Anasayfa > Books / Kargakara > insanlar Ahlaki Olarak Müphemdirler, Postmodern Etik

insanlar Ahlaki Olarak Müphemdirler, Postmodern Etik

Postmodern Etik, Zygmunt Bauman

“(…)

Bu sorunlar bu çalışmada sık sık gündeme gelmektedir, ama yalnızca, çağdaş, postmodern dönemin etik düşünüşünün yol aldığı zemin olarak. Bu sorunlar ahlak üzerine özgül postmodern perspektifin içerisinde oluştuğu yaşantı bağlamı olarak ele alınmaktadır. Bu kitabın araştırma konusu, postmodern etik perspektifinden bakıldığında bu sorunların büründüğü biçim ve onlara atfedilen önemdir.

Bu çalışmanın asıl konusu, postmodern perspektifin kendisidir. Bu kitabın temel savı, modern çağın özeleştirel, sık sık kendini karalayıcı ve birçok açıdan kendini yıkıcı evresine ulaşmasının sonucunda (postmodernlik kavramının kavramaya ve ifade etmeye çalıştığı süreç), daha önceki etik teorilerin (ama modern çağın ahlaki kaygılarının değil) izlediği birçok yolun, çıkmaz bir sokak gibi görünmeye başladığı; öte yandan ahlaki fenomenlere ilişkin tamamen yeni bir anlayışın yolunun açıldığıdır.

“Postmodern yazılar”a ve postmoernlik üzerine güncel yazılara aşina olan okur, etikteki postmodern devrimin bu yorumunun tartışmalı olduğunu ve mümkün tek yorumun hiçbir şekilde bu yorum olmadığını fark edecektir. Post modern ahlak yaklaşımı nosyonu, fazlasıyla sık olarak etik olanın ölümünün, etiğin yerini estetiğin almasının ve bunu izleyen nihai kurtuluşun kutsanmasıyla ilişkilendirilmiştir. (…) Postmodern kurtuluşun ünlü ozanı, The Era of the Void (Boşluk Çağı) ve Empire of the Ephemeric’in (Geçiciliğin İmparatorluğu) yazarı olan Lipovetsky, davranışımızın nihayet, ezici, sonu gelmez ödevlerin, emirlerin ve mutlak yükümlülüklerin son kalıntılarından da kurtulduğu l’aprés-devoir* çağına, post-deontik** çağa girdiğimizi ileri sürer. (…) En evrensel sloganımız, ‘Aşırılığa Hayır!’ Bizimkisi katıksız bireycilik çağı ve sadece hoşgörü talebiyle sınırlanan iyi taşam arayışı revaçta (kendi kendini kutlayan ve vicdandan yoksun bireycilikle birleştiğinde, hoşgörü kendini ancak kayıtsızlık olarak ifade edebilir). (…)

(…)

Bence, postmodern etik yaklaşımının yeniliği, her şeyden önce tipik modern ahlaki kaygıların terkedilmesinde değil, ahlaki sorunları ele almanın tipik modern yollarının (yani, politik pratikte ahlaki meselelere zora dayalı normatif düzenlemeyle yanıt vermenin; teoride ise felsefi olarak mutlak, evrensel ve temel olanın aranmasının) reddedilmesinde yatıyor. (…)

