“Önsöz
Ağza Layık Bir Şey
Bombay, ismini ve bir estetik operasyonla yüzünü değiştirerek tarihini tamamen yok eden bu şehir, bu hikâyenin esası yahut esrarı ve hikâyeyi anlatan ben olduğum için ve benim kim olduğumu bilmediğiniz için, “kim” kısmına da geleceğimizi söylemeliyim ama şimdi değil çünkü şimdi acele etmeyi gerektirmeyecek kadar zaman var, lambayı yakıp aya karşı pencereyi açmaya ve muazzam ve kırık bir şehrin hayalini kurmak için bir dakika ayırmaya imkân var; çünkü gün işe koyulduğunda durmak zorunda kalacağım, bunlar vampir tozları gibi gün ışığında kaybolan gece masalları –şimdi dur, beni yak ki doğru dürüst yapalım şu işi, evet, beni ateşe doğru tut, sabit tut beni, tut, güzel, başlangıç için derin bir fırt, dumanı ciğerlerine ağır ağır çek, evet, oh ve biraz da burun delikleri için ve ağız için de tatlı bir şey daha ve şimdi en baştan başlayabiliriz, Raşid’in yerinde, mavi dumanı ilk defa pipodan kana, göze, bana ve mavi dünyanın içine çektiğim zamandan- ve şimdi hikâyenin kim’ine geçiyoruz; size şunu söyleyeyim, ben, şu anda hayal ettiğiniz ben, bu satırları yazan, düşünen, etraflı bir planla zamanı mantıksal, kronolojik bir sıraya sokan kişi, makine başındaki teknisyen-tanrı, evet, o, bu hikâyeyi anlatan ben değil, o, anlatılan ben, Raşid’in yerindeki o ilk pipomu düşünerek, görüntüler için, bir yüz, biraz müzik ya da birilerinin sesi için kafamı trolleyen, geçmişin nasıl bir şey olduğunu hatırlamaya çalışan, yabancı bir ülkenin manzarası ve ışığıymışçasına anımsayan ben; çünkü neyse o işte, kurgu ya da ölü tarih değil ama bir zamanlar yaşadığın ve geri dönemediğin bir yer, ki işte bu yüzden hatırlamaya çalışıyorum, New York’ta belaya bulaştığımda düzelmem için beni Bombay’a geri yollamalarının nasıl bir şey olduğunu, Raşid’in yerini nasıl bulduğumu ve nasıl olup da bir akşamüstü çöplerle, insan ve hayvan atıklarıyla ve yoksullarla dolu, her yerde yoksulların ve meczupların eski püskü giysileriyle gezindikleri ya da öylece durup bakındıkları sokakların arasında bir taksi tuttuğumu ve onların çıplak ayaklarında ve salaş hallerinde hiçbir olağandışılık görmediğimi, bir pipo içip bütün gün hasta hissettiğimi, taş gibi ağır uykumda geceleri şehirde çalışan, yoksulların hakkında söylentiler yaydıkları, Sion ve Koliwada’nın işçi sınıfı varoşlarını gezen ve onları uykularında öldüren, yalnız uyuyanlara yanaşan, onlara hissettirmeden sokulan ve onları öldüren ama kurbanları yoksuldan da öte oldukları, isimsiz, belgesiz, ailesiz görünmez varlıklar oldukları için kimsenin fark etmediği ve onları, katledilmiş yarım düzine kadın ve erkeği, sokakları atık ve çamur ve yağlı yeşil ışıklarla çevrili merkez kuzey banliyölerindeki kaldırım insanlarını dikkatle öldüren ve manşet olana dek bunca yıldır yalnızca yeraltından gelen bir fısıltıdan ibaret olan, şehrin daha üst sınıflarınca bilinmeyen amansız katil Pathar Maar (Hintçe’de “taşçı” anlamına gelir. (ç.n.)) hakkında söylenenleri duyduğumu ve hayalimde onun acıma hissini ve dehşetini anladığımı, onu merhametli bulduğumu, başarısız bir deneyimin, Hindistan Sosyalist Devleti Planı’nın kurbanlarının gerçek kurtarıcısı olarak gördüğümü düşündüğümü hatırlamaya çalışıyorum; Pathar Maar, onların ıstıraplarına son vermeye çalışıyordu, sefaleti yok etmekti görevi ya da ben taksinin arka koltuğunda kendi sefaletime gömülmüş haldeyken, deseni Bombay kahverengisi koltukta, bir kadının yanından geçtiğimiz sırada şoföre yavaşlamasını söylerken böyle düşünmüştüm ve gördüm, yemin ediyorum ki gördüm küçük bir çocukken bana bakan temizlikçi kadının yüzünü, ona vurduğumda bana tatlı tatlı gülümseyen esmer bir kadın ve onun o kadın olduğunu biliyordum; kadınların, her sokakta, her köşede ve evlerde sergilenen, kuzeyin