Anasayfa > Books / Kargakara > Şiirden Sızan İnce Ka n (Müntehir ve Maktul Şairler Üzerine Günceler) 4

Şiirden Sızan İnce Ka n (Müntehir ve Maktul Şairler Üzerine Günceler) 4

Bazen kendimi Shining filminde Jack Nicholson’un oynadığı Jack Torrance karakterine benzetiyorum.

Bu arada o gün kuruyemişçiye tam zamanında gitmişim. Kuruyemişçi saate bakıp, tam zamanında geldin abi, dedi. Niye, dedim saat onu biraz geçe gelseydim içki satmaz mıydınız? Evet, dedi üç yüz milyon cezası var abi. İnanabiliyor musun? Ben de ona, ne yapalım; halkımız seviyor böyle şeyleri dedim. Öyle ikiyüzlüdür sevgili halkımız; dindarlığı başkalarının saat ondan sonra içki satın almasına manidir. Adam cevap vermedi; ama onun da hükümetsever olduğunu bu yüzden sustuğunu anladım. Hükümetçiydi ama kenidisine zararı dokunan kanunlarla hükümet arasındaki bağlantıyı kurası gelmiyordu.

Lafı daha fazla uzatmayım. Demem o ki zaten Kaan İnce’den yola çıkıp şairlerin ölümle haşır neşirliği üzerine olacak olan bu yazıya başlamadan bir iki gün önce bir dergide okuduğum bir satır beni bu yazıyı yazıp yazmamak konusunda tuhaf bir ikileme sokmuştu. Yazıya başladıktan sonra başıma gelen bu kesintiler de bunun üzerine tuz biber ekti açıkçası. Okuduğum bir yazarın çocukluğuyla ve çocukluğunun yazı yazmasına nasıl etki ettiğiyle ilgili bir metindi; ya da böyle denebilir. Yazar, çocukluğunda babası annesini terkettikten sonra annesinin- o da bir yazarmış- babasına yazdığı belki de gönderilmemiş bir mektubunu alıntılamıştı ve bana kendimi; bu yazıya başlamamı sorgulatan satırlar da o mektuptaydı. Şöyle yazmış annesi: “Teorilerden, ölmüş yazarlardan, acıdan beslenenlerden, dedikoduyla büyüyüp ödülle taçlandırılanlardan, tezgahtan geçen edebiyattan ve edebiyatçıdan köşe bucak kaçarak yolumu bulmaya çalışıyorum.” (1) Şimdi ben de bu metinde Kaan İnce’yi merkeze alarak ölmüş, öldürmüş, öldürülmüş ve intihar etmiş şairlerle ilgili yazarak, ölmüş yazarlardan, acıdan beslenenlerden mi olacaktım. İşte bu soru yüzünden yazmaya o ikircikli paragrafla başlamıştım. O halde bu meseleyi biraz açmak gerekecek galiba. Ne yalan söyleyim kendimi mezar soyguncusu gibi hissettirdi bu satır ki belki de öyleyimdir.

En iyisi iğneyi başkalarına batırmadan çuvaldızla işe başlayayım. Evet, bu metinde ölmüş yazarlardan daha doğrusu şairlerden bahsedeceğim ve evet metin onların acılarıyla ilgili olacak. Bu beni affettirir mi bilmem ama onlara kendimi yakın hissediyorum. Ölmüş de olsalar beni yalnız bırakmıyorlar onlar. Ne diyor Afşar Timuçin:

Afşar-Timuçin

 Birileri tarih boyunca insanı araştırdılar, onu anlamaya çalıştılar, bunu yaparken tek başına kaldılar. Kimi toplumun içinde insana güvenmek isteyerek acı çekti, kimi toplumun kıyısında insandan uzak durarak. Ama bunlar sanatta olsun felsefede olsun insanı araştırdılar. İşte benim işim o insanlarla. (2)

 İşte bunun için yazacağım bu metni.

