Gülümsedi, dinlerken gözleri kavanoz dibinden derindi, şeker doluydu. Yaşamak her an ölmektir zaten, ölerek yaşar ve yaşayarak ölürüz. Her şarkının, her düşün eceli vardır ama masallar sonsuzdur. Çünkü Şehrazat bin bir gece masal anlatarak ölümden kurtulmuştur.[1]
diye yazar Hızarcı Arın’ın ağzından. Daha önce de değindiğim gibi bir yazar için anlatmak ölümü ertelemektir bir yerde. Yazarak anlatır çoğu yazar; ama metin sona erdiğinde veya anlatacak bir şeyi kalmadığında ne olacaktır? Burada yazmak yaşamanın yerini tutar, beri yandan yazmak an be an yazının sonuna doğru yaklaştırmaktadır yazarı, yani ölüme. Bir anlatı yazarı anlattığı şeyin bütününü bitirmeden kendi de bilmez; gözünün önünde bitirmediği bir anlatının tam hali yoktur hiçbir zaman; tıpkı yaşam gibi anlatı da son nokta konduğunda anlamına kavuşacaktır. “Hayal ediyorsan sonuna kadar gitmelisin, masal anlatıyorsan sonunu bilmemelisin.” [2]der romanda taşın içinde gizli olan taş ustası. Bir anlatı yazarı hikayesini bitirmelidir ve çoğu zaman bu hikayenin sonu kendisi için de malum değildir. Çünkü bazen anlatı yazarı her ne kadar başlangıçta kafasında romanın muğlak tasarımı ve bu tasarımın belli bir sonu ile işe koyulsa da yazdıkça anlatı kendi gelişimiyle sonunu dayatmaya başlayacaktır yazarına. Yazar hiç ummadığı yerlere sürüklenebilir kendi metninin içinde. Tıpkı benim şu anda okuduğum bu roman yüzünden kendi metnimde dalgaya kapılmış bir kayık misali sürüklenmem gibi. Tesadüf mü bu yoksa tesadüf diye bir şey yok mu bilmem ama romanın ikinci bölümü Gökyüzüne Yazmak’da Hızarcı bir ‘yazı ustasının’ ağzından yazdığı şu sözlerle hemen hemen benim Kaan İnce’den yola çıkıp onun hakkında okuyarak ve yazarak kendime (‘ben’e, varoluşuma, varlığa) yaptığım yolculuğu tasvir ediyor: “Bir kitap okurken araya giren başka bir kitabın tam da oraya kaldığım yere ilişmesi gereken bir parça olduğunu düşündüğüm kimi anılar birike birike yazıya dair fikrimi değiştirdi, hatta altüst etti.” Sadece okurken mi yazarken de araya giren bir kitap yazdığınız metnin bir yerlerine tam oturur bazen; bazen de metnin gidişatını değiştiriverir. “Okumak üstüne böyle anlatılması güç anılarım var” diyor yazı ustası. Okumak ve yazmak da yaşamak gibi anılar veriyor insana. Bunlar üzerine anılarımızı anlatmak güç; çünkü yazın dünyasının kapıları açıldığında okumak da yazmak da yaşamaya dönüşüyor ve bu yaşamak başka türlü bir yaşamak. Edebiyat denen yazar ve okurun çoğul bir bene dönüştüğü; bu ‘Ben’ denen Tanrının ruhunda uzamın ve zamanın yokolduğu bir sonsuzlukta; öznelerin yazı halinde parçalanamaz ama kendinin farkında bir bütün oluşturduğu dünyada başka türlü bir yaşamaktır bu.
Ve usta sözlerine şöyle devam eder:
Okuduğum kitaplardan pasajlar kesip, karmaşık bir düzende birleştirerek yeni bir metin çıkarmaya yeltendim birkaç kere. Hiçbirini tamamlayamadım ama bu uğraşlar yazı üstüne başka türlü düşünmeme yol açtı. Zaten başka türlü düşünüyorsan başka türlü yazarsın[3]
Benim de bu metinde yapmaya çalıştığım tam da buna benzer bir şey. Kaan hakkında yaptığım okumalarla kendi yazdıklarımı ve düşündüklerimi bir kolaj haline getirip bütünlüklü bir metin oluşturmaya çalışıyorum. Tek fark benim bu metni bir sona ulaştıracağıma inanmam. Peygamberler, Filozoflar ve Şairler’de de buna benzer bir şey denemiş ve onu bitirebilmiştim. Ne kadar iyi bir kitap oldu bilmiyorum; çok da önemli değil zaten. Gerçi o kitap basıldıktan beri başka başka şeyler okudukça o kitapta yer alması gerektiğini düşündüğüm pek çok yazıya rastladım ve rastlıyorum. Ama ne de olsa hiçbir kitap tam ve kusursuz olarak bitemez değil mi? Bir kitabı bitirmek için mutlaka eksik bırakmak gerekir. Hem yazar da değişir; dönüşür ve ustanın dediği gibi artık başka türlü düşünüp başka şeyler yazacaktır. Yine de itiraf edeyim ki Peygamberler Filozoflar ve Şairler’in ikinci baskısı olacak olursa diye artık olmasaydı daha iyi olurdu dediğim bölümleri çıkarıp az değindiğimi düşündüğüm bir konu hakkında bir ek hazırladım bile. Sonuçta denebilir ki bir metin basılıp ifşa olmadıkça asla tam olarak sonlanamaz.
