“Salah Birsel (1919-1999)
(…) 1937’de İzmir Erkek Lisesi’ni bitirince İstanbul’a gelerek Hukuk Fakültesi’ne girdi. İki yıl sonra geçtiği Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden 1948’de mezun oldu. (…)
(…)
‘Şiir bilinç ile bilinçaltının çarpışmasıdır. (…) Her ozan kendini devrim içinde bulur. Ondan kaçmak istese de algılar dağarcığı yakasına yapışır. Hele karşı-devrim algıları çoğaldıkça, devrim algıları daha da keskinleşir ve kendi yapısına ters düşen algıları ortadan kaldırır. Kısacası, devrimcilik ozanın görevinden değil, özünden gelen bir şeydir.’
(…)”
Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi Cilt 2, Memet Fuat, Adam Yay., İstanbul, 2008, s. 523, 530
“Rüştü Onur (1920-1942)
(…) 1942 martında 7 kilo almış, hastalığı yenmiş olarak Zonguldak’a döndü. Memurluğuna devam ederken gene hastalandı. Hastanede tifodan yatan Mediha Sessiz adında bir kızla tanıştı. Nişanlandılar. 1942 yılı güzünde İstanbul’a, nişanlısının Beşiktaş’taki evine gelip yerleşti. Tifodan çok sarsılmış olan kız 12 Kasın 1942’de ölüverdi. Bu ölümle bunalıma giren şair her akşam içmeye başladı. 2 aralık 1942’de, İstanbul’da, nişanlısının evinde ölüp Ortaköy mezarlığında onun yanına gömüldü.
(…)”
agy s. 535
“Enver Gökçe (1920-1981)
(…) 1951’de İstanbul’da Kadırga Öğrenci Yurdu’nda yönetici olarak çalışırken tutuklanıp Türkiye Komunist Partisi davasında altı yıl ceza yedi. 1951-1957 arasında cezaevinde kaldı, ardından iki buçuk yıl Çorum’da sürgün yaşadı. (…)”
agy s. 542
“Sabahattin K. Aksal (1920-1993)
(…) 1937’de Işık Lisesi’ni, 1943’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. 1943-1948 arasında İstanbul’daki çeşitli liselerde felsefe öğretmenliği yaptı. (…)”
agy s. 547
“Mehmed Kemal (1920-1998)
(…) Devrimci eylemlerinden ötürü 1943’te bir ay tutuklu kaldı. 1945’te yayımladığı ilk kitabı Birinci Kilometre önce toplandıysa da, sonra serbest bırakıldı. (…) 1947’de ikinci kez tutuklandı. Dört buçuk ay içerde kaldıktan sonra gittiği Yedek Subay Okulu’nda çavuşa çıkarıldı. (…)”
agy s. 556
“Necati Cumalı (1921-2001)
(…)
‘Gerçek şiir pahalı şeydir aslında. En küçük bir sadakatsizliği bile affetmez. Şiirden başka şeylerin, günlük çıkarların peşine düştükçe, halktan uzaklaştıkça, şiir de uğramaz olur şairin semtine. Her iyi şair şiirin diyetini öder. Ama türlü türlü öder. Kimi tavan aralarında aç, sefil. Kimi sürgünlerde, mahpuslarda. Kimi (…) kendini korkunç bir yalnızlığa mahkum ederek.’
(…)
‘1950’den beri değişik rüzgarlar esti şiirimizde. (…) Şair, gerçekten şairse, (…) kendini dinlemeli, kendine kulak vermeli, kendinde oluşan şiiri söylemelidir. Çünkü yeni olan, değişik olan kendisidir, değişen yaşam ile birlikte oluşmuş kendi yeni kişiliğidir. Şair böyle böyle biriyse getirecektir şiire kendi olanaklarını. Değilse, ille de şiir yazmak isteyen, kendini şiir yazmaya zorlayan, kendi yeteneklerini yanlış tanımış, yanlış değerlendirmiş biriyse, daima başka şairlerin olanakları ile sürdürecektir şiirini.’
‘Çok okunan, anlaşılan şairler bir bakıma yitirmişlerdir geleceği etkileme güçlerini. (…) Az okunan iyi şairlerin dizeleri altına yatar gelecek. O gününde az okunan şairleren korkar iktidarlar. Onları okuyup beğenen kişiler gün geçtikçe çoğalacaklar, gün gelecek onların etkileriyle söz sahibi olacaklardır toplumda.’