‘Ahlak’, insanın düşünce, duygu ve eylemlerinin ‘doğru’ ve ‘yanlış’ arasındaki ayrımla ilişkili yönü olarak ayrıldıysa, bu, genel olarak modern çağın başarısıydı. ‘Yararlılık’, ‘hakikat’, ‘güzellik’, ‘uygunluk’ gibi, insan davranışının bugün kesin bir şekilde ayrılan standartları arasında, insanlık tarihinin büyük kısmı boyunca pek az fark görüldü ya da hiç ayrım yapılmadı. Ender olarak uzaktan bakılan ve dolayısıyla üzerinde nadiren düşünülen ‘geleneksel’ yaşam tarzında, her şey aynı önem düzeyindegörülüyor, aynı doğru ve yanlış terazisinde ölçülüyordu. Tüm veçheleriyle, yolların ve araçların bütünlüğü, hiçbir insanın iradesinin ya da kaprsinin karşı çıkamayacağı güçler tarafından geçerli kılınmış gibi yaşanıyordu; yaşam bir bütün olarak İlahi yaratımın  ürünüydü, İlahi takdirin gözetimindeydi. Özgür irade, varsa bile ancak -St. Augustine’in üzerinde durduğu ve Kilisenin elden geldiğince engellemeye çalıştığı gibi- yanlışı doğruya tercih etme özgürlüğüydü; yani Tanrı’nın emirlerini ihlal etmekti: Tanrı’nın buyurduğu şekliyle dünyanın yolundan ayrılmaktı; ve adetlerden görünür bir şekilde sapan her şey bir ihlal olarak görülüyordu. Öte yandan, doğru yolda olmak bir seçim meselesi değildi: Tersine, seçimden kaçınmak -adet olmuş yaşam tarzını izlemek- anlamına geliyordu. Ancak bütün bunlar, geleneğin kontrolünün (sosyolojik deyişle, bireysel davranışa yönelik, dağınık olmakla birlikte, sıkı ve her yerde hazır ve nazır olan komünal gözetim ve yönetimin) giderek gevşemesiyle ve artan sayıda erkek ve kadının yaşamının yönlendirildiği, karşılıklı olarak özerk olan bağlamların artmasıyla birlikte; başka bir deyişle, bu erkeklerin ve kadınların, henüz verilmemiş ya da verilmiş ama eksik olarak verilmiş kimliklerle donatılmalarıyla -dolayısıyla bu kimlikleri ‘kurma’ ve bu süreçte seçimler yapma ihtiyacıyla karşı karşıya olan- bireyler konumuına gelmeleriyle- birlikte değişti.

Hesaplanması, ölçülmesi ve değerlendirilmesi gereken, kişinin seçmesi gereken eylemlerdir, seçilecek olan ama seçilmeyen öbür eylemler arasında seçtiği eylemlerdir. Değerlendirme, seçmenin, karar almanın vazgeçilmez bir parçasıdır; karar alan insanın hissettiği, yalnızca alışkanlıkla hareket edenlerin nadiren üzerinde düşündüğü bir ihtiyaçtır. Ancak değerlendirmeye başlayınca, ‘yararlı’nın mutlaka ‘iyi’ olmadığı ya da ‘güzel’in ‘hakiki’ olmak zorunda olmadığı açığa çıkar. (…)

(…)

İşte bu nedenle, gerek modern yasa koyucular gerekse modern düşünürler, ahlakın, insan yaşamının ‘doğal bir özelliği’ olmaktan çok, tasarlanması ve insan yaşamına sokulması gereken bir şey olduğunu hissettiler; bu nedenle her şeyi kapsayan birleştirici bir etik -yani, insanların öğrenebilecekleri ve itaat etmeye zorlanacakları tutarlı bir ahlaki kurallar bütünü- oluşturmaya ve dayatmaya çalıştılar; yine bu nedenle, bu yöndeki en içten çabaları boşa çıktı (önceki çabaları ne kadar az başarılı olduysa, o kadar çok çaba gösterdikleri halde). Kilisenin, şimdi tükenmiş ya da etkisiz kalmış olan ahlaki gözetiminin bıraktığı boşluğun, dikkatle ve ustalıkla uyumlulaştırılmış bir dizi rasyonel kuralla doldurulabileceğine ve doldurulması gerektiğine; inancın artık yapmadığını aklın yapabileceğine; gözlerini dört açar ve tutkularını bastırırlarsa insanların karşılıklı ilişkilerini, inançla ‘körleştikleri’, yabani ve evcilleştirilmemiş duygularının başıboş bırakıldığı dönemlerde olduğu kadar, hatta belki de o dönemlerde olduğundandaha çok ve daha iyi (daha ‘uygar’, barışçıl ve rasyonel bir şekilde) düzenleyebileceklerine içtenlikle inandılar. (…) Öte yandan, ‘insanların biraradayaşamalarını rasyonel şekilde düzenleme’ -bireylerin özgür iradelerini uygular ve seçimlerini yaparken, yanlış ve kötü olana karşı doğru ve uygun olanı muhtemelen seçecekleri şekilde kaleme alınan bir yasalar bütünü, bu şekilde idare edilen bir toplum- arayışından hiçbir zaman vazgeçilmedi.

