Böylece Heidegger’i kendi soruşturmamız açısından satırbaşlarıyla ele aldıktan sonra diyebiliriz ki Sartre ve Camus başta olmak üzere varoluşçu felsefeciler ve ayrıca yapısalcılık gibi diğer felsefe akımları da çalışmalarında onunla açık ya da örtük diyalog halinde olmuşlardır. Daha sonraki çalışmaları, özellikle dil dola-yımlı analizleri ve felsefenin metafizik olarak eleştirisi mantığı, postmodern felsefenin gelişiminde önemli köşetaşları olacaktır.
5. CAMUS VE SARTRE
Albert Camus da varlığın saçma ve anlamsız olduğu fikrindedir. Camus varlıkla kurulacak ilişkiden ziyade bu saçmalık karşısında alınacak tavrı kendine problem edinecek ve öncelikle Sisifos Söyleni ve Başkaldıran İnsan kitaplarında sırasıyla saçma varoluş karşısında; değerlerin olmadığı bir dünyada intihar ve öldürme eylemlerini sorgulayacaktır. Sonuçta da her ne kadar yaşamak saçma da olsa bu iki eylemi de yadsıyarak anlamsızlığa rağmen yaşamayı öğütleyecek; insana düşenin Sisifos gibi tekrar aşağı düşeceğini bildiği halde taşı hep yeniden tepeye itmeye devam etmek olduğunu söyleyecektir. Camus’nün felsefesi dışında ikinci konuştuğu alan edebiyat olacaktır. Yazdığı anlatılarda kahramanlar saçma varoluş karşısında değişik tavır örnekleri sergilerler. Bu kahramanlar kimi zaman Kuçuradi’nin sanat eserinden beklediği gibi değerlere göre eylerler. Mesela Veba’da Doktor Rieux ölme ihtimalinin yüksek olmasına ve çabasının çok küçük sonuçlar vereceğini bile bile kendi hayatını ortaya koyarak şehri terk etmek yerine insanlara yardım etmeyi yeğler. Ne var ki burada doktorun bu eyleminin arkasında etik bir düşünceden daha ziyade onun sahici varoluşu olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim Yabancı’daki Mersault ve Düşüş’teki Clemence ise varlığın saçmalığı kar-şısında sadece kendileri olmakla yetineceklerdir. Özetle Camus’ nün karakterlerinin asıl belirleyici yanı bu karakterlerin çoğunun aslında özünde saçma varlık karşısında herhangi bir değere dayanarak değil her ne iseler ona göre eylemeleridir. Bu eylemeler bazen değerlere denk düşer bazense onu görmez bile. Nihayet onun felsefi görüşüne asıl denk düşen kahramanı Mutlu Ölüm’deki Mersault’dur. Bu karakterin eylemelerinin tek motivasyonu saçma da olsa varoluşunu olabildiğince mutlu bir şekilde sürdürebilmek ve ölüm geldiği zaman onu olabildiğince rahat karşılayabilmek için hazırlanmak üzerine kuruludur.
Camus’ya göre sanat insanın içinde kendini özgür kılabilmek ve “tutarlılık ve birlik gereksinimini” gidermek için oluşturduğu “kapalı dünyalar”dır. “Lucretius’ta surlar benzetmesi, Sade’da manastırlar ve sürgülü şatolar, romantiklerin adaları ya da kayaları, Nietzsche’nin herkesten uzak suçları, Lautreamont’un ilkel okyanusu, Rimbaud’nun barbataları, gerçeküstücülerin bir ırmak fırtınasıyla dövülerek batıp batıp yeniden beliren dehşet verici şatoları”[1] sanatçının kendi için oluşturduğu sırça köşklerden başka bir şey değildir. Camus’nün bu sanatla ilgili bu görüşlerine anlatılar bakımından katılınabilir. Çünkü bizim de belirtiğimiz anlamlı örgüler oluşturarak kapalı dünyalar oluşturma anlatının doğasıdır zaten. Ama bu görüşlere ileride de göreceğimiz gibi ‘gerçek şiir’ açısından katılmak mümkün değilidir. Ne ki Camus da burada sanat derken düzyazısal anlatıları ya da şiirin sadece bir biçem olarak kullanıldığı şiirsel anlatıları kastediyor gibidir zaten.
Sartre’a baktığımızda ise felsefesini Heidegger’in “insanın bırakılmışlık içinde tercihler ve seçimleriyle kendi yaşamını ileriye dogru kurması” üzerine bina ettiğini görürürüz. Sartre bu durumu insanın özü varoluşundan sonra gelen tek varlık olduğu düşüncesiyle ifade eder. Dolayısıyla insanın özünü belirleyecek Tanrı ya da başka bir deyişle İbrahimi Anlatı gibi bir referans yoktur ve insan ne yaparsa yapsın ister İbrahimi anlatıya sığınsın isterse insanın özüne dair bu referansları bir kenara bıraksın her iki tercihinde de özgürdür aslında. Sartre insanın bu durumunu onun farkunda olsun ya da olmasın özgürlüğe mahkûm oluşu olarak görmektedir.
[1] Albert Camus, Başkaldıran İnsan, çev. Tahsin Yücel, Can Yay., İstanbul, 1998, s. 245.