“(…)
Annem yalnızca Alaattin’i alarak evimizi terkettiğinde ben ikibuçuk, kardeşim bir yaşındaydı. Kardeşim evlatlık verildi. Bense ailenin güzel bebeği olduğum için kaderimin salamurasına yatırıldım.
Babamı Eskişehir Adliyesinin bekleme salonunda tanıdım. Aynı gün üveyannemi ve üvey kardeşimi tanıdım. Altı yaşında iki annem, iki babam vardı.
Hiç itiraz hakkım doğmadı. İstediğim kadar ağlayabileceğimi söylediklerinde yaşamım adeta bin tür işkence cenderesinde ritm, usul dersi vermekteydi.
İlk itirazımı sekiz yaşında sundum. Evden kaçtım. Sabah okula diye evden çıkıyordum. Okuldan çıktıktan sonra da hava kararıncaya değin sokak sokak dolaşıyordum. Hava karardığında annemin evine çok yakın bir evin duvar dibine yere uzanarak uyur numarası yapıyordum. Fazla beklemezdim. Evdekilerin telaşlı koşuşturmalarını gözlerim yumulu dinlerken koronun giderek kalabalıklaştığını sezebiliyordum.
O gece annem ile sarmaş dolaş, koyun koyunaydım. Ertesi gün karakola, oradan da bekçi ya da polis nezaretinde babama teslim ediliyordum. Bu kaçışlar periyodik aralıklarla aylarca sürdü. Bir akşam kapımızın zilini çalan bekçinin ‘Bir daha kaçarsan bu copu kıçında kırarım’ demesiyle bıçak gibi kesildi.
Dayak, üvey annemin hayatıma girmesiyle beslenmemden daha düzenli periyotlar çizen tek albeni olmuştu. Benden bir yaş büyük oğlunu ne zaman dövsem, annesi oğlunun intikamını korkunç işkencelerle alıyordu. Annesinden korkuma rağmen sürekli saldıran bu çocuk karşısında ikinci posta dayak yememek için kendimi savunmak zorunda hissediyordum.
Hayatım iki takımın futbol maçına benziyordu. Top bir o kalede, bir bu kaledeydi. Bazen futbolcu oluyor diğer takımlara kiralanıyordum (Dayı, teyze, amca, anneanne). Bu yüzden ilkokulu tam onbir okul gezerek tamamladım. Bazen sınıfın en çalışkanı oluyor, bazen de ‘Suat sınıf geçerse ben haydi haydi geçerim’ türünden üstümden bahisler oynanıyordu.
Yalnızca beşinci sınıfta beş okul değiştirirken son periyotta Polatlı’dayım. Anneannemle birlikte oturuyorum. Tüm gelirimiz tavuklar ve yumurtalarıydı. Ev kira
Bunca eğitimimden kalan kalıcı bir iz açlığa olan dayanıklılığımdır. Bir zeytin tanesini 8-9 yudumda yiyerek rekor bile kırdım. Bundandır rahmetlinin kendi boğazını doyuramazken bir de beni fatura edenlere her gün sitemi vardı. On yaşımda bugünkü kişiliğimin temeli çok sağlam atılıyordu… Sayısız ailenin yanına bırakılmıştım. Sayısız ailenin yatak odası çok sesli tartışmalarına kulak misafiri olmuştum. Hatta dayanamamışlar ‘Bu p…ç buradan gidecek’ naraları atarak düşüncelerini benimle de paylaşmışlardı. Bu yüzden uzun yıllar sofradan hep aç kalktığımı bilirim.
Asıl amacım okulda unutulan defter, silgi, kaleme ulaşmaktı. Çok erken kalkar (ezan sesiyle) okula giderdim. Kırık camdan içeri girer sınıfları tek tek dolaşırdım.
Bir sabah okulun emektarlarına yakalandım. Ceza olarakta her sabah kendileriyle kahvaltı etmeye mahkum edildim. Okul tek öğretimliydi. Öğle tatilinde eve giymediğimi farkettiklerinde nöbetçi öğretmenlerin yemeklerine misafir oldum.