İtiraf edeyim intiharı çok düşünmekle beraber buna yeterli cesareti bulamayanlardanım ve sanırım asla da bulamayacağım. Kim bilir belki bu iyi bir şeydir. Zaman zaman intihar hakkında yazmanın insanın kendi intiharını geciktirmesinin de bir yolu olduğunu düşünmüşümdür: Tıpkı yeni bir metne başlayan bir edebiyatçının ölüm karşısında bir bahaneye sığınması gibi. Yapacak bir işi vardır ve onu bitirmeden ölmemelidir. Alacakaranlık Kuşağı dizisinin bir bölümünde hasta ve yaşlı dedesine okumak için durmadan öyküler yazan küçük bir çocuk vardı. Öğretmeni sonunda onun neden ders dinlemek yerine gün boyu derste öykü yazdığını merak etmişti. İşin aslı şuydu ki çocuk ölmüş anne babasından kalmış bir adeti sürdürüyordu: Dedesine her gece bir öykü okumaya başlıyor ama her defasında öyküyü yarıda bırakıp dedesinin ertesi geceye kadar öykünün geri kalanını merak ederek geçirmesini sağlıyordu; böylece dedesi hikayenin devamını dinlemek için ölüme direniyor, ölmüyordu. Öğretmen yıllar sonra artık ortayaşlı bir adam olmuş çocuğa bir başka şehrin kütüphanesinde rastlayacak ve adamın bilmemkaç yaşına gelmiş dedesine kitaplardan hikayeler okuyarak onu hala yaşatabildiğini görecekti. Bu öykü; Binbir Gece Masalları’nda Şehrazad’ın idam edilmemek için Şehriyar’a anlattığı hikayeleri tam tan vakti en heyecanlı yerinde kesmesini bu defa bir torunun hikayeleri yaşlı dedesini yaşatmak için yarıda kesmesine çevirmiş. Bir yazarın bir metni sürdürmesi de belki yazarın ölümü kandırmaya çalışmasıdır.

Ölüm üzerine de çok düşündüm. Hayat kimileri için ölünceye kadar yaşamak kimileri için ise yavaş yavaş ölmek demektir. Seneca’nın dediği gibi: “Tüm Yaşam ölüme doğru bir yolculuktur” ne de olsa. Bu biraz da bakış açınızla ilgilidir.  Ben hep yavaş yavaş öldüğünü düşünenlerden olmuşumdur.

Bu arada demin siz dedim daha önce de biz demiştim. Kimdir bu siz ve biz? Yazarken hep oluyorlar öyle değil mi? Çünkü  “Yazarken hep oluyorlar öyle değil mi” demek için gerekliler. Belki yazmanın doğasındaki gizli, tuhaf, ruhani şeyler bu özneler, zamirler; onları kullanmadan yazamadığımıza göre yazının kendi ruhudurlar belki onlar. Belki yazı siz ona başladığınız an çoklu kişilik bozukluğu olan bir şizofrene dönüşüyordur. Ne çok belki var değil mi işin içinde. Bu belkilerin çokluğu ne bunaltıcı ama kaçınılmaz bir biçimde sarıyorlar beni ben bir şeyler yazmaya çabalayınca. Evet, evet, ne zaman bir şeyler yazmaya başlayacak olsam asıl konumdan böyle uzaklaşırım zaten. Hep neden yazıyoruma eşlik eden bir tutukluk olur. Neden yazdığımla ve şairlerin neden şiir yazdığıyla ilgili daha önce de epeyce kafa yordum aslında. Kendi basılmamış romanımdan da beslenip ondan da alıntı yapayım hazır yeri gelmişken:

Bütün bunları yazarken fark ediyorum ki yazı yazmak gerçekten de zor bir uğraş. Çünkü insan yazı yazarken sadece kendisine değil bütün bir insanlığa hesap veriyor ister istemez. Bugüne kadar tarihte kimsenin yalnızca kendisi için bir şeyler yazmış olabileceğini düşünemiyorum. Örneğin Kafka’nın ölmeden önce dostu Max Brod’a yazdıklarını yakmasını vasiyet ettiği söylenir. Mesele gerçekten Kafka’nın bunu isteyip istemediği değildir, mesele yazarken insanın farkında olmasa da kağıt üzerinde insanlıkla yüzleşmek zorunda kalmasıdır. Günlüğüne kimseye söylemeye cesaret edemediği bir şeyleri yazan on yedilik bir kız bile zihninin karanlık bir köşesi yazdıklarının okunması için yanıp tutuşmaktadır. Bir seri katilin için için yakalanmak istemesi gibi.

Sadece yazarken mi insanlıkla hesaplaşma halindeyiz? Yaşarken de bu böyle değil midir? Attığımız her adımda, bulunduğumuz her eylemde yine o beynimizin örümcek ağıyla kaplı yeri yaptığımızın ‘insan’a uygun olup olmadığını soruşturup durmaktadır. Bu yüzden değil midir çocukluğumuzdaki bir çok doğrudan ve samimi davranışı insanlık hakkında birikimimiz arttıkça, toplum ve tarihle haşır neşir oldukça yapamaz oluruz.