Erkeklerin ve kadınların modern yaşam koşullarındaki varoluşsal durumları eskisine göre çok farklı olduğu halde, eski varsayımın -özgür iradenin kendisini sadece yanlış seçimlerde ifade edeceği, özgürlüğün kontrol edilmediği takdirde her zaman ahlaksızlığın kıyısında dolaştığı ve bu nedenle iyinin düşmanı olduğu ya da olabileceği varsayımının- felsefecilerin kafasında ve yasa koyucuların uygulamalarında hüküm sürmeye devam ettiği söylenebilir. (…) ‘Toplumun işleyişi’nden sorumlu olanların, ‘genel refahın’ muhafızlarının gözüyle ‘yukarıdan’ bakıldığında, bireyin özgürlüğü kaçınılmaz olarak gözlemciyi endişelendirir. sonuçlarının tamamen öngörülemez olması nedeniyle, sürekli bir istikrarsızlık kaynağı -daha doğrusu, düzeni sağlamak ve güvenceye almak için engellenmesi gereken kaos unsuru- olması nedeniyle baştan kuşkuludur. Felsefecilerin ve yöneticilerin bakışı ise, ‘yukarıdan bir bakış’ -görevi düzenin yasalarını yapmak ve kaosu önlemek olanların bakışı- olmak zorundadır. (…) Bireylerin münasebetsiz, potansiyel olarak kötü itkilerinin kontrol altında tutulması -içerden ya da dışardan: Rasyonel yetilerinin yardımıyla içgüdülerini bastırıp ‘doğru yargıları’nı uygulayarak aktörlerin kendileri tarafından; ya da aktörleri, ‘yanlış yapmanın karlı olmaması’nı sağlayarak çoğu bireyin yanlış yapmasını çoğunlukla önleyecek, rasyonel olarak tasarlanmış dışsal baskılara maruz bırakmak yoluyla- gerekliydi.

(…) Bireyler rasyonel yetilerden yoksun olsalardı, dışsal uyarılara ve teşviklere gerektiği gibi tepki vermeyeceklerdi, ne kadar ustaca ve hünerli olursa olsun ödülleri ve cezaları manipüle etme çabaları boşa gidecekti. (…) Ama öte yandan, amaçları potansiyel olarak çatışıyordu. (…)

Bu aporetik durum (apori: Özet olarak, üstesinden gelinemeyen bir çelişki, çözülemeyen bir çelişki) modern toplumun kaderi olarak, itiraf edildiği gibi ‘insan yapımı’ bir yapıntı oalrak kalmak zorundaydı -ama kaderin onarılmaz olduğunu kabul etmemek modernliğin en büyük özelliğiydi. Aporinin, henüz çözülmemiş, ama ilkece çözülebilir olan bir çatışma olarak; geçici bir baş belası, mükemmelliğe giden yoldaki kalıntı bir kusur, aklın hakimiyetine giden yoldaki bir akılsızlık kalıntısı, aklın kısa bir süre sonra düzeltilecek geçici bir kusuru, bireysel çıkar ile genel çıkar arasındaki en uygun dengenin ne olduğu konusunda henüz tamamen giderilememiş bilgisizliğin bir işareti olarak küçümsenmesi, modernliğin tipik, belki de tanımlayıcı bir özelliğiydi. (…)

(…)

