Anasayfa > Books / Kargakara > Dünya Mitolojisi, Donna Rosenberg

Dünya Mitolojisi, Donna Rosenberg

“(…) Söylenceler, her zaman önemini koruyan sorulara verilen kültürel yanıtları yansıtır: Ben kimim? Yaşamımı nasıl geçirmeliyim? (…)

(…)

(…) Her ne kadar bizimkilerden çok daha az karmaşık toplumlar tarafından yaratılmış olsalar da, düşünen her insanın sorduğu sorulara hâlâ yanıt verir: Ben kimim? Yaşadığım evrenin doğası nedir? Bu evrenle nasıl bir ilişki içindeyim? Hayatta kalabilmek için nelere ihtiyaç duyulur? Kendi yaşamım üstünde ne kadar söz hakkım var? Topluma ve aileme karşı olan sorumluluklarımla kendi arzularım arasındaki dengeyi nasıl kurarım? Nasıl tatmin edici bir hayat sürdürebilirim? Ölümün kaçınılmazlığını kendime nasıl kabul ettirebilirim?

(…)

(…) Ölümü göze alan kahraman ün ve onur sahibi olur, güvenliği tercih edense her ikisini de kaybeder. (…)

(…)

(…) Biz de sık sık, başaramamaktan korktuğumuz işlere girişmek ve çok güç tercihler yaparak ünümüzü ve kendimize olan saygımızı riske sokmak zorundayızdır. Biz de yaptığımız iyi işler nedeniyle daima anımsayacağımız bir şekilde yaşamak isteriz.

(…)

Erkeklerin dölleme, yani doğumdaki rollerinin anlaşılmasının ve değerlendirilmesinin bir sonucu olarak kraliçe bir koca alır ve bir yıl için onu kutsal kral ilan eder. Başlangıçta bu kişi, onun ya kardeşi ya da oğludur, daha sonra oğlunu temsil eden bir genç olmuştur. (…)

Her bahar, yeni ekinlerin tohumlan ekildiğinde, çok büyük bir dini törenin parçası olarak bir önceki yılın kutsal kralı kurban edilecektir. Ana tanrıçanın rahibeleri, onun bereket güçleri ne sahip olabilmek için, onun etini yiyecek ve yine daha bereketli olabilmeleri için tarım alanları ve çiftlik hayvanları onun kanıyla sulanacaktır. Sonra dini bir törenle kraliçe, gelecek yıl için yeni bir kutsal kral alacaktır.

Kutsal kral giderek daha çok güç kazanır. Kendi yerine ölüme gidecek bir kutsal kral bularak hükümdarlık süresini sekiz yıla kadar çıkarır. Her yılın sonunda gerçek kral, bir veya üç gün için bir mağara ya da mezar odasında, halkın gözünden uzak, inzivaya çekilir ve bu arada geçici kral onun yerini alır. Ana tanrıçanın rahibeleri kutsal bir törende geçici kralı kurban ederek topluma bereket getirmek için, onun etini ve kanım kullanırlar. Sonra gerçek kral, gelecek yıl için yeniden görevinin başına döner. Gılgamış Iştar’ın evlenme teklifini reddederken, onun kendinden öncekileri nasıl öldürdüğünü anlatır. (…)

(…)

(…) Sigmund Freud ve onun gibi düşünenler, söylenceleri insanın bilinçaltındaki istek, korku ve güdülerinin bir ifadesi olarak görmüşlerdir, örneğin Otto Rank, geleneksel kahramanın özelliklerini bebek düşmanlığı, çocukluk fantezileri ve babaya karşı isyan olarak açıklamıştır.

(…)

Antropolog Paul Radin, söylencelere ekonomik bakış açısıyla yaklaşır. Bireyin yetersiz yiyecek ve zayıf teknolojiden doğan ekonomik belirsizliğe karşı verdiği yaşamda kalma mücadelesi, hayatın mutsuz ve kısa olacağı yönünde bir korku yaratır. Dini önderler, genellikle toplumun siyasal önderleriyle de işbirliği yaparak bu korkuları, kendi maddi çıkarları için istismar ederler.

(…)

(…) Kral Lykaonia soyluları tanrılara ve insanlara saygılarını yitirdiklerinde, Zeus, neredeyse bütün ırkı bir sel felaketiyle yok eder. (…)

(…)

(…)
Helios: Daha sonraki Yunan ve Roma mitolojisinde, yerini Apollon almadan Önceki güneş tanrısı-
(…)
Themis: Apollon kehanet merkezini ele geçirene kadar Delphoi’de kehanet tanrıçası.
(…)

Apollon: Artemis’in ikizi; kehanet, tıp, okçuluk, müzik tanrısı; daha sonraki Yunan ve Roma mitolojisinde güneş tanrısı.
(…)

(…)

Hesiodos’a göre, insanlar daha fazla teknoloji elde ettikçe değerleri bozuluyordu. Bu nedenle, son derece basit yaşam süren ilk Ölümlülerin altın ırkı Zeus’un yarattığı bütün ırkların en onurlusu, en mutlusuydu. (…)

(…)

Zeus’un tahıl veren dünyaya yerleştirdiği beşinci kuşak, bizim kuşağımız Demir Irk’tır. Yaşamları her gün çalışmayla, kederle doludur. Her gece pek çoğu ölür. Dünyanın her tarafında insanlık tarihindeki en kötü suçlar işlenir. Buna rağmen hiçbir ölümlü suçluluk hissetmez. Adalet, inanç dünyayı terk etmiş; yerlerini ihanetle hile, şiddetle açgözlülük almıştır.

Demir Irk, başkalarının gereksinmelerini düşünmez. Dünya nimetini paylaşmaz. Bunun yerine, dünyanın yüzeyini pek çok özel mülke bölüp kendimize olabildiğince çoğunu ayırırız. Toprağın verdiği tahıllarla yeterli zenginliğin sağlanamadığını düşünürüz. Bu yüzden gemiler inşa eder, daha fazla zenginlik elde etmek için bilinmeyene açılırız.

İçinde sakladığı zenginlikleri aramak için, tahıl veren toprağı parçalamışızdır. Gizli hazinesini bulmuş, onun demir, altın yataklarından faydalanarak güçlü ve zengin olmuşuzdur. Bu metallerin değerleri savaşa neden olur. ölümlü eller, zaferin altın hazinelerini açgözlülükle ele geçirmeye çalıştıklarından kana bulanır.

Eğer bu gidişi düzeltmezsek davranışlarımız bizi yok edecektir. Ev sahibiyle konuk dostça ve cömert davranmadığı zaman, arkadaş arkadaşla kavga ettiği zaman, kardeşler düşman olduğu zaman, çocuklarla ebeveynleri birbirleriyle anlaşamadıkları zaman, yetişkin çocuklar ana babalarının onlar için yaptıklarını unutup, onları eleştirerek, yaşlı, zayıf oldukları için onlardan şikâyet ederek onlara saygısızca, onursuzca davrandıkları zaman, sözlerini tutan, namustu, erdemli insanlar, kötü emeller için kaba güç kullananlardan daha az saygı gördükleri zaman, körü olanlar onurlu olanları incittiği zaman tanrıların ve ölümlülerin babasına, bizi besleyen dünyada yaşamaya uygun olmadığımızı göstermiş olacağımızdan, Zeus bizim Demir Irkı da yok edecektir.

(…)

Tufan Devri: Sunuş

MÖ 3000 ile 2000 arasında bir zamanda Mezopotamya’da büyük bir sel baskım olmuştur. Bu olayın o bölgede yaşayan insanlar üzerinde öyle büyük etkisi olur ki, birbirine çok benzeyen bir çok tufan efsanesi ortaya çıkar. Bunlardan biri Sümer, biri Yunan mitolojisine, Öteki de Kitabı Mukaddes’e aittir.

Her üç efsanede de bir ölümlü, büyük bir sel baskınına karşı uyarılır. Bir gemi inşa eder, yaşaması için gerekli olanları gemiye yükler, hayatta kalır: Tufandan sonra sağ salim bir dağ eteğinde karaya çıkar. İnsan ırkı devanı eder. Tufan, ister ölümlülerin yanlış davranışlarına tanrısal bir ceza ister geçici bir tanrısal kapris olsun, tanrının ya da ilgili tanrıların doğasıyla ilgilidir. Kutsal Kitap’taki tufan gibi, Yunan tufanı da ahlaksız davranışa karşı bir cezadır.

(…)

(…) Onu kıyı boyunda bulup elini ona uzattığında deniz tanrısı, bir sürü korkunç görünüme girerek Herakles’i korkutmak istedi. Şiddetli bir ateş, kükreyen bir aslan, kayan bir yılan, bir su girdabı oldu, ancak görünüşteki her değişiklikte Herakles, görünenin altındaki biçimi bırakmadı. (…)

(…)

Herakles, kendini Kafkaslar’a götüren yolculuğuna devam elti. Orada Titan Prometheus’u dağa çivilenmiş, Zeus’un kartalı ciğerini parçaladığı için çaresiz halde buldu. Herakles koca yayını kaldırdı. Kuşu öldürdü. Prometheus’u serbest bıraktı. (…)

(…)

Odysseus’un ölümüyle Kahramanlık çağı da sona erdi.

(…)

(…) Romulus ve Remus, ayrıca kurt ve kuş tarafından beslenmişledir.  Birçok kültürde mucizeler, büyük önderlere eşlik eder ve onların büyüklüklerinin tanığı olur.

Romulus ve Remus

Aeneas, Ascanius ve Aeneas’ın torunu Silvius öldükten sonra Alba Longa Krallığı, Numitor ve Amulius kardeşler zamanına kadar babadan oğula geçti. Kardeşler miraslarını bölüşmeye karar verdiler ve paylarını kurayla seçtiler. Biri Alba Longa kralı olurken öteki Troya’nın onlara kalan altın, gümüş ve mücevherle dolu hazinesine sahip olacaktı. Krallığı Numitor kazandı, fakat tahtı Amulius ele geçirdi ve kardeşini Alba Longa’dan sürdü.

Amulius daha sonra Numitor’un oğullarını öldürdü ve kızını, evlenip tahta mirasçı çıkacak çocuk sahibi olamasın diye Vesta rahibesi yaptı. Ama kız gene de hamile kaldı ve ikiz oğulları Romulus’la Remus’u doğurdu. Çocukların babasının Mars olduğu iddiası, ne kendisini ne de çocukları kurtardı. Kral Amulius, yeğenini hapsetti ve bebeklerinin Tiber lrmağı’nda boğulmalarını emretti.

O sırada Tiber, yağmur sularından taşmıştı. Bebekleri boğması emredilen hizmetkârlar onları Tiber’in gerçek yatağı yerine taşkın sularına bırakmanın yeterli olacağını düşündüler. İkizleri bir sepet içinde taşkın sularının kenarına bıraktılar.

Sel suları çekilince, ikizleri taşıyan sepet kuru toprağa oturdu. Tepelerden su içmeye gelen bir kurt onları buldu. Kendi sütüyle emzirerek bebeklere annelik etti. Bir kuş da ağızlarına küçük kırıntılar vererek beslenmelerine yardım etti.

Kralın çobanı tesadüfen bebeklerin bulunduğu yere geldi ve diliyle bebekleri yalayan sevgi dolu kurdu gördü. İkizleri kulübesine getirdi ve karı-koca onları gençlik çağlarına kadar büyüttüler. Bebekler iyi, güçlü ve cesur gençler oldular. Zamanlarının çoğunu çiftçilik ve avcılıkla geçirdiler. Ayrıca soygunculara saldırarak ve bu akınlarında elde ettiklerini çoban arkadaşlarıyla paylaşarak çevreye ün saldılar.

Haydutlar Romulus ve Remus’u tuzağa düşürmek için yerel bir bayram gününü seçtiler. Romulus kendisini çok iyi savundu, fakat haydutlar Remus’u ele geçirdiler ve amcası Kral Amulius’a götürdüler. Remus ve kardeşi, Numitor’un sürüsünü çalmakla suçlandı. Amulius bu suçlamayı duyunca Remus’u, cezasını vermesi için Numitor’a yolladı.

