Neden mi? Neden mi söylüyorum? Neden mi konuşuyorum? Neden mi? Neden mi kaydediyorum? Aslında işin özü şu: İyi bir şair değilim ve büyük şairler görüyorum, gerçekten. Öyle kelimeler seçiyorlar, öyle bir cümle kuruyorlar ki böylesi tarihte kurulmuş olamaz. Sadece cümlenin kurulması değil zaten mesele. Mesele şu: Öyle bir söylüyorlar ki bu türlü söylenmemiş bir şey, başka türlü söylenemeyecek bir şey söylüyorlar. Bu ancak bu şekilde söylenebilirdi ve bu öyle bir şey ki söylendiği anda içinize nüfuz edecek, duyduğunuz anda. Bir aralar şöyle demiştim “Bazen şiir o kadar güçlüdür ki fısıldandığında kulağına yaşlı bir kurdu öldürebilir o anda” Öyle bir şey işte. Var böyle şeyler. Peki ben… peki ben bunları niye kaydediyorum? Aslında kendinden başka bir şeyi olmayan bir adamım; sayıklamalarım var. Kendiyle oyalanmak… Bir zamanlar… bir zamanlar ben bir şehirdeyken ev arkadaşlarım vardı. Birisi salonda kalırdı. Öğlen vakti salona daldığımda yatağındaydı. “N’apıyorsun?” dedim, “n’apıyorsun?” ve bana şöyle demişti espri olsun diye: “Bedenime dokunuyorum.” İşte bu sayıklamalar da kendi sözlerime dokunmak. Sözlerimle oynuyorum. Bedenimle değil, sözlerimle oynuyorum. Bu daha güzel mi bilmiyorum, belki daha güzel değildir. Belki göreceli bir durum var ortada ama sonuçta benim açımdan şu anda daha ilgi çekici daha yapılası -daha yakışır mı denir?- Neyse neyse, boşverin boşverin. Bunun çok bir önemi yok. Ama sonuç olarak birisi de şey demişti… Bunu… bunu daha önce de söylemiştim. Söylemiştim derken; ufak tefek şeyler yazan biriyim, bir yerlerde yazmıştım. Okuduğum için yazmıştım. Ben de başkasından okumuştum. Yaşlı bir kadın James Joyce’u okumuş. Hani şu herkesin ismini duyup da okumadığı çoğu kişinin: Ullyses. Ullyses’i okuyup şöyle demiş: “İşte gerçek edebiyat bu olsa gerek.” Neden? “Çünkü ilk defa düşündüğü gibi yazabilen birisini gördüm.” Evet, evet, evet. İşte Ullyses’i hem de kaç kişinin düşündüğü gibi yazması bu sadece James Joyce’un düşündüğü gibi yazması değildi. James Joyce bazen bir kadın olup onun düşündüğü gibi; bazen başka bir adam olup onun düşündüğü gibi; bazen bambaşka biri olup onun düşündüğü gibi parçalar yazmıştı. Bu yüzden değerli -sadece bu yüzden değil tabi- ama en büyük yani en önemli özelliklerinden biri Ullyses’in değerli olmasının. Her neyse düşündüğü gibi yazmak zor tabi. İşin içine kalem girince zorlaşıyor. Kayıt daha iyi bir şey olabilir. Kayıt daha değişik bir şey olabilir. Çünkü aklınıza geldiğince söylersiniz. Söylüyorum da işte. Nihayetinde yalnız başına konuşan bir adamım. Aslında kendi kendine konuşana deli derler falan filan… Bu da yanlış. Çok doğrusunu başka bir yerde yine görmüştüm tabi. Sanırım birisinin twitterda paylaştığı bir şeydi. Büyük ihtimalle paylaşanın sözü değildir: “Kendi kendine konuşmayan insan delidir.” Gerçekten, düşünsenize zihninde tamamen bir sessizlik olan bir insandan deli ne olabilir ki… Kendi kendine konuşan insan sadece düşündüğünü sesli bir şekilde söylemek istiyordur; bu onu rahatlatıyordur. Bu yaptığım şey de aynen bu işte aynen de bu. Çok yalnız olmak böyle bir şey işte. Belki de çok yalnızım ve şu anda ısınmaya yüz tutmuş bir viski içiyorum. Ballantine. Ballantayn. Neyse işte, nasıl okunuyorsa… Son yudumdu. Güzel viski. Bu paraya değiyor, gerçekten. Daha iyileri vardır ama bu fiyatta bu viski yani içilebilir; içilebilecek en iyi viski. Her neyse, her neyse