.”
“Başka şeyler de var. En güzel şiirimizi yazacaksın ve bu bir ağıt olacak.”
“Öldüğünde…” dedim, adını söylemekten çekinerek.
“Hayır. O kadın senden çok yaşayacak.”
Bir süre suskun kaldık sonra devam etti.
“Onca zamandır düşlediğimiz kitabı yazacaksın. 1979 yılına doğru sözde yapıtının bir dizi taslaktan, daha doğrusu çeşitli taslaklardan başka bir şey olmadığını anlayacaksın, boş ve kör inançlarla kapıldığın büyük bir kitap yazma hevesinden vaz geçeceksin. Hani o Goethe’nin Faust’unun, Salammbö’nun, Ulysses’in bizde yarattıklan kör inanç. İnanılır gibi değil, ne çok sayfa doldurmuşum.”
“Ve sonunda başansız olduğunu anladın,” dedim.
“Daha da beter. Kelimenin tam anlamıyla bunaltıcı bir başyapıt olduğunu anladım. İyi niyetlerim ilk birkaç sayfadan öteye geçmiyor; labirentler, bıçaklar, kendine bir imge
yaratan adam, kendini gerçek sanan bir yansı, gecelerin aslanı, kanlı çarpışmalar, kör ve ölümcül Juan Murana, Makedonyalmın sesi, ölülerin tırnaklarından yapılmış gemi, öğleden
sonraları yinelenen eski zaman İngilizcesi vardı geri kalan sayfalarda.”
“Bu müze bana tanıdık geliyor,” dedim, biraz alaylı.
“Dahası da var, gerçek olmayan anılar, simgeleri iki farklı anlamda kullanma oyunları, bitip tükenmeyen sıralamalar, yavan bir düzyazının en iyi örnekleri, her bulduklarında eleştirmenleri sevince boğan yanlış simetriler, her zaman düzmece olmayan alıntılarla dolu sayfalar.”
“Yayımlattın mı bu kitabı?”
“Becereceğime pek inanmadan, melodramatik bir oyunla, örneğin yakarak, yok etmeye niyetlendim. Sonunda, Madrid’de, takma bir adla yayımlattım. Borges’i beceriksizce taklit
eden birinden söz edildi. Kusuru, Borges olmamak ve modelin salt dış kalıbını kullanmak diye yazdılar.”
“Buna şaşmadım bak,” dedim. “Her yazar sonunda kendi yetiştirdiği en az akıllı öğrenci olmak durumundadır.”
“Beni bu geceye getiren nedenlerden biri de bu kitap. Diğer nedenlere gelince… Yaşlılığın insanı küçük düşürmesi, her yaşanan günün daha önce de yaşanmış olduğunu bilmek…”
“Bu kitabı yazmayacağım,” dedim.
“Yazacaksın. Benim bu sözlerim, şu anda şimdiki zaman, ileride yalnızca geçmişte kalan bir düşün anısı olacaklar.”
Ders verirken kuşkusuz benim de kullandığım buyurgan ses tonundan rahatsız oldum. Sonra, birbirimize bu kadar benzememiz ve ölüme bu denli yakın olmanın ona tanıdığı
korkusuzluk rahatsız etti beni. Öç alırcasına:
“Öleceğinden bu kadar emin misin?” dedim.
“Evet,” diye yanıtı bastırdı. “Şimdiye dek hiç duymadığım bir tür tatlı rahatlık duyumsuyorum. Bunu sana anlatamayacağım. Sözcükler ancak ortak bir deneyim var olursa anlam kazanırlar. Neden söylediklerimden rahatsız olmuş gibi bir halin var?”
“Çünkü çok benziyoruz birbirimize; yüzün canımı sıkıyor, çünkü sanki kendi yüzümün karikatürü; sesin canımı sıkıyor, çünkü sanki sesimin yankısı; kullandığın acıklı tümceler canımı sıkıyor, çünkü sanki benim tümcelerim.”
“Benim de canımı sıkıyorlar,” dedi öbürü. “Bu yüzden canıma kıymaya karar verdim.”
Bir kuş öttü.
“Son kez,” dedi.
Bir el işaretiyle beni yanına çağırdı. Eli benim elimi aradı. Geri çekildim, hangi elin kimin eli olduğunu bilememekten korkuyordum.
Dedi ki:
“Stoacılar yaşamdan şikâyet etmememizi öğütlüyorlar; tutukevininckapısı her zaman açıktı. Hep böyle olduğunu düşündüm, ama tembellik ve korkaklık karanmı geciktirdi. On ya da on iki gün oluyor, La Plata’da Aeneis’nm IV. Kitap’ı üzerine bir konferans veriyordum. Altı ölçülü dizeleri kalıplara göre okurken hangi yolu seçmem gerektiğini anladım ve kararımı verdim. O andan sonra kendimi güçlü hissettim. Senin de yazgın benimki gibi olacak, iki ayrı zamanda ve iki değişik yerde gerçekleşen bu tuhaf, kestirimli konuşmayı unuttuğun bir günde, Latince ve Vergilius’la haşır neşirken, beklenmedik bir anda içine doğacak. Yeniden bu düşü kurduğunda şimdiki ben olacaksın ve şimdiki sen de benim düşüm olacak.”
“Unutmayacağım ve hemen yann yazacağım,” dedim.
“Anılarının derinliklerinde kalacak, düş gelgitlerinin ardında. Bunları yazdığında fantastik bir öykü kurguladığını sanacaksın. Yarın değil, bu öyküyü yazman için daha çok zaman var.”
Başka bir şey söylemedi, öldüğünü anlamıştım. Bir anlamda ben de onunla ölüyordum; ürkerek yastığın üzerine doğru eğildiğimde kimse yoktu.