ücra köşelerinden, güneyden, her yerden, yeni satın alınmış ve kullanılmış, satılmış ya da verilmiş, değiş tokuş edilmiş, neredeyse bedava olan kadınların temizlenip sınıflandırıldığı, fiyatlandırıldığı o çıkmaz bölgede, onun o olduğunu biliyordum ama durmadım ve üzerinde DEVLETLÜ HİNDİSTAN yazan bir cipin ardındaki taksi iyice yavaşladı ve şoför ona verdiğim kâğıtta yazılı Raşid’in adresine vardığında, kadınların beş rupiye satıldığı caddenin en ucuz odalarına, “kabinlere” gittiğimi düşündü ve üzerinde kapı numaraları yazılı olan evleri gösterip fahişelere ve kabinlerdeki kadınlara bakıp kafasını sallayarak, “Numaralı evler daha iyidir” dedi, “bu kadınlar kirli”; taksiden inmemle kaosa karışmam bir oldu; çünkü bir kağnı devrilmişti ve o daracık sokakta, dizleri üzerine çökmüş hayvanı izlemek için hızla bir kalabalık toplanıyordu; arabacı hayvanı sistemli ve öfkeli darbelerle kırbaçlıyordu, gerçi bunun dışında gayet soğukkanlıydı, kırbacı tutan eli bir yükselip bir alçalırken küfretmiyor ve terlemiyordu; arabanın arkasındaki ambalajlı buz parçaları tozun içinde sırayla eriyordu ve her yerde, tıpkı benim de bana verilen adrese gitmek üzere birinci kata doğru merdivenlerden çıkmaya başlamadan önce yaptığım gibi, öylece durup izleyen yoksullar ve meczuplar vardı; kapı girişinde durdum ve şeker pekmezi kokusunu içime çektim, bir kadın piposuna yönelmiş, eli örgü örer gibi hareket ederken uzun bir şiş yardımıyla afyonu pişiriyordu, birkaç keş şiltelerin üzerinde yatıyordu, ihtiyar bir adam ocağın üzerine eğilmiş, afyon köpürdükçe içine çekiyordu, odadaki bütün faaliyet yerdeydi, şilteler ve yastıklar katlanmış ya da yere serilmişti, üzerinde cami resmi olan bir takvim asılıydı duvarda –dinle, burada dur ve beni tekrar yak ya da bırak ben yapayım, evet, evet, işte bu, güzel, öyle tatlı bir meditasyon ki bu, hayır, meditasyondan da öte bir şey; bu, sakinliğin ruha yerleşmesini sağlayan ve sürati uysal kılan bir tür mutluluk, evet, çok güzel– ve şimdi, aynı şehirde, bir ömür geçmesine rağmen hâlâ buradayız; ben ve ben, bizi Rastafari inancına göre yorumluyor falan değilim, o iki ben mekanizmasını ayırmak için söylüyorum; insan ve pipo, o ve o, çok uzun zaman öncesine dair bu hikâyeyi anlatıyor, bir pyali(Hindistan’da, genellikle çay içmek için kullanılan kahve fincanı boyutunda küçük çömlek. Afyonun pişirilip hazırlanması için de kullanılır ve afyonhanelerde bir porsiyonu, bir kişinin tek seferde içtiği afyon miktarını ifade eder. (ç.n.)) içtiğim ve bütün gün hasta hissettiğim o zamanı, Shuklaji Caddesi’ndeki ilk zamanlarımı, caddeye ve şehre yabancıyken, bilgisizliğim yüzünden kaldırım ve dükkânlardaki insan faaliyetinin temposuna ayak uyduramadığım zamanları, benim bu işlere yeteneğimin olmadığını bilerek çünkü yanlış şeylere haddinden fazla ilgi gösterdiğimden yürüyüşüm çok yavaş çünkü kafamda bütünüyle orada değilim ve bu yarımlık, bu yarı orada olma dağınıklığı yüzümden belli oluyordu, insanlar bana baktığında saat farkı şaşkınlığını görüyorlar ve bunu ruhsal bir yoksunluk olarak yorumluyorlardı ve böylece Raşid’in yerindeki o odaya gittim işte, kazık gibi bir yastığa kafamı koydum ve rahat olmaya çalışarak uzandım; hafif bir şaşkınlıkla cezvenin yanında uyuklayan ihtiyar adamın İngilizce konuştuğunu fark ettim, ölüm-delisi, din-takıntılı bir yaşayan azizler ülkesinin diliyle sesleniyordu bana adam, Süryani olup olmadığımı soruyordu çünkü boynumdaki Kıpti haçını fark etmişti ve Katoliklerin bu tür bir haç takmadığını biliyordu ve elbette doğru tahmin etmişti, bir Suriye Hıristiyanıydım, mezhebin de mezhebini soracak olursanız, Yakubi’ydim –çok güzel, bu güzel duman, dünyanın son gecesinde son pipodan gelen son duman– adı Bengali olan ihtiyar adam, “Ha, o