(…)”
agy s. 567, 570
“Muzaffer Tayyip Uslu (1922-1946)
(…) 1943’te liseyi bitirince İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne yazıldı. Ama yoksulluğu yüzünden öğrenimini sürdüremedi. Ayrıca ince hastalığa yakalandığı için bakıma da gereksinimi vardı. (…) Memur olunca hastalığının sağaltımına olanak bulacağını umuyordu. Ne var ki memurlukta iki yılını doldurmadığı için olaylar beklediği gibi gelişmedi. İnce hastalıktan kurtulamayarak, 3 Temmuz 1946’da Zonguldak’ta öldü.
(…)”
agy s. 573
“Özdemir Asaf (1923-1981)
(…)
‘Şiir acımasızdır; zaman içinde kendi şairini bile kınadığı görmek, çok acı oluyor.’
(…)”
agy s. 578
“Nevzat Üstün (1924-1979)
(…)
Şiir kitapları: Oluş, 1946; Yaşadığımız Devre Dair Şiirler, 1951; Cüceler Çarşısı, 1955; Yitikler Kapısı, 1960; Güneş Ülkesi, 1964; Hey Sen Amerikalı, 1967; Köprübaşı (İlk 6 kitaptan seçmelerle son şiirleri), 1968; Ak Yeşil Kavak Ağaçları, 1972; Beklenen Sabah, (seçme şiirleri), 1978.
(…)”
agy s. 579
“Arif Damar (1925)
(…) İstanbul Erkek Lisesi’nde iki yıl okuduktan sonra 1943’te okuldan uzaklaştırıldı. (…) Üç yıl süren askerliğini Kayseri, Sıvas, Zara sürgün alaylarında geçirdi. (…) 5 Aralık 1951’de TKP davasından tutuklanana kadar Mahmutpaşa’da işportacılık yaptı. Kanıt yetersizliğinden aklanarak 1953 sonunda cezaevinden çıktı. (…)1956’da yayımladığı ilk kitabı Günden Güne çıktıktan beş ay sonra toplatıldı, bir yıl süren dava sonunda aklandı. (…) 1967’de ‘Türk Solu’nda çıkan bir şiirinden ötürü gene 142. maddeye aykırılık savıyla yargılandı, gene aklandı. (…)”
agy s. 583
“Atilla İlhan (1925-2005)
(…) Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu’nu, arkasından Karşıyaka Ortaokulu’nu bitirerek girdiği Atatürk Lisesi’nde, onuncu sınıftayken, Türk Ceza Yasası’nın 141. maddesine aykırı örgütsel etkinlikte bulunmak savıyla bir süre gözaltında tutuldu, okuldan uzaklaştırıldı. (…)”
agy s. 592
“Can Yücel (1926-1999)
(…) 12 Mart döneminde iki kitap çevirisinden ötürü toplam 15 yıl ceza yedi. Adana Cezaevi’ne gönderildi. 1974’te genel bağışlama yasasından yararlanarak serbest kaldı. (…) Ama cezaevinde geçirdiği günlerden sonra şair olarak neredeyse bir patlama yaşadı. (…)
(…)
‘Şiir bir umutsuzluktur. Elbette bir umutsuzluktur. Niçin mi? Umutsuz olmayan adamlar şiir yazamaz. Umutsuz olmayan adamlar resim yapamaz, mimar olamaz. Yaratıcı olamaz. Bu dediğim elbet yaşadığımız dünya için bir söz. Çünkü kağıt bir umutsuzluktur. Boş bir kağıt… Tuğlalar, briketler, çimentolar, hepsi umutsuzluktur. (…) Onların içinden umudu bulmaktır şiir. Onu bulmak için yazıyorum ben de… Birdenbire, bütün dünyada, deli olan bu dünyada tek akıllılığı, uslanmadan akıllılığı anlatmaktır şiir. Ben haberciyim, deprem habercisiyim.’
(…)
‘Hapisane’de aklım başıma geldi. (…) Siyasetti, içkiydi, kendini dağıtacak olanaklar da yoktu. Bundan dolayı yoğun olarak şiirler başbaşa kaldım. Yoğun olarak şiir yazmaya başladım ve bunu iş haline getirdim.’