Felsefe bölümünde okurken üniversite hocalarımızdan biri ‘Bu bölümde okuyorsunuz ama okul bittiğinde şimdi yapabileceğiniz birçok şeyi yapamaz hale geleceksiniz’ demişti. Şimdi onu çok daha iyi anlıyorum. Herkes için farklı olabilir ama üniversite eğitimi alan birisi okuldan çıktığında büyük ihtimalle artık kapıcılık ya da hamallık yapamayacak biri haline gelmiştir. Çünkü artık bilinç dediğimiz şey yaptıklarımızın kendimizle, toplumla uyuşup uyuşmadığını yeni yeni bilgilerle sorgulamaya başlamıştır.

(…)

Sonuçta yazarken de yaşarken de kendimizden öncekilerle ve çağdaşlarımızla bir hesaplaşma içindeyiz sürekli. Ama yazmayı yaşamaktan ayıran çok büyük bir fark var. O da yaşanılanların geçip gitmesi yazılanların kalıcı olabilmesi. Yaşadıklarınızın ve aykırılıklarınızın bazen kimse farkına varmayabilir ama bunları yazıya döktüğünüz zaman birilerinin belki de bütün dünyanın okuması ve bilmesi olasılığı ile karşı karşıyasınızdır.

Peki ben neden yazı yazıyorum şimdi. Aslında yazı yazmaktan hiç bir zaman hoşlanmamışımdır. Konuşmayı yazmaya hep daha çok tercih etmişimdir. Öğrencilik dönemlerimde yazım hep kötü, yazılı ödevlerim de hep mümkün olduğunca kısa olmuştur. Öğretmenlik yapabildiğim dönemlerde de not tutturmayı hiç sevmezdim. Günlük tutmayı da hep bir genç kızlık hastalığı olarak görmüştüm. Hatta askerdeyken pembe bir hatıra defteri olan bir çavuşla en çok alay edenlerden biri de ben olmuştum. Acemi birliğinden dağılırken ilkokulun son günüymüş gibi defterine yazı yazmamızı istemişti. Hani şu “Kalbin kadar temiz ve saf bu sayfayı bana ayırdığın için teşekkür ederim” diye başlayan yazılardan. Oysa şimdi oturmuş alnımdan ter damlayarak ve kendimi zorlayarak bunları yazıyorum yaz sıcağında. Bunu yapmamın asıl sebebi doktorumun beni terk etmesi. Evet, psikiyatristim de beni ortada bıraktı ve yaşadıklarımı anlatabileceğim kimse kalmadı artık. Bir yıllık beraberliğimizin sonunda bir hafta önce bana dedi ki(…)

Ne demiştim? Doktorum beni terk ettiği için yazıyorum bütün bunları demiştim değil mi? Haldun bey seanslarımızdan birinde bana yazı yazmanın en iyi terapi yöntemlerinden biri olduğunu söylemişti. İnsan yazarak kendi gerçeğine ulaşabilirmiş. Ben de işte bunu deniyorum. Çünkü aslında gerçekten ölmeye cesaret edemiyorum. Kendimi kandırmamalıyım. Dün gece gerçekten cesaretim ve kararlılığım olsaydı bu gün sağ ve bunları yazıyor olmazdım. Belki kalkar kalkmaz kendimi pencereden aşağı atardım. Üstad Bilge Karasu Lağımlaranası Beyoğlu kitabında “Ölümle oyuna başlandığı anda sözün, oyalanmanın, yeri yoktur”  demiş. Oysa ben oyalanıyorum ve yazıyorum.

Cengiz Dağcı’nın Yurdunu Kaybeden Adam diye bir kitabını okumuştum. Orada da tıpkı benim gibi doktoru tarafından terk edilen ve anılarını yazmaya koyulan bir adam vardı. Aslında tam olarak okudum diyemem o kitabı. Yalnızca biraz başını okumuş, sonra da sonunu okumuştum. Kitabın sonunda anılarını yazmayı bitirmiş ve kendi hakkında bir karara varabilmişti. Son cümlesi şöyle diyordu:

yurdunu-kaybeden-adam

  “Son fırtına ağacı devirdi. Bizler, uçurduğu birkaç yaprak, boşlukta yolunu şaşırmış, ümitsiz şaşkın, meçhul bir geleceğe doğru, yalpa vurup duruyoruz.”

