“(…) Şiir benim açımdan bir dünya görüşü, hakikatle olan ilişkimin özel bir biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, şiir, insanlara bütün hayatı boyunca eşlik eden felsefedir. (…)
(…)
Çehresi, sonsuz bir sevgiyle bağlandığı Rus doğasına giderek benzeyen Michail Prişvin’i (Michail Prişvin (1873-1954), özellikle Doğu betimlemeleriyle ünlü Rus hikayecisi ve şairi.) Ya da, Mandelstam’ı, Pasternak’ı, Chaplin’i, Dovşenko’yu ve Mizoguçi’yi (Osip Mandelstam (1891-1938), Rus şairi, mankeizmin temsilcisi. Aleksander Dovçenko (1894-1956), Ukraynalı-Sovyet film yönetmeni, Kenyi Mizoguçi (1898-1956), Japon film yönetmeni, ressam oyuncu ve gazeyeci. Filmlerinde, oldukça uzun planlar ve üst üste bindirmelerle kadının fedakarca sevme yeteneğini işlemiştir.) hatırlayın. Ancak o zaman, yeryüzünde bu denli yükselen, daha doğrusu yeryüzünün üzerinde, boşlukta gezinen görüntülerin o muazzam duygusal gücünü kavrayabiliriz. Bu görüntülerde sanatçı kendini yalnızca hayatı araştıran kişi olarak kanıtlamakla kalmaz, o aynı zamanda yüksek manevi değerlerin ve yalnızca şiire özgü o güzelliğin yaratıcısıdır da.
Böyle bir sanatçı, varoluşun şiirsel yapı özelliklerini algılayabilir. Düz mantığın sınırlarını aşarak kırılgan ilişkilerdeki farklı özü ve bütün karmaşıklığı, bütün gerçekliği içinde hayatın en gizemli görüngülerini olduğu gibi yansıtabilir.
(…)”
Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski, Çev: Füsun Ant, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. 7, 8
(…) Sanatçı, kendisine neredeyse bir mucize sonucu bahşedilmiş sayabileceğimiz yeteneğinin bedelini ödemek zorunda olan bir hizmetkardır. Günümüz insanı hiçbir şey feda etmeye yanaşmıyor; oysa gerçek bireyselliğe varmanın tek yolu özveriden geçer. (…)
(…)
(…) Sanatçının kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin vazgeçilmez koşulları, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemektir.
(…)
Şair, bir çocuğun hayal gücüne ve ruhsal yapısına sahip bir insandır. Hangi dünya görüşünü savunursa savunsun, dünyadan edindiği izlenim dolaysızdır; yani, sanatçı dünyayı ‘tanımlamaz’, dünya onundur.
(…)
Bir sanatçının konusunu ‘aradığı’nı söylemek yanlış olur. Konu, onun içinde tıpkı bir tohum gibi olgunlaşır ve şekillendirilmeyi bekler. Bu tıpkı bir doğuma benzer. Şu farkla ki şairin elinde gurur duyacağı hiçbir şey yoktur. Sanatçı, durumun hakimi değil, hizmetkarıdır. Yaratıcılık, onun için mümkün olan yegane var oluş biçimidir ve yarattığı her eser, onun için gönüllü olarak kaçamayacağı bir eylemdir. (…)
(…)
İnsan bir başyapıtla karşılaştığında kendi içinde, sanatçıya da ilham veren sesi duymaya başlar. (…)
(…)
Sanat eserini yorumlayan kimse, genelde belli bir soru karşısında aldığı tavrı sergilemek amacıyla belli bir alana yönelir, bunu yaparken de eserin kendisinden yayılan, duygu bakımından canlı ve dolaysız ilişkiyi ele almaktan kaçınır. Çünkü bu tür katışıksız bir algılama için, olağanüstü derecede gelişmiş, özgün, bağımsız ve deyim yerindeyse ‘masum’ bir yargılama yeteneğinin var olması gerekir. Halbuki genelde insan, o ana kadar bildiği örnekler ve olgular bağlamında kendi fikrinin onaylanması peşinde koşarak sanat eserlerini öznel tahminleriyle ya da kişisel deneyimleriyle benzeşmesine göre değerlendirir. (…)”
agy s. 29-35
“(…) Hareket ve yenileme adına yıkmaya mahkum edilen bu Tanrı tarafından seçilmiş kurbanlar, bir yandan mutluluk peşinde koşarlar, öte yandan bu mutluluğun hiçbir zaman somutlaşabilir bir gerçeklik, gerçekleştirilebilir bir durum olarak var olamayacağını bilir, bu iki çelişik olgu arasında durmadan gidip gelirler. (…)
(…)
(…) Kim sanatın duygusal tezlerinden etkilenmez, onlara inanmazsa o, radyoaktif bir hastalığa -bilinçsizce ve hiç farkına bile varmadan- yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır… Hem de, dünyanın üç balinanın sırtına yerleştirilmiş bir tepsi olduğuna inanan insanların geniş yüzünde beliren o aptal, huzur dolu tebessümle…
(…)
(…) Bir dahinin, gerçeğin peşinde, dünyayı ve kendini tanımanın peşinde canla başla koşması, eserin güçlü olmayan, hatta ‘başarısız’ diye adlandırılan bölümlerine bile özel bir anlam yükler.