Okulun müdürü aynı zamanda Matematik derslerimize giriyordu. Bense bu derste okulun birincisiydim. Bir gün okul müdürüm ‘Suat seni göndereceğim yere git. Benim seni gönderdiğimi söyle. Bundan böyle sabah, öğlen, akşam yemeklerini orada yiyeceksin’ dedi.
Diplomamı verirken ‘benim oğlum ol. Yanımda kal’ dediğinde ‘olurum, kalırım’ demiştim.
‘Oku ve öğretmen ol Suat’ dediğinde, ‘okuyacağım, öğretmen olacağım’ demiştim.
Annemin tek güzel çocuğu bendim. Kıymetlisiydim. Bakmayın öyle atıp sattığına. Benden vazeçemezdi…
Üvey babam da hiç sevmemişti beni. Birlikteliğimiz boyunca her ortamda beni istemedi. Bırakmak istemeyen annemi de evden kovuyordu. ‘Eğer çalışır eve para getirirse kalsın’ demiş. ‘Ben okutamam’.
Bu sözler iki yıl okula gitmeme engel olan sözler olmuştu. Okumayı çok istiyordum. Daha altı yaşımda okuma yazmayı, toplama çıkarmayı öğrenmiştim. On bir okul değiştirsem de sınıfta kalmadan mezun olmuştum.
Annem ‘Ne yapacaksın okuyupta. Bir meslek sahibi ol. Sülalede kim okuyor ki?’ türünden sözlerle beynimi yıkıyordu.
Ailemden habersiz Devlet Parasız Yatılı Okul sınavına girmiş, yedek kazanmıştım. D. D. Y. Çıraklık Okulunun sınavına girmiş, yine yedek kazanmıştım.
Taki patronumun ‘Bu çocuğu okutun. Buralarda ezilmesin’ demesiyle, ailem tekrar okula yazdırdı beni. Onlara ‘Yaz tatilinde çalışır, kendi ihtiyaçlarımı karşılarım’ sözünü vererek ikna etmiştim.
Orta ikinci sınıfta ailem ile flörtüm yol ayrımına getirildi. ‘Biz seni okutamayacağız’
‘Ben okuyacağım. Gerekirse yarım gün çalışır, yarım gün okurum. İki yıl ara verdikten sonra niye başlatıldım. Sonra, bir yıl dolmadan niye okutamayacağız diyorsunuz?..’
12.07.1977 günü lise diplomamı aldım. 13.07.1977 gününün sabahı elimde bavulum, gurbet yolcusuydum… Bursa, İstanbul, Lüleburgaz ilaveli rotamın son durağı Ankaraydı.
Başlangıçta ilk defa tanıdığım akrabalarım da dahil olmak üzere öz, üvey, tüm akrabalarıma konuk oldum. Üvey akrabalarım beni evlatları gibi sahiplenirlerken, öz akrabalarım evden kovuyorlardı. Yine de iki üç günlük konaklama periyotlarını tamamladığımda bir ayım dolmuştu.
İş bulamamıştım. Cebimdeki hazır para tükenmişti. Ziyaret etmediğim akrabam kalmamıştı. Bu gece kimde kalayım tercihimi sonuçlandıramadığımdan sokaktaydım. Tandoğan’dan eski otogara doğru yürürken ne yaptıysam çıkışı bulamadım. Otogar karakoluna gidecek ya da yazıhaneleri dolaşacaktım.
Öğrenci olduğumu, parasız kaldığımı, dönüş için yardımcı olurlarsa Eskişehir’de ödeyeceğimi söyleyecektim. Otogar binasının içini dışını dolaştım. Yazıhane önlerinde konakladım, oyalandım, söyleyemedim…
Kendime yenilgiyi bir türlü kabul ettiremiyordum. beni bekleyen aile içi kavgalardan yaşam solumak mümkün değildi ki… Üvey babama yelkenleri suya indirmiş taka görüntüsü vermek istemiyordum. Hala kırıntısı dahi olsa umudum vardı. Kapısını çaldığım insanlar içinde buyur diyecek insan elbet bulunurdu… Hiç değilse denemeliydim.
Düşünün gecenin 03’ünde elinde bavulu yirmi yaşında genç bir insan okumak ve kurtulmak peşinde yumruğunu sıkıyor. Gözleri ve yüreği göğe yumulu ‘yenilmeyeceğim, kovsan da gitmeyeceğim, pes etmeyeceğim Ankara…’ diyor.