(…)”
agy s. 610, 613, 616
“Talip Apaydın (1926)
(…) Turhal Ortaokulundaki öğretmenliğinden sonra Amasya Kız Öğretmen Okul müdür yardımcısıyken yazdığı bir oyunla, Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı bir yarışmada ödül kazandı. Ama bu ödül kendisine verilmedi. ‘Yapı’ adlı bir şiirinden ötürü Bakanlık emrine alındı. Danıştay kararıyla görevine döndü. (…)”
agy s. 631
“Ahmed Arif (1927-1991)
(…) Ortaöğrenimini Diyarbakır Lisesi’nde tamamlayıp yükseköğrenim için Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girdi. 1950 yılında Türk Ceza Yasasının 141. maddesine aykırı davranma savıyla tutuklandı. (…) 1952’de bu kez gizli örgüt kurma savıyla gene tutuklanıp iki yıl ceza yedi. (…)”
agy s. 649
“Şükran Kurdakul (1927-2004)
(…) 1946’da İzmir Karşıyaka Lisesi’nde okurken Türk Ceza Yasası’nın 142. maddesine aykırı eylemde bulunma savıyla dört buçuk ay tutuklu kaldığı için okuldan çıkarıldı. (…) 1953’te Türk Ceza Yasası’nın bu kez 141. maddesine aykırı eylemde bulunma savıyla gene tutuklandı, Askeri Yargıtay’da aklanana kadar iki yıl cezaevinde kaldı. (…)”
agy s. 656
“Hasan Hüseyin (1927-1984)
(…) Maraş’ın Göksun ilçesinde öğretmenliğe başladıktan bir süre sonra, 1951’de, Türk Ceza Yasası’nın 142. maddesine aykırı eylemde bulunmak savıyla tutuklanarak 3 yıl ceza yedi. Öğretmenlikten uzaklaştırıldı. Cezaevinden çıktığı 1954’ten 1960’a kadar tabelacılık, ressamlık, dilekçecilik, tarım işçiliği gibi işler yaptı. (…)”
agy s. 661
“İkinci Yeni
(…)
‘Şiir bir şey anlatmaz – Güzellik bir şey anlatmaz çünkü’
-İlhan Berk
(…)”
agy s. 673, 674
“Turgut Uyar (1927-1985)
(…)
‘Çok değil on yıl önce yeni diye, güzel diye baştacı ettiğimiz şiirlerin, bir deneyin, bugün kaçını sevebileceksiniz. (…) Ben kırkından sonra artık yazmayan şairlerimizin, hayatın yükü, geçim derdi gibi sebeplerle değil, (…) söylenecek şeyleri kalmadığından, yahut şiirler söylenebilecek taze şeyler bulamadıklarından, kendilerini yeniden icat edemediklerinden sustuklarına inanıyorum. (…) İnsan bu çıkmaza ancak ustalığa yönelmekle düşebilir. Usta olmak için ister istemez bir yön, belirli bir gidiş tutturmak zorundasınız. Okuyucu sizin bir önceki havanızı bilmeli, alışmalı size. Yani şiirinizde ne okuyacağını aşağı yukarı kestirmeli. (…) Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik.’
(…)”
agy s. 699
“Ercüment Uçarı (1928-1996)
(…) İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken geceleri çalışmak için uyarıcı ilaçlar alması sağlığını bozdu. (…)”
agy s. 722
“Cemal Süreya (1931-1990)
(…)
‘Şiirden hep korktum. Şair miyim diye kendimden de her zaman kuşkulanmışımdır. Beceremediğim, bunun için de bir türlü sevemediğim bir iş yapıyorum havası işte. Bu, ilk şiirimi yayımladığım zaman da böyleydi, bugün de böyle. Hep zorlanarak yazdım; mecburdum sanki. Elimde bulunan bir ilk imge ya da bir ilk dizenin şiddetli dürtüsünden de hiçbir zaman kurtulamadım. Bu dürtünün benim için yalnız sanat değil, hayat dürtüsü de olduğunu söyleyebilirim. Metnin ağardığı, şiirin artık ortaya çıkar gibi olduğu an ve onu izleyen kısa süre ise öyle büyük bir sevinç getirir ki, galiba, bugüne dek sadece o sevinci duymak için yazdım.’