Kralın çobanı, bulduğu çocukların soylu kandan geldiklerinden her zaman kuşkulanmıştı. Bu bebekleri bulduğu sırada, kralın da hanedandan iki bebeği doğaya terk ettiğini duymuştu. Bu kuşkusunu Romulus’a söyledi.

Haydutlar Remus’u Numitor’un önüne çıkarıp onun ikizlerden biri olduğunu söylediklerinde, Numitor da gerçeği tahmin etti. Remus’un yaşı ve soylu tavırları, Numitor’un torunu olabileceğini gösteriyordu. Dolayısıyla kral, Remus’a kim olduğunu ve ailesini sordu. Remus, kardeşinin ve kendisinin, kralın çobanının çocukları olduğunu bildiğini söyledi. Fakat bebekliklerine ilişkin olarak sularda boğulma tehlikesi ve kurt ile kuş tarafından kurtarılma masalları dinlediğini de ekledi.

Numitor’un da yardımıyla, Romulus ve Remus bir grup çoban topladılar, sessizce kralın evinde buluştular ve anı bir saldırıyla Amulius’u öldürdüler. Sonra Numitor halka. Kral Aniulius’un tahtı nasıl ele geçirdiğini ve kendi yerini alabilecek herkesi nasıl yok etmek istediğini anlattı. Amulius halk tarafından da sevilmeyen bir kraldı ve Alba halkı onun ölümüne üzülmedi. Hep birlikte Numitor’u kral ilan ettiler.

Romulus ve Remus bundan sonra, boğulmaya terk edildikleri yerde bir kent kurmaya karar verdi. Ama aynı yaşta olduklarından kente kimin hükmedeceğinde anlaşamadılar. Yanıtı bulmak için kırların tanrılarına başvurmayı kararlaştırdılar. Kutsal yanıtı almak için Romulus ve izleyicileri Palantinus tepesine, Remus ve izleyicileri de Aventinus tepesine çıktı.

Remus ilk İşareti gördü: Altı akbaba… Romulus on iki tane gördü. Remus ilk işaret bana verildi diye krallık iddiasında bulundu. Romulus da kendi işareti kardeşininkinin iki katı olduğu için krallık iddia etti. Öfkeli sözler ölümcül yumruklara dönüştü ve Romulus Remus’u öldürdü. Romulus yeni kentin kralı oldu ve kendi adından dolayı oraya Roma adını verdi.

Romulus kentini yoksul insanlara, kölelere ve yeni bir yaşam arayan sürgünlere açarak Roma’nın nüfusunu artırdı. Fakat çok az kadın vardı. Komşu topluluklar, kadınlarının Romalılarla evlenmesine izin vermiyorlardı, çünkü onların güçlenmesini istemiyorlardı. Ayrıca kendilerini Roma halkından üstün görüyorlardı.

Romulus, tanrı Neptün’e adanmış kutsal bir günde büyük bir şenlik düzenlenmesine karar verdi. Komşu topluluklardan yüzlerce kişi yeni kenti görmek için bu fırsatı kaçırmak istemedi. Romalı erkekler önceden belirlenen bir işaretle ziyaretçi genç kadınları, güçlü Şahinlerin kızları da dahil aniden yakaladılar. Bütün bu kızların aileleri çok öfkelendiler, fakat kızlarım almadan kentten çıkmaya mecbur edildiler.

Romulus, Romalı erkeklerin çok iyi koca olacakları ve Roma’da birçok ayrıcalıklara sahip olacakları konusunda genç kızlara güvence verdi. Erkekler bu söze bağlı kaldılar ve kadınlar yeni ailelerini ve evlerini benimsediler.

Fakat Romalılar bu kadınların akrabalarının öç alma isteklerini durduramadılar. Birkaç yıl boyunca Romulus ve ordusu komşu toplulukların saldırılarına karşı Roma’yı savunmak zorunda kaldı. Sonunda kendileri ve Romalı aileler için barış sağlayabilmek İsteyen Sabin kadınları, akrabalarına karşı tavır aldılar ve onları Romalı kocalarıyla barış yapmaya zorladılar.

Romulus, askeri yetenek ve gücüyle kentini kırk yıl barış içinde yönetti. İyi yasalar yaptı; halk, ordu ve senatörler onu sevdiler.

Bir gün Romulus, senatörleri arasında birliklerini denetlerken güçlü bir fırtına çıktı. Karanlık bulutlar güneşi kapattı, gündüzü geceye çevirdi. Gök gürültüleri ve yıldırımlar insanları barınak aramaya sevk etti. Kalın bir bulut indi ve Romulus’u sardı, kimse onu göremez oldu. Fırtına dinip bulut gözden yittiğinde Romulus da kaybolmuştu.

Kimse ona ne olduğunu görememişti. Senatörlerin çoğu, askerler ve yurttaşlar, Romulus’un tanrı olduğuna karar verdiler. Ne de olsa Mars’ın oğluydu. Ama bazıları da, ordusunu senatonun üstünde tuttuğu için onu bir grup senatörün gizlice öldürdüğünü düşünmüşlerdi.

Zekâsıyla tanınan Julius Proculus, kent halkını yatıştırmak için Roma Meclisi’nde şu konuşmayı yaptı: “Bu sabah kentimizin babası Romulus’un gölgesi üstüme düştü” dedi. “Bana kendisinin Roma’nın koruyucu tanrısı olduğunu ve tanrıların Roma’ya dünyanın en büyük kenti olma kaderini yazdıklarını söylememi emretti. Size asker olmanızı öğütlüyor ve böylece Roma’nın hiçbir güç tarafından fethedilemeyeceğini söylüyor.”

Romalılar, Romulus’un ölümsüzlüğe kavuştuğuna ve kentlerinin görkemli bir geleceğe sahip olduğuna inanınca huzur buldular ve dikkatlerini sonraki krallarının düşüncelerine verdiler.

(…)

Vergilius Aeneid’e MÖ 29’da, Actium Savaşı’ndan iki yıl sonra başladı ve üstünde çalışmaya, yaşamının sonraki (ve son) on yılı boyunca devam etti. önce bütün öyküyü nesir olarak yazdı. Sonra bunu yoğun epik şiir yapısına geçirme sürecine girişti. Her satırın yapısı ve elde etmek istediği etkiyi en iyi verecek sözcükler üstünde yoğunlaşarak her gün birkaç satır yazdı.

Vergilius, MS 19’da Yunanistan ve Asya’ya gitti. Burada üç yıl kalarak bütün şiirini elden geçirmeyi tasarlıyordu. Atina’da Augustus’a rastladı; Augustus şairi, birlikte İtalya’ya dönmeye ikna etti. Ama Vergilius Megara’da hummaya tutuldu ve hastalığı gün geçtikçe kötüleşti, elli bir yaşında öldü. Vergilius ölürken Aeneid’in yakılmasını istedi, fakat Augustus Vergilius’un isteğine karşın yapıtın yayımlanmasını emretti.

(…)

Enuma Eliş

Başlangıçta sadece su ve onun üzerinde salınıp duran sis mevcuttu. (…)

(…)

(…) Tiamat’ın başını yeryüzündeki dağlan oluşturacak şekilde yerleştirdi ve Dicle ile Fırat nehirlerinin Tiamat’ın gözlerinden akmasını sağladı.

(…)

Sümer-Babil
Gılgamış: Sunuş

Tarihsel Arkaplan

Gılgamış Destanı, Homeros’un İlyada ve Odysseia’yı yazmasından en az bin üç yüz yıl önce çivi yazısıyla kil tabletler üzerine yazılmıştır. (…)

(…)

(…) Bilim adamları, sözlü Sümer geleneğinde var olan ve Gılgamış’ın maceralarını anlatan öykülerin ilk kez yaklaşık MÖ 2100’lerde yazıya geçirilmiş olduğunu tahmin etmektedir.

(…)

“Ben ölümü seçmiyorum” diye devam etti Enkidu. “Ateşler içinde yok olmak istemiyorum. Üç katlı kefen için hazır değilim. Fırat nehrine seyahat etmeye hazır değilim.”

(…)

Gılgamış gözyaşları içinde yanıt verdi: “Ey ışık saçan Şamaş, lütfen sözlerimi dinle. (…) Kentimin güçlü duvarlarından baktığım zaman Fırat Nehrinin onların ölü gövdelerini taşıdığını görüyorum.”

(…)

Sonra iki arkadaş Fırat Nehri’nde ellerini yıkadılar. (…)

(…)

Gılgamış ağladı: “Ayı, sırtlan, panter, kaplan, geyik, leopar, aslan, vahşi öküzler, dağ keçisi, ovanın bütün vahşi yaratıkları senin için ağlasın. (…) Su kaplarımızı doldurduğumuz temiz Fırat Nehri senin İçin ağlasın.”

(…)

Utanapiştim yanıtladı: “Sana tanrıların bir sırrını açıklayacağım Gılgamış” dedi ve hikâyesine başladı:

Sen Fırat Nehri’nin kıyısındaki Şurippak kentini bilirsin. (…)

(…)

(…) Her gün insanlar için sığır ve koyun kestim ve işçilere kırmızı şarap, beyaz şarap ve yağlarla Fırat’ın suyuymuş gibi ziyafet çektim. (…)

(…)

İlk yedi gün, Nisir Dağı gemimi sabit tuttu ve hareket etmesine İzin vermedi. Yedinci gün, bir güvercin saldım ve onu uzaklara gönderdim. Güvercin konabileceği ve dinlenebileceği bir yer bulamadı, gemiye geri döndü. Sonra bir kırlangıç saldım ve onu uzaklara gönderdim. Kırlangıç konabileceği ve dinlenebileceği bir yer bulamadı ve o da gemiye geri döndü. Sonra bir kuzgun saldım ve onu uzaklara gönderdim. Kuzgun suların çekilmiş olduğunu gördü, böylece havada daireler çizdi, fakat gemime geri dönmedi.

(…)

“Şimdiye kadar” dedi Enlil, “Utanapiştim ve karısı insan olarak yaşadılar. Şu andan itibaren tanrılar gibi yaşayacaklar. Yukarıdan, göksel tanrılar gibi sonsuz günler boyunca yaşayabilmeleri için, onlara sonsuz nefes gelirdim. Şurippak kralı olan Utanapiştim, insanlık ve bitki tohumlarını ve hayvan yaşamını sakladı. O ve karısı dağlık ülke Dilmun’daki nehrin ağzında, güneşin doğduğu yer olan doğuda, çok uzaklarda yaşayacaklar.”

(…)

III. BÖLÜM -Kuzey Avrupa Söylenceleri

Kuzey Avrupa söylenceleri ilk olarak MS 13. yy’da İzlanda’da kaydedilmiştir. (…)

(…)

Kuzey tanrıları insan kişiliğine sahiptirler ve “İdun’un Elmalarının Çalınması”, “Thor’un Çekicinin Çalınması” gibi pek çok neşeli öyküde birbirleriyle ve devlerle ilişki içindedirler. (…)

(…) Ragnarok, yani son büyük savaş olduğunda, ünlü insan savaşçılar devlere karşı tanrıların yanında savaşacak; yine de devler tanrıları yeneceklerdir. (…)

(…)

Sigurd söylencesi, Richard Wagner’in ünlü operası Nibelungların Yüzüğü’ndeki Siegfried öyküsünün ana konusunu oluşturur. (…) J. R. R. Tolkien’in The Lord Of The Rings (Yüzüklerin Efendisi) gibi birçok modern masalın temelinde, sahibini yok eden altın
yüzüğün laneti teması vardır ve Sigurd’un büyük aşkı Brunhild, orijinal Uyuyan Güzel’dir. (…)

(…)

Bunu takip eden birkaç yüzyılda pek çok insan, Odin ve Thor’un, insanları şeytanca düşüncelere ve eylemlere kışkırtan ruhlar olarak gerçekten var olduklarını düşünmüştür. (…)

(…)

(…) Onlar savaşçı aristokrasinin üyesidirler ve Odin hem savaşın hem de şiirin tanrısıdır. (…) Kahramanlar ve onların savaşları hakkında şarkılar ve destanlar yazan saray şairlerine esin verir. (…)

Thor, Odin ve Frigg’in oğludur. (…) Thor’un çekici Mjollnir, gök gürültüsü ve şimşeğe neden olur, böylelikle ürünün bereketli olmasını sağlayan yağmurla ilişkilendirilir. Thor, çekicini, Tanrıların Evi Asgard’ı ve Ölümlülerin Evi Midgard’ı (ortadünya) kötü devlerden korumak için kullanır.