(…)”
agy s. 39-42
“(…) Sinema zaten doğası gereği, gerçeği örtbas etmekle değil, aksine aydınlatmakla yükümlüdür (ayrıca en ilginç ve de en korkunç rüya, özellikle en ince ayrıntısına kadar hatırlanabilen rüyadır).
(…)”
agy s. 58
“(…)
Seyirci aldığı bir sinema biletiyle kendi deneyimindeki gedikleri kapatmaya çalışır, yani bir anlamda ‘yitirilmiş’ bir zamanın peşini kovalar. Bu sayede, huzursuzluk ve iletişimsizlikle belirlenen çağdaş hayatın yarattığı o manevi boşluğu doldurmayı umar.
(…)”
agy s. 70
“(…) Gerçekçilik, gerçeğe ulaşma çabasıdır ve gerçek her zaman güzeldir. (…)”
agy s. 100
“(…)
Hemen baştan söyleyeyim: Senaryo benim gözümde hiçbir zaman özel bir edebi değer taşımadı. Asla! Bir senaryo ne kadar filmselse, edebi başarı sağlama umudu o kadar azdır. Bu yönüyle pek çok tiyatro oyunundan farklı bir konuma sahiptir. Ayrıca, gerçek bir edebi değeri olan bir film senaryosuna bugüne kadar hiç rastlanmamıştır.
Aslında, edebi yeteneğe sahip bir insanın, maddi gerekçeler hariç, hangi akla hizmetle senarist olmaya kalktığını hiçbir zaman anlayamadım. Bir yazar yazmalıdır. (…)
Tabii ki yönetmen, sık sık da yapıldığı gibi, kendine yakın bulduğu bir edebiyatçının yardımını isteyebilir. (…)”
agy s. 112
“(…) Sinema ‘türünden’ söz edildiğinde, genelde ticari yapımlar, durum komedileri, kovboy filmleri, psikolojik dramlar, polisiyeler, müzikaller, korku ve felaket filmleri, melodramlar, vs. kastedilmektedir. Ama bütün bunların sanatla yakından uzaktan bir ilgisi var mıdır? Bunlar ‘kitlesel iletişim’dir, tüketim malları demek belki de daha doğrudur. Artık ne yazık ki her yerde rastlanan bu biçimler sinemaya dışarıdan, ticari çıkarlar tarafından zorla dayatılmaya çalışılmaktadır. Ancak esas anlamıyla sinema, düşünmenin ancak biçimini tanır: Birleştirilemezi ve çelişkiyi birleştiren, sinema sanatını yazarın düşünce ve duygularıyla özdeşleştiren şiirsel düşünce tarzı.