– Cemal Süreya
‘Şiiri her şeyden önce şiir olarak ele almak öyle değerlendirmek gerekir. Fransız sürrealistlerinin herkesçe bilinen şu sözleri bir bakıma benim söylemek istediklerimi de açıklayacak sanıyorum: Şiir edebiyata karşıttır. Bu laf size bir şey anlatmıyor mu? Şüphesiz bunu ortaya atanlar daha başka amaçlar da güdüyorlardı. Akılcı olandiğer edebiyat dalları karşısında şiire akıl dışı, hatta akla karşı, bilinçaltılı, bir durum kazandırmak, amaçları buydu. Ama ne olursa olsun bu lafta ben büyük bir doğru payı buluyorum.’
– Cemal Süreya
(…)
‘Şiir dil işidir. Dilde yangınlar yaratmak sanatı. (…) Benim dil serüvenim şu: Küçük çocuk bakıcıya veriliyor; daha doğrusu, o çocuk kendini bakıcının elinde buluyor; seviyor bakıcısını; onu ana belliyor. Türkçeyle ilişkim böyle. Bir noktada gurbetin aşka dönüşmesi.’
– Cemal Süreya
(…)
‘Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı. (…) Şiirde asıl olan ‘hikaye etmek’ değil, kelimeler arasında kurulacak ‘şiirsel yük’tür. (…) Folklor ve klişelerin karşısında öbür kutbu meydana getiren bu durum şiirimizde bir evrim.
– Cemal Süreya”
agy s. 731, 742
“Ece Ayhan (1931-2002)
(…)
‘İkinci Yeni (ben ‘Sıkı Şiir’ diyorum şimdi buna; o başka, ya da ‘Sivil Şiir’) 1950’lerden sonra, Türkçede, taşradan gelmiş ve çok genç parasız yatılıların oluşturdukları hiç beklenmedik, garip bir biçimde de özgün, çağdaş, çağcıl ve önemli bir şiir ver düşünce ‘sıçrama’sıdır; yani 13/15 bir akım. Çok özgül bir anlamda belki de bri Mülkiye hareketi, hiç değilse ilginç bir Ankara şiir olayı.’ (1989)
(…)
‘İkinci Yeni bir kadın, kapıdan baktı gitti bir kıpı (an), otuz yıldır bir türlü karar veremediler, güzel miydi, çok mu güzeldi, dünya güzeli miydi?’”
agy s. 757, 760
“Sezai Karakoç (1933)
(…)
‘Bu yeni akım, dünya gerçekleri içinde kalacak, dünya nimetlerine övgü ve imreniş, ya da nefret ve kaçış, bütün iş bu olacak. (…) Elbet, kendilerinden önceki, ‘katışıksız toplumcu’lar, bu berikiler, tatlısu toplumculuğuyla, samimi olmamakla suçlayacaklar.’
(…)”
agy s. 771
“Gülten Akın (1933)
(…)
‘Şiir yazmanın bence en önemli noktası yaşamın sanata dönüştürüldüğü noktadır.’
(…)
‘Şiir yazıyordu. Cezaevinde yazdıkları, benim gibi ozanlara kalem kırdıracak yetkinlikte, güzellikteydi. Onları yayımlamıyordu. (…)
‘Yırttı yazdıklarını. (…)
‘Kim onları okumaya hak kazanmıştı, kim? Sevgisi, iyiliği evinin duvarlarından dışarı çıkmayanlar, dallarımız, filizlerimiz cezaevlerinde, işkencelerde yiterken, hayvansever, çiçeksever, hayırseverlikleriyle övünenler mi?’”
agy s. 790, 795
“Ahmet Oktay (1933)
(…)
‘Şiirin mantığı ne tümevarım, ne de tümden gelim kavramıyla kavranabilir. (…)
(…) Şiirsel dil ve imge, tarihsel ‘doğrular’ın altında eziliyor. (…)
(…)
‘Ben, anlamsızlıkla özdeşleştirilen, soysuzlaşmayla nitelenen bir başka şiirin varlığı üzerinde durmak istiyorum. Bu şiir beşeri olandan yola çıkıyor, siyasal bir propagandadan değil. Son çözümlemeye bırakıyor sınıfsal olanı; sevginin, korkunun, ölümün, isteğin, dehşetin, elden kaçırılanın kaynağında yeşermeye çalışıyor. Eğer ‘beşeri’ sözcüğüne, bu sözcüğün taşıdığı içeriğin elden çıkarılamayacak ‘biricik’ içerik olduğuna inanıyorsak, bu şiire vurmadan önce anlamaya çalışmalıyız onu. (…)
‘Bunaltı edebiyatı, anlamsızlık, kapalılık denen şeylerin yaşanan somut gerçeğin belirlenimi olduğunun anlaşılması, eleştiriyi de, toplumcu düşünceyi de yasaklar koyan bir yargıç olma durumundan kurtarır. Genel olarak edebiyat, özel olarak da şiir, özgürlük içinde gelişme olanağına kavuşur. (…)
‘Toplumcu insancılık sırt çeviremez insana, belirli bir sınıfa bağlı olduğu için mahkum etmez onu. Sistemdir mahkum ettiği, insan değil. Bu bakımdan insani her durum ilginçtir toplumcu sanatçı için.’
