Eski bir dost, belki de dost kelimesinin üzerine birkaç beden büyük geldi biri şöyle demişti;
“Yazarlar yalancıdır. ‘Kalktım, mutfağa gittim, su içiyorum…’ dediğini okursun. Halbuki orada oturmuş yazısını yazıyordur…”
Ağzından kelimeler döküldüğü anda kahkahalara boğulmuştu. Sanırım o anda kendisini dünyanın en güzel esprilerini yapan birisi zannediyordu.
Kahkahalarla dolu ağzını izlerken kendimi tutamayıp gülümsediğimi anımsıyor olsam da bu sözler birer şaka değildi o anda, benim için. Düşündürücüydü. Yazmak için yalan mı söylemeliydi insan? Bana göre, bir şeyler yazıyorsam eğer her ne olursa olsun, yazdıklarım beni yansıtmalıydı. Öyleyse, insan yalan söyleyerek ne kadar kendisini yansıtabilirdi? Ne kadar çok kendi olabilirdi? Peki yalan söyleyerek özgür olur muydu insan?
Düşündüm. Çok düşündüm. Zihnim aynı kelimeleri saatlerce sayıklayacak kadar çok düşündüm. Yazarlar yalancıdır, yazarlar yalancıdır, yazarlar yalancıdır… Çok okudum. Haklılık payı olduğunu gördüm.
Haklıydı, çünkü yazarlar gerçekten yalancıydı. Her biri ayrı telden dem vurmuş, anlatmış da anlatmış… Anlatılanların ruhumda bir iz bırakmayışından yalan olduğuna emin oldum. Bu kadar çok düşünmenin sonunda bir karara da vardım elbette:
Ben yazar değildim. Ben sadece okurdum. Ve okurların yalan söylemeye ihtiyacı yoktu.
Yazı yazıyor olmam yazar olduğumu göstermezdi sonuçta. Ben sadece yazıyorum. Kalbimden geçenleri, kalbimden geçtiği gibi yazıyorum. Birisinin söylediği bir sözü kulağıma küpe ederek, gerçekleri söylemeye özen göstererek yazıyorum. Bakın, her cümlemde yazıyorum diyorum…
İnsan kalbi bir kitap gibidir. Bin bir uğraşla kazınan harflerle dolu güzel-çirkin, iyi-kötü yüzlerce hikaye vardır içinde. Var olan her şey, eşiyle birlikte vardır orada. Ve varlığın eşi yokluktur. Bu yüzden ne kadar yazarsam yazayım, ne kadar mutlu olursam olayım bir yanım buruktur benim. Fakat isyan burukluğu değil bu. Hele ki bu burukluğu alıp da yalanlarla harmanlayıp, alın size hikaye diyecek aşağılık bir isyan asla değildir. Mutluluğun kıymetini bildiren, “oh be” dedirten, yine yüzümü güldüren bir hüzün benimki…
Hüzünlerime bir oh çektikçe kıymetini bildim. Bakmayın hüzünden, burukluktan bahsettiğime. Ben dünyanın en mutlu insanıyım. Ancak her gün mutlaka hüzünlerime de şükrediyorum. Çünkü insanı soytarılıktan koruyor. Her bir kelimenin anlamı olduğunu, onları doğru yerde doğru şekilde kullanmayı öğretiyor insana. Mesela, birisi sana “Napıyorsun?” diye sorduğunda “İyiyim, sen?” diye cevap vermiyorsun. Sorunun bir eylemi sorguladığını anlayıp o eyleme yönelik cevap veriyorsun. Yahut, “Seviyorum” dediğinde aval aval bakmıyorsun, en düzünden “bende” diyerek kesmiyorsun cümleyi. O tek kelimelik dev cümlenin büyük bir eylem olduğunu anlıyorsun. Hissediyorsun.
Kısacası duygularını alıp bir bardaktan su içmeye aktaracak yalancı bir yazar değilim ben. Hüzünlerim var, mutluluğum kadar çok. Acılarım var, sevinçlerim kadar büyük… Sarf edeceğim her bir kelime öyle değerli ki, onlara yalan diyebilecek kadar küçülmek ruhumun en derin sancısı olur. Varsın acılarım, gözyaşlarım içimde kalsın; ben bir yazar olmayayım. Fakat her birinin anlamı olsun. Cümlelerimin eriştiği her insan, kendinden bir parça bulsun. Çünkü ben herkesle bir ve hiçbir yerde olmayan bir varlığım.