zaman belki de aklıma takılan bir soruyu cevaplayabilirsin, Hıristiyanlığın Kerala’da büründüğü halden bahsediyorum, yani nasıl oluyor da Kerala Hinduları kendileri Hıristiyanlığa uymak yerine, Hıristiyanlığı kendilerine, eski kast sistemine uydurmuşlar; şunu merak ediyorum, acaba yoksulların, balıkçıların, cüzamlıların ve fahişelerin, hasta ve ölmekte olanların, kadınların yoldaşı olan, sosyal konumu ne olursa olsun insanlara Tanrı’nın koşulsuz sevgisini taşıyan İsa, doğası gereği en alttakilere kucak açmak zorundayken, bütün meselesi zaten bu ayrımları ortadan kaldırmakken, bu kasta dayalı Hıristiyanlığı onaylar mıydı?” dedi; cevap beklemeyen birine nasıl bir cevap verebilirdim ki, zaten ben o kadını, Dimple’ı izlerken uyuklamaya başlamıştı bile ve Dimple’ın pipoyu hazırlarkenki telaşsız halinde beni sakinleştiren bir şey vardı, pişirme iğnesini küçük, düz, yüksek kenarlı, pirinçten pyaliye daldırırkenki halinde; boyutu ancak bir yüksük kadar olan pyali ağzına kadar şeker pekmeziyle doluydu, rengi ve kıvamı petrole benzer bir sıvıydı bu, Dimple iğnenin ucunu afyonda gezdiriyor, sonra onu üzerinde cızırdayarak katılaştığı fenere doğru götürüyor, bu işlemi, kâsenin üzerinde hazır olana kadar karıştırdığı ceviz renginde ve büyüklüğünde bir yumru elde edene kadar tekrarlıyor, sonra iğneyi piponun gövdesine batırıyor ve bana afyonumun hazır olduğunu işaret ediyordu, hazırdı ama pipo çok uzundu, ağırlığını kontrol edemiyordum ve kâseyi ateşin üzerine tuttuğunda içime çekmeme rağmen, ağızlık çok büyüktü, tadı çok sertti, pipo tıkandığında çevik bir hamleyle iğneyi yeniden batırmak için pipoyu çekti, İngilizce “İç, sertçe çek” dedi, Raşid “Dimple’ı izle, sana gösterecek” diyordu ve gösterdi de saçlarını sallayarak gözlerinin önünden çekti, ustaca ve ağzına pipoyu güzelce oturtarak uzun ve temiz bir nefes çekti, duman yok oldu, bu yüzden pipuyu bana geri verdiğinde dumanın ağzının içinde olduğunu biliyordum, “Derin çek ve çekmeye devam et, durma çünkü durursan afyon yanar ve yanmışafyon bir halta yaramaz, bu yüzden artık çekemeyene kadar çek” dedi ve ben tüm cehaletimle sordum, “Aralıksız, tek bir nefes mi çekeyim?” “Öyle de olur ama o zaman çektiğini ciğerlerinde döndürmen gerekir, kısa nefesler çeksen daha iyi” “İçimde ne kadar tutmalıyım?” “Çok soru soruyorsun, kafanın nasıl olmasını istediğine bağlı, istediğin kadar tut ama pipoyu ağzında tutma, hoş değil” “Affedersin” dedim ve pipoyu hemen ağzımdan çektim ve sonra yeniden dikkatle ağzıma götürdüm, hafifçe ağzıma oturttum, acele etmeden, afyonun bir adap, ağızda yoğunlaşan bir duyu ahengi olduğunun farkına vararak ve pipoyu bedenle birlikte tutuş biçimi, önce ciğerlere sonra damarlara dolan dumanı içine çekmek med cezir gibiydi; ona baktığımda gülümsüyordu, Bengali de öyle ve Raşid dedi ki, “Burada derler ki en azılı düşmanını afyonla tanıştırmalısın, belki de Dimple senin en azılı düşmanındır’ belki o değil, benim diye düşündüm, belki ‘O’ benim ve en güvenilmezim, hafızam lekeli kağıt gibi, benim çürük, delik deşik, parçalanabilir belleksizliğim 30 yıl öncesine ait ayrıntıları hatırlarken bu sabah yalnızca bir boşluk ve hafıza=acı=insan olmaksa eğer, o halde ben insan değilim, tek bir gece boyunca bu hikayeyi anlatan O’nun piposuyum ve bütün yaptığım, diğer ben olarak, bunları doğrudan piponun ağzından yazmak, Dimple’ın o ilk sefer yaptığı pipo ama o hikaye sonraya ait -tamam, işte başlıyoruz, en iyi kısma geliyoruz, rüyalara, ki onlar aslında rüya değil konuşma, olmayan dostların ziyaretleri, kapalı gözkapaklarımızın, uyanık ve rüya gören gözlerinizin altındaki silik bir kafile ve bazen bir ses sizi uyandırır, kendi sesiniz, orada olmayan insanlarla konuşan sesiniz çünkü yalnızsınız, arkanızda afyon