“(…) ‘Seyretmek Şart’ adlı şiirinde, ‘Yaşamak şart değil; aslolan yaratmak,’ der. (…) 1899’da Durban’daki öğrencilik yıllarında kendi kendine mektup göndermek için Alexander Search karakterini yaratır. Pessoa’nın toplamda kaç karakter yarattığı hakkında bavulunu karıştıran uzmanlar farklı şeyler söylüyorlar. İlk taramayı yapan Teresa Rita lopes on sekiz rakamını verirken, son incelemeyi yapan Jose Paulo Calvancanti bu rakamın yüz yirmi yediye kadar çıktığını ileri sürüyor. (…)
Şair olarak Pessoa’nın kendisi, sembolizm ile modernizm arasında at koşturan, Sebastianizm’i yeniden icat eden ve sağlığında yayımladığı yegane Portekizce kitap olan Mensagem’i (1934) yazan kişi olarak karşımıza çıkar. Portekiz kökenli olup İngiliz eğitiminden geçmiş olarak kurguladığı Alvaro de Campos, şairliğe ‘decatentismo’ etkisinde adım atıp süreç içinde ‘fütürizme’ yelken açar. Ricardo Reis ise Pessoa tarafından klasik geleneğin mirasçısı, monarşi yanlısı ‘latinist’ bir doktor olarak tanımlanmıştır. Yolu okuldan hiç geçmemiş bir köylü olan Alberto Caeiro şüphesiz Pessoa dahil bütün bu şairlerin ustası olarak karşımıza çıkar. Caeiro ustanın yardımcısı olarak karşımıza çıkan, aynı zamanda Huzursuzluğun Kitabı’nın yazarı Bernardo Soares için yarı-kurgu bir karakter tanımlaması yapmak yanlış olmayacaktır. Pessoa’nın bizzat kendisi Soares’in kişiliğini tanımlarken, ‘Benimkinden farklı değil, belki bir nebze sakatlanmış hali.’ diyor.
(…) Bilinen tek aşkı Ofelia Queiros’la ilişkisi araya giren on yılın başında ve sonunda yaşanan birkaç aydan ibarettir. Pessoa’nın kurgusal karakterleri bu ilişkiye de müdahil olurlar. Alvaro de campos örneğin, Ofelia’yı Pessoa’nın güvenilmez biri olduğu konusunda uyaran mektuplar kaleme almıştır. 29 Kasım 1920’de Pessoa, Ofelia’ya yazdığı bir mektupta şöyle der, ‘Aşk geçti… Kaderim başka bir buyruğa tabi. Ofelia’nın varlığını görmezden geldiği ve ne izin veren ne de bağışlayan ustalarıma her seferinde daha çok itaat etmeme yol açan bir buyruk.’ (…) Caeiro’nun El Guardador de Rebanos, ‘Sürülerin Çobanı’ kitabında yer alan şiirlerinin tamamını uykusuz geçirdiği bir gecede yazdığını söyler.
(…)
Martin Lopez-Vega
11 Mayıs 2014, Iowa”
Gizemli Bir Maske, Fernando Pessoa, Çev: Cevat Çapan, Kolektif Kitap, İstanbul, 2016, s. 9, 10
“(…)
Tutkum ve isteklerim yok benim.
Şair olmak bir tutku değil benim için.
Bu benim yalnız olma yolum.
(…)
Bir şiir yazmak için oturduğumda
Ya da caddelerde ve sokaklarda dolaşır,
Kafamdaki dizeleri kağıda geçirirken,
Bir çobanın değneğini hissederim elimde
Ve kendi gölgemi görür gibi olurum
Bir tepenin yamacında,
Sürümü dinler, düşüncelerimi seyrederken,
Ya da düşüncelerimi dinler, sürümü seyrederken.
Söylenenleri anlamayan biri gibi belli belirsiz gülümsüyor
Ve anlıyormuş gibi görünmeye çalışıyorumdur.
(…)
İnanırım Dünya’ya bir papatyaya inandığım gibi.
Çünkü görürüm onu. Ama düşünmem.
Çünkü düşünmek anlamamaktır…
Onu düşünmemiz için değil,
(Düşünmek iyi görememektir)
Biz ona bakalım ve onunla uyum içinde
Olalım diye yaratılmıştır dünya.