(…) Felsefecilere göre, kuralların temeli, o kurallara uyması beklenen kişiler şu ya da bu nedenle onlara uymanın yapılması doğru olan şey olduğuna inandıkları ya da buna ikna edildikleri takdirde sağlam olacaktı. ‘Temeli sağlam’ kurallar, ‘Neden bu kurallara boyun eğmeliyim?’ sorusuna yanıt getiren kurallardır. (…)

(…) ‘Kusursuz’ olduğu ileri sürülen bir reçete yanlışlanabilir, tekzip edilebilir ve reddedilebilir, ama gerçekten kusursuz bir reçete, yeni arayışları tamamen ortadan kaldıracak bir reçete 8içlerinden biri bunu kesinlikle yapmalıdır) arayışı engellenemez. (…)

Postmodern olan, böyle bir olasılığa inanmamaktadır; ‘kronolojik’ bir anlamda (modernliği yerinden edip onun yerini almak, ancak modernlik sona erdiği veya yok olmaya yüz tuttuğu anda ortaya çıkmak, kendisini ortaya koyduğunda modern görüşü imkansız kılmak anlamında) ‘post’ değildir; modernliğin uzun ve samimi çabalarının yanlış olduğunu, aldatıcı görüşlere dayandığını ve -er ya da geç- normal seyrini izleyeceğini (çıkarsama ya da sadece önsezi biçiminde) ima etme anlamında; başka bir deyişle, kendi imkansızlığını, umutlarının beyhudeliğini ve çabalarının verimsizliğini modernliğin kendisinin göstereceği (henüz göstermediyse) ve kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstereceği anlamında. Kusursuz -evrensel ve sarsılmaz temellere sahip- etik kod hiçbir zaman bulunmayacaktır; parmaklarımızı çok sık yaktığımız için, bu keşif gezisine başladığımızda bilmediğimiz şeyi bugün biliyoruz: Aporetik olmayan, müphem olmayan bir ahlak, evrensel olan ve ‘nesnel temellere dayanan’ bir etik, pratik olarak imkansızdır; hatta belki de bir oxymoron, terimlerdeki bir çelişkidir.

Bu çalışmanın konusunu modern özlemlerin bu postmodern eleştirisinin sonuçlarının araştırılması oluşturmaktadır.

Postmodern perpektiften bakıldığında görüldükleri haliyle, aşağıdakilerin ahlaki durumun işaretleri olduğunu ileri sürüyorum.