(…)

(…) J. R. R. Tolkien’in okuyucuları Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde adların çoğunun, C. S. Lewis’in Narnia Tarihi dizisindeki adlarda olduğu gibi Kuzey mitolojisinden geldiğini ayrımsayacaklardır.

(…)
Thor: Odin ve Frigg’in oğlu. İkinci büyük tanrı, tüm tanrıların ve ölümlülerin en güçlüsü.
(…)
Bragi: Odin ve Frigg’in oğlu. (…) Bilgelik ve şiir tanrısı.
(…)
Hoenir: Eski Hint-Avrupa tanrısı. (…) Ragnarok’tan sonra, kurtulan tanrıların yöneticisi.
Loki: İki buz devinin çocuğu; ancak tanrı kabul edilebilir. Şeytani bir kavga çıkarıcı.
Hel: Loki’nin canavar kızı. (…)

(…)

Üçüncü dedi ki: “Güneş’i ve Ay’ı, gece ile gündüzü ve mevsimleri yaratmaları için gökyüzünde dolaşacak şekilde ayarladılar. (…) Ragnarak (tanrıların kıyameti) zamanı gelip bu dünya sona erdiğinde onu yakalayacak. Başka bir kurt, güneşin önünde koşup ayı kovalar. Sonunda Ragnarak zamanı gelince, ay da yakalanacak.”

(…)

Yüce Olan yanıtladı: “Odin, Vili ve Ve, dünyanın ortasında kendilerine aileleriyle birlikte yaşamak İçin Asgard denilen bir korunak inşa ettiler. İki kuzgun, Hugin (Düşünce) ve Munin (Bellek) omuzlarında oturur. Odin her gün şafakta onları dünyanın üzerinde uçmaya gönderir. Onlar da döndüklerinde Odin’e gördüklerini ve duyduklarını anlatırlar.”

(…)

Yüce Olan yanıtladı: “Kuşkusuz Odin’in altın ışıltılı Valhalla salonudur (Ölüm Salonu). (…) Ragnarak geldiğinde, ölmüş savaşçıları, devlere karşı tanrıların tarafında savaşmak üzere Valhalla’ya getirirler.”

(…)

Üçüncü dedi ki: “Valhalla’ya açılan altı yüz kırk kapı vardır. Ragnarak geldiğinde dokuz yüz altmış savaşçı, korkunç kurt Fenrir’le savaşmak İçin bu kapılardan çıkacak.”

(…)

Yüceye Denk Olan ekledi: “Thor, Odin ve karısı, yeryüzü tanrıçası Frigg’in oğludur. Thor en güçlü tanrıdır. İki keçi tarafından çekilen bir savaş arabasını sürer. Üç değerli mülkü vardır. Mjollnir adlı çekici, gücünü ikiye katlayan tılsımlı kemeri ve Mjollnir’i kullanırken giydiği demir eldivenleri.”

(…)

Yüceye Denk Olan ekledi: “Njord’un iki önemli çocuğu vardır; Frey (Efendi) ve Freya (Hanım). Frey, Thor ve Odin’den sonra Önem sırasında üçüncüdür. (…) İnsanlar ona barış, refah ve tarlaların bereketi için olduğu kadar kendi doğurganlıkları için de dua ederler.”

(…)

(…) Gangleri sordu: “Loki, bir tanrı mıdır?”

Yüce Olan yanıtladı: “Loki, bir devin oğludur. Yani kanında kötülük akar. Tanrı olarak kabul edilir, ama bir kavga çıkarıcıdır. Çok zekidir, ancak yalan söyleyip hile de yapar. Bazıları ona “yalanların babası” ve “tanrıların ve insanların utancı” da der. Sık sık tanrıların başına dert açar ya da onları dertten kurtarır. Üç canavar çocuğun babasıdır. Kurt Fenrir, Hei (Ölülerin Tanrıçası) ve Dünya Yılanı. Ragnarok başımıza geldiğinde tanrıların düşmanı olacaktır.”

(…)

Gangleri sordu: “Bana Ragnarok hakkında ne anlatabilirsiniz? Ondan kaçmanın bir yolu var mıdır?”

Yüce Olan yanıtladı: “Balder’in ölümü Ragnarok’un yaklaştığının ilk işareti olacak. Loki hem Balder’in ölümüne hem de Hel’le birlikte hapsedilmesine neden olacak. Ceza olarak tanrılar Loki’yi Ragnarok gelinceye kadar bir mağaraya hapsedecek.”

(…)

Yüce Olan devam etti: “Kurt Hati, sonunda güneşi yakalayıp onu yutacak ve Kurt Skoll da sonunda ayı yakalayıp yutacak. (…) Bu korkunç kargaşa Loki’yi, Midgard’ı saran tuz denizinin derinliklerinde yatmakta olan Dünya Yılanı adlı canavar ejderhayı serbest bırakacak. Yılan, fışkıran zehiriyle denizi ve gökyüzünü zehirleyerek ve Midgard üzerinde patlayacak dev dalgalara neden olarak devinecek.”

Yüceye Denk Olan ekledi: “Fenrir, ağzı hevesle açılmış olarak Vigrid düzlüğüne doğru ilerlerken, gözlerinden ve burun deliklerinden alevler fışkıracak. (…) Heimdall, tanrılara Ragnarok’un geldiğini bildirecek.”

Üçüncü dedi ki: “Odin Fenrir’e karşı savaşacak. Thor, Dünya Yılanı ile kapışacak ve Frey Surt’la savaşacak. (…) Thor Yılanı öldürecek ama, onun zehirinden kendisi de ölecek. Heimdall ve Loki birbirlerini öldürecekler ve Surt da Frey’i öldürünce yüceler yok edilmiş olacak.”

Yüce Olan tamamladı: “Ateş saçan kılıcından çıkan alevlerle Surt, bütün dünyayı yakacak. (…) Sonunda kömürleşmiş ve mahvolmuş dünya denize gömülecek.”

Gangleri haykırdı: “Ne korkunç! Bütün dünya yanıp, tanrılar ve İnsanlar öldükten sonra ne olacak?”

Yüce Olan yanıtladı: “Dünya yaşam dolu ve yeşil olarak bir kez daha denizden yükselecek. Kartal bir kez daha balık yakalamak için dik kayalıklardan havalanacak. Güneşin kızı, annesinin eski yollarında ilerleyecek ve dünyayı ışığıyla aydınlatacak. Hiçbir zaman tohum ekilmemiş olan tarlalar ürün verecek.”

Yüceye Denk Olan ekledi: “Surt’un alevinin tanrıların evlerini yok etmesinden sonra, Odin’in oğulları Vidar ve Vali, bir zamanlar Asgard’ın bulunduğu yerde yaşayacaklar. Odin’in torunları Modi ve Magni de onlara katılıp babalarının çekici Mjollnir’e sahip çıkacaklar. (…) Hepsi de Yüce Olanların, Dünya Yılanı’nın, Fenrir’in ve Ragnarok’un bilgilerini anımsayacaklar, fakat kötülük dünyayı terk etmiş olacak.”

Üçüncü dedi ki: “Bu arada, sonsuz kış neredeyse bütün insanları öldürürken, bir adam, Lif (Yaşam) ve bir kadın, Lifthasir (Yaşam Tutkusu) çareyi büyük dişbudak ağacı Yggdrasill’in dalları arasına saklanmakta arayacaklar. Orada sabah çiyini yiyip İçerek hayatta kalmayı başaracaklar. Surt’un alevlerinden kurtulacaklar ve dünya yeniden oluştuğunda yeni İnsan soyunun ataları olacaklar.”

(…)

Ragnarak (kıyamet) yaklaştıkça, gitgide daha kötüleşen Loki karakterini işler. (…) Sadece Ragnarak’ta ölmekle kalmazlar, yemeleri için İdun’un altın elmaları olmasa gençliklerini de yitirirler.

(…)

İdun’un Elmalarının Çalınması

Bir gün Odin, Loki ve Hoenir, sık sık yaptıkları gibi birlikte yolculuk ediyorlardı. (…)

“İyi pişmiş bir sığır, aç yolcular için mükemmel bir yemek olur” diye haykırdı Loki: “Şunlara iyice bakıp yapılı bir tanesini seçin, eti ben hazırlarım.”

(…)

Kartalın açgözlülüğüne çok sinirlenen Loki, yerden dayanıklı bir sopa aldı ve bütün gücüyle kartalın gövdesine savurdu. Loki daha sopayı elinden bırakamadan, kartaldan ayrılamadığını ve kendisinin de sopayı bırakamadığını gördü. Kartal, Loki’nin ayakları toprağın yüzeyine sürtülüp, yollarının üzerindeki çalılara ve taşlara çarpacak kadar
alçaktan uçarak onu sürükledi. “Kollarım! Yuvalarından çıkarmadan önce bırak da gideyim” diye haykırdı Loki.

(…) “Yemin ederim, istediğini yapacağım” diye haykırdı Loki.

Böylece kartal onu serbest bıraktı ve Loki yol arkadaşlarının yanına döndü. (…) Üç tanrı Asgard’a döndüklerinde Loki, İdun’a yaklaşarak şöyle dedi: “Ormanda çok güzel altın elmalar buldum. (…) Bulduklarımı seninkilere eklemek İsteyeceksin.”

(…) Mutlulukla gülümseyerek elmalarının olduğu sepeti aldı ve Loki’yle beraber yola koyuldu. (…)

(…) Elbette Loki de tüm diğer tanrılar kadar şaşırmış görünüyordu.

(…)

(…) İdun’un son görüldüğünde Loki’yle birlikte Asgard’dan dışarı çıkmakta olduğu anlaşıldı. Tanrılar hemen Loki’yi yakalayarak onu bağladılar. (…)

Yaşamının tehlikede olduğunu anlayan Loki yanıtladı:

“Gidip İdun’un Jotunheim’da (Devlerin Evi) olup olmadığına bakacağım. (…) Bana şahin tüylü pelerinini ödünç ver.”

(…)

Böylece Loki, Freya’nın şahin tüylü pelerinini giyerek kuzeye, Jotunheim’a uçtu. (…) Loki, tanrıçayı ve altın elmalarını hemen bir fındığa çevirdi ve onu pençeleri arasında sıkıca tutarak havalandı.

(…) Yokluğunda sorun çıktığını tahmin ederek kendini kartala dönüştürdü. (…)

Asgard’da yol gözlemekte olan tanrılar, Loki’yi pençelerinde bir fındıkla kendilerine doğru uçarken gördüler. (…)

(…)

Fakat Loki, pek çok yeteneği olan bir tanrıydı. (…)

(…)

(…) Daha sonra Ragnarok’un son büyük savaşında devler ve tanrılar birbirlerini yok ederler. (…)

(…)

Bununla beraber kötülük iyiliğe asla tahammül edemediğinden, erdemli Balder’i yok etmekte kararlı olan kötü tanrı Loki’nin varlığıyla da büyüleniriz.

Loki’nin şeytani zekâsına, bir felaket manzarasına çekilir gibi çekiliriz. (…) Loki, büyük bir zafer kazanmasına karşın, bu zaferin meyvelerinin tatlı olmamasından ve sonunda kötülüğün galip gelememesi nedeniyle mutluyuzdur.