denizi süzülür, hayır, bu defa geçeceğim, iyiyim, ah evet, hatta güzelim- aynı ben, beni hapse attıklarında, hücremin, Yukarı Doğu Yakası’nda yaşadığım zamanlarda yaşadığım odadan daha küçük olmadığını fark etmiştim, beni mal alırken yakaladıklarında kafam iyiydi ve beyaz polis silahını çekmiş ve beni aşağı sokağa kadar kovalamıştı, çıkmaz sokağı görüp döndüm, malları vermek için elimi cebime attım ve polis ateş etmedi, bir sebepten ateş etmedi, beni bir minibüse koydu ve hapse gönderdi, orada, söylediğim gibi, hücrem yaşadığım oda kadardı ve orada ve hayatta olduğum için yeterince mutluydum, sonra Hindistan’a geri gönderildim ve Bombay’ı ve afyonu buldum, uyuşturucuyu ve şehri, afyonun şehrini ve Bombay’ın uyuşturucusunu -tamam, şimdi kısa bir nefes çekmenin vakti geldi, gece neredeyswe bitmek üzere, ‘O’ gemisini şeker pekmezi akıntısında yüzdürecek kısa bir nefes ve bu defa tek yapacağım, kafamı çevirip içime çekmek, geri kalanını sen yap- ve o zamandan beri birini diğerinden ayırmaya çalışıyorum ya da çalışmıyorum çünkü artık teslim oluyorum, ayıtmıyor, birleştiriyorum, güzel hikayelere teslim oluyorum, kaseyi yakıyorum, bir tane benim ve bir tane benim için, son bir defa tadını alıyorum, renginin ve aromasının keyfine varıyorum, kokusunun, evet, aynen öyle, çok güzel; sonra duruyorum çünkü şimdi sessizliğe gömülmenin ve sözü diğer bana bırakmanın vakti.”
Narkopolis, Jeet Thayil, Çev: Gül Korkmaz, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2012, s. 11-18
“(…) Kağıtta bir de şiir vardı:
SONE
Tanrı & köpek & zar & gün
Sonsuz gibi sanki, insan gibi.
Hiçbir şey ölmez; dedim ki, asla
Plan dahilinde dönüyor dünya,
Her şey geri dönüyor sürekli
Sonsuz Hayat’a:
Gülüşün ve deyişin, ‘cehennem gibi’
Bu sinek, bu ışık, giden genç karısı mesela.
Hayatta herkes & yaşayacağız daima
Burada, yahut bir yerlerde
Hadi, kollarını aç bana, gel.
Benim teninin kokusu & temiz hava
Tut beni, kayıp kardeşini,
Sev beni ki yaşayalım daima, her yerde.
(…)”
agy s. 37, 38
“(…) şiir şu dizelerle bitiyordu:
Eve gitmek değildi istediğim, Kim biliyordu ki evi? Ben salt yalnızlığı bildim.
Başka bir yerde olmak istedim.
Herhangi bir yerde, orada değil.
(…)”
agy s. 42, 43
“(…)
‘Forster, vatanseverliğin hainlerin son sığınağı olduğunu söylemişti; Johnson da bir dostuna ihanet edeceğine ülkesine ihanet etmeyi tercih edeceğini. Yeats’e göreyse en kötü insanlar tutkulu bir yoğunlukla dolup taşanlardı. (…) Ve buna bağlı olarak da tüm devletlerin en hesapçısı olan Sovyetler Birliği’nde son dönemde yaşanan gelişmeler karşısında bir tutum aldınız mı?’
(…)”
agy s. 44
“(…) Sonra bir de bağımlılar var, açlık bağımlıları ve öfke bağımlıları ve sefalet bağımlıları ve güç bağımlıları ve maddeye değil ama maddenin sağladığı kayıtsızlık ve hassaslığa bağımlı olan katıksız bağımlılar. Bir bağımlı kusura bakmayın ama bir aziz gibidir. Aziz dediğin kendini gönüllü olarak, kendi idteğiyle, dünyanın akışından ve gündeminden ayıran insan değil de kimidr? Aziz dediğin çiçeklerle konuşur, fulya çiçeğiyle konuşur mesela ve ondaki sarıyı görür. Gözleriyle alır onun kokusunu. Evet, düşünür ki, sen benim ilham perimsin, senin inatçılığından cesaret alıyorum, bir damla su, biraz güneş ışığı ve işte o muhteşem çiçeklerin. çiçeklerin tadına varır ama ağaçlara tapar. Banyan ağacının kölesi olmak ister. Zamanı bir ağacın algıladığı şekilde algılamak ister, onyıllar, çapına eklediği birkaç santimden başka bir şey değildir mesela. Kuşlara ortak olur ve günlük haberleri rüzgarın yapraklarda çıkardığı sesten alır. Acıktığında ormanda bir mangonun dalından düşmesini bekler. Onun tutkusu, tutkunun tam karşıtıdır. Çoğunlukla, tıpkı bağımlılar gibi, zamanı yok etmeyi istyer. Ölmek ister ya da en azından yaşamamak.
