İmdi Kaan ve şiirini ele almaya başlamadan önce şair ve şiiri arasında nasıl bir ilişki olduğu konusunda biraz durmamız gerek.
Öncelikle şair ve şiiri arasındaki ilişkinin çok çapraşık bir yapıda olduğu ve açık seçik biçimde çözümlenemeyeceğini kabul etmek gerekir. Nihayet her şairin şiiri ile bağı farklı olabileceği gibi aynı şairin kendi şiirlerinin her biriyle arasındaki bağ da farklı farklı biçimlerde olabileceği için bu konuda çok genelleyici önermeler ortaya koymak pek mümkün değil. Lakin bir şair ve şiirini beraber ele alacaksak ki bundan önce bunu bazı şairlerle şiirlerinden bahsederken yaptık bu ilişki hakkında fazla da uzatmadan birkaç kelam etmeden de olmaz kanaatindeyim.
Yusuf Eradam bu mesele hakkında yazı üzerinden şöyle demiş: “Yazılan yaşananın izdüşümüdür, ondan ipuçları taşır.
Yazılan yaşananın kitabesidir.”[1] Bu tespit içinde büyük bir doğruluk payı taşısa da özellikle şiir bazında ele alındığında oldukça indirgemeci görünüyor. Öncelikle tabi ki özellikle belli şairlerin belli şiirleri kesinlikle kendi yaşamlarından izler taşır. Bunu sanırım Kaan ve şiiri için rahatlıkla söyleyebiliriz. Lakin bazı şairlerin de şiirlerine son derece uzak bir mesafede durduğunu; belli bir estetik yaşantıyı alımlayıcıya geçirmek için şiirlerini soğukkanlı bir matematikçi titizliğiyle kurgulayıp ortaya çıkardıkları da söylenebilir. Bazı şiirlerdeki özne şairine oldukça yabancı, şair ile bağ kurulmasını neredeyse olanaksız kılan söylemler de ortaya koyabilir. Bu yüzden “şiirde belirleyici olan, şairin ‘özne’sidir; kendisi değil” der Hayati Baki. Doğrudur şairin ‘ben’ öznesini kullandığı şiirde illa kendisini kastettiğini söylemek romancının bütün romanlarında kendi hayatını anlattığını öne sürmek kadar safdil bir yaklaşım olur. Sonrasında şiiri, şairin kimliğiyle irdelemenin bir hata olduğunu söyler Hayati Baki; yani ona göre şairin kimliği şiirin kendisinin bir göstergesi olamaz.
dilsel ve zihinsel dizgede yansıyan olgu, içduyumların belirten’i değil; dış dünya tasarımının bilinçsel belirtilen’idir. bilgi ve bilim, dışarıdaki somut değerlerin yazınsal (burada şiirsel) üretimidir. şair[2], ancak, üretilenin (başkalarının ürettiği de) insanı sarmallaması, evrensel olanı kucaklaması, dünyayı kurması (değiştirip dönüştürmesi), ‘hayır’ın öteki adıdır.[3]
Sanırım bu karmaşık ve anlaşılması güç paragrafta Baki’nin anlatmaya çalıştığı şey şudur: Şiir şairin sadece iç yaşantısını belirtmekten ziyade dış dünyanın yazarın bilincinde yeniden kurulup insan için evrensel bir hale getirilerek-tabi bunun için değiştirilip dönüştürülerek- ortaya konmasıdır. Daha basitçe söylersek şiir şairinin yaşantısını değil dış dünyanın yazarın bilincindeki tasarımını imlemektedir. Burada şair bir bakıma bilim adamıyla özdeşleştirilmiştir. Nasıl ki bilim adamının kuramı kendi hayal gücünün ürünü değil de dış dünyanın anlaşılır kılınması için sembollerle ifade edilmesi ise şiir de şairin yaşantılarından ibaret olmaktan ziyade yine dış dünyanın şair tarafından başka bir biçime sokularak bir yaşantı olarak yansıtılmasıdır.
Kısaca “şiir, ‘hayır’dır; şair, hayır’ın üreticisi”[4]dir Baki’ye göre. Ne ki söz ve sahibi arasında hiçbir ilişki, bağ, etkileşim olmadığını söylemek de fazla kati bir yaklaşım olur. Şair’in ‘ben’ öznesini kullandığı yerde kendisinden çok çok uzak bir özneyi dile getirmesinin mümkün olduğu gibi ‘o’ zamirini kullandığı yerde saklanarak kendi sözlerini söylemesi de muhtemeldir.
