“(…)
Bütün şehir çöküyor yüzünde bir insanın
Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle
Mor bir kabus çöküyor üstümüze
Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle.
(…)
(…)
Akıl bir akreptir intihara hazır.
(…)
Şehirde evler olurdu sıcak odaları olurdu evlerin
(…)”
Şiirler, Erdem Bayazıt, İz Yay., İstanbul, 2008, s. 15, 19
“(…)
Sonra toprak sıkışır sıkışır taşar da renk olur tarlada
Güneşin çarpılmış elçisi van gogh gelir önümüze
Portakalla yayılır karanfille tutuşur karar kılar denizde
Renk denizde karar kılan ebedi tarla olur
(…)”
agy s. 27
“(…)
Kargaların sırtlanlarla anlaştığı bir günde
(…)”
agy s. 34
“(…)
Dostoyevski’nin göğe açılan penceresi. Yaşama tutkusu
(…)”
agy s. 47
” KARANLIK DUVARLAR
I.
Önünü alamıyorum bu kör gidişlerin yollarda
Herkes bir yere gidiyor önünü alamıyorum
Çaresiz direniyorum bu dönüm noktalarında kimse
elini uzatmıyor
Bir gürültülü yaşamağa gidiyor dünya boşalan
bir deniz gibi
Bu sesler ormanında kaybolan bir çağ bu.
Nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme
Alıp başımı duvarlara çarpıyor bu yollar
Gidip gelmelerim bu dar sokaklarda
İnsanların koşup dolduğu bu dar yapılarda
Bir kısır döngüye girmek için bütün çabalar
Biz bunun için mi geldik.
II.
Kara ağaç gibi bağlıyım katı bir çağ bu
Her şey bir makine düzenine gidiyor
– düzen diyorlar beni çağırıyorlar –
Irmak yatağına sığınıyorum sınırlı bir çağ bu
Baktığımız her şeyde bir yalan kabuğu
Bir mercek düzenine bağlanıyor gözlerimiz.
III.
Şu zaman çıkmazında alıp beni bir altmış yaşa
bağlıyorsunuz
Doğmadan ölüme yöneldik gerisi yok diyenler var
Sınırlı yıl oyunlarına inananlar var
Sizin güveniniz bir güneş düzeninde
Ben mezarların karanlık çağına dayanıyorum
Bir ağacı büyütüyorum her yerimle
Bir ağacı uyguluyorum – her şey bir ağaç düzeninde –
Yerde gökte ve her her yerde
Dallarında ben ağacın incecik köklerinde
Boğuluyorum – bağlanıyorum –
Ben mezarların karanlık çağına dayanıyorum.
IV.
Şu dar odanın katı yalnızlığında
Ve her şeyin çıplaklığında
Durup bir pencereyi deniyorum
Gizliliğin dışına çıkıyorum
Araçların
İnsanların
Şehrin ve meydanların ve kalabalığın ve herşeyin
İçimde yalnız ve yapraksız
Bir kavak ağacı büyüyor – Çıplak ve göğe doğru –
Ama küskün ama yalnız ama yapraksız ve uzun
Bir ağlama duvarı bu.
Yatak ve yorganın kuru yalnızlığında
Ve aklın dar yalnızlığında
Şehrin ve herşeyin
Ve kalabalığın yorgunluğunda
Saçların ve parmakların
Ve gözlerin ve gecenin bu bulanık çağında
Ve aynaların sığ görünümünde
Bunalıyorum.
V.
Susmanın kalesine sığınıyorum
Önümde karanlıktan duvarlar
Sırtımda insan yüklü bir gök var.
Maraş 1959 ”
agy s. 50-54
“ÖLÜ VAKİTLERİ YAŞAMAK İHTİYAR EVLERDE
Duvarları çatlak
Tavanı dökülmeye hazır
Temelinde bitlerin karıncaların ince bacaklı böceklerin
gezindiği
İhtiyar evlerde
Zamanı çekip üstümüze
Örtüyoruz kirli ve açık yerlerimizi.