(…)”
agy s. 49, 50
“(…) eğer Baudelaire cennet arayışında afyona kadar gelebilkseydi, özellikle de bu afyona kadar, kılını kıpırdatmadan cennette bulacaktı kendisini. (…)”
agy s. 55
“(…) sarı bluzlu ve jüponlu bir kadın bir cam parçasıyla yüzünü çiziyordu. Sivri cam parçasını bir bıçak gibi tutuyordu. Kadının sokaktaki hücresinin yanından geçerken gözleri aynada buluştu. Kadın Xavier’e kafasını salladı ve Xavier kadının hücresine gitti. Kadın parmaklıklara uzandı ve Xavier’in sikini avuçladı. Eli küçüktü ama sıkı tutuyordu ve bileğindeki yeşil bilezikler, kadın, Xavier’in şeyini ovalarken küçük çanlar gibi çınladı. Xavier kadına nerede bir şaraphane bulabileceğini sordu, kadın, Xavier’e baktı, Şarap marap yok. Burası Müslüman mahallsi efendi, ne sandın? (…)”
agy s. 59
“(…) Cinsel ayartmalara karşı koruyucu azizlerin hepsinin kadın olması ilgini çekebilir. Edessalı ve Mısırlı Meryemler,Mecdelli Meryem ve Pazzili Maria Magdelena, Folignolu Angela, Cortonalı Margaret, Sienalı Catherine ve kendini bir merdiven, bir dam ve küçük bir tabur Roma askeri sayesinde 15 yaşında şehit eden Antakyalı Pelagia. Sonra Maximillian Kolbe var, uyuşturucu bağımlılarının ve gazetecilerin koruyucu azizi ki bana sorarsan bu ikisinin eşleşmesi kaçınılmaz. Bunların en önemlisi, senin durumun için, Dismaas, o özel olarak senin ve çevrendekilerin hizmetinde olacaktır: Suçluların ve orospuların azizi. Ve elbette ikizler, Damianos ve Kosmas, birlikte çalışan Arap hekimler, birlikte şehit düşmüşler ve tıp ve eczanın koruyucu azizleri olmuşlar; uyuşturucu dostları için kullanışlı bir bilgi. Benim kişisel tercihim Tourslu Martin ve Monica, alkolizmin koruyucu azizleri ve ikisi arasından birini seçecek olsam her zaman Monica’yı seçerim. Tabii Martin aynı zamanda arınan alkoliklerin de koruyucusu ki bazı günler onun bu özelliğini görmezden gelmek istiyorum. Avilalı Teresa şiirleriyle övülür, gerçi benim zevkime göre biraz fazla süslüdür. Ama aynı zamanda da ağrıların, kafanın ve vücudun azizesidir. Adaşım Francis Xavier’i de tavsiye ederim, Goa ve Japonya’nın ve denizcilerin ve amaçsız seyyahların koruyucu azizi. Mutsuz evliliklerin 25 tane koruyucu azizi var. Hedwig, Yalınayak Margaret ve Thomas dahil ama mutlu evliliklerin tek bir koruyucu azizi var, Valentine. Yoksulların koruyucu azizlerini de belle çünkü çok fazlalar ama kısaca özet geçeceksek, Philomena, Giles, Martin de Porres, Myralı Nicholas, Lawrance, Padovalı Antonio, Kastilyalı Ferdinand ve Konstantiyeli Zoticus. Ve eninde sonunda Ezekiel Moreno’nun hizmetlerine ihtiyaç duyacaksın, tiryakilerinyatkın olduğu hastalıkların azizidir o. Ve elbette Ulric, mutlu ölümlerin azizi ki, ki senin için en azından bunu diliyorum.”
agy s. 61, 62
“(…) Ama amiral, aynı zamanda korkakça ve bayağı methiyeler de yazmıştır:
Dalgalar yüksek, fırtına azılı, denizin vadisi derin;
Cesur adamlar ilerliyor ölmeye hazırlanarak
Tanrıça’ya dua ediyorlar. Kim onları güvende tutacak?
Yürekli İmparator Büyük Ming değil de kim?
(…)”
agy s. 106
“(…) Birkaç dizeyi duyabildi:
Dünya yanıyor, bombalar var.
On bin yıl yetmiyor
Yapılacak bunca şey varken.