Aslında bana kalırsa şair ve şiiri arasındaki ilişki hakkında takınılabilecek en doğru yaklaşım bu ilişkinin her şair ve her şairin her şiiri arasında farklı biçimlerde gerçekleşebileceğinin bilincinde olunması; belli bir şair ile bir şiiri arasındaki ilişki hakkında tespitte bulunurken bu tespitin varsayımdan öte bir anlam taşımadığının bir kenarda tutulmasıdır.
Yine Eradam’a dönersek “yazılan yaşananın bir izdüşümüdür” diyen Eradam az ilerde “Tersini söyleyen de vardır” der ve “Mümkündür” diye ekler. “Öyle olursa” yani yaşanan yazılanın izdüşümü olursa doğal olarak “yaşanan yazılanın kitabesi ol”acaktır. Peki bu nasıl mümkün olabilir?
Yaşananı yazmaya çalışırken yazan, düşleme yelken açar.
Düşlem onu yaşamayı göze alanı çok sever. Bırakmaz.
Yazan düşleme girmekten hoşnuttur, ister, çok da korkar.
Bir başka bedenle birleşmek gibidir de ondan.
Böyle çoğalır, çoğaldıkça birleşir kendisiyle, bütünleşir.
Böylece yazar/şair kendi yazdığı düşlemde yaşamaya başlayacak ve “düşlemde yok olup gitmeyi seve”cektir.
Sanmak onun yaşantısı olur.
Olmak,
Yazdıklarıyla
Yaşadıkları arasında sıkıştığından,
Yoktur.[5]
Eradam burada eylem ve söylem arasında derin bir çizgi çekmekte, yaşamak ve yazmayı bambaşka varoluş tarzları olarak ortaya koymaktadır. Halbuki ne eylem ve söylem arasında ne de yaşamak ve yazmak arasında böyle keskin bir ayrım yapılabilir. Yazmak da bir eylemdir ve yaşamanın bir veçhesidir; yazdığınız yazı ne kadar ‘gündelik’ dünyaya aykırı olursa olsun. Hatta denebilir ki ‘gündelik’ dünyada kalabalıklar tarafından sürekli baskılanan ve aynılaştırılmaya çalışılan insanın elinde kalan; özgür olabildiği ve varoluşunu en sahih bir biçimde ortaya koyabildiği ender eylemlerden biridir yazmak. Belki de burada Eradam’ın demek istediği şey yazarın yazmaya diğer eylemlerden daha çok değer verip diğer eylemlerle arasına mesafe koyması ve hatta gündelik hayatın zorunlu eylemlerini yazma eylemi ile arasında bir engel olarak görme noktasına varmasıdır. Ne var ki yazarın bu durumu onun yaşadığını sanıp yok olması demek değildir. Hatta belki de yazın dünyasına girdikçe daha çok var olmaktadır insan; bütün zaman ve mekan olanaklarını ele geçirerek. Lakin Eradam burada yazarın ‘düşsel’ söylemine göre yaşamaya başlamasını ima etmekteyse haklıdır. Çünkü söylemi ve eylemi arasındaki tezatlığa tahammül edemez insan. Dolayısıyla bu durum hep birini öbürü lehine başkalaştırmaya götürür insanı. Burada da yazdıkları kurgulanmış verili dünyayla uyuşmayan yazarın eylemlerini de söylemlerine uydurması son derece olasıdır. Nihayet iş şair ve şiire geldiğinde “özne, değişen ve dönüşen’in değiştiren ve dönüştüren’idir”[6] Sonuçta şair ve şiiri arasındaki ilişki aynı zamanda bir etkileşimdir de. Şair yazdığı şiirle etkileşime girerek dönüşüm geçirir ki böylece yitik ülkesi’ni tekrar bulabilsin ya da ‘ben’le tekrar bir bütün olabilsin.