(…)

(…) Her bitkiyle, her hayvanla, her kuşla ve her yılanla, her metalle, her taşla, her hastalık ve her zehirle, her damla suyla, her karış toprakla ve her ateş kıvılcımıyla görüştü. (…)

(…)

Loki, Balder’in dayanıklılığını izledi ve bu yüzden ondan nefret etti. Yaşlı bir kadın kılığına girerek Frigg’i ziyaret etti. “Sizinle kadın kadına konuşmak İçin uğradım” dedi Loki, sesini değiştirerek. (…)

(…)

“Gerçekten de dünyadaki her şeye yemin ettirdiniz mi?” diye sordu Loki.

“Ah!.. Evet…” diye yanıtladı Frigg. “Ne de olsa Balder benim oğlum. Her şeyden yemin aldım. Her bitkiden ve her hayvandan, her kuştan ve her yılandan, her metalden ve her taştan, her hastalıktan ve her zehirden, her damla sudan, her karış topraktan ve her ateş kıvılcımından. (…) Sizi temin ederim, gerçekten de güvencededir.”

“Kendinizden çok emin görünüyorsunuz” dedi Loki. (…)

(…)

“Bu konuda haklı olduğunuzdan eminim” dedi Loki ve Frigg’den ayrılarak, tanrıların olduğu yöne doğru rastgele gezinerek yürüdü. Gözden kaybolur kaybolmaz kendi kılığına büründü ve hızlı bir şekilde batıya doğru yürüdü. (…)

(…)

Loki toplantıya tekrar girdiğinde Balder’le oynanan oyun tüm hızıyla sürüyordu. (…) Loki etrafa bakındı ve Balder’in kor kardeşi Hoder’in diğer tanrılardan ayrı durduğunu gördü. (…) “Hoder, sen neden Balder’e bir şeyler atmayan tek tanrısın?” dedi Loki.

(…)

“Bunu halledebilirim” diye haykırdı Loki. (…)

Hoder, Loki’nin kendisine verdiği ökseotunu aldı ve Loki’ nin kolunu yönlendirmesine izin vererek onu ağabeyine fırlattı. (…)

(…) Loki’yi hızlı hızlı kapıya doğru yürürken gördüklerinde, bu iğrenç olaydan kimin sorumlu olduğunu hemen anladılar. (…)

(…)

İlk konuşan Frigg oldu: “Aranızdan kim benim sonsuz minnet ve sevgimi kazanmak isterse, şimdi söyleyeceğim şeyi yapsın. (…) Loki’nin kızı olduğuna göre Balder’in yaşamı karşılığında bir mergild bedelini ona önermek doğru olacaktır.”

(…)

(…) Thor hazırlıktan yönetti. Odin, beraberinde Frigg ve Valkyriler, ayrıca Hugin ve Munin adındaki iki kuzgunu ile geldi. (…)

(…)

(…) Burada, Ragnarok’taki son savaşta tanrıların yanında savaşmak için her gün hazırlık yapıyorlardı.

(…)

Hermod Sleipnir’e binmeye hazırlanırken Balder ona, “Bu korku dolu yolculuğu benim için yapmana çok teşekkür ederim. (…) Ancak Baba ve büyük Thor’da sendeki kadar cesaret vardır! Bana iyilik yap, babamızın sihirli altın yüzüğünü ona olan sevgimin işareti olarak geri götür” dedi.

(…) Tıpkı buzla kaplanmışken güneşin sıcak ışınlarına tutulan her şeyin gözyaşı dökmesi gibi, her bitki ve her hayvan, her kuş ve her yılan, her metal ve her taş, her hastalık ve her zehir, her damla su, her karış toprak ve her ateş kıvılcımı ağladı.

(…)

(…) Balder için ağlamayı reddeden devanası, pek çok değişik kılığının birinde olan Loki’den başkası değildi. (…)

Onları kandıramadığını bilen Loki, canını kurtarmak için kaçtı. (…) Tanrıların kendisini bulmalarını beklerken, sık sık som balığı şekline girerek, yemek için küçük balıklar yakaladığı yakınlardaki şelalenin sularında saklanıyordu.

(…)

(…) Odin, dünyadaki her şeyi görebildiği koltuğunda oturmuş ve Loki’yi dağ yamacındaki evini yaparken izlemişti. Tanrılar sürekli ve emin bir ilerleyişle Loki’nin sığınağına yaklaşıyorlardı. (…)

Loki onları duyabileceği kadar yaklaştıklarında o, arka kapıdan kaçıp kendini bir som balığına dönüştürerek şelaleye atladı.

Loki’nin evine ilk giren, tanrıların en akıllısıydı. Loki’nin nerede olabileceğine dair ipuçları arayarak ve her ayrıntıyı belleğine yazarak odayı dikkatle inceledi. Sonunda Loki’nin şöminesindeki beyaz küllerden, bir balık ağının biçimini ayrımsadı. “Loki bir balık biçimine girmiş!” diye bağırdı. “Şelaleye giden dereyi arayın, onu orada bulacağınızdan eminim. Ben de hızla Loki’nin tasarladığı gibi bir balık ağı yapacağım.
Ve onu bu ağla yakalayabileceksiniz.”

(…) Thor ağın bir ucunu tutup derenin öbür tarafına atladı. (…)

Loki şelalenin döküldüğü sulara kaçtı. (…) Loki yakalanmamak için, ilerleyen
ağın önünde ırmaktan aşağı doğru yüzmek zorunda kaldı.

Sonunda Loki zor bir seçimle karşı karşıya kaldığını anladı. (…) Thor, Loki’nin kararını tahmin etti ve derenin içine doğru yürüdü. Loki atladığında, Thor onu yakalamaya hazırdı. (…) Thor balığın gövdesini ne kadar yakalamaya çalıştıysa da o, parmaklarının arasından kayıyordu. Sonunda Thor, tırnaklarını som balığının kuyruğuna geçirdi. Loki savaşı kaybetmişti.

Tanrılar Loki’yi dağdaki derin ve karanlık bir mağaraya götürdüler. (…) Sonra Loki’nin iki oğlunu yakaladılar. (…) Tanrılar, Loki’nin ölü oğlunu, sertleşerek demirden şeritlere dönüşen bağırsaklarıyla kayalara bağladılar. Daha sonra Loki’nin başına zehirli bir yılan astılar ki yüzüne sürekli zehir damlatsın. (…)

Fenrir annesini buldu ve onu Loki’nin yanına götürdü. Kocası olan Loki’yi kurtaramadı. (…) Tas dolup da karısı onu boşaltmaya gittiğinde, zehir Loki’nin derisini öyle bir yakıyordu ki tüm dünyayı sarsacak şekilde acıyla kıvranıyordu.

Loki, tanrılar ve devler arasındaki son savaşın zamanı olan Ragnarak’a kadar bu şekilde tutsak kaldı. Şiddetli bir deprem, koca dağların bile ufalanmasına neden olduğunda, Loki’nin zincirleri de kırıldı ve Loki bir kez daha serbest kaldı. (…) Sonunda Loki ve tanrıların nöbetçisi Heimdall birbirlerini öldürdüler.

Ragnarok’la birlikte tüm dünya sona erdi. (…)

(…)

Thor’un Çekicinin Çalınışı: Sunuş

Thor’un Çekicinin Çalınışının ilk yazılı kaydı “Thrym’in Şarkısı” olarak anıldığı Eski Erfrfu’dadır. (…)

“Thor’un Çekicinin Çalmışı”, mizahi yönü nedeniyle olağanüstü çekici bir söylencedir. Kuzey mitolojisinin “Süpermen”i olan Thor’un kadın kılığına girmek zorunda kalması, yüzyıllar boyu dinleyicileri ve okuyucuları gülümsetmiş olmalıdır. Loki’ nin rolü de oldukça eğlendiricidir. Çünkü Loki’nin, karşımıza Yunan tanrılarından Hermes gibi İyi yürekli bir komplocu olarak çıkması keyif vericidir. Loki’nin kargaşa çıkarıcılığı genellikle kötücüldür ve bu, kişiliğine kasvetli bir hava verir. (…)

Thor’un Çekicinin Çalınışı

Çekiç Fırlatan Thor, bir sabah uyandığında çekici Mjollnir’i bulamadı. (…)

Sonra umutsuzluk içinde Loki’yi buldu ve “Birisi çekicimi çalmış. (…) Suçlu her kimse çok kurnaz biriymiş” dedi.

Loki, “Benimle Freya’nın sarayına gel de ne yapabileceğimize bir bakalım Thor” diye karşılık verdi.

Freya’yı bulur bulmaz “Jotunheim’a uçup Thor’un kutsal çekicini arayabilmem için bana şahin tüylü pelerinini verir misin? Kuşkusuz oralarda bir yerlerdedir, çünkü bir devden başka kimse onu çalmış olamaz” dedi Loki.

“Elbette Loki” diye yanıtladı Freya. (…)

Loki, Jotunheim’a uçarken şahin tüyleri rüzgârda ıslık çalıyordu. (…)

Birinin İçeri girdiğini duyan Thrym, başını işinden kaldırarak, “Merhaba Loki. (…) Neden Jotunheim’a geldin?” dedi.

Loki yanıtladı: “Tanrıların ve cinlerin başı büyük belada. Gök gürültüsü çekicini alıp sakladın mı acaba?”

(…)

Loki Asgard’a uçarken, Freya’nın pelerinindeki şahin tüyleri rüzgârda ıslık çalıyordu. Yere indiğinde Thor onu beklemekteydi.

(…)

“Haber getirdim, dolap çevirmeye kalkıştığım yok” diye yanıtladı Loki. (…)

“Öyleyse hemen Freya’yı bulalım” dedi Thor.

Loki tanrıçaya dedi ki: “Başına bir duvak tak Freya. Benimle Jotunheim’a gelmen gerekiyor.”

“Ne demek istiyorsun Loki” dedi Freya kızarak. (…)

Thor, Freya’nın tavrında haklı olduğunu anladı ve Odin’ den bir sonraki adımlarını tasarlamak üzere tanrıları ve tanrıçaları toplantıya çağırmasını İstedi. (…)

(…) “Sorunun yanıtı Thor’un kendisidir” diye bağırdı. (…)

“Beni bir gelin gibi giyinmiş görmek sizi çok eğlendirecek galiba” dedi Thor. (…)

“Dilini tut, şimşeklerin tanrısı!” dedi Loki. (…)

Böylece tanrılar, Freya’nın gerdanlığını Thor’un boynuna taktılar, göğsünün üzerine geniş broşlar taktılar, bacaklarını uzun bir elbiseyle sakladılar, beline bir demet anahtar astılar, kızıl saçlarının üstüne ufak bir şapka koydular ve yüzünü bir duvakla örttüler.

Kılık değiştirme işi tamamlandığında Loki konuştu: “Yolculuğunda sana eşlik edeceğim Thor. (…) Beraberce Jotunheim’a gider, devleri aptal durumuna düşürürüz.”

Thor, keçilerini çayırdan alarak savaş arabasına koştu. Thor’un ateş arabası gökyüzüne doğru hızla hareket ederken şimşek parıltıları yeryüzünü aydınlattı.

(…)

Uşak rolündeki Loki kurnazca yanıt verdi: “Freya düğün gününü öyle heyecanla bekliyordu ki, sekiz uzun gündür ağzına hiçbir şey koymadı.”

(…)

Loki kurnazca yanıtladı: “Freya düğün gününü öyle heyecanla bekliyordu ki sekiz uzun gecedir gözüne uyku girmedi!”

(…)

Sonra Thrym dedi ki: “Gelini kutsamak için Thor’un güçlü çekicini getirin. (…) Ve bize ellerimizi birleştirip evlilik törenimizi yaparken mutluluk dileyin.”

Muhteşem çekici eteğine yerleştirildiğinde, Thor’un yüreği sevinçten ağzına geldi. (…) Thor, böylece Gök gürültüsü çekicini tekrar ele geçirmiş oldu.