konuyu dağıtmayalım. Sonuç olarak şu anda yapacak başka hiçbir şeyim olmasaydı şu kayıtları yapmazdım. Yapıyorum da n’oluyor, bilmiyorum. Zaten insan dediğimiz şey el yordamıyla yaşar ya hani. El yordamıyla, gerçekten de el yordamıyla… Çünkü el yordamıyla demek karanlık bir odadasınızdır- hatta bilmediğiniz karanlık bir odadasınızdır. Daha önce hiç bulunmadığınız… Karanlık derken de zifiri karanlık… Hadi şairsel olalım biraz kesif bir karanlık… Odada nerede olduğu belirsiz dağınık eşyalar var ve siz ellerinizle yoklayarak odadan çıkmak mı istiyorsunuz gerçekten; yoksa rahat bir yer mi arıyorsunuz farketmez; bu el yordamıyla gidişiniz bir şeyleri devirmenize sebep olabilir; hatta bu el yordamıyla gidişiniz sizi öldürebilebilir. Üzerinize bir şey düşmesini sağlayabilirsiniz; camlara basabilirsiniz vs. vs. Yaptığınızın iyi ya da kötü olacağı konusunda en ufak bir yani gelecekte iyi ya da kötü bir sonuca ulaşacağı konusunda en ufak bir fikriniz yoktur. Hayat da böyle bir şey sanırım. işte ben de bu sayıklamlarımı yaparken sonucunun nereye varacağı konusunda en ufak bir fikre sahip değilim. Ama bunları konuşurken şunu düşünebiliyorum; şunu söyleyebilirim en azından. Ya gerçekten de bu… bunu söylemek istedim; çünkü Samuel Becket düşündürdü bana bunu. Godot’yu Beklerken’i okumuştum. Evet, okuduğumda da çok sevmiştim. Ama izlediğimde, filmini izlediğimde o zaman çok daha iyi anladım. Çünkü bu bir tiyatro nihayetinde. Sözcüklerle tam olarak anlaşılamıyor. Bir de tiyatro… teatral bir filmdi. Sinemadan çok bir tiyatronun sinemaya alınması gibi bir durum sözkonusuydu. O zaman Samuel Becket’in gerçek dehasını çok iyi anladım, çok… Evet, neyi bekliyoruz? Neyi bekliyoruz? Gene de oyalanırız. Mesela şu anda benim bu sayıklamalarımın, oyalanmak için bu sayıklamalarımın… oyalanmak için bu sayıklamalarımı seçişimin -elbette başka sebepleri vardır ama- oyalanmak için bu sayıklamalarımın gerçekte sebebi şu: Elektrikler yok. Mum ışığındayım. Öncesinde şey düşünmüştüm: Mum ışığında kitap okumak, şiir okumak. Şiir… şiir… şiir her zaman anlatıdan daha tercih edilir benim için. Şiir anlatıya tercih edilir. Bazen şiirler de anlatır, diyeceksiniz. Ben onları pek sevmem. Bir şey anlatıyorsa bile aslında şiir anlatıyı kullanmak için… bir motif olarak kullanmaktadır yani o sadece bir araçtır ama anlatı derseniz -gerçek bir anlatı- bilmiyorum, bu kadar anonim, kutsal, dini metin o kadar çok hikaye içerir ki sonrasında birden şunu ayrımsar insan: Aslında kaç tane hikaye var? Hani, master ya da Platonca konuşayım, kaç ideası… kaç hikaye ideası var ve kaç ideanın binlerce, milyonlarca -milyar var mıdır, bilmiyorum- görünüşü var? Sonuç olarak aslında elimizde belki de yüz tane hikaye var ve bunları eveleyip geveleyip bir araya getirip -hani şu yedi nota hikayesi- bir araya getirip hep aynı hikayelerin etrafında dolanıp durmak anlatı. Anlatı yüz sayfa sonra size ana fikri verecek, beş yüz sayfa sonra anlatı bittiğinde tamamlanacak ve diyeceksiniz ki “hımm, demek bu romanın ana fikri buymuş.” Evet, bütün bunlar için beş yüz sayfa okumanız gerekti. Oysa şiir -ama bakın hakiki şiirden bahsediyorum. Hep bunu söylerim. Yoksa kara kaşlım, kara gözlüm diye başlayan; kadınlara övgü düzmek ya da yavşaklık yapmak için oluşturulmuş ya da ne bileyim insanlara böyle sempatik görünmek için ya da iyi insanım beni… iyi insanım benim’i kanıtlamak için söylenmiş olan