Abidinpaşa’da oturan dayımın evine yürüyerek gittim. Zili çaldım. Eşi, ‘Seni eve alamam Suat. Dayın izin vermiyor. Bekle o gelsin’ dedi.
Gazinodaki programından sabaha karşı dönen dayımı dış kapıda karşıladım. Çarem yoktu. Sabah ezanı okunurken kendimi zorla misafir ettiriyordum. Sabah dönüş yol paramı verdi. Dön dedi.
İç Cebeci’ye indiğimde direncimin kırıntıları yine hacim genişletmeye başlamıştı. Nasılsa param vardı. Bu geceyi atlattıktan sonra şimdi korkmadan her kapının dilencisi olabilirdim. Kapıdan kovan da olmamıştı daha.
Samanpazarına kadar olan güzergahı sokak sokak, ev ev taradım. Yok, yok, yok. Bir sokağın yol ayrımında durdum. Üç sokak ağzıydı burası. Bu sefer ciddi ciddi Eskişehir’e dönmekte kararlıydım. Sokağın ilerisinde bir grup kadın kapı önü sohbetindeydiler. Önlerinde durdum. Yüzlerine tek tek sessizce baktım.
‘Kiralık ev var mı?’
‘Yok’
‘Teşekkür ederim’ diyerek yanlarından ayrıldım. İçimde tarifsiz bir huzur. ‘Ben elimden geleni yaptım. Gördün işte. Sen de bıraktıktan sonra nakavt olayım bari.’
Tam sokağın köşesini döndüm, biraz önce ki sözcü kadın arkamdan koşa koşa yetişti. ‘Kardeş, kardeş, şurada bir ev var ama bekar erkeğe vermiyorlar…’
Ocak 1982 tarihine değin oturduğum bu evi o gün tuttum…
Arkamdan koşan kadının adı SAADET. Can yoldaşım, annem oldu. Benden bile yoksuldu. Ve o yüreğini bana vererek gurbet kokulu özlemlerimi ısıtırken onlara sobamı verdim. İki kış mevsimini sobasız, tek yorgana sarınarak, yer yatağında geçindim. Yedi ay kiramı veremedim. Yüzyirmidört saat kesintisiz yalnızca suyla beslendim. Böbrek kumu döktüm. Üç kere sözlendim. Bir defada iptal ettiğim intihar girişimim oldu. ben bunları yaşarken ailemden hiçkimse yoktu.
Üvey babam borçlarını ödemekte ne zaman zorlansa evden kaçardı. Genç ve güzel bir kadın olan annem üç çocuğuna bakmak için lokantalarda bulaşıkçılık yapardı. Akşam, müşterilerden kalan ekmek ve yemeği (balık, köfte) bize getirirdi. Evet biz tabaklarda kalan atık yemeklerle büyüdük.
Cahil kadındır benim annem. Canım benim… Hayat kaportasını öyle zedelemiş ki bir çok parçasının üretimden kalkmasına karşın benim annem olduğunu, hala direnmesinde görebiliyorum… Ve onu toplamak her seferinde bana düşüyor.
Cahildi, okuma yazması yoktu ama namusuna hiçbir halel getirmeyecek kadar yiğit kadındı. O geçmiş hatalarından kendi dağarcığında ders almış, öğretilerini bu sefer çocuklarına sahip çıkarak anlatmaya çalışan anneydi. erkekler çevresinde fır dönerken, bir işaretiyle sorunların tümüne çözüm mümkünken o çayırlardan mantar topluyor ateşte közleyerek bizleri besliyordu. Otlar topluyor, yağsız tencerede kızartıp ıspanak yemeği diye yediriyordu… Kupkuru ekmeği suda ıslatıp karnımızı doyuruyorduk…
Ben annemin yansımasıydım. Onuruma kesinlikle dokundurmaz, acılarımı paylaşmazdım. 124 saat açlığın mayasında, kimine göre aptalca, ekşisi fazla katılmış olabilir. Biz de ise yalnızca gururumuzun etik açılımı olarak anlaşılır.