Felsefem yok, duyularım var benim…
(…)
(…)
V
Yeterince metafizik var hiçbir şey düşünmemekte.
(…)
(…)
Hikmetin ne olduğunu düşünen biri olmaktır tek hikmet.
(…)
Ne yaptığını bilmez güneş ışığı
bu yüzden de asla yanlış değildir, sıradandır, iyidir.
(…)
Tanrıya inanmıyorum çünkü onu hiç görmedim.
(…)
Ama eğer Tanrı çiçekler ve ağaçlarsa,
Ve tepeler, güneş ve ay ışığıysa,
O zaman inanırım ona,
her zaman inanırım ona,
ve bütün hayatım bir söylev, bir tören,
Gözlerim ve kulaklarımla bir paylaşmadır onunla.
Ama eğer Tanrı ağaçlar ve çiçekler,
Tepeler, ay ışığı ve güneşse,
Neden Tanrı diyeyim ona?
(…)”
agy, s. 16, 19, 20, 22,23
“Alvaro de Campos
Tütüncü Dükkanı
hiçim ben
Asla bir şey olamayacağım
Bir şey olmayı isteyemem
Gene de, benim içimde dünyanın bütün düşleri.
Odamın pencereleri,
Dünyada kimsenin bilmediği milyonlarca odadan biri olan o oda,
(Hem ne bilebilirlerdi onu bilselerdi?)
Her türlü düşünceye kapanmış bir caddeye,
Gerçek bir caddeye, olmayacak kadar gerçek bir caddeye, doğru, bilinçsizce doğru
bir caddeye,
Canlı varlıkları ve taşların altında yaşayan şeylerin esrarıyla,
Duvarları nemlendiren ve insanların saçlarını ağartan ölümle,
Her şeyin arabasını yokuş aşağı hiçliğe iten Yazgıyla.
Yenik düştüm bugün, hakikate ulaşmış gibi,
Aklım başımda bugün, ölecekmişim ve hiçbir şeyle
Onlarla vedalaşmaktan başka bir kardeşlik duygusu kalmamış,
Bu evi caddenin bu yanını uzun bir vagon katarına dönüştürüp
Kafamın içindeki bir hareket memurunun düdüğüyle
Sinirlerim sarsılıyor, kemiklerim gıcırdıyor ve tren yola çıkıyormuş gibi.
Şaşkınım bugün, düşünmüş, bulmuş, sonra unutmuş biri gibi,
Dışımdaki gerçek olan bir şeye, şu karşıdaki Tütüncü Dükkanına
duyduğum bağlılıkla içimdeki gerçek bir şey gibi, her şeyin bir düş olduğu
duygusu arasında bölünmüş durumdayım.
Her konuda başarısızdım.
Yapacak bir şeyim olmadığı için, belki de her şey bir hiçti.
Bana verilen eğitimi
evin arka penceresinden kaçarak harcadım.
Büyük umutlarla köylere gittim,
Ama orada yalnız otlara ve ağaçlara rastladım.
İnsanlarla karşılaştığımda, onlar da başkaları gibiydiler.
Pencereden uzaklaşıyor, bir sandalyeye oturuyorum. Acaba ne düşünsem?
Kim olduğumu bile bilmeyen ben, nasıl söyleyebilirim ne olacağımı?
Düşündüğüm biri mi olsam, ama o kadar çok şey olduğumu düşünüyorum ki!
Hem o kadar çok insan aynı şey olmayı düşünüyor ki, o kadar da olmaz!
Dahi mi? Şu anda
Benimki gibi yüz binlerce beyin benim gibi dahi olmayı düşlüyor.
Kim bilir acaba tarih onlardan birini bile hatırlayacak mı?
Ya da bütün gelecekti o zaferlerden gübreden başka bir şey kalacak mı?
Hayır, inanmıyorum kendime.
Her tımarhanede kendinden emin o kadar çok deli var ki!
Hiçbir şeyden emin olmayan ben, onlardan daha çok ya da daha az haklı mıyım?
Hayır, kendimden bile emin değilim.
Dünyanın nice tavan arasında ya da tavan arası olmayan yerinde,
kendini dahi sanan kaç kişi şu anda bu düşü görüyordur?