Kendi şiiriyle etkileşip dönüşüm geçiren şair imgesinin en çarpıcı örneği Maldoror’un Şarkıları adlı şiir kitabıyla Poesies adlı poetika eserini yazıp Kaan gibi genç bir yaşta 24 yaşında intihar eden şair Isidore Ducasse’dir (nam-ı diğer Comte de Latréamount). Burada kendi bloğum dışında bir yerde yayımlanmamış olan Şairler Neden Şiir Yazar adlı uzun denememin şair ile şiirinin etkileşimi ve Lautéamount’la ilgili olan kısmını alıntılayacağım:
“(…) Ve sanıldığı gibi şiir yazma eylemi asla saf söylemsel bir iş olarak kalmaz. Şiir yazılırken şair bir dönüşüm içindedir de: Düzyazınsal dünyada koparıldığı varoluşuna geri dönüş. Şiirin bu dönüştürücülüğünü Nizamettin Uğur şu sözleriyle yazı üzerinden gayet iyi ifade eder: “Yazı, kişinin bilincini, iç dünyasını değiştiren, dönüştüren bir serüvendir; sözü düzenleme, denetleme, derinleştirme, sözün gönderge ile anlık, şimdiye bağlı ilişkisini aşıp onu her yönüyle keşfetme serüvenidir.”[7]
Dönüşen bir şair Lautreamont ve şiir
Bu dönüşümün belki de en çarpıcı örneği İsidore Ducasse’tır. Ducasse, Şarkılar’ı yazarken iki ayrı kişiye dönüşecektir: Hem şair Laetreamont’a hem de şiirin anti kahramanı Maldoror’a. Sonra Poesies’i yazarken tekrar Ducasse’a dönüşecektir; ama bu poetika yazarı Ducasse Şarkılar’ı yazmadan önceki Ducasse mıdır acaba? Kimdir Ducasse? Gaston Bachelard’a göre delinin tekidir; belki de şiir yazma süreci içinde intiharla noktalanacak düşünsel bir dönüşüm yaşadığı için. Camus ‘ya göre ise Ducasse “evrene ve kendi kendine karşı ayaklanmış” “dahi bir liseli”[8]delikanlıdır. Ama işin aslı Ducasse’ın yaşamı hakkında pek fazla bir bilgiye sahip değiliz. Çünkü hiçbir iz bırakmadan yok olmaya öyle gayret etmiştir ki elde ona dair iki fotoğraf ve 1863-1865 yılları arasında okuduğu Pau Lisesi’nden sınıf arkadaşı Lespes’in anıları dışında nerdeyse hiçbir şey kalmamıştır; bir de yazdığı şiir kitabı ve poetika metinleri tabii.
Ducasse’ın dönüştüğü şair Lautreamont’a gelirsek bu isim Eugene Sue adlı 1804-1853 yılları arasında yaşamış; genellikle halk romanı (roman populaire) ve kara roman (roman noir, korku romanı) türünde eserler vermiş Fransız bir roman yazarının Latreaumont[9] adlı romanının isminin biraz değiştirilmesiyle oluşturulmuştur.
“şiiri bir örnek durumuna getireceklerini, onun en iç parçalayıcı yanında gerçek yaşamı bulacaklarını ileri sür”en; “Kutsala saldırıyı tanrısallaştır”an; “şiiri de bir deneyim, bir eylem aracı biçimine sok”[10]an “Romantiklerden Lautreamont’a, gerçek bir ilerleme olmamıştır” yine Camus’ya göre “İbrahim’in Tanrısının çehresiyle şeytansı ayaklanmış imgesi”, “bir kez daha diril”[11]miştir sadece. Francis Ponge’ye göre ise kendisine kadar gelen edebiyatı tersyüz etmiştir Lautreamont: “Lautreamont’u açın! Bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner.” Julia Kristeva’ya bakarsanız da şair öteki ucunda Mallarme’nin bulunduğu romantizmin şiir dilinde bir devrim yapmıştır.[12] Onun yaptığı ölçü ve uyağa dayalı klasik şiir anlayışını yıkarak yerine şiirsel söylemi oturtmaktır.
Blanchot’un da fark ettiği gibi Maldoror’un ilk şarkısı her ne kadar Ducasse Poesies’te onu yerden yere vursa da Byronculuk kokmaktadır. Maldoror’un parlak konuşmasının ışıldadığı diğer şarkılardır özgün olanlar. Yine Camus’ya dönersek Lautreamont insanın “yalnızlığını katlanılmaz bulup evrene karşı ayaklanmış, onun sınırlarını yıkmak”, “insanla dünyayı aynı yok oluşta birleştirmek istemiştir.”[13] İnsanın bu başkaldırısı varlığın kendini yok edemeyişinin de bir çığlığıdır beri yandan. Lautreamont “Öznelliğim ve Tanrı, bir beyin için ikisi çok fazla.”[14] diye haykırırken bir tespitte de bulunmaktadır aslında ben, Tanrı ve varlık kavramsal olarak koparılabilse bile ontolojik olarak birdirler.