Ankara’da elit atbakada insanlarla birlikteydim. Rahmetli hocam, manevi annem Mualla Anıl’ın evinde toplanır Osman Yağmurdereli nezaretinde Türk müziği çalışırdık.
Fevzi Halıcı ‘Suat 500 TL. vereceğim. Keyfince harca. Bitir yine vereyim. Hiçbir şeyi tasa etme kendine. İş bulmak, ha deyince hemen olmuyor. Biraz sabırlı olmak lazım’ diyen koca Kültür Müdürüne ‘Hayır’ diyendim… (ellerinden öpüyorum)
Şair, bestekar, ama öğretmen Mualla Anıl beni Ayhan İnal ile tanıştırdı. Ayhan ağabeyim de Fevzi Halıcı’yla bir araya getirdi beni. Üç harika insan, harika ve onurlu gencin hamisi olmak için ekip olmuşlardı. Ama genç diretiyordu. ‘Kendimi ezik hissederim. Siz bana iş bulun…’
Bir nisan yağmurunda rahmetli bestekar Sadi Hoşses’e hayat hikayemi anlattım. Sesimi dinledi. ‘Assolist olamazsın ama solist olursun’ dedi.
Ankara Belediyesi Devlet Konservatuvarı, T.R.T. haber spikerliği, Ankara Radypsu Türk Sanat Müziği Sanatçısı, Ankara Sanat Tiyatrosu, Ankara Çağdaş Sahne, T.R.T. Dublaj Sanatçısı sınavlarının hepsine katıldım. Yetenekliydim ama çok yalnızdım.
Neden okudum?..
Annemin fanatik hayranıydım. Ondan başka kimsem yoktu. Onu yitirirsem sahipsiz kalacağımı biliyordum. Rahmetli babamın ailesini tanıdığımda yirmi yaşındaydım. Nazmiye halamın ve Tahsin amcamın dışında ne onlar beni sevdi, kabullendi, ne de ben onları.
Annemim ailesi, annemim çaresizliğine cevap olsun diye zaman zaman beni kabullendiler… Varlığımdan boğuldukları zaman da birbirini izlercesine kapıyı gösterdiler.
Öksüzler iyi bilirler. Kapıyı çalmak ölümdür. İçeri alındığında bir oh çekersin. ‘Kurtuldum.’ Bu sözcük yaşayanı için bir tür doğum müjdesidir.
Yarına ulaşmak öyle uzaktır ki. Tek sevinç günü kurtarmak adınadır. Beklentinde ani basınç değişimleri seni korkutuyor olsa da ‘Kovarlarsa, ya da hissettirirlerse ben de teyzeme giderim’ gibisinden alternatifler oluşur kendiliğinden.
Annemin bulaşıkçılık yaparak onuruyla ayakta kalma çabalarını izlerken karar vermiştim. ‘Okuyacağım. Sizleri ben kurtaracağım. Acılarınızı ben dindireceğim.’
Tanrım bazen kendimi hurdanın geri dönüşümlü işlenişi olarak görüyorum. Kimlerin elinden geçtim. Kimler şekil verdi hacmime. Tın, renk nasıl kazandırıldı?..
Beş yıl dile kolay. Açlık, üşüme ve yalnızlığın armonisinde tek lüksüm yazmak oldu. Sigaram olmadı çünkü param olmadı. İçkim olmadı… Ailem olmadı.
Kızım da, oğlum da beni tanımıyorlar. Baba öyle bir anlatıldı ki on yaşında oğlum, onüç yaşında kızım evini terk eden babalarından nefret ettiler. Kaçtılar ve hep suçladılar.
Bitti. Onları kazandım. Beş yıl süren devinimlerimi sabırla öğüttüm. Hamur haline getirdim. Şekil verdim, pişirdim. İkisi de dünya güzeli. Harika yürek, harika beyinler. Anne onları çok iyi yetiştirdi. Eksikliğimi doldurdu…
(…)”
Kış Bitti, Suat Çetiner, Eskişehir, 2003, s. 5-13
“(…)
Ne yani
Efsunlandım ama
Duygularım güçlü
Kalemim zayıf mı demeliyim
(…)”
agy s. 21