Gerçek bir film görüntüsü, türünün sınırlarının aşılması üzerine kuruludur. Ve bir sinema sanatçısı burada, açıkça tek bir türün boyutları içinde hapsedilemeyecek olan idealini ifade etmeye çalışır. (…)”
agy s. 137
“(…)
Sanat doğası gereği aristokrattır ve dolayısıyla halkın arasında bir tür seçmeye başvurur. (…) Ya yeteneğini son damlasına kadar ve bütünüyle ortaya koymak, ya da ruhunu üç kuruşa satmak; sanatçının yapacağı tercihlerdir. (…)
(…)
Büyük sanat eserlerinin -yaratıcıları ve halktan bağımsız olarak doğanın, edebi gerçekliğin bir parçası olduklarını itiraf etmeliyiz. (…)
(…)
Şu çok açık hakikati burada tekrar vurgulamakta yarar görüyorum: Ticari filmlerde ve sıradan televizyon yapımlarındatutturulan ortalama ölçü, izleyicinin gerçek sanatla ilişki kurma imkanlarını büsbütün yok ederek beğenilerini bağışlanamaz ölçülerde mahvetmektedir.
(…)
(…) Bilincine varılan korkunç ve ‘alçak’ gerçeği daha yüksek bir düşünsel eylem adına aşmak; özü itibariyle oldukça dinsel bir anlam taşıyan, ulvi fikri yükümlülüğün kutsanmış bilincine varmak demek olan sanatın gerçek misyonu işte budur.
(…)
(…) Cesurca iddia edebilirim ki her sanatçı, ta yüreğinin derinliklerinde, seyirciyle karşılaşmayı arzular, kendi eserinin çağın can damarına dokunacağı, bu yüzden de seyirci için çok önemli olacağı, onu ruhunu en gizli kalmış köşelerinden vuracağı inancı ve umudunu taşır. (…)”
agy s. 147-152
“(…)
Acı olan, bizim gerçekten özgür olmayı bilmeyişimiz. Bizler, bedelini başkasına ödettiğimiz bir özgürlük istiyor, başkaları adına isteklerimizden vazgeçmeye yanaşmadığımız gibi, bunu kişisel haklarımıza ve özgürlüklerimize yapılan bir saldırı olarak görmekten çekinmiyoruz. Bugün her birimizin en belirgin özelliği aşırı bireyciliğimizdir. Fakat özgürlüğü burada aramak boşuna. Özgür olabilmemiz için, hayattan ve çevremizdeki insanlardan bir şey beklemek yerine önce kendimizden talep etmesini öğrenmeliyiz. Özgürlük; bu, sevgi adına fedakarlıkta bulunmak demektir.
Yanlış anlaşılmamak için: Sözünü ettiğim özgürlük, kelimenin en yüce ve etik anlamıyla özgürlüktür. Amacım, Avrupa demokrasilerini belirleyen tartışma götürmez değerlere karşı bir polemik yürütmek değil. Ancak bu demokrasilerde de maneviyat eksikliği ve insanların yalnızlığı sorunları ortaya çıkarmaktadır. Bana öyle geliyor ki, günümüz insanı, kesinlikle çok önemli olan siyasal özgürlük uğruna yürüttüğü mücadele sırasında inasanoğlunun ezelden beri sahip olduğu özgürlüğü, yani çağı vetoplumu için özveride bulunma özgürlüğünü unuttu.
(…)”
agy s. 162
“(…) Sanatın görevini yerine getirmede başarısız olması toplumda bir şeylerin bozuk olduğuna işaret eder. (…)”
agy s. 164
“(…)
Gerçek bir sanatsal düşünce sanatçı için her zaman acı demektir, hayati tehlike demektir. (…)
(…) Neden sonuç, gereksiz olduğu ölçüde tehlikesiz çıksın diye daha baştan kendimizi güvence altına almaya çalışırız? (…)”
agy s. 168, 169
“(…)
Sanatçı toplumun istikrarını ideale ulaşma çabası adına bozmaya çalışır. Toplum istikrar, sanatçıysa sonsuzluk ister. (…)
(…)
Benim gözümde ‘fikri bunalım’ her zaman bir sıhhat belirtisi olmuştur. Zira bence, ‘fikri bunalım’ kendini bulma, yeni inançlara kavuşma çabasıdır. Fikri bunalıma, fikri sorunlarla yüz yüze gelmekten çekinmeyen herkes, eninde sonunda düşmek zorundadır. (…) Hayatın uyumsuzluklarla dolu olmasına karşın ruhumuz uyum diye yanıp tutuşmaz mı? İşte bu çelişki, hareketin uyarıcısı, ama aynı zamanda acılarımız ve umutlarımızın kaynağıdır. Bizim fikri derinliğimizin, manevi imkanlarımızın onayıdır.