(…) İlk ortaya çıktığı biçimiyle, bir halk ozanının soyluları eğlendirmek için söylediği bir şarkı olarak, Beowolf Destanı’nda (MS 700 ile 750 yılları arasında yazılmıştır) görülür. (…)

(…)

(…) Sayfaları arasında hem Uyuyan Güzel’in eski bir versiyonunu hem de J. R. R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde ve Richard Wagner’in Nibelung’un Yüzüğü adlı dörtlü operalar dizisinde kullandığı konunun temel kaynağını barındırır.

(…)

(…)
Fafnir: Hreidmar’ın oğlu. (…) Ejderha biçimine girer.
(…)
Otter: Hreidmar’ın oğlu. (…) Sık sık su samuru şekline girer.
(…)

(…)

“Babam Hreidmar büyük gücü ve büyük serveti olan bir adamdı, bize de büyü sanatındaki becerilerini öğretti. (…) Fafnir, gerek fiziksel güçte gerekse açgözlülükte babamıza en çok benzeyenimizdi. (…) Canı İstediğinde şeklini değiştirebiliyordu.

Otter, Fafnir’den tamamen farklıydı. (…) Fafnir gibi o da şekil değiştirebiliyordu. Özellikle susamuru şekline girmek çok hoşuna gidiyordu. (…)

(…)

(…) Otter gibi Andvari de şekil değiştirebiliyor ve balık avlamaya bayılıyordu. Turna balığı şekline girip şelaleden yukarı çıkan daha küçük balıkları yiyordu. (…)

Bir gün tanrılardan Odin, Loki ve Hoenir, sıradan ölümlüler kılığında yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlardı. (…)

Loki, som balığını ve su samurunu görerek, “Tek bir taş alıp şu susamurunu öldürebilirim, böylece yemek için bir susamurumuz, bir de som balığımız olmuş olur. Bu kadarı kesinlikle bizi doyuracaktır” dedi. (…)

(…)

(…) Ancak Loki’nin elinde sallanan susamurunu görünce hiddetlendi. (…)

(…)

Odin ve Hoenir korku içinde Loki’ve baktılar. Ve Odin Loki’ye dedi ki: “Sanırım en iyisi mergild’i senin toplaman olacak. (…) Ev sahibimize gelince, göründüğü kadarıyla sözünü tutacak bir adam olduğunu söyleyebilirim.”

Loki’yi serbest bıraktığımızda, denizin dibine indi ve deniz tanrıçası Ran’dan geniş bir ağ ödünç aldı. (…) Sonra Loki, çırpınan turna balığını sudan dışarı çekti ve ağın içinden çıkarmadan suyun kıyısına yerleştirdi.

“Turna balığı!” diye başladı Loki. “Eğer gerçekten bir balıksan nasıl oluyor da bu şelalenin içinde ezilmeden hayatta kalabiliyorsun? (…) Kimsin sen?”

(…)

“Demek Andvari sensin” dedi Loki. “Daha fazla konuşmana gerek yok. (…) Sakın yadsımaya kalkma, çünkü beni kandırmak için uyduracağın öykülerden birine bile inanmadan önce seni öldürmüş olurum.”

Loki, Andvari’yi normal cüce şekline girmeye ve babamın gazabından kurtulmak, kardeşimin ölüm bedelini ödeyebilmek için gereksindikleri altınları kendisine vermeye ikna etti. Az sonra Andvari kendi şeklinde Loki’nin yanına geri döndüğünde koca bir torba dolusu altın taşıyordu.

Loki, torbayı açtı ve memnunlukla gülümsedi. (…)

(…)

“Hayır!” diye yanıtladı Loki. (…)

(…)

Loki, cücenin lanetini ciddiye almadı. (…)

Odin, Andvari’nin güzel yüzüğüne hayran kaldı. Bu yüzden Loki onu Odin’e verdi. Sonra Loki, samur derisini aldı ve patlayacak hale gelene kadar altın paralarla doldurdu. (…)

Loki, Hreidmar’ın wergild koşulunu yerine getirmek için Andvari’nin torbasındaki bütün altınları kullanmak zorunda kaldı. Sonunda Loki çantayı boşaltmış ve altınları, Hreidmar’ı bile tatmin edecek şekilde yığmıştı.

(…)

Loki hemen bir altın parayı, tüyü kapatması için oraya kaydırdı. (…) Loki dikkatle, paraları samur kürkünü kaplayacak şekilde yeniden düzenlemeye koyuldu. (…)

(…)

(…) Ancak altın parçaların yeterli olmayacağı açıklığa kavuşunca Loki’ye, “bu yüzüğü al ve açıkta kalan bıyığın üzerine koy. Böylece wergild anlaşmasını yerine getirmiş olacağız” dedi.

(…) Loki kapı eşiğinde durarak Hreidmar’a ve ikimize doğru döndü. (…)

(…)

Bir zaman sonra ağabeyimin Gnita Fundalığı’nda bir mağaraya sığınak yaptığını ve çalmış olduğu wergild’i korumak için kendisini korkunç bir ejderhaya dönüştürdüğünü öğrendim. (…)

(…)

“Eğer kardeşin bu patikanın üzerinden uzanıp aşağıdaki suyu içiyorsa, kendisini bu güne kadar yeryüzünde yaşamış en büyük canavara dönüştürmüş demektir” diye haykırdı Sigurd.

(…)

(…) Kalbin kanı ağzına değer değmez şaşkınlıkla, oturmuş kendisini seyretmekte olan kuşların dilini anlayabildiğini ayrımsadı.

“Bakın” dedi kuşlardan biri, “şurada Sigurd, Fafnir’in kanıyla neredeyse tamamen kaplanmış olarak oturuyor. Sırtında, omuzlarının arasında, ejderin sıcak kanıyla yapışmış olan bir ıhlamur yaprağı olduğunu görmüyor.”

“Sigurd canavarın kanının koruyucu güçlerinin ayrımında değil” diye ekledi ikinci bir kuş. “Kanın bedenine değdiği yerlerden, hiçbir silahın kendisini yaralayamayacağını bilmiyor.”

“Eğer Sigurd sözlerimizi anlayabilseydi tek zayıf noktasını korumaya özen gösterirdi” dedi başka bir kuş. “Çünkü sadece ıhlamur yaprağının, Fafnir’in kanının derisine değmesine engel olduğu o noktadan yaralanabilir.”

Dördüncü bir kuş konuştu: “Sigurd aptal gibi Fafnir’in parıldayan kalbini Regin için kızartıyor. Oysa kalbi kendisi yemeli, böylece Regin değil o, bütün insanların en bilgesi haline gelirdi.”

“Regin, Sigurd’u aldatmanın en İyi yolunun ne olduğunu düşünüyor” dedi ikinci kuş. “Sigurd’u dolambaçlı sözlerle kandıracak. Sigurd ona güvenmekle aptallık ediyor.”

“Sigurd Regin’in kafasını gövdesinden ayırmalı sonra da bütün hazineyi almalı” diye ekledi üçüncü kuş.

“Regin Sigurd’u haklamadan Önce!” diye bağırdı dördüncü kuş, “atasözündeki gibi: Kurdun kulaklarının göründüğü yerde, kurtun dişleri de yakındır. Eğer Sigurd akıllı ise kendine dikkat etmeli. Fafnir’in İnine girip hazineyi toplamalı, sonra da Brunhild’in uyumakta olduğu Hindfell’e gitmeli. Bilgeliğe giden yol budur.”

“Sigurd’un kaybedecek bir şeyi yok” dedi birinci kuş. “Zaten kardeşlerden birini öldürdü. Bu, diğer kardeşin de onu öldürmesi İçin yeterli bir neden.”

“Kuşlar haklı” dedi Sigurd kendi kendine. (…)

(…)

Kuşlar koro halinde cıvıldadılar. “Andvari’nin yüzüğünü parmağına tak Sigurd. Korkacak neyin var ki? Sonra Valkyri Bumhild’in uyuduğu Hindfell’e git. Ateşten bir çemberin içinde, altın rengi parıltılar saçarak Hindfell’in üzerinde duran Işıltılı Salon yükselir. Orada tüm bakirelerin en güzeli, kızıl alevlerin gölgeleri üzerinde dans ederken, altınlarla çevrili olarak yatmakta. Odin’in, savaşta itaatsizlik ettiği için (yine Odin tarafından) cezalandırılan ışıltılı bakiresi çok uzun uyudu. Yüreğinde merhamet vardı ve ürkütücü Nomların kararına karşı gelerek yanlış savaşçının yaşamasına izin verdi. Uyku dikeni, sen gidip onu kazanıncaya dek Brunhild’i koruyacak! Andvari’nin yüzüğün parmağına tak Sigurd. Korkacak pek az şeyin var.”

Sigurd bir kez daha kuşların öğüdüne uydu. (…)

(…)

Brunhild yanıtladı: “Odin’in emriyle süresiz bir zaman boyunca, uyku dikeninin büyüsünden kurtulamadan uyudum. (…) Orada diğer kahramanlara katılarak, dünyayı sona erdirecek olan büyük savaşta devlere karşı tanrılara yardım edecekleri Ragnarok’u beklerlerdi. Son savaşımda” diye devam etti Brunhild, “iki büyük kral birbirleriyle dövüşüyorlardı. (…) Odin’in öfkesi amansızdı.”

(…)

(…) “Annemin öğrettiği şekil değiştirme sanatını uygulayalım. Benim şeklime gir ve benim adıma Grani’yi alevlerin içine sür ve Brunhild’i benim İçin kazan. Bu arada ben de senin görüntüne bürünerek burada beklerim.”

(…)

(…) Sonra Gunnar ve Sigurd kendi şekillerine döndüler ve Brunhild’in ailesine haberleri vermeye yollandılar.

(…)

(…) Pagan geleneğine yakınlık duyan bir Hıristiyan tarafından, MS 8. yüzyılın başlarında yazılmış olan Beowolf destanı, İngiliz topraklarına yerleşmiş Kuzey geleneğini yansıtır. İrlanda söylenceleri 1100 ile 1500 yılları arasında keşişlerce kaydedilmiştir. Son olarak Kral Arthur’un öyküsü, on ikinci yüzyılın başlarından on beşinci yüzyılın sonlarına değin uzanan Gal, ingiliz ve Fransız geleneklerinin bir bileşimidir.

(…)

(…) Öykü, Batı kahramanlık geleneğinde büyük ne varsa hepsini Kral Arthur’a atfeder. Ataları, yanan Troya kentinden gelmişlerdir. Babası ve amcası Stonehenge’le (Stonehenge: İngiltere’de MÖ 1800-1400 yılları arasında dikilmiş, kutsal sayılan büyük taş anıtlar (ç.n.).) bağlantılıdır. (…)

(…) Roma İmparatorluğu’nun başına geçen Arthur, Büyük İskender gibi dünyanın büyük fatihlerinden birisidir. (…)

(…)

Kelt söylenceleri İrlanda, İskoçya ve Gal ülkesinde İsa’dan sonra 1100 ve 1600 yılları arasında Hıristiyan keşişlerce yaşatılmıştır. (…)

(…)

(…)
Atnergin: Büyük Druid ve Mil Çocukları’nın şairi.
(…)

(…) Ladhra, İrlanda topraklarında Ölen ilk insandı ve onun ölümünden sonra İrlanda büyük bir tufanla sulara gömüldü. (…)

(…)

(…) Onları eğlendirmek İçin müzisyenlere, cambazlara, soytarılara ve şairlere iş vermeyi
reddetti, zenginliğini kendisine saklamak istedi, insanlarından mücevher ve yiyecek biçiminde ağır vergiler talep etti. (…)

Bres, Tuatha De’nin edebiyat tanrısı olan şairine de akılsızca kötü davranarak kendisine ve Fomorianlara yıkım getirdi. Şairi yatak ve ateşin olmadığı izbe, karanlık bir kulübede yaşattı ve günde yalnızca üç kuru ekmek parçası verdi. Öç olarak şair, kralı büyü gücü olan şu sözlerle lanetledi: “Başkalarım yaşamaya zorladığı gibi yaşamak Bres’in kaderi olsun; tabağı yiyeceksiz, kabı sütsüz olsun, kasvetli gecelerde onu koruyacak bir barınağı olmasın.”

