Bu kitabı okurken şu tam saatinde şarap alabildiğim kuruyemişçiyle ilgisini kurduğum bir pasajla da karşılaştım. Hani şu hem saat ondan sonra içki satışı yasağından yakınan hem de bundan hükümetin ve ona oy verenlerin sorumlu olduğunu ima ettiğimde sessiz kalan, parmağına bu aralar pek bir moda olan Fatih tuğralı yüzüklerden takan kuruyemişçi. Hayır, bu adam yakındığı şeyin kaynağında hükümetin dinci politikası olduğunu bilemeyecek kadar aptal bir adam değildi; yalnızca zavallı işini bilir güruhundan biriydi sadece. Şöyle yazmış Afşar Timuçin:
(…) Bu toplumun insanı geri zekalıymış. Haydi oradan. Bu toplumun insanı işini bilen, başını belaya sokmak istemeyen insandır. O yüzden suçludur. İşini bilir ve işini bileni sever. Herkesin işini bildiği yerde toplumsal yaşam cehennem azabından başka bir şey olmayacaktır.
Evet ne ormanlara acıyorsunuz, ne denizlere, ne çocuklara, ne havaya, ne sanata, ne de kendinize. Önünüze geleni yakıp yıkıyorsunuz. Her gün yeni bir biçim altında yeni bir yıkıcılığın oyununu oynuyorsunuz.[1]
Ne dediniz? Sadede gel, konuyu dağıtıyorsun mu? Evet, dağıtıyorum, hem size ne bundan! Konu biraz da dağılıversin ne olur yani. Bir yerlerde gene toparlarım. Nasıl olsa her şey biraz her şeyle ilgilidir be cancağızım. Zaten ne üzerine yazarsak yazalım hep biraz kendi ‘ben’imize doğru değil midir zihinsel yolculuğumuz. Misal Oğuz Atay Tutunamayanlar’ında hem intihar eden Selim Işık hem de bu intiharın izini süren Turgut Özben olup aslında kendi ‘ben’ine seyahat etmemiş miydi? Ben de Kaan İnce’nin ve ölümle sarmaş dolaş olan diğer şairlerin peşinden giderken aslında ‘ben’imin peşine düşüyorum ve bunun da farkındayım. Afşar Timuçin’in dediği gibi “(…) ben o ölmüş gitmiş büyük adamların izlerini sürüyorum, basit bir çömez duyarlığıyla izlerini sürüyorum.”[2]
Barış K.
17.04.2015
[1] Agy s. 12
[2] Agy s. 172