Bunun gibi neredeyse bir tür oluşturacak kadar çok roman var galiba. Roman karakteri büyük bir bunalıma girer, bunalımının tutanaklarını tutmaya başlar –sanki mecburmuş gibi– sonunda bir kurtuluş, sonuç ya da kararla sonlanır roman. Artık yazacak bir şey kalmamıştır, belki de yazmaya gerek kalmamıştır. J.Paul Sartre’ın Bulantı’sındaki Antoine Roquentin bir trene, Knut Hamsun da Açlık’ını bitirip bir gemiye binip gider

Olur ya belki ben de yazdıklarımı bitirdiğimde bir sona ulaşmış olurum.(3)

Yazmak hakkında kafa yoran o kadar çok yazar olmuş ki… Çünkü insan her eyleminin nedenini bilmek ister çoğu zaman; çünkü bir yazar beyhudeliğe sarılırsa aklını kaçırabilir James Joyce gibi. Yazma sebebi yazardan yazara değişir: Kimisi Baudelaire gibi kendine “insanların en aşağılığı olmadığı”nı, “hor gördükleri”nden “aşağı olmadığı”[4]nı kanıtlamak için yazar kimisi daha da ileri gider Ginsberg gibi, “Kendini bir peygamber gibi, bütün evrenin efendisi gibi hissetme”[5]k için yazar. Yani bazen “Yazmak, Tanrıyla Aşık Atmak”[6]tır. Şükrü Erbaş’a göre ise “Günlük güzergah üzerinde, tüm ilişkileri ve nesneleri aynı kalan ve tek yüzüyle algılanan bir yaşama biçimi”nin “yarat”tığı “aşınma duygusu”dur “insanı sanata/şiire iten”.

Yaşadığı maddi koşulları değiştiremeyen, ona uyum sağlamakta sıkıntılara düşen insan kendisine yeni bir yol bulacaktır. Bu yol verili yaşamın sözcükler, sesler, renkler ve çizgiler aracılığı ile yeni bir kimliğe kavuşturulması, tanımlanması, değiştirilmesi, yeniden kurulmasıdır. (…) Görünenin gerisine bir sızış, sığlığa derinlik kazandırış ve tükenen dünyanın yeniden üretilerek zenginleştirilmesidir.[7]

Sonuçta ben neden yazıyorumu artık çünkü ben şimdi yazan bir adamımla savuştursam; sonra arkasından niye bunu yazıyorum gelir.

Neyse asıl ikinci sorudaydık değil mi? İntihar ve ölümle ilgili takıntımdan bahsediyordum. Aynı roman denememe koyduğum şöyle bir pasaj yazmıştım:

 İntihar

Gerçek intiharlar soğukkanlılıkla karar verilenlerdir. Diğer intiharları bunlardan ayırıyorum. Örneğin anlık bir öfkeyle kalkışılan ve başarılan intiharları bunlardan ayırıyorum. Soğukkanlılıkla düşünülüp tasarlanarak uygulanan intihara gerçek dememin sebebi diğerlerinden daha değerli bulmam; yoksa diğerlerinin intihar olmadığını söylemiyorum. Bunları daha değerli bulmamın sebebi ise hayatın görünüşlerinden değil bizzat kendisinden kaynaklanmaları; anlık bir acı çekişten değil bizzat hayatın temelinin acı olduğunun kavranmasından kaynaklanmaları. Kısaca gerçek intiharın temelinde akıl, diğerlerinin temelinde ise duygular yatıyor denebilir. Akıl duygudan değerli midir bilmem ama hayatı kavramada duygular gibi aldatıcı değildir. Şöyle ki, üzgünken dünyayı üzüntü kaynağı olarak gören kişi kendi üzüntüsünün sebebi ortadan kalkınca dünyaya olan tavrını da değiştirir. Yani dünyayı duygularla kavramaya çalışırsak aynı dünya kişiden kişiye ve hatta aynı kişide zamana göre değişik görünüşler alacaktır. Oysa bu görünüşlerin altında bir tane dünya vardır. İşte an gelir insan dünyayı olduğu gibi görür. Bu fark ediş genelde gençlik çağı geçince olur. Bu yüzden soğukkanlı intiharlara gençlik dönemlerinde pek rastlanmaz. Bazı duyarlı ruhlar, hayat kendilerine birçok mutlu olma olanağı tanısa da bir tek yoksunluk durumuyla karşılaşınca —gençlik dönemlerinde— intihar edebilmektedirler.