  1. ‘İnsan özünde iyidir ve doğasına uygun olarak hareket etmesine yardımcı olmak yeterlidir’ ve ‘İnsan özünde kötüdür ve kendi itkileriyle hareket etmesi önlenmelidir’ şeklindeki, birbiriyle çelişen, buna karşılık sık sık aynı iman gücüyle dile getirilen iddiaların ikisi de yanlıştır. Aslında insanlar ahlaki olarak müphemdirler: Müphemlik yüz yüze insan ilişkilerinin ‘ilk sahnesinin’ merkezinde yer alır.  Bunu izleyen tüm toplumsal düzenlemeler rasyonel şekilde ifade edilen ve düşünülen kuralların ve ödevlerin yanı sıra iktidara dayanan kurumlar da- bir yandan bu müphemliği yapı malzemesi olarak kullanırken, diğer yandan onu müphem olma ilk günahından arındırmak için ellerinden geleni yaparlar. (…) İnsan birlikteliğinin esas yapısı düşünüldüğünde, müphem olmayan bir ahlak varoluşsal olarakimkansızdır. (…) Öte yandan, rsayonellik ahlaki itkiyi hükümsüz kılmaz; en fazla onu susturabilir ve felç edebilir; böylelikle ‘iyi olanın yapılması’ ihtimalini güçlendirmek bir yana, zayıflatır. (…)
  2. (…) Kurallara bağlı oldukları söylenebilecek bir şekilde düzenli, tekrara dayalı, monoton ve öngörülebilir değildirler. (…) Yasa gibi, taraf olduğu durumlarda ‘uygun’ ve ‘uygunsuz’ eylemleri tanımlamaya çalışır. (…) Başka bir deyişle, etik, hayattaki her durumda, sayısız kötü seçenek karşısında bir seçeneğin iyi olduğuna hükmedebilir ve edilmelidir varsayımıyla hareket eder; dolayısıyla, aktörler de olmaları gerektiği gibi rasyonel olduklarında eylem rasyonel olabilir. (…)
  3. Ahlak ıslah olmaz bir şekilde aporetiktir. Müphem olmayan bir şekilde iyi olan pek az seçenek vardır (bunlar da görece, anlamsız ve varoluşsal önemi daha az olan şeylerdir). Ahlaki seçimlerin çoğu, çelişkili itkiler arasından yapılır. Ama daha önemlisi, sonuna kadar götürülürse hemen hemen her ahlaki itki ahlaki olmayan sonuçlara yol açar (daha tipik olarak, Ötekine yönelik özen itkisi, sonuna kadar götürülürse Ötekinin özerkliğinin ortadan kalkmasına, tahakküme ve baskıya yol açar); oysa ahlaki aktör sınırları genişletmek için içtenlikli bir çaba göstermezse hiçbir zaman ahlaki itki uygulanamaz. Ahlaki benlik müphemlik ortamında hareket eder, hisseder, eyler ve belirsizlikle ölür. O halde müphemliğin bulunmadığı ahlaki durum, ahlaki bir benlik açısından muhtemelen vazgeçilmez olan ufkun ve uyarıcının ütopik bir varoluşudur yalnızca; etik pratiğin gerçekçi bir hedefi değil. Ahlaki eylemler nadiren tam bir tatmin sağlar; ahlaki kişiye yol gösteren sorumluluk her zaman yapılmış olanın ve yapılabilenin ötesindedir. Tersine yönelik tüm çabalara karşın, belirsizlik ahlaki benliğin durumuna her zaman eşlik edecektir. Aslında, ahlaki benlik, yapılması gereken her şeyin yapılmadığının belirsizliğiyle tanınabilir.
  4. Ahlak evrenselleştirilemez. Bu cümlenin, ahlakın ancak yerel (ve geçici) bir adet olduğu; bir yer ve zamanda ahlaki olduğuna inanılan şeye başka bir yer ve zamanda kesinlikle kaş çatıldığı; dolayısıyla şimdiye kadar uygulanan her tür ahlaki davranışın zamana ve yere abğlı olduğu, yerel tarihin veya kabile tarihinin kaprislerinden ve kültürel icatlardan etkilendiği şeklindeki, sık sık dile getirilen ve görünüşte benzer olan önermeyle ifade edilen ahlaki göreciliği zorunlu olarak desteklemesi gerekmez; göreci olan bu önerme genellikle ahlaklar arasındaki tüm karşılaştırmalara ve her şeyden önce ahlakın tamamen tesadüfi ve olumsal kaynaklarını araştıranların dışındaki tüm araştırmalara karşı çıkan bir buyrukla ilişkilidir. Bu kitapta dile getirilen ‘ahlak evrenselleştirilemez’ iddiası farklı bir anlam taşıyor: Modern çağda, Gleichschaltung’a,*** tüm farklılıkları bastırmak ve en önemlisi ahlaki yargının tüm yabani -özerk, zaptolunmaz ve denetlenemez- kaynaklarını ortadan kaldırmak için gayretli bir çabaya girişme niyetinin pek de iyi gizlenmeyen bir ilanı olarak işlev gören ahlaki evrenselciliğin somut bir çeşidine karşı çıkıyor. (…) Bugün gördüğümüz gibi bu çabaların bürünebileceği tek biçim, ahlaki benliğin özerk sorumluluğunun yerine dışerksel, dışarıdan dayatılan etik kuralları koymaktır (ve bu ahlaki benliğin yetkisizleştirilmesinden, hatta yok edilmesinden başka bir anlama gelmez). (…)
  5. (…) Toplumun denetim masasından, düzenin içindeki kaos ve anarşi tohumu gibi; aklın (veya onun kendinden menkul sözcğleri ve temsilcilerinin), insan birlekteliğinin ‘mükemmel’ düzenlenmesi olarak ilan edilen şeyi tasarlamak ve uygulamak için yapabileceklerinin dış sınırı gibi görünür. Bununla birlikte, ahlaki itkiler ‘gerçekten var olan’ herhangi bir düzenlemenin idaresi için vazgeçilmez bir kaynaktırlar: Tüm toplumsal düzenlerin kalıba dökülmesini sağlayan toplumsallığın ve ötekilere bağlılığın hammaddesini sağlarlar. Bu nedenle, ortadan kaldırılmaları ya da yasadışı ilan edilmeleri değil, evcilleştirilmeleri, işe yarar hale getirilmeleri gerekir. (…)
  6. Etik yasamadaki toplumsal çabaların muğlak etkisi göz önüne alındığında, ahlaki sorumluluğun -Ötekinin yanında olabilmek için Öteki için olmak- benliğin ilk gerçekliği olduğu, toplumun bir ürünü değil, bir başlangıç noktası olduğu varsayılmalıdır. İster bilgi, ister değerlendirme yapma, isterse acı çekme yoluyla olsun, Öteki ile girilen tüm ilişkilerden önce gelir ahlaki sorumluluk. Dolayısıyla hiçbir ‘temeli’ yoktur; hiçbir nedeni, hiçbir belirleyici etkeni yoktur. Var olmamasını istemek veya sağlamak neden mümkün değilse, varlığının gerekli olduğunu ikna edici bir şekilde savunmak da aynı nedenle mümkün değildir. Bir temel olmadığında, ahlaka yönelik olarak ‘nasıl mümkün olabilir?’ sorusu hiçbir anlam ifade etmez. Böyle bir soru ahlakın kendisini gerekçelendirmesini ister; oysa ahlakın sebebi yoktur; gerekçeleri ve sebepleri ifade etmek için kullanılan terimlerin ortaya çıktığı ve anlam taşıdığı, toplumsal olarak idare edilen bağlamın orataya çıkışından önce gelir. Bu soru ahlaktan köken belgesini göstermesini ister; oysa ahlaki benlikten önce hiçbir benlik yoktur; ahlak nihai, belirlenmemiş mevcudiyettir; aslında eğer varsa ex nihilo**** yaratım edimidir. Son olarak bu soru zımnen ahlaki sorumluluğun akla karşı bir gizem olduğunu; özel ve güçlü bir dava yoksa benliklerin ‘normal olarak’ ahlaki olmayacaklarını; ahlaki olmak için benliklerin öncelikle oluşturucu öğelerinin bazılarını bırakmak veya azaltmak zorunda olduklarını varsayar (ahlaki eylemin tipik olmayan bir şekilde özverili olması temelinde, en yaygın öncül, vazgeçilen öğenin özçıkar olmasıdır; burada kendi için değil Öteki için olmanın ‘doğaya aykırı’ olduğu ve varlığın iki kipinin birbirine zıt olduğu varsayılır). Oysa ahlaki sorumluluk tam da kendini kurma eylemidir. Bir vazgeçme varsa, ahlaki benlikten toplumsal benliğe, için olmaktan ‘sadece’ yanında olamaya giden yolda oratay çıkar. (…)

*Ödev-sonrası. (y. h. n.)

**’Ödev bilimi’, ahlaki ödevlerin toplumsal durumlara göre incelenmesi. (y. h. n.)

***Eşgüdümleme; birbirinin benzeri ve eşiti kılma. (y. h. n.)

****Hiçlikten, boşluktan. (y.h.n.)”

Postmodern Etik, Zygmunt Bauman, Çev: Alev Türker, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2011, s. 10-25

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.