(…)”
agy s. 802
“Cengiz Bektaş (1934)
(…)
‘Dili, inanışı, ulusu, yeri yurdu ne olursa olsun, başkasının sırtına binmeye çalışan her kişiye karşıyım. Ona karşı savaşım kutsaldır benim için. Bu nedenle insanlar arasındaki yerimi belirleyen, dilim, inanışım, şu bu değildir. Bugüne dek kimsenin sırtına binmemekle övünürüm, övünmek gerekirse… İlk yayımlanan şiir betiğimden beri sömürüye, savaşa, sevgisizliğe karşı oldum.’
(…)”
agy s. 821
“Onat Kutlar (1936-1995)
Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam ettikten sonra, 1961’de, felsefe öğrenimi için Paris’e gitti. İki yıl Paris Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde okudu. (…) Teröristlerin bir kafeteryaya yaptıkları bombalı bir saldırıda aldığı yaralar sonucu, 11 Ocak 1995’te İstanbul’da öldü.
(…)”
agy s. 840
“Özdemir İnce (1936)
(…)
‘Şiirin sınırı yahut sınırsızlığı, önceden belirtilmiş zorunluluklar değil (toplumsal, felsefi, ekonomik) kendi özel ilkesi olmalıdır. İkinci Yeni olarak adlandırılan şiirden önceki şiir, tekrarın sıtma nöbeti içindeydi. (…) Oysa şiir değişen, gelişmek zorunda olan bir varlıktır. (…) İkinci Yeni’nin ozanları bu sıkıntıyı aşanlardı. (…) İşte burada, dilimizdeki terimlerin yetersizliği yüzünden, ilk ağızda ‘anlamsız şiir’, ‘raslansal’, ‘saçma’nın şiiri’ damgasını kolaylıkla yiyiverdi. (…) ‘İkinci Yeni kavramı’ soysuzlaştırılmaya çalışıldı. (…) Kimse kestiremez şiirin nerede başlayıp nerede biteceğini. Şiir ozanlarla değişiyor, onlarla eskiyor. (1960)
– Özdemir İnce
‘İkinci Yeni, yakın akrabaları sahip çıkmadığı için, ölüsü Belediye tarafından kaldırılan, ama mirası yenilen bir garip akrabadır.
‘İkinci Yeni (…) bir bunalım döneminin şiiridir; yani, toplumsal çelişki ve bunalımın bireyin varlığına, sanata alanına sıçramasıdır; bırakılmışlığa, sömürüye, kapkaççı ekonomik düzene, baskıya karşı başkaldırıdır. (…)
‘İkinci Yeni toplumsal içerikle dürtüden yoksun, sadece biçimci bir girişim değildir. Onun 1950 yıllarının ikinci yarısında Türkiye’nin içinde bulunduğu kültürel, siyasal ve toplumsal koşulların ürünü olduğu kanısındayım. (…) 1960’tan sonra, birçok İkinci Yeni ozanının nesnel ortamın yarattığı olanaklardan yararlanıp nesnel gerçeklerden etkilenerek toplumcu şiire yöneldiklerini görüyoruz (…)
(…)”
agy s. 851
“Hilmi Yavuz (1936)
(…) Bir yandan BBC Radyosu Türkçe Yayınlar Bölümü’nde çalışırken, bir yandan da Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne devam etti. 1969’da mezun olup Türkiye’ye dönünce gazetelerde, ansiklopedilerde, yayınevlerinde çalıştı, Mimar Sinan Üniversitesi’nde Uygarlık Tarihi, Boğaziçi Üniversitesi’nde, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Felsefe ve Çağdaş Düşünce Tarihi dersleri verdi. (…)
(…)
Şiir İçin Küçük Tractatus
(Tractatus: Poetico-Philosophicus)
- Şiir dil değildir, Söz’dür.