(…)”
agy s. 115
“(…) ‘eğer Tagore, Nobel kazanmasaydı ne olurdu ki?’ diye sordu Bengali, ‘Bu, çalışmasını nasıl etkilerdi? Bence bu onu daha deneyime açık bir insan kılardı ve her açıdan daha ilginç biri olurdu, özellikle de şiirinde, ki şiirlerinin çok iyi olduğunu söylemek zorundayım. Niye bunları söylemeyeyim ki? Tagore’la ilgili esas mesele şu ki bütünü, parçalarının toplamından çok daha iyi. Önemli olan da hepsinin birleşimi. Ama mistik ve şair olan Tagore? Bestekar Tagore? Bu Tagore’ların hiçbiri o kadar da kıymetli değil.’
(…)”
agy s. 155, 156
“(…) Öldüğünde hiçbir şey değişmiyor, yalnızca yaşarken yaptığın şeylerin çoğunu yapamıyorsun, yapabildiklerin de artık ilgini çekmiyor. (…)”
agy s. 195
“(…)
‘ÖNSEZİ: Bu bölümde yazar kendi hayatından bir örnek veriyor. Ölümünden günler önce, sevgili karısı yazarla, yazarın bugün ayrıntılarını hatırlayamadığı şiddetli bir tartışmaya girer. Bu yazarın çalışma alışkanlıklarıyla ilgili bir tartışmadır, karısı yazarın çalışma biçimini saplantılı yalıtıcı olarak tanımlamakta ve kendisini soyutladığını söylemektedir. Hem kocasından hem de dünyadan kopuk ve yalnız hissettiğini söyler. Yazar, karısının bu müdahalesine ve vaktinin çalınmasına sinirlenir; bu vaktini masasının başında çalışarak geçirmeyi tercih etmektedir ve karısına ağır bir dille, kendi saplantısını bulması ve mutluluğu kocasından beklememesi gerektiğini söylemek üzeredir ki ansızın, karısının hemen arkasında duran bir figürün farkına varır. (…)
(…)
‘DİLSİZLİK: Bu bölümde yazar kısmi reenkarnasyon olarak bilinen fenomeni açıklıyor ve kısmi olarakı reenkarne olmuş varlıkları işaret ediyor, bu varlıklar hayaletler ve ruhlar olarak da adlandırılırlar ve reenkarnasyonun değil ama gecikmeli yenilenmenin bir örneğidirler. (…) Yazar, karısı beklenmedik ve trajik bir şekilde öldüğünde, onunla iletişim kurmak için bir ritüel deneyi gerçekleştirir ve küçük bir cerrahi operasyonla dilini keser. Söz konusu operasyonun ayrıntılarını vermesi mümkün değildir çünkü bu operasyonun yasallığı tartışmalıdır; ama yazısına, bunun yarattığı tesirden tabiri caizse inanılmaz bir memnuniyet duyduğunu belirterek devam eder. Bu sakatlanmanın sonucu olarak, yazar karısıyla defalarca iletişim kurabilmiştir, dilsizliği karısıyla konuşmasına engel teşkil etmemiştir. Hatta yazar bunun karısıyla etkileşimini etkilemek şöyle dursun, bilakis etkileşimi kuvvetlendirdiğini ileri sürer. Elbette böyle bir seyri okurlara tavsiye etmemektedir, bu deneyimini yalnızca tek bir soruya cevap verebilmek için aktarmaktadır: Neden yazıyorsun? (…) Yazar başsızlığın da düşünülebileceğini ama bunun yalnızca kendi başını kesecek yeteneğe sahip varlıklar için bir seçenek olduğunu belirtiyor. (Bkz. resim 9)’
(…)
(…) Dünyanın sonu geliyor, dedi, her an herkesin başına her şey gelebilir.
(…) Karakol kapalıydı, neden açık olsundu ki? Alt tarafı şehir yanıyordu. Zaten polisler ve köpekler tehlikenin kokusunu erkenden alıp herkesten önce kaybolurlardı. (…)İsa’nın dudaklarının pembe ve mavi olduğunu fark etti, tuhaf dudakları vardı, tabutunda sergilenmek üzere beceriksizce makyaj yapılmış bir ölünün dudakları gibi. Saçları kirli ve gözleri yorgundu. Yüzünde gülümsemeden eser ya da hayatının muazzam bir mücadeleden ibaret olduğuna dair bir ima yoktu. Neye karşı mücadele etmişti? Kendisine, kendi korkaklığına ve değersizliğine ve hepsinin ötesinde, kendi utancına karşı. Dimple, İsa’nın her gününün uyandığı andan uyuduğu ana kadar çileyle dolu olduğunu biliyordu çünkü gözlerinin altında morluklar vardı ve pek de dinlenebilen birine benzemiyordu. Yaraları dramatik ve gösterişliydi, asla iyileşmeyecek, her zaman açık kalacak film yıldızı yaraları gibi ve başındaki tacın dikenlerinden gözüne ve renkli dudaklarına kan akmıştı. Birden İsa’ya karşı o kadar derin bir şükran duygusu hissetti ki oturdu ve elleriyle yüzünü kapadı. Sonra tekrar kafasını kaldırıp yukarı baktığında, İsa’nın ağzından kelimelerin süzüldüğünü gördü, gerçi dudakları hareket etmiyordu ama kelimeler dumanla yazılmış gibi görünüyordu, Dimple’ın kolaylıkla okuyabildiği İngilizce kelimelerdi bunlar: Beni sev çünkü ben de senin gibi zavallı ve yalnızım.