Unutamadığım intiharlardan biri de ünlü bir televizyon spikerinin oğlunun bilinçsiz intiharıydı. Haberlerden öğrendiğim kadarıyla X’in oğlu eve gelmiştir, onuruna yediremediği bir olay yaşamıştır; belki hakarete uğramış belki de evlenmeyi düşündüğü kız tarafından terkedilmiştir ve vitrin camına kafa atmadan önce şöyle der: “Ben böyle yaşayamam!”

Analiz edersek şöyle demiştir: “Yaşayabilirim ama böyle değil.” Sonuç olarak duygusal intiharda reddedilen hayatın kendisi değil görünüşlerinden biri ya da onun özne üzerindeki bir anlık etkisidir. Örneğin burada kişi hayata değil hayatın karşısında kendi kaldığı duruma itiraz etmektedir.

Özetle duygusal tavır dünyaya iyi ya da kötü değeri atfeder. Oysa dünya kendi başına iyi ya da kötü değil, bütün bu değerlendirmelerin uzağında ve kayıtsız; kısaca ‘değersiz’ ve anlamsızdır. İşte mantık intiharı da bu anlamsızlığa verilen yanıttır.

Dünyanın soğukkanlılıkla değerlendirilebilmesi için onu görmemizi engelleyen birtakım perdelerin aradan çekilmesi gerekir. Dünyayı görmeye engel olan bir çok perde vardır; herhangi bir nesneye duyulan istek, kişinin benimsediği ya da sırtına vurulan sorumluluklar kişi tarafından dünyanın anlamı olarak konumlandırılır. Oysa belli bir olgunluğa varan insan bütün amaçlarının eğreti bir yapısı olduğunu fark eder. Kendi kendisini yaratmamıştır ve varolanlar arasındaki konumundan kaynaklanan bütün istek ve sorumlulukları tesadüfidir. Hayatının anlamı olarak belirlediği şeyleri asıl belirleyen neden-sonuç ilişkileri olmuştur.

Şimdi okuyunca gerçekten çok ukalaca geliyor bu pasaj. Zaten romanıma koyduğumda da öyle gelmişti ki sonrasında şöyle devam etmiştim:

 diye yazmışım en son, bütün evrene yukarıdan bakıyormuş budalalığıyla. Sanırım bunu yazmamın sebebi intihar meselesine kafayı takmış olmamın yanı sıra bu aralar sanki her zamankinden daha fazla intihar vakası yaşanıyor olması ve sanki bütün bunların ya benim çevremde ya da bana göz kırpan bir açıda oluyor olması. Belki de intiharı bir paradigma olarak belirledim ve varlığı bu kalıbın dışında göremediğim için böyle düşünüyorum. Tıpkı bir atom fizikçisinin etrafındaki her şeyi birbirini itip çeken atomlar gibi görmesi gibi.

Sanırım bu romanı yazdığım sıralar da başkalarının acılarıyla besleniyormuş yazdıklarım ki bir yerde de şöyle yazmışım:

Bugünlerde sanki insanlar daha sık intihar ediyor ya da bana öyle geliyor. Gazeteyi açıyorum ve bir haber benim için iliştirilmiş bir not gibi gözüme takılıveriyor: Bilmem neredeki bir felsefeci kendini uçurumdan aşağı atarak intihar etti.  Bu haberi okuyunca düşüncelere garkoluyorum. Bir Felsefeci mi? Ben yaşlarda benim gibi bir felsefeci neden intihar etmişti? Soğukkanlı bir intihar mıydı bu yoksa anlık bir cinnet mi? Uçurumun başındayken acaba neler düşünmüştü? Bütün bu sorular kafamı kurcalıyordu çünkü bu aralar yalnızca intiharı düşünerek rahatlayabiliyordum; intihar benim kavuşamadığım güneşim gibi. Parıltısıyla insanı çeken, yaklaşınca sıcaklığıyla insanı iten bir güneş ki yakın ve uzak intihar haberlerini duyunca güneşi bütün kavuruculuğuyla kucaklama basiretini gösterebildikleri için intihar edenlere saygı duyuyorum.

Peki uçurumdan atlayan bu adamın intiharı da kendisi gibi felsefeci miydi? Uçurumun başına gece mi gitmişti gündüz mü? Cesaret toplamak için önce biraz içki mi içmişti yoksa ayık kafayla soğukkanlı ve kararlı bir şekilde uçurumun başında rüzgara karşı durmuş muydu? Karanlık ve delici bir bilinçle son bir sigara mı içmişti? Yukarıdan dalgaların vurduğu ıslak; kaygan ve sert kayalıklara bakarken ’güneşin yakıcılığına’ nasıl direnmişti? Param ve zamanım olsa bunları öğrenmek için o şehre giderdim herhalde. Ama ne zamanım ne de param var.