Peki şair Lautreamont’un dönüştüğü; “yaşamı bir yara olarak kabul etmiş, intiharın bu yara izini gidermesini de yasaklamış”[15] olan Maldoror kimdir?
Roland Derche’e[16] göre “Maldoror, kinin oğlu, bir şeytanın adıdır.”
Rene Crevel’e göre, “Maldoror, Kötülük’ün şafağıdır” (Maldoror, aurore du mal). Robert Amadou’ya göre, “Maldoror, şafağın şeytanıdır” ( Maldoror, le Mauvais de l’aurore).
P.O Walzer’e göre Tanrı’nın bağışı anlamına gelen Theodore’un olumsuzlanması, tersine çevrilmesidir Maldoror: “Don du Mal” yani Kötülük’ün bağışı. Albano Rodrigues’e göre İspanyolca ‘Kötü acı’nın (Mal dolor) dönüştürülmüş şeklidir.
Marcel Jean ve Arpad Mezei’ye göre[17] Maldoror, mald (lanetli) ve oror (aurore, şafak) sözcüklerinden oluşmuştur, yani şeytandır (Lucifer).
Marcelin Pleynet’ye göre[18] Maldoror, ‘Şafak bunalımı’ ya da ‘şafağın kötülüğü’dür (maldoror, le mal de L’aurore).[19]
Maldoror adı neyin metaforu olursa olsun Maldoror bir şekilde Lautreamont’tur. Çünkü Goethe’nin de dediği gibi “Sonuçta, kendi yarattığımız yaratıklara bağımlıyız”dır.
Maldoror sağduyunun egemen olduğu bu belirlenmiş dünyaya karşı insan sevgisi adına çırılçıplak bir başkaldırının sembolüdür en başta. Lautreamont’un yaşadığı tarihsel ortam bakımından bakıldığında şairin saldırdığı verili dünyanın somut görünümü Tanrı, III. Napoleon ve burjuvazinin işbirliğidir. Bu üçleme varlığın kalıplaşmış toplumsal ve dinsel kurgulanışının sonucu olarak dönemin egemen sınıfını oluşturur. Biz bu üçlemeyi Tanrı, devlet ve burjuvazinin işbirliği olarak okursak 19. yüzyıl Fransa’sından bugüne pek de değişen bir şey olmadığını görürüz. Bu kutsal üçlemeye W. Blake’in Baca Temizlikçisi şiirinde daha açık bir biçimde rastlarız; şöyle yazar Blake emek sömürüsüne maruz kalan bir ‘baca temizlikçisi’ çocuk işçinin ağzından: “ ‘…/ Şarkı söyleyip mutlu göründüğüm için,/ Sandılar ki bir kötülük yok yaptıklarında,/ Şükretmeye gittiler, Tanrıya, papaza ve krala/ Acılarımız üstüne cenneti kuranlara.’”[20] Bugünden baktığımızda değişen tek şeyin global dünyada imparatorlukların yerini sözde ‘cumhuriyetlerin’ almış olmasıdır.
Camus’ya göre “Gururdan kıvranan bu kahramanda doğaötesi züppenin büyüleyici etkilerinin hepsi vardır: ‘Evren gibi hüzünlü, intihar gibi güzel, insansıdan da öte bir yüz’”[21] İnsan sevgisine tezatmış gibi gelecek bir biçimde ‘kötüdür’ de Maldoror. Çünkü bu bir saat gibi önceden kurulu olan ve içine doğduğumuz dünya sahih varoluşumuzu boğarak bize en büyük kötülüğü yapmaktadır aslında.[22] “Bana yaptığınız kötülük çok büyük, çok büyük size ettiğim kötülük, bile bile yapılamayacak kadar.” [23] Bizzat Tanrı da onulmaz bir kötülük yapmıştır Maldoror’a onu ‘çirkin’ kılarak: “Yüce Yaratıcı’nın güçlü bir kin gülümsemesiyle bana bağışladığı çirkinliği kimsenin görmesi gerekmez.”[24] Maldoror’un kötülüğü ‘Tanrı’nın bu kötülüğüne karşı yine Tanrı’nın ‘dişe diş, göze göz’ düsturuna uygun bir biçimde tavır almaktan başka bir şey değildir bir bakıma. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta Tanrının kötülüğünün onun duygularından değil doğasından kaynaklanmasıdır. Çünkü Ducasse onun duygusal değil, duygusuz olduğunu düşündüğünü yazar Poesises I’inde. Tanrı kusurludur da Ducasse’a göre; belki kötü oluşunun kaynağı da budur. Pascal’ın önermesini ters yüz ederek şöyle yazar Ducasse: “Elohim’in yansıması olduğunu kanıtlayacak yüksek nitelikleri, buna karşın bu yansımayı doğrulayacak kusurları vardır doğanın.” [25]