Nice soylu, yüce amaç, parlak özlem –
Evet, gerçekten soylu, yüce amaç ve parlak özlem –
Belki de inandırıcı tasarı.
Gün ışığı görmeden, kimse işitmeden unutulacaktır.
Dünya onu fethetmek için doğanlar için yaratılmıştır
Haklı da olsalar, onu fethetmeyi düşleyenler için değil.
Napolyon’un başarılarından çok daha fazla düş gördüm.
Belki de İsa’dan çok daha fazla insana bağrımı açtım.
Kant’ın yazmadığı nice felsefeleri düşündüm gizlice.
Ben bir tavan arası insanıyım, belki de hep öyle kalacağım,
Orada yaşamasam bile;
Ben hep bunu için doğmamış biri olacağım,
Her zaman yalnızca nitelikleri olan biri;
Her zaman kapısı olmayan duvarın önünde kapının açılmasını bekleyen biri olacağım,
Bir tavuk kümesinde Sonsuzluk şarkısını söyleyen biri,
Kör bir kuyuda Tanrı’nın sesini duyan biri.
İnanıyor muyum kendime? Hayır, ne kendime ne başka bir şeye,
Boşaltsın Doğa güneşini ve yağmurunu
ateşli başımdan aşağı, dağıtsın saçlarımı rüzgarı,
Ve olsun olacak olan ya da olması ya da olmaması gereken.
Yıldızlara yürekten bağlı köleler,
Yataklarımızdan çıkmadan fethettik biz dünyayı;
Uyanıyoruz ve donuklaşıyor dünya,
Kalkıyoruz, yabancılaşıyor,
Sokağa çıkıyoruz, işte bütün dünya,
güneş sistemi, Samanyolu ve Sonsuzluk.
(Çikolata ye, küçük kız,
Çikolata ye!
Çikolatadan başka metafizik olmadığını düşün dünyada.
Bak, bütün dinler bir şekerci dükkanından fazla bir şey öğretmiyormuş.
Ye, utanmaz kız, ye;
Ben de senin kadar güvenle o çikolataları mideye indirebilsem!
Ama düşünüyorum ben, o yaldızlı kağıdı sıyırıp onun kalay olduğunu
anlayınca, her şeyi, hayatımı da fırlatıp atıyorum yere.)
Ama hiç değilse, hiç olamayacağım şeyden duyduğum acıdan
Acele çiziktirilmiş bu dizeler kalıyor.
Olanaksızlığa açılan yıkık bir kemer.
Hiç değilse, gözyaşsız bir nefret sunuyorum kendime,
Hiç değilse bu soylu jestle, kirli çamaşırdan başka bir şey
olmayan kendimi, bir kirli çamaşır listesi olmadan
Eşyanın akışına atıyorum ve gömleksiz evde kalıyorum.
(Siz ey avutucular, var olmadıkları için avutanlar,
İster bir yontu olarak tasarlanıp dirilen bir Yunan tanrıçası,
İster olmayacak kadar soylu ve nobran Romalı anaç bir kadın,
ister trubadurlar çağından ince ve renkli bir prenses,
İster on sekizinci yüzyıldan dekolte ve burnu havada bir markiz,
İster, ana-babalarımızın çağından ünlü bir koket,
Ya da, ne bileyim, zamanımızdan bir başkası olun,
Bunlardan hangisi olursanız olun, yeter ki esin kaynağı olun bana.
Kalbim devrilip boşalmış bir kova gibi,
Ruhların ruh çağırdığı ben de kendimi kendime çağırıyorum
Ve hiçbir gelen yok.
Pencereye gidiyorum ve dışarıdaki her şeyi açıkça görüyorum,
Dükkanları, kaldırımları, geçen arabaları,
Yürüyüp geçen, giyinmiş canlı varlıkları,
Köpekler de var, onları da görüyorum,
Bir sürgün cezası gibi üstüme çöküyor bunların hepsi
Ve her şey gibi bunların hepsi bana yabancı.)
Yaşadım, öğrendim, sevdim, hatta inandım.
Ben olmadığı için kıskanmadığım tek dilenci yok bugün.