Şairin gücü öylesine büyüktü ki, bu sözleri duyan kabile reisleri Bres’i İrlanda tahtından vazgeçmeye zorladılar. (…)

(…)

Lug muhafızı şöyle yanıtladı: “Önce kralına git ve ona söyle. Ben usta ve güçlü bir savaşçı, mükemmel bir marangoz, iyi bir demirci, yetenekli bir çalgıcı, şair ve masal anlatıcısı, bilgili bir doktor ve becerikli bir büyücüyüm. Benim kadar yetenekleri olan başka bir Tuatha De Danann’ı göstermesi için Kral Nuada’ya meydan okuyorum.”

(…)

Büyük Druid ve Mil Çocuklarının şairi Hoşdiz Amergin şöyle yanıtladı Eriu’yu: “Büyük Tanrıça, hoş karşılamanız ve armağanınız olan bu toprak için size teşekkür ediyoruz. (…) Karşılık olarak sizi onurlandıracağımıza ve ada durdukça adınızı taşıyacağına söz veriyoruz!” Ama Mil Çocukları’ndan en yaşlısı Don onun sözünü kesti: “Tanrıça, şair Amergin, ağzının ne konuştuğunun ayırdında değil! (…) Bizi burada onlar besleyecek ve biz onları onurlandıracağız!”

(…)

Daha sonra Amergin dedi ki: “Ana Tanrıça, sizin gücünüzle benim gücümü birleştirmeyi ve bu topraklara refah getirmeyi sizden istiyorum. (…) Çünkü ben de büyük bir güce sahibim, ben, denizler üzerinde esen rüzgârım, köpüklü dalgaların gürlemesiyim, güçlü Öküzüm, yaban domuzunun cesaretiyim, yırtıcı kartalım, güneşin ışığı, bitkilerin en
güzeli, bütün sanatların yaratıcı gücü ve güçlü silahların en usta kullanıcısıyım.”

“Tanrılardan biri gibi” diye sürdürdü Amergin sözlerini, “kendi biçimimi, tepelerin ve vadilerin biçimini değiştirebilirim. (…) Evimizi bu adada kuracağız, burada güven ve barış içinde yaşayacağız.”

Amergin ve ırkının öteki önderleri daha sonra Tuatha De Danann’ın kabile reisleriyle karşılaştılar ve dediler ki: “Bu toprakların bizim olduğunu söylüyoruz. (…) Ama bilin ki büyük güce sahibiz.”

(…)

İngiltere-İskandinavya Beowulf: Sunuş

Tarihsel Arkaplan

Epik şiir Beowulf, MS 700 ve 750 yıllan arasında adı bilinmeyen bir İngiliz tarafından yazılmıştır. (…)

Angıllar, Saksonlar ve Jütlerin de dahil olduğu Germen kabileleri, MS 450 ile 600 yılları arasında İngiltere’yi istila ederler. (…) Hıristiyanlık, MS 600 yıllarında gelmiştir ve Anglosakson manastırlan o sırada, hem dinsel hem de dindışı eski ve çağdaş kitapların bulunduğu büyük kütüphanelerdir. (…)

(…) MS 650-660 yıllan arasında sulara gömülmüş olan Sutton Hoo kraliyet gemisi, 1939’da İngiltere’de, Suffolk’ta bulunmuştur. (…)

(…) Birçok araştırmacı, destanın 7. yüzyılın sonları ile 9. yüzyılın başı arasında bir dönemde yazıldığı kanısındadır. Bu doğruysa, orijinal elyazması 9. yüzyılda Anglia’nın
Vikingler tarafından işgali sırasında kaybolmuş olsa gerektir; çünkü bu işgal sırasında Anglosakson manastırlar ve büyük kütüphaneler Danlarca yakılıp yıkılmıştır. Buna karşılık başka bazı uzmanlar da, şairin Danlara karşı en uygun tavrının, destanın oluşumunu Viking işgalinden sonraya, yani Beowulf elyazmasının kaleme alındığı 11. yüzyıl başlarına bırakmak olduğunu düşünmektedirler.

(…)

(…) Kabil ırkından gelen Grendel, Ölüm habercisi atalarının ölüm işaretini, eski bir laneti taşıyordu. Kabil gibi Grendel de halk arasında mutlu bir yaşamdan yoksun bırakılmıştı. (…)

(…)

Beowulf, sonra mücevherli kılıç kabzasını yaşlı krala sundu. Kabza, eski tufan öyküsünü açığa vuruyordu. Bu sel suları dev ırkını yok etmiş, deniz dibine batırmıştı. Çünkü yasa tanımadan yaşamışlardı. Ejderha şekilleriyle süslü kabzadaki eski harfler öyküyü anlatıyordu.

(…)

(…) Yüzüklerin efendisi, kendi ulu kaderini elinde tutuyordu. (…)

(…)

(…) Yüzüklerin efendisi korkunç ejderhanın gazabının nedenini öğrenmişti; hırsıza onları ateş canavarının inine götürmesini emretti. (…)

(…)

(…) Yüzüklerin efendisi, eğer höyükten İçeri girmeye çalışırsa ejderhanın hazinesinin yanındaki ateş tufanının onu yakıp öldüreceğini biliyordu.

(…)

(…) “Sevgili kralımız eğlenme ve gülme dünyasını terk ettiğinden, hiçbir Geat bu hazineleri taşımayacak. (…) Kara kuzgun, savaş koşumlu savaşçılarımızın cesetleri üzerinde iştahla çığlık atacak; kurt ölüleri parçalayacak.”

(…)

(…) Zamanla ateş Beowulf’’un kemiklerini tüketti ve ünlü yüzüklerin efendisinden kalan bütün şey yalnızca bir kül yığınıydı.

(…)

(…) Bazı bilim adamları, gerçek Arthur’un muhtemelen, MS 500-517 arasında Saksonya’nın işgali için düzenlenen on iki başarılı saldırıyı yönetmiş Artorius adlı Galli bir süvari generali olduğunu ileri sürmektedir.

(…) Ashe, Arthur ile Riothamus’un aynı kişi olduğu noktasından hareketle, Arthur’un krallık dönemini de, 460’larda Galya’ya yönelik Britanya harekâtının da yaşandığı 450-470 yılları arasına yerleştirir. (…)

(…)

Başlıca Karakterler

Brutus: Aeneas’ın büyük torunu; Troya sürgünlerini Britanya’ya götürür ve krallık kurar.(…)

(…)

(…) En eski Hint söylenceleri, ülkeyi MÖ 1500 dolaylarında İstila eden Ari halkların kültürlerine aittir. (…)

Çin söylencelerinden birçoğu Han Hanedanlığı (MÖ 206-MS 220) döneminde yazıya geçirilmiştir. (…)

(…) (Japonlar, blog. not.) Söylencelerini çok sonraları, MS 8. yüzyılda yazıya geçirmişlerdir. (…)

(…)

(…) Aşağıdaki söylence büyük olasılıkla MS 300 ve 500 yıllan arasında yazılmıştır ve tümüyle Hindulara ait ayırt edici öğeler içerir.

(…) Söylence, Vişnu’nun nasıl sık sık dünyaya indiğini, tanrıları ve ölümlüleri kötü varlıklara (şeytanlar) karşı korumak için insan kahraman olarak nasıl yeniden dünyaya geldiğini açıklar.

(…)

(…) Vişnu yaratır, korur ve yıkar. Adı ve rolü değişir, fakat büyük tanrı aynı kalır. (…)

(…)

Evrenin Yaratılışı, Yok Olması ve Yeniden Doğuşu

Dünya sonsuz tekrar eden döngülerde yaratılır, yok edilir ve tekrar yaratılır. Sürekli olarak her biri 4.430.000 yıl süren bir Maha Yuga’dan (Büyük çağ) diğerine devinir. (…)

(…)

Her Maga Yuga’daki dördüncü çağ, Kali Yuga’dır. (…)

Kali Yuga’da insanlar ahlaki erdem yerine, sahip oldukları para ve mal miktarına göre toplum içinde yerlerini alırlar. Erdem derecesi sadece maddi refahla ölçülür. Evlilikte koca ve karıyı birbirine sadece cinsel tutku bağlar. Halk, art arda gelen yalanlar sayesinde yaşamda başarılı olur ve tek eğlence kaynakları cinselliktir. Sürekli olarak açlık, hastalık ve ölüm korkusuyla yaşarlar.

(…)

Şiva-Rudra Olarak Vişnu, Dünyadaki Yaşamın Yıkıcısı

Dünya yaşamında bir yıla karşılık gelen 1000 Maha Yuga (Büyük Çağ) sonunda büyük tanrı Vişnu, Şiva-Rudra’ya dönüşecek ve dünyadaki tüm yaşamı yok edecektir. Bir gece, dünyadaki yaşamda bir günlük bir süreç başlatacaktır. Önce güneş ışınlarına girecek ve dünya yüzeyindeki tüm suyu buharlaştıracak, ısıyı artırmak için yüz yıl boyunca güneş ışınlarını yoğunlaştıracaktır. Her üç dünya, gökyüzü, yeryüzü ve yeraltı, bu korkunç sıcakta kavrulacak, büyük kuraklık ve kavurucu ateş bomboş bir çöl yaratacaktır. Kıtlık evrende kol gezecek, yüz yıllık süre sona erdiğinde hiçbir canlı varlık kalmayacaktır.

Ateşler üç dünyadaki tüm yaşamı tükettiklerinde, Şiva-Rudra, yani Vişnu’nun yıkıcı biçimi, korkunç fırtına bulutları püskürtecektir. Yüreklere korku salan gökgürültüsü ve yıldırımların eşlik ettiği bulutlar, güneşi gizleyerek ve dünyayı karanlığa boğarak yeryüzünün çevresinde dolaşacaktır. Yüzyıl boyunca gündüz ve gece, dünyadaki her şey yıkıcı sellerin derin suları altında yok oluncaya değin bir yağmur tufanı sürecek; ateş ve seller yaşamla birlikte tüm diğer tanrıları da yok edeceği için, korkunç tufan yanında sadece büyük tanrı Vişnu varlığını sürdürecektir.

Büyük tufan tüm yaşamı yok etmeye başladığında, büyük bir altın yumurta ortaya çıkacak; bu yumurta tufan Öncesi dünyada var olan tüm hayat biçimlerinin tohumlarını taşıyacak; dünya sulara gömülürken, bu yumurta sınırsız okyanusun sulan üzerinde güvenlik içinde yüzecektir.

Okyanus üç dünyayı tümüyle kapladığında, Vişnu kurutucu bir rüzgâr püskürtecek; yüzyıl boyunca bu rüzgâr, fırtına bulutlarını dağıtarak dünya çevresinde dolanacak; 1000 Maha Yuga’nın kalanında, dünya yaşamındaki bir gecede, Vişnu uyuyacak ve dünya da uyuyacaktır.

Brahma Olarak Vişnu, Dünyadaki Yaşamın Yaratıcısı

Uzun 1000 Maha Yuga gecesinin sonunda Vişnu uyanacaktır. Göbeğinde muhteşem bir lotus çiçeği çıkacak ve Vişnu, dünyadaki yaşamın yaratıcısı olan yaratıcı Brahma biçiminde bu çiçekten çıkacaktır. Lotus üç dünyanın temeli olacaktır. Brahma, çiçekten çıktığında onun üzerinde dinlenecek; sellerin tüm hayatı öldürdüğünü kavrayan Brahma, yeniden doğuş sürecini harekete geçirmek için yumurtayı kırarak açacaktır. Böylece Vişnu, tanrı Brahma olarak dünyanın yaşamında yeni bir günü, yeni bir 1000 Maha Yuga zamanını müjdeleyecektir.

Üç dünyanın imgesi tüm tanrılar, şeytanlar ve insanlarla tamamlanmış olarak Brahma’da bulunmaktadır. Yaratıcı Brahma önce su, ateş, hava, rüzgâr ve dünyayı üzerinde dağlar ve ağaçlarla birlikte ortaya çıkaracak; daha sonra evreni örgütlemenin bir yolu olarak zamanı ortaya çıkaracaktır.