Peki ama Tanrıya/Varlığa nasıl düşmanlık edilebilir; nasıl kötülük edilebilir? Bunun tek yolu “insana, bu yabanıl hayvana bütün yollardan saldırma”ktır; çünkü varlığın çobanı olarak insan yani ‘ben’ Tanrının saldırılabilecek ve yapılan kötülüğü hissedebilecek yanıdır. Böylece
Maldoror düşmanının Tanrı olması yüzünden allak bullak olmuş, büyük canilerin güçlü yalnızlığıyla sarhoş durumda… hem evrene hem de yaratıcısına saldıracaktır, Les Chants, gittikçe artan bir ‘şanlı cinayetler’ dizisini muştulayarak ‘cinayet ermişliğini’ göklere çıkarır, ikinci türkünün yirminci kesiminde gerçek bir cinayet ve şiddet öğretimi başlar.
Ancak burada farkına varılması gereken bu cinayet silsilesinin aslında uzun bir intihardan başka bir şey olmamasıdır. Çünkü Ben yine kendisine Tanrıya /Varlığa savaş açmıştır aslında. Maldoror, “insanla dünyayı aynı yok oluşta birleştirmek istemiştir.” Mantığın bildik kurumsal düşünme kalıplarına bir saldırı olarak “’Gösteriş’ değildir artık söz konusu, bilincin inatçı bir çabasıyla, bilinç olarak var olmamak söz konusudur.” [26]
Kötülük yaparken de kendinden nefret eder Maldoror; çünkü o da suçsuz olmadığını bilir savaş açtığı Tanrı gibi. Belki bu yüzden Maldoror’un Şarkıları’ndaki temel izleklerden biri “Acı çektirmek ve bunu yaparken de acı çekmek” tir. Şarkılar’da kötüdür Tanrı. “Kendini Yaratıcı diye adlandıran”, “bedeni su görmemiş kumaşlardan yapılmış bir kefenle örtülü olarak, budalaca bir gururla” “insan pislikleri ve altınlardan oluşmuş bir taht” üzerine oturur; “İçinde çocukların, yaşlıların can verdikleri yangınlar tutuştur”[27]ur. Burada Tanrının Varlık/ Ben gibi zıtlıkları barındırdığını ve bir biçimde sezeriz altın ve insan pisliği gibi birbirine zıt nesnelerden yapılmış bir tahta oturmasından; hem yaratıcı hem de bir çocuk ve yaşlı katili olabilmesinden. Şarkılar’da tıpkı Varlık/ben gibi birbirine dönüşen yüzleri vardır Tanrının da. ‘Yılan suratlı, iğrenç Ölümsüz’den ‘gergedan’a, ‘kurnaz haydut’a dönüşür; kah sarhoş olup ırmağa yuvarlanır kah genelevde haz peşinde koşar. Dönüşüm zaten Lautreamont’un acıyla beraber temel izleklerinden biridir kitapta. Değil mi ki şiirini yazarken Ducasse da dönüşüm geçirmiştir kitapta da değişim başat unsurdur. Şöyle der J.M.G Le Clezio Maldoror ve Değişimler[28]’inde:
Şarkılar’da en önemli özellik değişimdir. Hiçbir XIX. Yüzyıl şiirsel yapıtı bu yöntemi bunca ısrarla kullanmadı. Bu gerçekten bir yöntem mi, bilinçli bir kullanım mı? XIX. Yüzyıl dağarcığında sık başvurulan bir sözcük olmamasına karşın değişim (metamorphose) sözcüğü düzenli aralarla yedi kez kullanılıyor,
Lautreamont’un dönüşüme bunca vurgulamasından bir kez daha anlaşılır ki Ducasse için Lautreamont sıradan bir takma addan ziyade şiir yazma etkinliğinde kimlik değişimi sonucu dönüşülmüş şairdir. Aslına bakılırsa bu dönüşümler Şarkılar’da ister Tanrı’nın, ister yaratıkların olsun bütün çelişkileri içinde barındıran varlığın görünümlerinin (fenomenlerinin) özdeşliğinin metaforundan başka bir şey değildir. Şarkılar’da varlığın en vurgulanmış metaforu ise hiç şüphesiz okyanus imgesidir. Maldoror’un derin bir saygı duyduğu okyanus “hem yok olma, hem de barışma yeri”ni simgelemektedir. Okyanus, “Kendi kendileri ve başkalarının horgörüsünden kurtulamayan ruhların amansız susuzluğunu, artık varolmama susuzluğunu giderir.” Okyanus ve deniz imgesi aslında bir çok dini metinde ve özellikle dualarda metafor olarak çokça kullanılagelmiştir. Mesela Bahailik ve Musevilik gibi dinlerin dualarında Tanrının korkunç yüzünü imler: “(Tanrım Y.N.) Kimi istersen onu En Yüce Okyanus’a çekersin ve kimi arzularsan ona En Eski Adını kabul etme onurunu bahşedersin.” (Bahai İnancı: Bahaullah)[29] , “Denizde Köpüren dalgalar Senin korku veren gücünü anlatıyor” (Musevilik)[30] Christina Rosetti (1830-1894) de bir şiirinde denizi Tanrı metaforu olarak kullanmıştır: “Rab, denizine akan nehirleriz biz,/ Dalgalarımızı ve köpüklerimizi senden aldık:/ Senden başka,/ Hiçbir şeyiz ve hiçbir şeyimiz yok.”