1.1. Şiirin tarihi Dil’den Söz’e doğrudur (Historicism).
1.2. Şiirin tarihi, kopma’larla belirlenir. Mallarme’nin şiiri ondan öncesiyle yer değiştirmiş bir şiirdir.
(…)
2.2. Şiirin gösterilen’i kavram değildir, imge’dir.
2.3. Bir tanım: Şiir, dünyanın zihinsel imgesidir.
2.4. Öyleyse özneldir şiir: Bir imgenin iki ayrı zihinde birbirine benzer olup olmadıklarını denetlemez:
‘Si duo idem faciunt nun est idem’.
(…)”
agy s. 855, 864
“Ergin Günçe (1938-1983)
(…) 1967’de izinli olarak gittiği Paris Sorbonne Üniversitesi’nde doktora çalışmalarına başladı. Yurda dönünce karıştığı eylemler dolayısıyla 12 Mart 1971 öncesinde birkaç kez tutuklanıp yargılandı. 12 Mart’ta Orta Doğu’dan çıkarıldı. (…)”
agy s. 881
“Metin Altıok (1941-1993)
(…) 1963’te Karşıyaka Lisesi’ni, 1971’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. (…) Çocuğunun annesinden ayrıldı, Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’ndeki işini bırakarak felsefe öğretmenliği yapmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurdu. 1986’da Bingöl’ün Genç ilçesine, ertesi yıl da Karaman İmam Hatip Lisesi’ne felsefe öğretmeni olarak atandı. 1990 yılı başında bu son görevinden sağlık kurulu raporuyla emekliye ayrıldı. 2 Temmuz 1993’teki Sivas kıyımında aldığı yaralardan kurtulamayarak 9 Temmuz 1993’te Ankara’da öldü. (…)”
agy s. 900
“Ataol Behramoğlu (1942)
(…) 1982’de Barış Derneği davası nedeniyle tutuklandı. Ayrıca bir gazetenin soruşturmasına verdiği yanıt yüzünden bir yıl hapse mahkum oldu. Cezaevindeyken 1981 Asya-Afrika Yazarlar Birliği Lotus Edebiyat Büyük Ödülü’nü kazandı. Türkiye Yazarlar Sendikası’na açılan davanın da sanıkları arasındaydı. Bir yılı aşkın cezaevinde kaldıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıdı. Sekiz yıl ceza yiyeceğini anlayınca 1984’te Fransa’ya gitti. 1989’da davalarının Yargıtay’da aklanmasıyla yurda döndü. (…)
(…)
‘Sanatçı siyasal, felsefi, vb. alanlardaki düşünceleri gözetmeksizin, sanatsal yaratı, düşlem yaratı alanında tam bir özgürlüğe sahip olmalıdır. Sanat yapıtının en acımasız ve yanılgısız yargıcı, halk ve zamandır.’
(…)”
agy s. 918, 922
“Süreyya Berfe (1943)
(…) İki yıl İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, dört yıl Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okudu. (…)”
agy s. 929
“İsmet Özel (1944)
(…) Fakülteden mezun olmadan ayrılmak zorunda kalıp askerliğini Sivas, Konya, Elazığ, Muş’ta sakıncalı onbaşı olarak yaptı.
1969’da, ‘Ant’ dergisi için Osman S. Arolat’ın yönettiği ‘Devrimci Genç Şairler Savaş Açıyor’ başlıklı bir oturum’da Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, Özkan Mert’le, kavgacı (militan) şiir adına, barışçı (pasifist) şiire karşı çıktı. Kısa bir süre sonra Ataol Behramoğlu ile birlikte ‘Halkın Dostları’ dergisini kurdu. On sekiz sayı yayımlanan bu dergi sıkıyönetim bildirisiyle kapatıldı. (…)
(…)
‘Genellikle, bütün edebiyat yapıtlarında gündelik dilin yapısından uzaklaşılır. Ama şiirde başka edebiyat eserleri için aradığımız mantık örgüsünü de bulamayabiliriz. Hatta, çoğunca şiir bizi kuralları konulmuş mantık alanından uzakça bir alanda yakaladığı zaman gerçek etkisini gösterebilir.