Hemen sonra Brahma, tanrılar, kötü ruhlar ve insanları yaratma üstünde yoğunlaşacaktır, önce butlarından kötü ruhları ortaya çıkaracaktır; daha sonra, vücudundan sıyrılarak tanrıların düşmanlarına ait olan ve gece dediğimiz karanlığı yaratacaktır. Brahma İkinci bir vücut alarak, yüzünden tanrıları yaratacak, bu vücudu da terk ederek tanrılara ait olan, gündüz olarak adlandırdığımız ışığı yaratacaktır. Brahma’nın yoğunlaşma gücü, art arda gelen vücutlardan insanları ve Rahşasaları, yılanları ve kuştan ortaya çıkaracaktır. (…)

Böylece büyük tanrı Vişnu, sonsuza kadar üç biçim içinde var olur. Birincisi, dünyanın büyükbabası ve yaratıcısı Brahma’ dır. Daha sonra dünyadaki hayatın koruyucusu Vişnu’ya dönüşür. Vişnu olarak bir uygar davranış yasası olan dharma ile insanları korur ve insanlara yardım için sık sık dünyaya inerek ve insan biçiminde doğarak onları en büyük düşmanlarından korur. Sonuncusu, dünyadaki hayatın yıkıcısı olan Şiva-Rudra’ dır.

İndra ve Ejderha: Sunuş

Ariler, MÖ 1500 civarında kuzeybatıdan gelerek Hindistan’ı istila ettiklerinde, fethettikleri topraklara kendi dinsel düşüncelerini de getirmişlerdir. Bu düşünceler doğa güçlerini ateş, yağmur ve rüzgâr gibi kişileştiren bir grup tanrıyı içerir. Hindistan’ın fethi, İndra gibi başarıları kısmen olgulara dayanan bir sözlü söylence kümesini oluşturan kahraman önderler üretmiştir. İndra, zamanla eski Hindistan’ın büyük
tanrılarından birisi olur ve daha eski tanrıların kutsal özellikleriyle efsanevi kişiliklerin kahramanlıklarını kendinde toplar.

(…)

İndra’nın en eski kahramanlık serüvenleri, Hindu-öncesi tanrı gruplarına adanmış binden fazla mitolojik ilahi, ritüel ve risaleden oluşan Rid Veda’da anlatılır. MS 1500-1200’leri izleyen yüzyıllarca yıllık süre boyunca Veda sözlü bir gelenek yoluyla korunmuştur. Sonunda bu söylenceler, Yunanca ve Latince ile yakından ilişkili bir Hint-Avrupa dili olan Sanskritçede yazıya geçirilmiştir.

Hindular Veda’lara büyük saygı göstermişler, fakat kendi gelişen dinsel geleneklerini yansıtacak bir biçimde tanrıların rollerini de değiştirmişlerdir. MÖ 700 civarında yeniden dünyaya geliş (reenkarnasyon) düşüncesini oluşturmuşlardır ve söylencelerinde her tanrı ya da kahraman bir başka tanrı ya da kahramanın yeniden dünyaya gelmiş örneği olabilir. Bu kavram, sonraki tanrıları daha önceki tanrıların yeniden dünyaya gelmiş biçimleri yaparak, yeni tanrıları eski gelenekle birleştirmiştir.

Rig Veda’dan yüzyıllar sonra, Tanrı İndra hâlâ Hindu söylencelerinde varlığını sürdürür, fakat daha önceki kişiliğinin bir belgesi olarak Hindu destanı Mahabbarata’da (MÖ 300 ve MS 300 arasında bir dönemde yazılmıştır) İndra, bir zamanlar cesaret gösterdiği yerde korku göstermekte ve önceki söylencede yendiği ejderha, daha sonraki söylencede onu alt etmektedir. (…)

(…)

Râmâyana: Sunuş

Tarihsel Arka plan

Ramayana MÖ 1200-1000 yılları arasında Kuzey Hindistan’da yaşamış Rama ve Sila ailelerince temsil edilen, siyasal olarak güçlü iki aile geleneğini yansıtır. (…)

Araştırmacılar Ramayana’nın MÖ 200 ve MS 200 arasında yazıldığına ve son bölümünün muhtemelen MS 400 yılına değin sarktığına inanmaktadırlar. (…)

(…)

(…)
Râma: Vişnu’nun dünyevi biçimlerinden biri; Kral Dasa-Ratha’nın en büyük ve gözde oğlu; Bharata, Lakşmana ve Satrughna’nın erkek kardeşi; Sitâ’nın kocası.
Bharata: Vişnu’nun ikinci dünyevi biçimi; Kral Dasa-Ratha’ nııı ikinci oğlu; Râma, Lakşmana ve Satrughna’nın kardeşi.
Lakşmana: Vişnu’nun üçüncü dünyevi biçimi; Kral Dasa-Ratha’nın üçüncü oğlu; Râma’nın erkek kardeşi ve arkadaşı; Bharata ve Satrughna’nın erkek kardeşi.
Satrughna: Vişnu’nun dördüncü dünyevi biçimi; Kral Dasa-Ratha’nın en küçük oğlu; Bharata, Râma ve Lakşmana’nın erkek kardeşi.
(…)
Sitâ: Lakşmi’nin dünyevi biçimi; Vişnu’nun karısı; Toprak Ana ve Kral Canaka’nın kızı; Râma’nın karısı.
(…)

Başlıca Tanrılar

İndra: Tanrıların kralı; yağmur tanrısı.
Vişnu: Yeryüzündeki yaşamın koruyucusu.
Brahma: Yeryüzündeki yaşamın yaratıcısı biçimindeki Vişnu.
Şiva: Yeryüzündeki yaşamın yok edicisi biçimindeki Vişnu.
(…)

Râmâyana 1. Bölüm

(Dünyada yaşamın koruyucusu olan tanrı Vişnu, hem tanrıların hem insanların düşmanı bir dev olan Ravana’yı öldürmek için dünyaya iner. Vişnu, kral Dasa-Ratha’nın dört çocuğu Râma, Bharata, Lakşmana ve Satrughna olarak tekrar doğar. Râma, Toprak Ana’nın kızı Sitâ’nın sevgisini kazanır.)

(…)

(…) Tanrılar, gerektiğinde kendilerini savunduğu için Vişnu’ya saygı gösterirlerdi. Bu nedenle yardımını dilediler. “Rakşasaların kralı Râvana, hem gökyüzünü hem de yeryüzünü şiddete boğdu” diye bağırdılar. “Kötülüklerinin sonu yok. (…) Kosala krallığına in ve Kral Dasa-Ratha’nın dört çocuğu olarak dünyaya gelmeyi kabul et. Râvana’yı insan olup yalnız sen yok edebilirsin.”

(…)

Vişnu kendisini bir kaplan kılığına soktu ve kralın adak ateşinin ortasında Dasa-Ratha’ya göründü. (…)

Böylece Kral Dasa-Ratha’nın üç karısı dört oğul doğurdular. Her bir oğul dünyadaki yaşamın koruyucusu Vişnu’ya vücut veriyordu. (…)

(…)

(…) İndra, tanrıların kralı, yayları bir ellerinde, kılıçlan diğer yanlarında harekete geçen genç adamlara gülümsedi. Üzerlerine göklerden bir tomurcuk seli, büyük bir çiçek yağmuru boşalttı.

(…)

(…) Dört çift, evliliği kutsayan kutsal ateş çevresinde dolaşırlarken Tanrıların kralı İndra da hoşnutlukla gülümsüyordu. Onların üzerlerine göklerden bir tomurcuk seli, bir çiçek yağmuru boşalttı.

(…)

(…) “Râma’nın saygıdeğer tahtınıza oturacağını biliyorduk, çünkü onun kalbi cesaret dolu, sözleri ve yaptıkları erdem dolu, doğruluk sevgisi ve dharmaya bağlılığı erişilmezdir. (…) Nasıl ki İndra, göklerdeki tanrıların daha da yukarılarına yükseliyorsa, o da yeryüzünde yürüyenlerin üstündedir. O Toprak Ana kadar bağışlayıcıdır.”

(…)

(…) Bu basit yaşamına karşın güçlü kolları ve aslana benzeyen omuzlarıyla Râma, engin
dünyanın yaratıcısı ve büyükbabası Brahma’ya benziyordu.

(…)

Tanrıların kralı İndra, Râma’ya gülümsedi. Onun üzerine göklerden yağmur gibi tomurcuk ve çiçek boşalttı.

(…)

(…) Kendisini, safirden boynuzları ve çiçek yaprakları gibi yumuşak derisi olan, altın ve gümüşten çok güzel bir ceylana dönüştürdü. (…)

(…)

(…) “Hiçbir gerçek ceylan bu kadar güzel olmaz. Bu Yaratık kılık değiştirmiş bir Rakşasa olmalı! Onların şekil değiştirebilme yetenekleri onları hain düşmanlar yapar. Onların ihtiyatsız kurbanlarım ne kadar kolay boğazladıklarını anımsa.” (…)

(…)

Yakınlarında gizlice onları dinleyen Râvana zamanı kolladı. Kendini kutsal bir münzeviye dönüştürerek, bir elinde asa diğer elinde dilenci kasesiyle Sitâ’ya göründü. (…)

(…)

Sitâ’nın sözleri Râvana’yı yıldırmadı. Yeniden canavar şeklini alıp, bir eliyle Sitâ’nın saçlarını, diğer eliyle bedenini yakaladı. (…)

(…)

Bu aramalar sırasında ağır yaraladıkları bir Rakşasa onlara şunları söyledi: “Büyük Maymun Kral Sugriva ve onun arkadaşlarının yardımını isterseniz Sitâ’yı bulabilirsiniz. Onlar da şekil değiştirebilirler ve bütün cinlerin nerede bulunacaklarını bilirler.”

(…)

(…) “Çocukken 9000 mil yukarı göklere sıçramıştım; bir ağacın dalından sarkan olgun bir meyve gibi güneşi koparıp alacağımı umuyordum. (…) Tanrıların kralı İndra, bana nasıl öleceğimi belirleme gücünü verdi. Eminim ki bu kahramanca görevi yerine getirecek kişi benim!”

(…)

Daha sonra, gizli görevini yerine getirmek için kendini kediye dönüştürdü. (…)

(…)

(…) Râvana yeni atların çektiği yeni bir arabayla savaşa girdiğinde, tanrıların kralı İndra şöyle dedi: “Biz tanrılar, daima dürüst ve cesur olanlara yardım ederiz. (…) Râma’ya sivri uçlu oklarla dolu torbamı vermiştim; ona şimdi de göklerde yapılmış bir altın savaş giysisi, bana ait ve benim sürücümün kullandığı atların çektiği altın savaş arabamı vereceğim.”

(…)

İndra, Râma’ya gülümsedi. Kanla kaplanmış yeryüzüne göklerden bir tomurcuk sağanağı, bir çiçek yağmuru yağdırdı. (…)

(…) Vibhişana, Râvana’nın ölüm yasını tutarken, ona şöyle dedi: “Râvana dünyanın en büyük savaşçılarından ve kahramanlarından biriydi. Tanrıların kralı İndra bile ona karşı duramadı. (…) Çünkü onlar onurlarıyla ölmüşlerdir ve hiçbirimiz ölümden kaçamayız.”

(…)

Tanrılar altın arabalarıyla göklerden indiler ve Râma’ya şöyle dediler: “Dünyadaki yaşamın koruyucusu, nasıl sıradan bir adam gibi davranıp Sitâ’ya bunu yaparsın? Bütün tanrıların birincisi, hepimizin büyükbabası ve yaratıcısı olduğunu anımsamıyor musun? Başlangıçta olduğun gibi sonunda da böyle olacaksın.”

Râma yanıt verdi: “Ben Rama’yım ve Dasa-Ratha’nın en büyük oğlu olduğumu sanıyorum- Eğer yanılıyorsam, büyükbaba bana kim olduğumu söylesin.”