(…)”
agy s. 205-209, 211, 212
“(…)
‘Burada bizden başka herkes Müslüman.’
Cevap vermedim: Garad dünyasında her şey farklı bir perspektif içinde yer alıyordu ve sosyo-teoloji sıralamanın en gerisindeydi. Ama söylediği duyulmuştu. İçeri gitmek için sıranın gelmesini bekliyordum ki Raşid, ‘Buraya otur’ dedi, ‘Müslümanların neden güvenilmez olduğunu düşünüyorsun, anlat bakalım.’
‘Öyle bir şey demedim.’
‘Yüzünden belli olan şeyi söylemene gerek yok.’
‘Yüzümde sıkıntıdan başka bir şey yok Raşidbhai. Sıkıntı ve daha çok sıkıntı. Yıllardır senin afyonhanene geliyorum, benim hakkımda ne biliyorsun?’
‘Garadcı olduğunu biliyorum, yetmez mi?’ Kendi esprisine yüksek sesle güldü. Sonra da konuşmaya devam etti: ‘Bandra’ya taşındıktan sonra afyondan eroine geçiş yaptın, kafan güzel olduğunda İngilizce konuşuyorsun ve Nasranisin. Şimdi neden Müslümanlara güvenmediğini söyle bakalım. Buarda hepimiz keşiz, nashe ki aulad, korkulacak bir şey yok.’
‘Güvenilmez olduğunuzdan değil.’
‘O zaman?’
‘O zaman konuşmadığımız şeyleri neden konuşmayalım? Bunu mu demek istiyorsun?’
‘Evet.’
‘Beni dinimle tanımana imkan yok.’
‘benimki ise kimliğimi yansıtıyor. İbadet ettiğimde temiz bir şeyler yaptığımı hissediyorum.’
‘Peki, neden sizin ibadetinizi duyuyor? Neden mikrofon kullanıyorsunuz? Ve gece yarısı çalan o davullar ve müzikler.’
Tam o sırada Mandraxli adam araya girdi: ‘Kerala’da bir kasaba var, anacaddede bir tapınak, bir cami ve bir kilise var, hepsi hoparlör kullanıyor, dünyanın en gürültülü caddesi orası.’
‘Şehir değişti, insanlar dinlerini yüzlerinde taşıyor artık. Müslüman olarak pek çok yerde istenmediğimi hissediyorum, siz de aynını hissetmelisiniz’ dedi Raşid.
‘Hissediyorum zaten. Kim hissetmiyor ki?’
‘Bir Nasrani olarak benim hissettiğim kadarını hissetmen mümkün değil. Tamam, her Müslüman da güvenilir değil ama Hindular da öyle değil mi?’
‘Ne varmış Hindularda?’ dedi Rumi.
‘Hey! Kendine baksana, çantada çekiç taşıyor, yeniden savaş çıksın diye bekliyorsun.’
‘Ne çekici?’
‘Amcıklık yapma, caddedeki herkesin çekiçten haberi var.’
‘Önlem olarak taşıyorum.’
‘Öyledir tabii, burada çivi felan yok çünkü.’
Duvara karşı oturan birkaç adam güldüler ama Raşid’in oğlu Cemal gülmedi. O zamanlar ergendi ve hep gayet ciddi ve dalgındı.
‘Söylesene, madem Hindu’sun, neden büyük Müslüman bir şairin ismini taşıyorsun?’
‘Lakap bu.’
‘Rumi büyük bir şairin büyük ismidir.’
‘Runi, Müslüman adı mı?’
‘Celaleddini Rumi. Onu birazcık okuyan serseriler bile gazellerinden birini kendileri yazmış gibi ezbere bilirler.’
Orada oturan bir pezevenk araya girdi: ‘Herkes ölüyor, o bile / İnsan nasıl merhamet duymaz bunu bile bile?’ Raşid gözlerini devirdi ve pipodan bir fırt çekip cigaraya devam etti.