Odadan kaçar gibi çıktım. Dışarıda ne avlu vardı, ne mermer merdivenler, ne sessiz ev, ne okaliptüs ağaçlan, ne yontular, ne çardak, ne fıskiyeler ne de Adrogue kasabasındaki o kır evinin demir parmaklıklı bahçe kapısı.
Dışarda başka düşler bekliyordu beni.
(*) Bu bölüm 1983’ten önce değişik kitaplarda yayımlanmış üç öykü ve şimdiye dek
hiçbir kitapta yayımlanmamış olan “Shakespeare’in Belleği” (1980) adlı öyküden
oluşmaktadır.”
agy s. 106-113
“MAVİ KAPLANLAR
Blake ünlü bir yazısında kaplanı parıldayan bir alev ve en üstün Kötülük olarak tanımlıyor; ben kendi hesabıma Chesterton’un kaplanı korkunç zerafetin simgesi olarak tanımlayan o bildik tümcesini yeğlerim. Aslına bakılırsa kaplanı, yüzyıllardır insanların imgeleminde yaşayan o olağanüstü görünüme yaraşır bir şekilde betimleyebilecek doğru bir sözcük yok. Kaplan bana her zaman çekici gelmiştir. Çocukluğumda, hayvanat bahçesindeki kafeslerden yalnızca bir tanesinin önünde uzun süre durduğumu anımsıyorum, öbür kafesler beni hiç ilgilendirmezdi. Ansiklopedileri ve doğa tarihi kitaplarını içlerindeki kaplan resimlerine göre değerlendirirdim. Jungle Books’u keşfettiğimde, Share Han’ın, kaplanın adı, kitaptaki kahramanın düşmanı olduğunu öğrenmek hoşuma gitmemişti. Kısa bir süre öncesine kadar -tam tarih bana uzak bir geçmiş gibi görünüyor olsa da aslında öyle değil- bu kaplan merakı Lahor Üniversitesindeki günlük görevlerimle birlikte süre geldi. (…)
(…)
(…) Bir gece düşümde daha önce hiç görmediğim ve adını koyamadığım mavi renkte kaplanlar gördüm. (…)
(…) Mavi kaplan bir kez daha düşüme girdi; gezinirken uzun gölgesi kumlarda yansıyordu. (…)
(…)
(…) Her ne kadar Müslümanlığın Yahudilikten türemiş inançlann en zavallısı olduğunu biliyor olsam da, Müslümanlarla ta öteden beri daha iyi anlaşırım.
(…)”
agy s. 115- 117
“(…) Yatağa uzandım ve düşümde yine kaplanı gördüm. Bu kez rengine dikkat ettim, daha
önceki düşlerdeki kaplan ve taşlarla aynı renkteydi. iyice yükselen güneş yüzüme vuruyordu. (…)”
agy s. 120
“(…)
Düşlerimde taşlan görmeyi alışkanlık haline getirmem yine o günlere rastlar. Aynı düşün her gece yinelenmemesi bana birazcık olsun umut veriyordu, ama bu umudun dehşete dönüşmesi pek öyle uzun bir zaman gerektirmiyordu. Düş üç aşağı beş yukan aynıydı. Başlangıcı korkulu sonun habercisiydi. Parmaklıklar, demirden sarmal basamaklar, sonra
bir mahzen ya da dik merdivenlerle inilen derinlerdeki dökümhaneler, çilingir dükkânları, sarnıçlardan oluşan bir mahzenler sistemi. Ta dipte, bildik yankta, aynı zamanda Kutsal Kitaplarda Tanrı’mn usa aykın olduğu anlamına gelen hayvanı, Behemot veya Leviathan’ı simgleyen taşlar duruyormuş. Titreyerek uyanıyordum ve taşlar işte orada, kutunun içinde çoğalmaya hazır duruyorlardı.
(…)
(…) Taşların, sıkıcı kasabanın, cangılın, dağın tepesindeki düzlüğün, düzlükteki yarıkların içinde bir yerlerde hâlâ var olduklarım hiç unutamıyordum. Düşlerim hepsini birbirine karıştırıp çoğaltıyordu. Kasaba taşlarmış, cangıl deltaymış, delta cangılmış….
(…)”
agy s. 124, 125
“(…) “Her şeyini vermeyen hiçbir şey vermemiş demektir.”
(…)”
agy s. 127
“(…) Yavaş yavaş Shakespeare’in belleğine sahip oluyordum, aradığım dürtü eski ciltleri okumakmış, yani yeniden okumakmış demek istiyorum. En dokunaklı yapıdan olan soneleri de okudum yeniden. Bazen bir, bazen birçok açıklamayla karşılaştım. Güzel bir dize insanı onu yüksek sesle okumaya zorluyordu; birkaç gün içinde onaltıncı yüzyılın kaba “r”lerini ve açık ünlülerini yeniden söyleyebilir oldum.
Zeitschrift für gennanische Philologie’deki yazımda 127. sonenin Yenilmez Ordu’nun unutulmaz yenilgisine değindiğini yazdım. (…)
(…)
Daha sonralan, giderek düşlerimde değişiklikler oldu. De Quincey’ninkiler gibi gözkamaştırıcı karabasanlar değildi benim düşlerim, ne de ustası Jean Paul’ünkiler gibi acımasız alegorik düşlerdi. Tanımadığım yüzler, bilmediğim odalar doldurdu gecelerimi. Düşümde gördüğüm ilk tanıdık yüz Chapman’ın yüzü oldu; sonra Ben Jonson’unki ve hiçbir özgeçmişinde adı anılmayan ama Shakespeare’in sık görüştüğü bir komşusunun yüzüydü.
(…)”
agy s. 141
“(…)
Bilindiği gibi Almanya’nın resmi tapınç simgesi Goethe’dir. (…)”
agy s. 143