Anasayfa > Books / Kargakara > Bireyselleşmiş Toplum, Zygmunt Bauman

Bireyselleşmiş Toplum, Zygmunt Bauman

“(…) ‘Toplum’ dediğimiz şey tam da bunu yapan devasa bir aygıt; ‘toplum’ onaylama ve paylaşmanın öteki adıdır, ama aynı zamanda onyalanmış olanı ve paylaşılanı yüceltilmiş hale getiren güçtür. toplum bu güçtür, çünkü, bizatihi doğa gibi, herhangi birimiz ona ulaşmadan çok önce buradaydı ve her birimiz gittikten sonra da burada kalacaktır. ‘toplumun içinde yaşamak’ -onaylamak, paylaşmak ve paylaştığımız şeye saygı göstermek- mutlu yaşamanın (sonsuza dek sürmese de) tek reçetesidir. Adet, alışkanlık ve rutin, hayatın sonluluğunun iğnesindeki saçmalık zehrini çeker alır. (…) ‘Deli’ sadece paylaşılmamış anlamlara verilen addır. Delilik paylaşıldığı zaman delilik olmaz.

Bütün toplumlar anlam fabrikalarıdırlar. Aslında daha da fazlasıdırlar: anlamlı hayatın fidelikleridirler. (…) Topluma dahil olmak, Durkheim’ın işaret ettiği gibi, ‘özgürleştirici bir deneyim’, kör ve düşüncesiz fiziksel güçlerden kurtulup özgürleşmenin tek koşuludur. (…) Alıntılanan cümlelerin birincisi sanki gereksizidir: topluma tabi olmanın sağladığı şey, ‘düşüncesiz fiziksel güçlerden kurtuluştan daha ziyade onlar hakkında düşünmekten kurtuluştur. (…) Kişi ölümlü bir hayatın içinde, ancak metaforik ve metonimik biçimlerde olsa bile -kişinin hayatını ölümsüz değer bahşedildiği formların suretinde biçimlendirerek ya da sonsuzluğa yazgılı ortak anlaşmalar sayesinde nesnelerle temas kurarak ve omuz omuza gelerek- ölümsüzlüğün tadına bakılabilir. (…)

İyilik ve kötülük bilgisi nasıl etkili ve sağlam bir ahlaki rehberlik ihtiyacı ortaya çıkarıyorsa, ölümlülük bilgisi de iki biçimden birine bürünen aşkınlık arzusunu tetikler: ya herkesin gelip geçici saydığı hayatı, iz bırakanlardan daha kalıcı olacak izler bırakmaya zorlama dürtüsü ya da geçici hayat deneyimlerinin ‘ölümden daha güçlü’ tarafını tatma arzusu. Toplum bu arzunun her iki biçimiyle de beslenir. Bu arzuda kanalize edilmeyi bekleyen bir enerji vardır. (…)

(…)

(…) Her türlü toplumsal düzen, hayat anlamları arayışının sayesinde yürütüldüğü ve hayat anlamı formüllerinin aktarıldığı bir kanallar şebekesi olarak temsil edilebilirdi. (…)”

Bireyselleşmiş Toplum, Zygmunt Bauman, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2015, s. 10-13

“(…) Artan siyasi duyumsuzluk ve kamusal alanın özel hayatların mahremiyetleri tarafından kolonizasyonu; Richard Sennett’in ‘kamusal insanın çöküşü’ diye tabir ettiği şey; eski toplumsal bağları sıkılaştırma ve onları sürdürme sanatının hızla yok oluşu; ayrılma ve yalnız bırakılmaya dair şizofrenik korku/arzu (‘Daha fazla mekana ihtiyacım var’ ile Ally McBeal’in ‘kendimden bıktım artık’ arasında sürekli gidip gelmeler); umutsuz bir topluluk arayışına eşlik eden akkor halindeki tutkular ve bulunan toplulukların parçalara bölünme hali; günah keçisine dönüşmüş bedene işkence eden, eşzamanlı olarak, dişle tırnakla savunulan ‘ son siper hattı’ olarak beden kültüyle paradoksal bir biçimde birleşen yeni ve gelişmiş cezalandırıcı rejimlere duyulan sonsuz istek; arz edilen heyecanları emmek ve işlemek için haz veren ve daha da fazla haz veren bir dizi sonsuz duyum kaynağı, farklı anlarda hayatın duyumlarını keskinleştireceği ve yatıştıracağı ya da tamamen susturacağı umulan, kimyasal, elektronik ya da toplumsal olarak üretilmiş maddelerin sürekli biçimde artan popülerliği: Bütün bunlar ‘ikinci dip’ denen şeye sağlam biçimde demirlemiş ortak köklere sahip olabilir.

Her iki seviyede de eğilim aynıdır: Bireylerin kendi seçimlerinin alanını ve sonuçlarını belirleyen koşullar, onların bilinçli etki alanının ötesine gerilerken ( ya da yok edilirken), bu koşullara yapılan göndermeler ortadan silinir ya da sisli bir alana sürülür; dahası, bireylerin kendi mantıklarını yaratma ya da keşfetme ve onları dönüştürülebilir kişilerarası iletişim sembolleri içinde yeniden biçimlendirme çabası içinde kendi hayatlarına dair anlattıkları öykülerin arkaplanı nadiren araştırılır. Sürecin özü her vakada farklı olsa da, hem koşullar hem de anlatılar aralıksız bir bireyselleştirme sürecinden geçer: Kişi biçimleri ne olursa olsun ‘koşullar’ın etkisinden kaçamaz; onlar, davetsiz misafgirlerdir ve kişi onların ortadan kalkmasını istese de kalkmazlar. (…)