Paçavraları, yaraları, yalanları görüyorum her birinde
Ve belki de yaşamadın, öğrenmedin, sevmedin, inanmadın diye düşünüyorum
(Çünkü bütün bunlardan hiçbirini yapmadan da gerçekliği yaratabilirsin);
Belki de ancak yaşıyorsundur kuyruğu kesilmiş bir kertenkele gibi,
Gövdeden koparılmış, çırpınan bir kuyruk.
Bilmediğim bir şey yaptım kendimden,
Kendimden yapabileceğim şeyi de, yapmadım.
Giydiğim karnaval kılığı yanlıştı.
Yüzümdeki maskeye binandılar, onları yalanlamadım, kendimi kaybettim.
Maskeyi çıkarmak istediğimde,
Yüzüme yapıştı.
Sonunda çıkarıp aynaya baktığımda,
Yaşlanmıştım.
Sarhoştum ve çıkardığım maskeyi bile yeniden takamıyordum.
Maskeyi fırlattım ve olay çıkarmamak için
Müessesenin hoşgörüsüne sığınarak bir köpek gibi vestiyerde uyudum.
Bu öyküyü de ne kadar soylu olduğumu kanıtlamak için yazacağım.
İşe yaramaz şiirlerimin ezgisel özü,
Gerçekten yarattığım bir şeyde tek seni bulabilsem,
Ve şu karşımdaki Tütüncü Dükkanı önünde hep öyle kalmasam,
Ayağı halıya ya da çingenelerin çaldıkları
beş para etmez bir paspasa takılan bir sarhoş gibi
Canlı olduğumun bilincinde tepinip durmasam.
Ama Tütüncü Dükkanının sahibi kapının önüne çıkmış orada duruyor.
Zorlanarak başımı çevirip bakıyorum ona,
Yarı kör ruhumu zorlayarak.
Ölecek o, ben de öleceğim.
O geride tabelasını bırakacak, ben de şiirlerimi.
Bir süre sonra onun tabelası da yok olacak, benim şiirlerim de.
Daha sonra o tabelanın asılı olduğu sokak da yok olacak,
Benim şiirlerimi yazdığım dil de.
Derken bütün bunların olduğu dönüp duran gezegen de ölecek,
Başka sistemlerdeki başka gezegenlerde insana benzer kişiler
Tabelaya benzer şeyler altında yaşayarak şiire benzer şeyler yazmaya devam edecek,
Her zaman biri öbürüne karşı,
Her zaman biri öbürü kadar gereksiz
Uyduruk olan her zaman gerçek olan kadar saçma.
Derinde olan sır her zaman yüzeydeki kadar kesin.
Her zaman bu ya da o, ya da ne o, ne de öbürü.
Ama şimdi biri girdi Tütüncü Dükkanına (sigara almaya mı?)
Ve kaçınılmaz gerçek, birden dank etti kafama.
Sıçrayarak doğruluyorum yerimden, kararlı ve insanca
Ve tersini söyleyen bu dizeler üşüşüyor aklıma.
Bir sigara yakıp yazmayı düşünüyorum bunları
Ve bütün düşüncelerden kurtulmanın tadını çıkarıyorum tüttürdüğüm sigarayla.
Sigaramı içiyor ve arkamda bıraktığım yol gibi izliyorum dumanı,
Hassas ve uyanık bir anda tadını çıkarıyorum bütün bu kurgulardan kurtulmanın.
Ve metafiziğin keyifsizlikten kaynaklandığını anlamanın.
Sonra da arkama yaslanıp
Devam ediyorum sigaramı tüttürmeye,
Devam da edeceğim kader izin verdikçe.
(Belki de mutlu olurdum
Çamaşırcımın kızıyla evlenseydim.)
Bunu düşünüyorum ve kalkıp penceremin önüne gidiyorum.
Adam dükkandan çıkıyor (pantolonun cebine mi atıyor para üstünü?)
Aa, tanıyorum onu!
Metafizikten anlamayan Esteva bu.
(Tütüncü kapıda beliriyor.)
içine doğmuş gibi, Esteva dönüp beni görüyor ve el sallayarak Hoşça kal, diyor bana.