‘Şiir dışındaki edebiyat ürünleri ortaya çıkmış bulunan metni aşan bir haberi iletmeyi de amaçları arasına soktukları için kuralları konulan mantık yapısına bağlı kalmak zorundadırlar. (…) Oysa şiirde belli ve özgün mantık öylesine billurlaşmıştır ki metnin kendisi ancak bir şeydir, başka bir biçim içinde varlığını sürdüremez, başka kelimelerin bileşimine tercüme edilemez.
‘Şiirde geçerli olan mantık ancak şiir okurken ne olduğu bilinebilen bir zihin durumudur. Şiire özgü mantık düzenine ‘belki bir kereye mahsus’ olmak üzere ve ‘yalnızca bir şeyi’ kavrayabilelim, kendimize mal edelim diye kurabiliyoruz. Şiir mantığının genelgeçer kuralları yok, yürünecek yolu biz kendimiz bulup çıkarıyoruz. Çünkü biz şiiri onun esrarını kendi esrarımızla kaynaştırabilme çabasıyla okuyoruz.
‘Şiirde her şey doğrudur. Daha açıkçası, şiir henüz bizim mantık yapılarıyla yüz yüze gelmeden önce edindiğimiz düşünme ve algılama, hatta tat alma yetimizin iş gördüğü dönemimize ait bir bölgemizden girip bize bazı şeyleri açıklar, öğretir.’
(…)
‘İmge dilin dural ve işlek olmayan bir kılığa girmesini engelleyecek güçtedir. Çünkü imgede başıboş ve kalıplara sığmayan bir içgüdü saklıdır. Bu çılgın ve güzel atın us ve dil gibi dizginleri vardır. Ama o, bu dizginlerin kendini sınırlama çabalarına karşılık onların (sayılan) kurallarını zorlayacaktır. Sonuç olarak şunu demeliyiz; duygu, us ve dil, şiirin bu üç öğesi imge yoluyla girdikleri düzende başarıya ulaşıyorlar. Bu sentez insan ilişkilerini deşerken, açığa vururken özgün ve dengeli bir şiir yapısı ortaya koyuyor.’
– İsmet Özel”
agy s. 941, 946, 952
“Özkan Mert (1944)
(…) Ankara’da 1969’da yayımladığı ilk kitabı kovuşturmaya uğratılarak toplatıldı. (…)”
agy s. 953
“(…)
Şiir kitabı çıkarmak için ineğini satan, Trakya köylüklerinden Adnan Özer, Ateşli Kaval’ın başında şöyle diyor:
‘Bu şiirlerde; çocukluk günlerimin o tükenmez şiir kaynağından çektiğim ve ilk gençlik yıllarımın bilinç, duyum imbiğinde arıttığım birkaç damla ışıldamaktadır.
‘Çocukluğum -ne mutlu ki- köyümün verimli topraklarında, tarlada gündöndü, başak, çayırda ot kokusu, ahlat ağaçlarının altında sıçancı kuşlarının, dere kenarlarında tayyare böceklerinin şarkısı, bayram, düğün, cümbüş, imece, meci ve çoban sohbetlerinde mani ve türküler arasında geçti. Yazdığım her şiirde o günlerin elle tutulmaz ve akıl sır ermez büyüsünü aradım.’
(…)”
agy s. 988, 989
“(…)
Bu antolojiye sığmayan dönemlerde çok iyi şairler yetişti. İsmail Uyaroğlu, Erol Çankaya, İzzet Yaşar, Veysel Çolak, Ahmet Ada, Nihat Behram, Erdal Alova, Barış Pirhasan, Turgay Fişekçi, Abdülkadir Bulut, Ahmet Erhan, Mehmet Taner, Ahmet Telli, Abdulkadir Budak, Tuğrul Tanyol, Hulki Aktunç, Orhan Alkaya, Hüseyin Ferhad, Şavkar Altınel, Roni Margulies, Sunay Akın, Ali Asker Barut, Turgay Kantürk, Osman Hakan A., Mustafa Irgat, Vural Bahadır Bayrıl- saymakla bitecek gibi değil. Arada öne çıkan şiire bağlılıkları, başarılarıyla önceki dönemlerin büyük ustaları arasında anılabilecekler de görülmeye başladı: Enis Batur, Murathan Mungan, Haydar Ergülen, Küçük İskender gibi.
(…)”
agy s. 994