(…)”
agy s. 172
“(…)
Ortaçağ Japon ressamları beni hep büyülemiştir. Feodal beylerin saraylarında çalışmaları kabul görüp kendi okullarını kurduktan sonra, şöhretlerinin doruğunda, aniden yaşantılarını tepeden tırnağa değiştirerek yeni bir yerde, başka isimler altında ve başka tarzda resimler yaparak yaratıcılıklarını sürdürürlerdi. İçlerinden bazılarının, fiziksel hayatları süresince, birbirinden tamamen farklı beş ayrı kişilik yaşadıkları bilinir. (…)”
agy s. 180
“(…) Genel değişimlere ayak uydurabilmek için her seferinde bir kısım azınlık kendi düşüncelerini bir kenara atmak ve böylece hiç değilse dışarıya karşı, önerilen davranış modellerine boyun eğmek zorunda kaldı. (…)
İnsanlar arasında ilişki öyle bir şekil almıştır ki, sonuçta hiç kimse kendinden bir şey beklememekte, herkes kendisini etik çabalardan soyutlayarak kendisiyle ilgili talepleri diğer insanların, bir anlamda bütün insanlığın sırtına yıkmaktadır. Uyumlu olmak, kendini feda etmek, geleceğin imşasına katılmak; bunlar hep başkalarından beklenen hasletlerdir. Kişinin kendisi bu sürece hiçbir şekilde katılmamakta, dünyada olup bitenlerden kişi olarak kendisini sorumlu tutmamaktadır. Bu sorumluluktan kaçmak, kendi bireyci çıkarlarını genelin yüce görevlerine feda etmemek için de binlerce sebep öne sürmektedir. Hiç kimsede dönüp şöyle bir kendine bakacak, kendi hayatına, kendi ruhuna karşı olan sorumluluğunu ele alacak ne bir istek ne de cesaret vardır.
Başka bir deyişle: Özgün değil ‘genel’ çabaların ürünü olan bir toplumda yaşıyoruz. Tek tek bireylerin çıkarlarını kaale almaksızın insanların enerji ve gayretlerini şekillendiren ve kullanan yabancı düşünceler ve hırsların, daha doğrusu liderlerin bir aleti olmaktadır insan. Sonuçta, kişisel sorumluluk sorunu adeta ortadan kalkmış ve insanın kendine karşı sorumsuzca davranmasına göz yuman yanlış bir ‘genel’in çıkarına feda edilmiştir.
(…)
(…) Bence dünyaya huzur, ancak ve ancak kişisel sorumluluğun yeniden yerleşmesiyle gelir.
(…) İnsan bir kere tarihi ruhsuz ve yabancılaştırılmış bir sisteme dönüştürdükten sonra, bu tarih makinesinin işleyebilmek için tek ihtiyaç duyduğu şey insan hayatının kırıntılarıydı.
(…)
(…) Batı’nın sahip olduğu demokratik özgürlüğe rağmen hiç kimse, ‘özgür vatandaşları’nın içinde bulunduğu ruhsal buhranı görmezden gelememektedir. Burada ne olmuştur? Kişiliğe tanınan bu özgürlüğe rağmen neden Batı’da birey ve toplum arasındaki buhran bu derece şiddetlenmiştir? Bence batı’nın deneyimi bize, insanın özgürlüğü, tıpkı tek bir kuruş bile ödemeden kullandığı kaynak suyu gibi doğal addettiği sürece özgürlüğün kaynaklarından daha iyi hayat için yararlanmadığını göstermektedir.
(…)
(…) Benim mutluluk kavramının ne anlama geleceği hakkında en ufak bir fikrim yok. (…) Kilise bile insanın mutlak değerlere olan bu özlemini dindiremez, çünkü ne yazık ki kilise, kof bir dekordan, pratik hayatı örgütleyen toplumsal kurumların bir karikatüründen başka bir şey değildir. (…)”
agy s. 192-196