Bir şey mi var
Sandık diplerinde saklanan merdiven altlarında
unutulan
Ahır köşelerine atılmış paslı çivilerine asılmış duvarların
Nedir bizi bağlayan bütün bunlara ve geçen zamana.
Siz oturdunuz mu hiç kıldan ince uçurumlarda
Biz yatıyoruz her gün beli bükülmüş duvar diplerinde
Uykumuz ürkek ceylanlara benziyor
Bazan yorgun taylara.
Biz sessiz ve kaygan zaman üstünde
Unutmuş ve aldırmaz görünüyoruz
Gıcırtılı merdivenlerden çıkan ölümü.
Biliyoruz işliyor saat tıkır tıkır
Her yerde ve her şeyde
Sesini çizerek sonsuzluğa
Tıkırtıların kımıltıların ve uzayan ağaçların.
Ve aklın dar yalnızlığında
Maraş 1958″
agy s. 55,56
” (…)
Belki bir gün kurtuluruz
Karıncaların yolunu şaşırtan ince rüzgarlarla
Kaplumbağaların hasret kaldığı derin tepelerde
Çocuk gibi bakalım mavi sulara
Şehirlere bakalım insanlığımızı eskittiğimiz
(…)
Haydi sığının şehirlere
Kabuğunuza çekilin yorganınızı çekin üstünüze
Kalsın titrek ve mavi elleriniz
Bekleyin geliyor ölüm usulca
Usulca girer koynunuza.
Çamlıca 1959 ”
agy s. 57, 58
“(…)
Beni bu kentten kurtar beni yalnız ko git beni
(…)
Susmam seni ürkütmesin içimde çağlar var bilmelisin
Katı bir yalnızlık bu bilmelisin
(…)”
agy s. 60
“(…)
Ve şunu iyi anlıyoruz
En iyisi yürüyerek gidilir yaşamağa
İstanbul 1960
“(…)
Hangi ses çağıran bulvarlara
Dengemizi bozan intihar vitrini bulvarlara.
İstanbul 1960”
agy s. 65
“SORU
Artık beni parktaki ağaç bile anlamıyor
Siyah kedinizin kuyruğunda sallanan zaman
Bir zamanlar sevinçle giyindiğim
Ak bir güvercin kanadı gibi gururla giyindiğim
Temiz ve mavi giysim değil artık.
Yalnız imkansızlığı mı anlatır bir bulut
Yağmaya hazır bekliyorsa gökyüzünde.
Erenköy 1964″
agy s. 67
“Halbuki bana bakıp yadsıyorlardı / benim onları
tasmalarından ötürü küçük gördüğüm belliydi /
benim onları başında ve sonunda sevdiğim
belliydi / ama anlaşamadığımız muhakkaktı.
(…)
Ama gölgeler giysilerle ilgileniyorlardı / utanıyordum
Hep araçlardan söz ediyorlardı / ben utanıyordum
Sonra bir çağ geldi / baktım kafamda karıncalar vardı /
sonra yapılardan yollardan bıkmıştım / ıssız
sokaklar beni ürkütüyordu / kötü meydanlarda
boğuluyordum / suları borulara almalarına
kızıyordum / hele hele hep düğmelere basıp
yaşamalarına çok çok içerlemiştim / sonra
kalkıp afrikaya gittim / ohh afrikaya.
Maraş 1958 ”
agy s. 69, 70
“VEDA
Bu şehirden gidiyorum
Gözleri kör olmuş kırlangıçlar gibi
Gururu yıkılmış soyatlar gibi
Bu şehirden gidiyorum.
İnsanlar taş gibi bana yabancı
Ağaçlar bensiz hüküm giyecek bulvarda
Bir tanbur bir yalnızlığı anlatıyorsa
O ışıksız pencereden
Ben onu duymuyor gibiyim
Bir ağaç ölüyorsa kapınızın önünde
Ben onu bile duymuyor gibiyim.