İntihar pek çok yazarın meselesi olmuş bugüne kadar; bu konuyu mesele edenlerden benim ilk aklıma gelenler Durkheim ve Camus mesela. Bu aralar elimde Afşar Timuçin’in Erken Ölümler kitabı var ve onda da rastladım

‘İntihar Sorunu’na. Şöyle yazmış üstad:

0000000190548-1

 İntihar bana göre yaşam iyiden iyiye çekilmez olduğu zaman düşünülebilecek bir kurtulma yoludur. (…) Bu da özellikle hastalıklı bir ihtiyarlığın çekilmez koşullarıyla ilgili olmak gerekir. Ben bu konuda tam bir Stoa’cıyım, Stoa filozoflarının insan doğal bir varlıktır görüşünden giderek tükenmiş bir yaşamı bitirmek gerekir anlayışına gönülden katılıyorum.

(…)O(Montaigne y.n.)şöyle düşünür: İnsan belli bir yaşa kadar çabalayıp insanlığa yararlı olduktan sonra köşesine çekilme ya da emekli olma hakkını elde etmiş olur. Kendini öldürmektense kendi köşesinde kendi dünyasında yaşamak uygun olacaktır. Bu da elbet Stoa düşüncesiyle karşıtlaşır. Ölümü beklemek bir Stoa filozofuna ağır gelir. Acılar içinde kıvranarak ya da tam tamına bir boşluğu yaşayarak ölümün gelmesini beklemek, Stoa’cı bu konuda hiç de sabırlı olmayacaktır. Doğrusu bu konuda ben Montaigne’den de yanayım Stoa filozoflarından da yanayım. O nasıl oluyor, iki karşıt şeyi aynı anda benimsemek mantığa aykırı değil mi diyeceksiniz. Değil. Neden derseniz, insan gerçek anlamda emekliliği de enine boyuna yaşayabilmelidir. Evet, benim artık kendi köşeme çekilmemin zamanı geldi diyebilmelidir. Kendine bir ‘uzlet’ köşesi kurup orada dinlenebilmelidir. Ama yaşam koşulları iyiden iyiye kötüleşince çekip gitme hakkını rahatça kullanabilmelidir.[8]

 Burada üstad intiharı sadece yaşlılığın getirdiği acı ve tükenmişlik durumunda makul görüyor gibi. Fakat tükenmek yalnızca yaşlılığın bir sonucu mudur? Cosima Hala’nın Bay Walser’e sıkça söylediği gibi “Bu konuya da daha sonra geleceğiz”[9]

İmdi tüm bunlardan sonra neden şairlerin intiharlarının peşine düştüğüm belki biraz aydınlanmış olabilir. Yine de belkilere dönersek onun ve diğer başka şairlerin intiharlarını benim belki de ölene kadar erteleyeceğim intiharımla özdeştiriyorumdur belki de belki… Biz gene o soruya tekrar dönelim: “Neden başka şairler ve özelde Kaan İnce olacak bu yazının merkezinde?” Bu soru sizin de anlamış olduğunuz gibi sayın bayım iki soruyu birden içinde barındırıyor sayın bayan: Neden şairler ve neden Kaan İnce?

15.04.2015

[1] “Kurşunkalem ve Silgi”, Bedisa Eliadze, Kurgu 14, 2015, s. 116

[2] Erken Ölümler, Afşar Timuçin, Bulut Yay, İstanbul, 2005, s. 172

[3]  “Kurgu Sarmalı” adını verdiğim bu romanın tamamı için bkz http://bariskahraman78.com veya http://www.ozgurroman.com

[4] Baudelaire, Paris Sıkıntısı, YKY, İstanbul, 2011, s. 18

[5] Cambridge, 1965

[6] Yusuf Eradam, İzlek 5, Ankara, 1994, s.12

[7] Şükrü Erbaş, “Şiir Üzerine Usul Sesli Girişler”, İzlek 2, 1993, s. 9

[8] Erken Ölümler, Afşar Timuçin, Bulut Yay, İstanbul, 2005, s. 43

[9] Wolfgang Hieldescheimer, Bay Walser’in Kargaları (radyo tiyatrosu)                

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.