“Evet, aynen öyle… Ben yeni bir sayfa yazarken önceki sayfalardan bazı tümceler kendiliğinden siliniyor. Metne son noktayı koyana dek silinmeye devam ediyor. Yani son noktayı koyana dek metnin bütününü bilmiyorum, zaten mümkün değil.”[4]
Ben de diyorum ki kitap ifşa olmadıkça son noktayı koyduğuna emin olamaz yazar. Metin kitaba dönüşüp yazarından koptuğunda ise yani
Bir metin tamama erdiğinde yazar tamlık hissetmez, tersine alabildiğine eksiktir. Çünkü bir metnin tamam olması, yazarından kopmasıdır, çıkıp gitmesidir. Yazar, kopuşunu hisseder, ruhu sızlar. Metne ruhunu vermiştir, ruhundan bir can çıkar. Bu his, bu sızı, ancak doğuma benzetilebilir. [5]
Evet, doğuma benzer bu durum; çünkü bir çocuk ne kadar annesinin çocuğuysa da büyürken özerkleşecek ve kendi kararlarını kendi verecektir. Bir metin de okurunun elinde ve dünyada bir başına artık yazarının müdahalesi olmadan var olacaktır; ne olacağına yazarın karışamayacağı bir dünyaya adım atmıştır bundan böyle; eksiklerini kendi ya tamamlar ya da eksiklikleri gün geçtikçe büyür.
Hızarcı’nın romanının ikinci bölümü Gökyüzüne Yazmak Düş Kırığı kadar şiirsel olmamakla beraber yukarı da da alıntıladığım usta yazar ve çırağını merkeze alan kıssasında yazmak hakkında benim için çok önemli tespitler bulunuyor. Bu bölümde, ilk bölümdeki çocukların mahallesine kumpanyasıyla gelen Kore Gazisi Cambaz’ın Kore Savaşı’nda esir kampında başından geçen olaylar ile usta yazar ve çırağının kıssası dönüşümlü olarak ilerliyor. Cambaz’ın ağzından anlatılan hikayede Hızarcı ölüm ve yaşamın anlamını sorguluyor. Yazarın bu romandan önce Çanakkale Savaşı hakkında ikiz romanları olduğunu düşünürsek, onun genelde bu varoluşsal temaları savaş paradigması çerçevesinden ele aldığı düşünülebilir. Ne var ki onları okumadığım için bu konuda net bir şey söyleyemiyorum.
Gökyüzüne Yazmak’da Kore’de Cambaz ve başka ülkelerden askerler Kuzey Koreli asker ve gerillaların esir kampına düşmüşlerdir. ‘Düşman’ askerler onları bir lağım çukuruna atmışlardır ve türlü biçimde aşağılamaktadırlar. Onlara yalnızca yaşayabilecekleri kadar ekmek ve su vermektedirler. Esir askerler arasında çıldıranları ise çukurdan çıkarıp öldürmekte ve mezarlarını da arkadaşlarına kazdırmaktadırlar, fakat her fırsatta esirleri aşağılayan gerillalar çıldıranlara ve onların cenazesine karşı saygı göstermektedirler. Bunun sebebini soran esirler ve gerillalar arasında şöyle bir diyalog geçer:
“O öldü. Artık bir esir değil. Artık bir düşman değil. O artık yalnızca bir ruh. Onurlu ve saygın bir cenazeyle uğurlanmak hakkı”
“Peki onu neden öldürdünüz? Çıldıranlara da mı saygınız var?”
“Siz her türlü acıyı hak ediyorsunuz. Bir insan çıldırınca ruhu acı çeker. Biz kimsenin ruhuna düşman değiliz.” [6]
Bu bölümde Korelilerin inanışı aracılığıyla söylenen şey aslında ‘çocukluk’la yani insanın varlıkla sahih ilişkiler kurduğu dönemle yakından ilgili. Ruh yetişkinin çocukluğuyla kalan tek bağını; kaybettiği sahih ben’ini simgelemektedir. Ama gündelik yaşam dediğimiz anonim dünyada giderek uzaklaşmıştır insan ruhundan. Çıldırmaksa bir bakıma insanın kurgulanmış dünyayla bağının kopması ve çocukluğunda yakın olduğu ruhunun üzerindeki örtünün kalkması demektir. Yani bir bakıma çıldırış çocukluğa geri dönmektir ama acı içinde bir çocukluktur bu ve acı çeken bir çocuk kimsenin düşmanı değildir artık.
Barış K.
- 05.2015
[1] Agy, s. 56
[2] Agy s. 125
[3] Agy, s. 186
[4] Agy s. 196
[5] Agy s.204
[6] Agy, s. 164