Bu şehirden gidiyorum
Gömerek geceyi içime
Sabahın hüznünü beklemeden
Gidiyorum bu şehirden.
İstanbul 1963″
agy s. 71
“(…)
Çıkıp dağlara yaylalara
Susmak istersin
Ama yalnızca susar gibi görünürsün
Derviş olamadın
Ama başıboş da kalmadın
(…)
Biz gene dağlara dönelim
Yalnızlığın katmer katmer bir gül gibi
Patladığı evreni doldurduğu
Mutluluğu coşkuyu sahip olunmuşluğu
Şahdamarımızda duyarak
Bir tür uçmağı yaşadığımız
Kırmızı sarı siyah arıları izleyerek
Bir gün bitiveren çiçekleri ayağımızın ucunda
Ansızın farkederek
Yaşamanın çılgınlığını değil ama
Hayatın o uçsuz bucaksız işleyişini
Mezarlardan öte o sonsuz derinliğini
Bir yıldız gibi kayarak karanlıklarda
Bir mızrağın akması gibi hissettiğimiz
Yüzyıllık ağaçların toprağı sarması gibi
O ağaçları incecik ağır çoğul böceklerin oyması gibi
Bir daha güçle duyarak idrak ederek hayatı
Sonra bir anda boşanan yağmur
Ey gök ne kadar gürültün varsa içimize boşalt çünkü
Belli ancak ihtimal ki sen dindirirsin
Bir kurşunun ete saplanması gibi
Yüreğimize saplanan bu acıyı
(…)”
agy s. 94, 96
“ÖLÜM RİSALESİ
Aziz kardeşim
Yusuf Erzincani’nin anısına
Önsöz
Damla damla oluşuyor hayat
Ölüm kımıl kımıl
Duymak kolay
Anlatmak değil
Her an
Farkındayım
Az az öldüğümün
Bilincindeyim doğan ayın
Eriyen karın, akan suyun
Ve usul usul tükenen zamanın
(…)
İşliyor kalbim
Eskiyor saçlarım
Ve gözlerimin en ince hücreleri
Okuyorum hayatı
Toprağın üstünden çok
Altındakilerle var olduğunu
Toprak ölüme aç
Ölüme muhtaç
Hayat
Ölüm muhakkak
Ve ölüm mutlak
Tek kapısıdır ölümsüzlüğün
Ölümle tanıştıktan sonra anladım
Sadece bir kimlik belgesi olduğunu yaşamanın
Kesitler
Mahlukta devinen
Gürül gürül bir ırmaktır ölüm
Babalar ölür
Dolaşır eli ölümün
saçlarında anaların oğulların
(…)
Sonra bir mezarlıkta
Bir çukurun başında
Bir kapının ağzında
Herkes susar
Konuşur ölüm
Ve sürer hayat.
Bazan bir tekerlek altında
Ansızın gelir ölüm
apansız biter sınav
Bir elektrik kesilmesi gibi
(…)
Bazan ölüm vardır
Ölümden önce gelir
Mesela bir hapishanede bir hücrede yaşanır
Sorular hep yanıtsız kalır orada
Sadece konuşan rüyalardır
Yahut hayaller suskun duvarlarda
Gözler kabul eder parmaklar kabul eder
Ama beyin hep umuttan yanadır
Bazan akan bir film şeridinin
Tek kare donan bir fotoğrafı gibidir
Ölüm
Karşıda bir manga asker
Gözler namluların karanlık ağızlarını görmez de
Takılıp kalır masmavi gökyüzünde
Asılıp kalmış bembeyaz bir buluta
Ölümden uzak ölümler vardır
Gazete ilanlarında rastlanılan
Dünyaya bağlılığın zavallı
Ve muannit
Bir belgesidir
Daha çok kalanlara ait.
Bir de bir örümcek ağının ortasına düşmüş
Bir sineğin titrek bacaklarında seyretmiştim ölümü
Ölümler vardır.