[31] Hristiyan dualarında ise bu metaforlar genelde dünyanın zorluklarını imlemektedir:
“TANRIM VE KRALIM, bu ölümlü dünyanın çalkantılı denizi üzerinden geçip huzur ve saadet limanına varan bütün azizler kutsanmıştır. Tehlikeli yolculuğuna hala devam eden bizleri gözet, kötü ve günaha davet eden sert fırtınalara maruz kaldığımızı hatırla. Teknemiz zayıf ve okyanus çok geniş…”(Augustinus)[32].
Okyanus ve deniz bazen de metafor olmaktan çıkıp özgül anlamında yer alır dualarda; ama yine korkunç ve başedilemez bir güç olarak: “Tanrım denizi bir kelamınla yatıştırdığın gibi kötücül tutkuları günahkar doğamdan çıkar at.” (Kıpti Deyr ül-Ebyad’ın Duaları)[33]; “AZİZ TANRI, bana iyi davran;/ Deniz çok büyük,/ Ve teknem çok küçük”(Breton Balıkçılarının Duası).[34]
Sihlik gibi varlık-Tanrı birliğine dayalı panteist söylemler içeren dinlerde ise bizzat Tanrıyı dolayısıyla Varlığı imleyen bir metafor olarak karşımıza çıkar Okyanus ya da deniz:
RUHUM BANA kulak ver!/ Dalgaların tesirine sendelemeden karşı koyan/ Nilüferin suyu sevdiği gibi Rabbini sev./ Varlığını suda bulan yaratıklar,/ Suyun dışında ölür./ …/ Ruhum bana kulak ver! Bir balığın suyu sevdiği gibi Rabbini sev,/ Daha fazla su, daha fazla sevincidir onun,/ Bedeninin ve zihninin daha fazla dinginliğidir./ Suyun dışında bir gün bile yaşayamaz/ Sadece Tanrı bilir yüreğinin ıstırabını./ …/ Tanrı’yı içinde bilen/ Söz’ün sırrını anlar ve mutlu olur. (Sihlik)[35]
Lautreamont Şarkılar’da varlığın aynı anda barındırdığı iyilik ve kötülüğü beraber görmüştür. Bu yüzden Şarkılar’da gözlerini varlığın tek bir kutbu olan iyiliğe odaklayan “ilkçağ gülümseyişinin yerini usturayla kesilmiş ağzın gülüşünün, öfkeli, gıcırdayan bir gülmecenin görüntüsü al”[36] mıştır. Ama Lautreamont da farkındadır iyilik ve kötülüğün varlığın birbirinden ayrılamayacak görüngüleri olduğunun ki şöyle yazar Poesies I’de: “Ortadan kaldırılamaz iyilik. Kuşkunun ürünüdürler, imansızlar, suçlayıcı melekler, sonsuz acılar, dinler.”[37]
Ağlayış ve gülme birbirine karışır artık. Şarkılar belki de modern zamanların çizgiroman karakteri Joker’in de felsefi zeminini hazırlamıştır: Gülerek kötülük yapan ve kendinde kötülükle gülmeceyi birleştiren karakter. Evrene gözüpekçe ve doğrudan bakıldığında tutarlı bir tavırdır Joker’inki de. Çünkü düzyazınsal dünyanın kurguları içinde yaşayan insan sahih varoluşundan uzaktadır ve toplumun bir parçası olmak için sürekli yapay bir dengeyi korumakla meşguldür hep. Televizyonda binlerce insanın depremde öldüğünü izler ve belki bir süre üzüldükten birkaç dakika sonra bir komedi filminde kahkahaya boğulur. Oysa Joker evrene ya hep gülmeli ya da hep ağlamalı tutarlılığını sonuna kadar izler ve bir biçimde hep gülmeyi seçer; çünkü kötülük de iyilik de vardır evrende ve hepsi de gülünesidir bir şakadan ibarettir. İnsan belki de içinde aynı anda ikisini de barındırabilmelidir. Tıpkı Maldoror’un kötülük yapmak ile acı çekmeyi bir arada yaşaması gibi.
