“Fransa’da, herkes için solunacak yeterince hava yok mu?” diye soruyor Victor Hugo. Ben de size soruyorum; Victor Hugo denilince ‘Sefiller’den başka cevap verebilecek olan yok mu? Vardır elbette, fakat oldukça az…
Bir İdam Mahkumunun Son Günü… Kanınızı donduracak çarpıcı gerçeklerle dolu bu kitap, genç Victor’un kaleminden günümüze kadar gelmiş.
19. yüzyılın ilk yarısı, Victor Hugo 26 yaşında. Fransa ve neredeyse dünyanın geri kalanının tümü, o dönemde idam cezasını uygulamaya devam etmektedir. Halk, içlerinden biri suçlu bulunup idam kararına varıldığında meydanları tıklım tıklım doldurmaktadır… Kan, ceset ve cellat görmek içlerindeki şehveti öylesine uyandırır ki, yankılanan coşku sesleri adeta bir kral karşılamasıyla birebirdir. Bu ego yığının içinde genç Hugo kırmızıya boyanmış giyotinin altında yatan cansız beden karşısında, insanlığın yitirildiği bu meydan da öylece kalakalır… O günden itibaren içinde insanlığını kemiren duygularla baş etmeye çalışır, fakat bunu başaramaz ve bir roman yazar. 1829 yılında “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” adında isimsiz bir kitap yayınlanır. Kimileri kitabın İngiliz kitabı, kimileri ise Amerikan kitabı olduğunu düşünür. Victor Hugo ise bu tepkilere karşılık şöyle der:
“Olayların kökenini binlerce fersah ötede aramak merakı, sokaklarımızı yıkayan dereyi Nil’in kaynaklarından akıtmak kadar saçma!”
Yazar, bir oyun sahnesi olarak başlattığı romanını birinci tekil şahıs ağzından anlatmaktadır. Bu durum okuru bilinçsizce empati yapmaya sevk eder. Öyle anlar gelir ki, kendinizi umut etmeye cesaret edemeyen bir mahkum sanırsınız. Victor Hugo, bu romanı bir yazar olduğu için yazmamıştır. Bir insan olarak kamu vicdanına hitap etmeyi amaç edinmiştir. Okurun kendini eli kelepçeli bir mahkumdan giyotin sehpasına kadar her noktada hissedebilmesinin en etkili noktalarından biri, hikayenin kahramanının bir adı ve özellikle belirtilen bir suçu olmamasıdır.
Suçu ve adı belirtilmemiştir bu mahkumun, çünkü, ne önemi vardır ki zorla ölüme yürütülen birinin adının, suçunun, vatanının? Tüm dünyaya ortak dille seslenilmiştir bu romanda. Sadece başkahramanla değil, halkıyla, gardiyanıyla, celladıyla ortak dili vardır bu romanın.
Victor Hugo, savaşlar ve ihtilaller sonrası zorlu bir dönemde yazdığı bu kitabıyla toplumların gözlerini üzerine çekmeyi başarmıştır. Sebebi ne olursa olsun; dün, bugün ve yarın hiçbir insanın en doğal hakkı olan yaşama hakkının elinden almaya hiçbir kralın, hakimin, savcının hakkı olmadığını gözler önüne sermiştir. Ve bunu coşkuyla karşılayan yahut o an için üzülüp hayatına devam eden insanlara 187 yıl önce, ölüm cezasının kaldırılmasının, toplumun desteğiyle “bakan olabilen milletvekillerinin” kararıyla ancak mümkün olabileceğini açıklamaya çalışmıştır.
Görüyoruz ki asırlar öncesinde de bugün de toplumlarda devam eden bir ego savaşı vardır ve her zaman bunun çözümü halkın görebileceği yerdedir. Victor Hugo romanıyla ses getirmiş olsa da, Fransa da ancak 152 yıl sonra Sosyalist Parti sayesinde ölüm cezası kaldırılmıştır.
Victor Hugo, bu romanı yazarken “Tanrı’nın verdiği canı, Tanrı alır.” diyerek insanlığa seslenmiştir. Aynı zamanda her suçun, ölümden başka çözüm yolu olabileceğini savunmuştur. İdam cezasının ancak siyasilerin, kana susamış cani bir kesimin duygularını bastırmanın bir yolu olarak görmüştür…
Okurken kendimi alamadığım, elimden bırakmak istemediğim ve beni her anıyla “Sefiller” romanından çok daha fazla etkileyen bu muhteşem romanı sizlerle paylaşırken amacım romanı tanıtmak ya da eleştirmek değil, aksine sevgili okurlar, üzülerek belirtmeliyim ki amacım bu romandan hala haberi olmayanları eleştirmektir.
Keyifli okumalar…