Can kuş gibi uçar gider
Bir martının süzülüp
Kaybolması gibi maviliklerde.
Bir Portre
Engin sakin berrak bir denize
Uçsuz bir kumsaldan ağır ağır
Nasıl yürürse insan
sokrates öyle yürüdü ölüme.
Tilmizleri (talebeleri) ağlaşırken
O vasiyet ediyordu
— Asklepyos’a bir horoz borçluyuz
___Unutmayınız.
(…)
Ölümün Sesi
Ölümden bir işaret var her şeyde
Ölümün sesini duyuyorum şarkılarda türkülerde:
— Kışlanın önünde redif sesi var
Namluların ucunda ölümün sesi!
— Bir ay doğdu geceden oy oy
Karanlığın ağzında ölümün sesi!
— Erzurum dağları kar ile boran
Vadilerin koynunda ölümün sesi!
— Ezo gelin durmuş bakar yollara
Umudun ardında ölümün sesi!
— Bir ihtimal daha var
Umuttan da öte ölümün sesi!
Kendi Ölümüme Ait Bir Deneme
Bir gün öleceğim biliyorum
Bunu her an ölür gibi biliyorum
(…)”
agy s. 139-151
“(…)
Merhaba gelecek zaman:
Ey bilinmez karadelik
Biz senin mahkumların
Her an kapısındayız işte
Gönüllü tutsakların.
(…)
Geliyoruz işte;
Araçlarımızla arabalarımızla
Yirmibirbin megatonluk bombalarımızla
Kışkırtılmış açlığımız
Doyumsuz şehvetimiz
Üretim hatlarında bilenmiş
Köpek dişlerimiz
Ve azı dişlerimizle!
(…)
Salarız dozerleri süreriz greyderleri
Yakarız ormanları deleriz dağları
Ezeriz çiçekleri ve böcekleri
Ve önümüze çıkan herşeyi.
(…)
Geliyoruz işte
Yiyip bitirmek
Gülmek ve eğlenmek
Ezmek ve ezilmek
Tüketmek ve tükenmek için
Harmanlamak ve savrulmak
Sapı samana
Unu kepeğe katmak
Yaşamın anasını satmak içim!”
agy s. 159, 160, 162,164
“(…)
Biz var mıydık?
Belki de hiç olmadık
Belki de bu dünyada
Bir yansımaydık sadece
Ki cAHit
Geçerek bu dünyadan
Ayna oldu şiire.
(…)
Sen benim
Henüz ekilmemiş tarlamsın
Sigara dumanımın
Değmediği gökyüzüm!
(…)”
agy s. 166, 167
“(…)
Ne apartmanlar
Ne surları kalelerin
Ne beton yığınları
Ne demir kütleler
Ne binbir türlü bahaneler
Ne de zavallı hükümdarların buyrukları
Yolumu kesebilecek değil!
(…)”
agy s. 183
“(…)
Yatakta gül açışlı
Uykuda sakin deniz
Uyanırken sanki buluttan çıkıyor gibi güneş
Salınırken odada, salonlarda
Gölde kuğu yüzüşlüm!
(…)”
agy s. 194
“(…)
Hep yarınları bekledi bu insanlar
Geldiğini hiçbir zaman farketmediler
Hep arkalarında yas tutan sevgilileri kalmış gibi!
Hep önlerinde kendilerini bekleyen bir özülke varmış gibi
Beklediler.
(…)
(…)
Her şeyin kölesisisin şehirlerde
Kendinin bile!
(…)”
agy s. 197, 200
“SUSMAK
Ey sesimi keskin bir bıçak gibi
Kınında saklayan çağ
Ey sabırla bileyen günlerimi.
Ankara 1969″
agy s. 206
“ARAMAK
Ey hep bir kelime arayan kalbim
Sonra arayan tekrar arayan kalbim.
Ankara 1970″
agy s. 206