Ben de Güle güle, Esteva! diyorum ona, ve evren
yeniden düzene giriyor gözümde, umutsuz ve idelsiz ve Tütüncü gülümsüyor.”
agy s. 55-65
“Saatlerin Geçişi
Hissetmek her şeyi her biçimde,
her düşünceye sahip olmak, her dakika kendiyle çelişmek açık yüreklilikle,
kendiyle barışamamak yalnızca ruhun özgürlüğü için
ve Tanrı gibi sevmek eşyayı.
(…)
Ben, sonuçta, adıyla sanıyla ben,
ve mecazi anlamda ben,
ben, farfaracı ozan, Talihin ve hayatın
kusursuz yasaların habercisi,
ben ki, uygun görevim gereği puro tüttüren,
afyon çeken birey, apsent içen kişi, ama, aslında,
afyon çekmektense afyon düşüncesini,
ve apsent içmektense apsent düşüncesini içmeye yeğleyen biri.
Ben, ruhunda arşivleri olmayan bu yozlaşmış,
açıklayacak değerlerden yoksun kişiliksiz yönetici,
ben, gereksiz şeylerin ağırbaşlı araştırmacısı,
tam da bunu yapmaktan tiksindiğim için Sibirya’ya yerleşmeye gidebilen ben,
tıpkı bir ağaç gibi köklerim olmadığı için,
çünkü köklerim yok benim,
anayurdunda önemsenecek hiçbir yanlış olmadığını düşünen.
(…)
(…)
(…)
Bütün sevgililer öpüşürlerdi benim gönlümde,
bütün avareler durup uykuya dalarlardı üzerimde,
bütün aşağılananlar bir an omuzuma yaslanırlardı,
karşıdan karşıya benim kolumda geçerdi bütün yaşlılarla hastalar
ve bütün canilerin bana açıklayacağı bir sırları olurdu.
(Gülümseyişi bende olmayan erinci sezdiren biri,
gözlerini indirişinde bir Hollanda kır manzarası olan biri,
kadınlarının başları keten başlıklı,
sakin, barışsever ve temiz bir halkın gündelik çabası…
(…)
Uyumak, dayak yemiş bir köpeğin sokakta, güneşte uyuması gibi,
kesinlikle evrenin kalan kısmı durur,
ve arabalar üstümden geçer.)
(…)
Sonra da istediğini hücreye koyun beni; hayatı hatırlarım nasılsa.
(…)”
agy s. 67,69,71, 72, 74
“(…)
Ne kadar isterdim günah işlediğini değil, yanlış
Bir şey yaptığını; birine şiddet uyguladığını değil,
Korkaklık ettiğini açıklayan bir insan sesi duymak!
Ama hayır, konuştuğum herkes kusursuz bir insan
Kim söyleyebilir bana bu koca dünyada bir kere bile aşağılık bir şey yaptığını?
Ey prensler, benim kardeşlerim,
Tepeden tırnağa yarı tanrı onlar?
Peki dünyadaki insanlar nerede?
Yeryüzündeki tek aşağılık, rezil insan ben miyim?
(…)”
agy s. 75, 76
“(…)
Doğrusu, hiçbir konuda özrüm yok: aklım başımda benim.
(…)”
agy s. 81
“(…)
Arkamda o gösterişsiz, gösterişsizden de öte, o kulübe.
Orada hayat mutludur, sırf benim hayatım olmadığı için.
(…)”
agy s. 88
“Gülünçtür Bütün Aşk Mektupları
Gülünçtür
Bütün aşk mektupları
Aşk mektubu olmazlardı
Gülünç olmasalardı.
Ben de aşk mektupları yazmıştım eskiden.
Onlar da elbet
Gülünçtü.
Ama aşk mektupları, eğer aşk varsa,
İster istemez
Gülünçtürler.
(…)
Bir dönebilsem
Aşk mektubu yazdığım günlere
Bunun ne kadar gülünç olduğunu
Düşünmeden.
(…)”
agy s.91
Fernando Pessoa
Özruhsalöykü
Numaracı biridir şair.
Öyle ustaca numara yapar ki,
gerçekten acı çekerken bile
Rol yapıyormuş gibi görünür.
Ve yazdıklarını okuyanların
İyice hissettikleri,
Onun çifte acısı değil,
Sahte acılarıdır kendilerinin.
Böylece döner durur raylarda
Eğlendirmek için aklımızı
Kalp adını verdiğimiz
O küçük oyuncak tren.
(…)”
agy s. 92