şiir, şiirimsilerden bahsetmiyorum. Hakiki bir şiir tek bir mısrasıyla -bütün hepsini attığınızda bile- o iskeletteki tek mısrasıyla size hissettirir, yaşatır, deneyim verir ya. Deneyim verir, deneyim! Hani o deneyim yaşamak için insanların kan revan içinde kaldıkları; tecrübe edinmek için kan revan içinde kaldıkları o yaşantıları bir cümleyle ruhunuzun içine akıttıklarını düşünebiliyor musunuz? İşte şiir bunu yapar. Bu bir kurtuluş mu? Şiir insanı kurtarır mı? Bir sürü tecrübeyi toplamak bir işe yarar mı? Milyarlarca insanın yaşantısını aynı insanda toplarsanız bu onu yüce bir insan mı yapar? Hayır, hayır, hayır, hayır… Zaten kurtuluş diye bir şey yok ki. Ama birisi size şunu söyleyebilir: “Ölüm gelecek ve gözleri gözlerin olacak” (Pavese) ve Pavese gibi müntehir şairler dünyaya o kadar… o kadar doğrudan bakarlar ki, o kadar gözüpektirler ki sonu hep intiharla biter bu işin. Şunu bilirler çünkü jani baştan… demin söylediğim şey: Şiir bir kurtuluş değildir. Nedir? Pek çok şey. Kıvranış olabilir. Hani kurban bayramlarında kesilen hayvanın bir tane ayağını açıkta bırakırlar ya rahatça debelensin diye… İşte o debeleniş… o debeleniş biraz insanı rahatlatır belki. Rahatlatmak değil tek şey. En azından o debelenişe bir ihtiyaç vardır. Bunun bile bir debeleniş olduğunun farkına varan o net, o doğrudan, o direkt bakış iki yere varır. Aslında bir yere varır, oradan bazen ikinci bir adıma geçer. Birinci yer, umutsuzluğun kaçınılmazlığı; ikinci yer, umutsuzluğa karşı alınan bir tavır olarak intihar. Ama intihar gözüpeklik ister, cesaret ister. Mesela ben -ben el yordamıyla yaşayan birisi olarak diyorum ki “yo, yo, ben intihar edecek kadar cesur değilim. En azından şimdilik… Ya da hala umutlarım var. O umutsuzluğun… o umutsuzluğu tam olarak içime sindiremedim. Bir şey var… bir şey… Hani zamanı geçirmek için oyalanmak için istediğim bir şeyler var. Hani Schopenhauer’in mayası dediği, maya örtüsünün beni kandırdığı bir şeyler… Bir film vardı. ‘Ateşle Oyun’du galiba ismi. Bir Fransız filmi. Daha sonra ona öykünüp şeyi çekmişler galiba Oslo… 31 Ağustos Oslo muydu, neydi. Her neyse ilk filmden bahsediyorum; ‘Ateşle Oyun’ diye Türkçe’ye çevrilen eski film, siyah beyaz. O filmde adam bu umutsuzluğun farkındaydı ama şunun da farkındaydı: Kadınlar… kadınlar zamandır. Yani kadınlar olduğu zaman zamanın nasıl geçtiğini duymazsınız. Ama kadınlar da yok şu anda benim için. Yok derken, şu an için. Her an olabilir. yani her an olamaz tabi ama olabilir. Bu umudum hala var. Ara sıra sevgi yaşantısı, şevkat yaşantısı, seks… Hatta şairin biri demiş -şairin biri ya da yazarın birisi (tam hatırlayamıyorum)- hayat dediğiniz bir kaç tane iyi sevişmeden ibaret. Bir bakıma doğru ama bir bakıma da yanlış. Tuhaf, tuhaf, tuhaf, tuhaf, gerçekten tuhaf… Bilimin o net gerçeklik kanunu hayatta gerçekten çok bir şey ifade etmiyor. Nihayet biliyoruz, şunu biliyoruz: Evrende küçük bir toz parçasıyız. Toz bile değil minnacık bir nokta bile değiliz ama bilinç denen şey var ya bilinç evrenden bile büyük be. Her neyse… Özetle şunu söylemek istiyorum… Aslından özetle değil… Bunu.. bu kaydı bitimek üzereyken şunu söyleyeceğim; bu kaydı bitirme sebebimi söyleyeceğim: Çok çişim geldi. İşeyip geleceğim. Kayda ya devam ederim, bir kaç kayıt daha yaparım ya da birkaç kitap okuyayım diye düşünüyorum aslında. Ne denir ki şimdi? Nokta. Nokta, denir evet. Nokta.
Barış K.