Marx, ünlü sözünde, tarihi insanlar yapar, ancak seçtikleri koşullar altında değil, demiştir. Bu tezi ‘hayat siyaseti’ talebi konusunda güncelleştierbilir ve insanlar kendi hayatlarını kendileri yapar, ancak seçtikleri koşullar altında değil, diyebiliriz. ne var ki, güncelleştirilmiş halinin yanı sıra özgün haliyle de bu tezin, seçilme şansımızın olmadığı koşullar alanının, amaç, hesaplama ve karar yatkın eylem alanından ayrı olduğu ve öyle kaldığı anlamına geldiğini gösterdiği düşünülebilir; bunların birbiriyle etkileşim halinde olması bir soruna yol açsa da, onları ayrı tutan sınırın sorunsal bir yanı yoktur; nesneldir ve bu nedenle tartışılabilir değildir.

Ne var ki, sınırın ‘verili’ olduğu varsayımı, ‘koşullar’ı olduğu gibi kılan, yani seçime bağlı olmayan bir mesele yapan önemli, belki de belirleyici etkendir. ‘Koşullar’, insani seçimlere karşı ilan edilmiş ve benimsenmiş bağışıklıklar zemininde, kendi hayat eylemlerinin hedefler ve araçlar oyunundan muaf tutarak insanların seçimlerini sınırlandırırlar. (…) Hem koşulları hem de hayat anlatılarını etkileyen bireyselleşme süreci, ilerlemek için iki bacağa ihtiyaç duyar: Seçenekler alanını ayarlayan ve gerçekçi seçenekleri boş hayallerden ayıran güçler, ‘koşullar’ evrenine sıkı biçimde yerleştirilebilmelidir; öte yanda, hayat öyküleri kendilerini arz edilen seçenekler arasında bir ona bir buna uğramakla sınırlamalıdırlar.

Yaşanan hayatlar ve anlatılan hayatlar bu nedenle birbiriyle yakından bağlantılı ve birbirine bağımlıdırlar. (…) Aslında, bilerek ya da bilmeyerek uydukları kod, anlattıkları hayatları biçimlendirdikleri kadar, anlatılarını, hainler ve kahramanlar için yaptıkları seçimi de biçimlendirir. (…)

(…)

Çağdaş sosyal bilimin bilişsel çerçevesine muazzam bir İngiliz katkısı olan Kültürel İncelemeler’e ilişkin araştırma ve teori stratejisi üzerinde ayrıntılı biçimde çalışan Lawrence Grossberg, ‘eklemlenme’ kavramının, tartışmalı sınırlar konusunda yürütülen meydan savaşlarının stratejik mantığını (‘pratiklerin farklı, çoğu kez kestirilemeyen etkiler yaratabilmesinin yanı sıra, pratikler ve etkiler arasında bağlantılar oluşturma süreci’) en iyi şekilde kavrdığını öne sürdü:

Eklemlenme, bir ilişkiler dizisinden hareketle bir başka ilişkiler dizisinin inşasıdır; genellikle, başka bağlantıları bağlantılandırmak için bağlantıları çözmeyi ya da eklemsizleştirmeyi gerektirir. Eklemleme, değişen bir güçler alanında pratikleri yeniden konumlandırmak, bir pratiğin içine yerleştiği ilişkiler alanını -bağlamı- yeniden tanımlayarak hayat imkanlarını yeniden tanımlamak için verilen sürekli bir mücadeledir.8

(…) Zamanımızda analatılan öykülerin ayırt edici özelliği, bireysel hayatları, bir bütün olarak toplumun sayesinde işlediği tarz ve araçlara bağlayan halkaları yakalama imkanını dışalayan ya da baskı altına alan bir tarzda eklemelemeleridir; daha doğrusu, bu tarz ve araçların sorgulanmasını, onları bireysel hayatın incelenmiş arkaplanına atarak ve öykü anlatıcısının, ister tek ister birkaç kişiyle ya da kollektif olarak, ne meydan okuyabildiği ne de tartışabildiği ‘kaba olgular’a çevirerek engellemeleridir. (…)

Çağdaş yaşamın ‘düşünümselliği’ denilen durumdan son zamanlarda birçok çıkarım yapılmıştır; gerçekten de hepimiz -‘hükme bağlı bireyler’, bir ‘siyasi yapı’nın üyelerinden ziyade ‘hayat siyasetçileri’ olan bizler- zorunlu öykü anlatıcıları olmaya ve öykülerimiz için, eğer varsa kendimizden, kendi duygularımız, heyecanlarımız ve mahrem deneyimlerimizden (Erlebnisse) daha ilginç konular bulmaya eğilimindeyiz. (…)”

(…)

(…) İnsanlar akıldan ve sağduyudan yoksundurlar demek değildir bu: daha ziyade, hayatlarının gidişatı içinde başa çıkmak zorunda oldukları gerçekliklerin, hakiki insani potansiyelin tahrifatı ve özgürleşme imkanının kesilmesinden oluşan ilk günahla yüklüdür. İnsanlar ne akıldışı ne de saftırlar; ne var ki, kendi hayat deneyimlerini özenle ve sebatla inceleseler de, oyunun kurallarını kendi lehlerine değiştirmelerine yardımcı olabilecek bir strateji oluşturmaları zordur. Bu, özetle, ‘ideolojik hegemonya’ aracılığıyla yapılan açıklamanın ortaya koyduğu şeydir. (…)”

agy s. 15-22

8 Grossberg, We Gotta Get Out of This Place, s. 54.

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.