(…)”
agy s. 228-230
“(…) Gökyüzünde hiç kuş yoktu ya da kulak tırmalayan melodilerle öten görünmez kuşlar vardı, görünmez çaylaklar, sonra birden görünmez değil ama saydam, çaylak değil ama karga oluyorlardı, saydam albino kargalar, car car öten, melodisiz öten kuşlar; Dimple ışık saçan kuşların dönüp durduğu korkunç gökyüzünün altında çömeldi ve bana ufuktaki geminin ışıklarını görüp görmediğimi sordu. (…)”
agy s. 234
“(…) sağımda okyanus vardı, işte o anda tavan penceresini açmamı söyledi ve şarkı söylemeye başladı, o kadar yüksek sesle söylüyordu ki, o kadar büyük bir sesin o kadar küçük bir kadından çıktığına asla inanamazsınız. Sonra birden şarkıyı felan anladım, tamam mı? Sözler Almanca’ydı ama anladım, operanın ne iş yaptığını anladım, opera kederin tam ifadesiydi. Neden şarkı söylemek için ayağa kalkıp yüzünü yukarı dönmesi gerektiğini anladım, sanki kederinin yaratıcısı Tanrı’ya anlatıyordu derdini. Ve o an, Tanrı olmak ne demek, onu anladım, birinin canını almak ve o canı bir beedi gibi yakmak. (…)
(…)
(…) Neden uyuşturucu alıyorsun? diye sordu Carl, Dimple ona aklından ne geçiyorsa söyledi, ona doğruyu söyledi çünkü böyle bir soru en azından dürüstlüğü hak ediyordu. Ah, dedi, kim bilir, aslında bir sürü güzel nedeni var bunun ama kimse bunlardan bahsetmiyor, kimsenin bahsetmediği en temel şey de uyuşturucunun verdiği rahatlığı, bağımlılığın düzenliliği ve alışkanlığı, onun yalnızlığa çare olduğu gerçeği ve uyuşturucunun insanın ailesi olması, insana ana sevgisi ve şefkati vermesi, insanı güvende hissettirmesi. Ama alışkanlıkların iyisi de vardır, kötüsü de, dedi Carl moralini yüksek tutmaya, toplantının mimarı olarak pozisyonunu korumaya çalışarak. Uyuşturucu da kötü alışkanlıklardan, o halde neden bağımlı olalım ki? Çünkü dedi Dimple, bağımlı olduğumuz şey eroin değil, hayatın heyecanı, karmaşası, asıl bağımlılığımız bu ve bunun üstesinden asla gelemiyoruz; çünkü o en yüksek hayata erişmek bize seçeneklerin arasında en güzeli, neden başka bir şeyi seçelim ki? (…)
(…)
(…) Dimple konunun hiçbir canlandırıcı tarafı olmadığına katılıyordu, en azından gçrünürde bir canlandırıcı etkisi yoktu ama iyileşme sürecindeki bağımlılara faydası olacaktı çünkü bağımlılık, kötülük genel başlığının altındaki konulardan biriydi ve bunun için Burroughs’un Baudelaire’in Cocteau’nun ve Quincey’in fikirleri hakkında konuşmak istiyordu, kötülüğü ele alan dört tarihçiyi anlatmak için, gerçi sonuncusu en uç noktada olandı. (…)”
agy s. 240, 242, 243, 245
“(…) Tanrı’nın kendisinin dünyanın tek Tanrı’sı olmadığını fark ettiğinde hissettiği şaşkınlık ve korkuyu hatırlatmak isterim. Peki, bunu nereden biliyoruz? Meleklerine, ben kıskanç bir Tanrı’yım ve benden başka Tanrı yok, demişti ve bunu söylemesi başka tanrıların da olduğunun bir göstergesidir, aksi halde neden kıskanç olsun ki? (…)”
agy s. 260
“(…) Sözcükleri tekrar etti: planlı tükenme. Bu ifadeyi daha önce duyup duymadığınızı merak ediyorum, dedi çünkü ben bu yakınlarda öğrendim ve şimdi nereden öğrendiğimi de hatırlamıyorum. Ama kısaca, şirketlerin ürünlerini bile bile kısa ömürlü üretmesi demek, bugünlerde sıkça gördüğüm, yarısı yenmiş kutsal elmalı ya da ona benzer parlak logolu yeni bilgisayarlar gibi, kendi imha etmek için tasarlanıyorlar ki birkaç sene içinde yenisini alasınız, sonra yenisini, sonra bir yenisini. (…)”
agy s. 267
“(…) Yakınlarda bir karga ciyakladı, gecenin o saati için beklenmedik bir sesti bu. (…)”
agy s. 272
“(…)
‘Senin için cennetin ne gibi bir cazibesi var ki? Güçsüz ve öfkeli değilsin.’
(…)”
agy s. 285
“(…) Cemal’in cevabıysa, ‘Bana ne ki bundan? Gelecek de bi siktir olsun gitsin’di (…)”
agy s. 289
“(…)
‘Burada hiç Müslüman yok’ dedi Cemal, ‘bu demektir ki onlara uyuşturucu satmakta yanlış bir şey yok.’
Farheen güldü.
‘Hatta’ dedi, ‘bu senin görevin.’
(…)”
agy s. 293
“(…)
‘Asla iyi ya da daha iyi olmayacağım, o yaşı geçtim. Artık sadece kötü ve daha kötü olabiliyorum.
(…)”
agy s. 295