Ducasse sanki Hegel’in Geist’ının diyalektik dönüşümünü izliyor gibidir. Şarkılar’ı yazarken hem kitabın ‘kahramanı’ Maldoror’a hem de şair Lautreamont’a dönüşen Ducasse Poesies’te bu defa poetikacı bir Ducasse’ye dönüşecektir. Özdemir İnce’ye göre bu dönüşüm sırasında Ducasse bir poetikacı olmuştur ama düşünsel olarak Şarkılar’ın şairi Lautreamont’dan pek de farklı değildir: “Maldoror’un Şarkıları –yazı’ya, -rahat’a, -uygun’a ne kadar karşı ise Poesies de o kadar karşıdır.[38]”[39] Camus ise bambaşka okur Poesies’i ve mutlak başkaldırının kitabı Şarkılar’dan sonra Poesies’in mutlak bir evetleme olduğunu öne sürer. Buna delil olarak Poesies’ten şu alıntıyı yapar: “Kararlı bir biçimde bu gölge-ışık oyunlarıyla beslenen umutsuzluk tanrısal ve toplumsal yasaları toptan ortadan kaldırmaya, kuramsal ve gündelik kötülüğe götürür yazın adamını.”[40] Oysa burada bahsi geçen yazın adamı yeriliyor mudur yoksa bu ifade yalnızca yazın adamı hakkında objektif bir tespit midir anlaşılmamaktadır. Ama Camus kararını vermiştir Ducasse için; Şarkılar da başkaldırının zirvesine çıkan Ducasse “kaynaklarını unutunca” Poesies’te kendisinin antitezine; kurulu düzenin bir savunucusuna dönüşmüştür. Çünkü Ducasse’ın bu büyük şiirsel başkaldırısının varabileceği son nokta “var olmamak”tır ; “ya herhangi bir şey olmayı yadsıyarak ya da herhangi bir şey olmaya boyun eğerek[41].” ve Camus’ya göre Ducasse, Poesies de Şarkılar’daki başkaldırısından 180 derece dönerek ikinci yola geçmiştir. Oysa Ducasse’nın neredeyse yaşamına dair hiçbir iz bırakmamaya çalışarak intihar etmesi birinci yolu izlediğini düşündürmektedir. Aslına bakılırsa Ducasse da evren gibi çelişkilerle doludur ve belki de her iki yolu da izlemiştir; eğer Poesies’in gerçekten Şarkılar’dan sonra bir geri çekilme olduğuna karar verirsek. Zaten Özdemir İnce’nin de dediği gibi “Kısacık ömründe geleceği yaşamış; ‘bugün’ü yadsıdığı, ‘bugün’de ‘yarın’ı yaşadığı için çok uğultulu bir yalnızlığı olan” Ducasse’ın “durumu bir çok bakımdan çelişkili”[42]dir. Zaten şair sonsuzlukta olmalıdır varlığın sesi olmak için ki her an da sonsuzluğun bir görüngüsünden başka bir şey değildir. Poesieslerde de varlığın ussal kurgulanışının sonuçları ve savunucuları olan Tanrı, devlet ve burjuva saldırı altındadır. Ussal dünyanın dayanaklarından dine saldırılır: “Gururdur” çünkü “dinlerin ilkesi. Eyüp’lerin, Yeremya’ların, Davut’ların, Süleyman’ların, Turquety’lerin[43] yaptıkları gibi Elohim’e seslenmek gülünçtür.”[44]
Sonuçta toparlarsak şair estetik yaşantısını şiir olarak dile getirerek yani ancak sahih varoluşunu yerine getirip dönüşerek kendi olabilir; şairin estetik yaşantısı yaşayıp geçmemesinin sebebi budur. O yüzden şair şiirini kendi için yazar. (…)”[45]
Kısaca şiiriyle etkileşime girip dönüşen şair herkesin kıyısına tutunmaya çalıştığı kendi uçurumuna atlayan adamdır.
Barış K.
- 07. 2015
[1] Yusuf Eradam, “Yazmak Üzerine”, İzlek 4, Ankara, 1994, s. 14
[2] Sanırm ‘şiir’ olacakmış bu kelime
[3] Hayati Baki, “şiirin çerçevesi için kenar notları”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 3
[4] Agy s. 4
[5] Yusuf Eradam, “Yazmak Üzerine”, İzlek 4, Ankara, 1994, s. 14
[6] Hayati Baki, “şiirin çerçevesi için kenar notları”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 3
[7] Uğur, Nizamettin, Edebiyatın Gizi Şiirin Dili, Kurgu Kültür Merkezi Yay, Ankara, 2014, s.153,154
[8] Camus, Albert, Başkaldıran İnsan, çev: Tahsin Yücel, Can yay, İstanbul, 1998, s.88
[9] Librarire Charles Gosselin, 1838
[10] Agy s. 87
[11] Agy s. 89
[12] La Revolution du Langage Poetiyue, Julia Kristeva.
[13] Camus, Albert, Agy s.90
[14] De Lautreamont, Comte, Maldoror’un Şarkıları, çev: Özdemir İnce, Kırmızı yay, İstanbul, 2012, s.197
[15] Camus, Albert, Agy s. 88
[16] Etudes de Textes Français, Societe d’Edition, Roland Derche, Enseignement Superieur, 1959.
[17] Lautreamont, Oeuvres Completes, Ed. Eric Losfeld, 1971.
[18] Lautreamont, Marcelin Pleynet, Ecrivains de Tonjours/Seuil, 1978
[19] İnce, Özdemir, agy s. 18
[20] Blake, William, Masumiyet ve Deneyim Şarkıları, Çev: Tozan Alkan, Bordo Siyah Yay, 2002, İstanbul s.52
[21] İnce, Özdemir, agy, s.89
[22] Burada Ercan İdare’nin dizelerindeki şu sorunun cevabı da gizli gibidir: “insanın kendi varoluşunu yaşama gayreti/ o kadar mı cinayete azmettirir” İdare, Ercan, Açılmış Koyu Siyah, Kurgu Kültür Merkezi Yay, Ankara 2013, s. 54.
[23] De Lautreamont, Comte, agy, s.51
[24] Agy, s.43
[25] “Doğanın, Tanrı’nın yansıması olduğunu kanıtlayacak yüksek nitelikleri ve onun yansımasından başka bir şey olmadığını gösterecek kusurları vardır.” Pascal. De Lautreamont, Comte, agy, s. 293
[26] Camus, Albert, agy, s.90
[27] Agy s.89
[28] Maldoror et les Metamorphoses, La NouvelleRevue Française, 1 Novembre 1985, No:394
[29] Dualar Kitabı, Der: Mabey, Juliet, Çev: Özgür, Gökçer, Anahtar Kitaplar Yay., İstanbul, 2001, s. 18
[30] Agy s. 19
[31] Agy s. 35
[32] Agy s. 107
[33] Agy s.109
[34] Agy s. 106
[35] Agy s. 24,25
[36] Camus, Albert, agy, s.91.
[37] De Lautreamont, Comte, Agy, s. 178
[38] Rimbaud, Lautreamont, Corbiere, Cros, Robert Laffont Ed. 1980; “Preface de Hubert Juin.”
[39] De Lautreamont, Comte, agy s. 17
[40] Camus, Albert, agy, s.92.
[41] Fantasio da böylece sokaktan geçen bir adam olmak ister.
[42] De Lautreamont, Comte, agy s. 10
[43] Edottard Turquety (1807-1867): Dinsel izleklerden esinlenen karanlık bir romantik şair.
[44] De Lautreamont, Comte, agy s. 283
[45] Yazının tamamı için bkz “Şairler Neden Şiir Yazar” http://bariskahraman78.com