Brahma şöyle dedi: “Râma, daima yaşayacak olan büyük tanrı Vişnu’nun dünyadaki görünüşüdür. İlahi biçimle, sen hem yaratılışın hem de yok oluşun, bütün tanrıların ve kutsal adamların kurtananısın ve bütün düşmanları ele geçiren kişisin. Sen her yaratıkta ve doğanın her yerinde yaşarsın. Gözlerini açtığında gündüz, kapadığında gece olur. Ben senin yüreğinim. Sitâ ise, senin tanrısal karın Lakşmi’nin dünyadaki görünüşüdür.”

“Artık Râvana’yı öldürdüğüne göre” diye Brahma sözlerine son verdi; “İlahi biçimine girip göklere geri dönebilirsin. Çünkü insan biçimine girmeni gerektiren görevini yerine getirdin. Seni sevenler ve senin öykünü anlatanlar ödüllendirilecektir.”

(…)

Sonra tanrılar kralı İndra, Râma’ya göründü ve “Adil Râma, insanların aslanı, bizim için yaptıkların karşılığında ne istediğini söyle; senin olacak” dedi.

(…) “Öyle olsun” dedi İndra.

Hanuman’ın gitme vakti gelince Râma’ya, “Senden özel bir isteğim var. İndra’nın bana istediğim gibi ölme gücü verdiğini anımsarsın. Bana, insanlar senin görkemli işlerini anlatana kadar dünyada yaşama izni ver” dedi.

(…)

VI. Bölüm

(Kosala halkı Sitâ’nın erdemini yeniden sorgular ve Râma onu sürgüne mahkûm eder. (…) Bin yıl daha hüküm sürdükten sonra Râma ve erkek kardeşleri, Vişnu olarak cennete dönerler.)

(…)

(…) Sonra büyükbaba ve yaratıcı Brama göründü ve şöyle dedi: “Râma, Sitâ ve kendin için yas tutma. Sitâ saf ve masumdur ve onun ödülü anasına kavuşmak oldu. Unutma ki sen büyük kral Vişnu’sun. Sitâ’yla bir kez daha göklerde bir araya geleceksin ve o senin
karın Lakşmi olacak. Valmiki’nin öyküsünün sonu, sana geleceğinin ne olacağını gösterecek.”

(…)

Bir gün Zaman’ın hayali Râma’nın sarayına geldi ve Râma’ya şöyle dedi: “Râma olarak dünyada on bir bin yıldır hüküm sürüyorsun. Büyükbaba sana şunu sormak için beni yolladı. Ölümlülere hükümdarlığa devam etmek mi istiyorsun yoksa yeniden bütün tanrılara hükümdarlık etmeye hazır mısın?”

Râma yanıt verdi: “Cennetteki tanrıların arasındaki yerime dönmeye hazırım.”

Râma dünyadan ayrılacağını ve cennete döneceğini ilan edince; erkek kardeşleri tahtlarını oğullarına bırakarak ona katıldılar. (…)

(…) “Uzun zaman önce benden istediğin bağışı anımsıyor musun?” diye sordu Hanuman’a. “İnsanlar benim gerçekleştirdiğim şeyleri konuşmaya devam ettiği sürece dünyada yaşamayı istemiştin. Bu nedenle burada sonsuza kadar yaşayacaksın. Mutlu olmanı dilerim.”

(…) Tanrıların kralı İndra sadık kalabalığa gülümsedi. Onların üzerlerine bir tomurcuk sağanağı ve göklerden büyük bir çiçek yağmuru yağdırdı.

Brahma heyecanla bağırdı: “Hey, Vişnu, dünyadaki canlıların koruyucusu. Cennete nasıl istersen o şekilde gir.”

Râma ve erkek kardeşleri cennete Vişnu olarak girdiler ve bütün tanrılar sevinçle onları karşılayıp önlerinde eğildiler. Sonra Vişnu şöyle dedi: “Brahma, burada toplanan herkes beni izlemek istiyor, çünkü beni seviyorlar. Benimle kalabilmek için, dünyadaki yaşamlarından vazgeçiyorlar. Bunun için, onların her birine cennette yer ver.”

Rivayete göre, Râma’yı İzleyenler tanrısal biçimler aldılar ve şu anda cennette yaşıyorlar.

(…)

(…) Bunun en önemli nedeni, MÖ 213’te Çin’in ilk imparatorunun tıp, kâhinlik, tarım, ağaç ve bitki yetiştirilmesi hakkında olmayan bütün kitapları yakmasıdır.

Büyük Han Hanedanı döneminde (MÖ 206-MS 220), imparatorlar Konfiçyus’un öğretilerini devlet dini olarak kabul etmişler ve doğaya tapınmayı içeren dinleri yasaklamışlardır. (…)

(…) Bu söylence (Pangu, blog. not.) MS 200 ve 500 yılları arasında yazılmış metinlerde bulunmaktadır ve kaostan düzenin ortaya çıkışı ve bu düzenin korunması üzerinde yoğunlaşmaktadır. (…)

(…)

Evrenin Yaratılışı

Başlangıçta bir yumurta tüm evreni içinde barındırıyordu. Yumurtanın içinde kaotik bir kitle bulunmaktaydı. Gök ve yer birbirinin eşiydi ve her yer tümüyle karanlıktı. (…)

(…)

(…) Bedenindeki tüyler ağaçlan, bitkileri ve çiçekleri oluştururken derisinde yaşayan asalaklar, hayvanlar ve balıklara dönüştüler.

(…) Hayvanlar ve balıklar onu tatmin etmek için yeterince akıllı değildiler. (…)

(…)

Bir süre sonra Nugua’nın çocukları evlerini yapıp köylere ve çiftliklere yerleşerek günlük
gereksinimlerini karşılamaya başlayınca, canavar Gong-gong çok kızdı. Başını gökyüzünü tutan dağlardan birine şiddetle vurdu. Dağ yere yıkıldı, gökyüzünde tuttuğu bir bölümde büyük bir delik açıldı ve yeryüzünün pek çok yerinin çatlamasına neden oldu. Bazı büyük yarıklardan alevler fışkırarak evleri ve ekinleri yaktı. Nehirler yataklarından taştılar ve yeraltı sularının oluşturduğu seller yarıklardan fışkırarak eskiden köy ve çiftlik olan yerlerde büyük bir okyanus oluşturdular.

Büyük Tanrıça dehşet içinde yüzlerce insanın açlıktan ölmesini veya boğulmasını izledi. Yarattığı çocukları kurtarmak için acele hareket etmesi gerektiğini biliyordu. İlk önce nehir kıyısındaki sazları ateşe verdi ve küllerini, ateşi söndürmek için yanan yarıklara doldurdu. Sonra sellerin toprağa sızmasını ve sazların küllerini set gibi yığarak suların eski nehir yatakların-dan akmasını sağladı.

İnsanlar çiftliklerine ve köylerine dönüp günlük işlerini yapmaya başlayınca, Nugua, San Nehir”e doğru süzüldü ve beş değişik renkte taş topladı. Bu taşlan ocakta eriterek göklerdeki deliği bununla kapadı. Daha sonra dev bir kaplumbağanın dört ayağını aldı ve bunları gökyüzüne destek olsun diye dünyanın dört köşesine ek sütunlar olarak yerleştirdi. Böylece Ana Tanrıça Gong-gong’un düşüncesizce yol açtığı yıkımı onardı.

(…)

Şang Hanedanı (MÖ 1500-1000) döneminde insanların on tane güneşin var olduğuna inandığı sanılmaktadır. (…)

(…) Güneşler, kuşlar gibi büyük bir dut ağacında dinlenirdi, çünkü bu güneşlerin özleri kuştu. (…)

(…)

Okçu Yi İyi nişan aldı. Tek tek oklarını attı ve her biri hedeflerine ulaştı. (…) Her birinin tüyleri yeryüzüne döküldü ve teker teker ışıkları söndü. (…)

(…)

Bir sabah, güneş dağın ufkunda kıpkırmızı parladıktan kısa bir süre sonra siyah bulutlar Batı Gölü’ne doğru gelmeye başladı ve beraberinde şiddetli bir yağmur fırtınası getirdi. Güneş aniden gözden kayboldu ve fırtına dindikten sonra bile ortaya çıkmadı.

Dünya karanlık ve soğuk olmuştu. Ağaçlar kurudu, yeşilden kahverengine döndü. Çiçekler soldu, kırmızıdan kahverengine döndü. Ekinler tarlalarda kumdular ve altın renginden kahverengine dönüştü. Şeytanlar, hayaletler ve diğer kötü gece yaratıkları büyük bir sevinçle ortaya çıktı. Çünkü sonsuz bir gece dünyayı siyaha boğmuştu. Onların şeytani hareketleri insanlara acı veriyordu.

(…)

Liu Çun, mahalledeki en yaşlı kişiyi görmeye gitti. Adam yüz seksen yaşındaydı. “Bana güneşe ne olduğunu söyleyebilir misin?” diye sordu.

“Sanırım söyleyebilirim” diye yanıtladı yaşlı adam. “Doğu Denizi’nin altında kötü bir kral yaşıyor. Bütün kötü ruhlara, şeytanlara ve diğer kötü yaratıklara hükmeden odur. Bu yaratıklar için güneş büyük bir düşmandır. Ondan korkar ve nefret eder, çünkü güneş onların korkunç kötülüklerini ortaya çıkarır. Sanıyorum bu nedenle, şeytan kral güneşi çaldı.”

(…)

Anka kuşunu bir kez daha omuzuna alarak yolun çatallandığı yere döndü ve soldaki yola girdi. Bu arada kötü yaratıklar Bao Çu’ya başka bir biçimde zarar vermeye karar verdiler. Onu nehirde dondurmayı. Kayıp Ruhlar Köyü’nde öldürmeyi başaramamışlardı. Şimdi de kendilerini yüksek dağlara dönüştürerek yolunu kapadılar, ama Bao Çu bunları da birer birer geçti. Kendilerini koca ırmaklara çevirdiler, ama Bao Çu bunları birer birer yüzüp geçti.

Sonunda şeytanlar rüzgâra dönüşüp Değerli Taş Dağı’nın eteğindeki Bao Çu’nun köyüne estiler. Hiu Niang’ı bularak ona Bao Çu’nun bir uçurumdan yukarı tırmanırken kaydığını ve aşağıdaki nehre düşüp öldüğünü söylediler. (…)

(…)

(…) Sonra altın anka kuşu gagasıyla onun gözlerini çıkardı. (…)

(…)

Altın anka kuşu güneşin altına doğru daldı, kanatlarını açtı ve güneşi sırtına alarak yükseldi. (…)

(…) Onun ışığı bütün şeytanları taşa çevirdi.

Köylüler coşku içinde bağırırken altın anka kuşu, boynu bükük Hui Niang’ın ayaklarının dibine kondu. (…)

(…) Anka kuşu sırtında güneşlere yükselirken, kanatları bulutların üzerinde parlar ve onları mor, kırmızı ve altın rengine boyar. Altın anka kuşunun konduğu yerde şimdi bir pagoda (tapınak) bulunmaktadır. (…)

(…) Moğol ırkından kavimler Kore Boğazı’nı geçerek, MÖ birinci ve ikinci yüzyıllarda bu adaları (Japon Adaları, blog. not.) işgal etmişler ve Şinto dinini buraya getirmişlerdir. (…)

(…) MS 552 yılı Çin’in din, edebiyat ve sanat alanlarında Japonların üzerindeki büyük
etkisinin başladığı dönemdir. Ancak Japonlar 8. yüzyılın başlarına kadar dinleri konusunda hiçbir şey kaydetmemişlerdir.

MS 712’de yazılan Kojiki (Eski Olayların Kayıtları) ve MS 720’de yazılan Nihongi (Eski Zamanlardan MS 697’ye Kadar Japon Kayıtları), Japon mitolojisinin en önemli iki kaynağıdır. (…)

(…)

(…) Çamurdan henüz çıkmış bir kamış sürgününe benzeyen tuhaf bir cisim, gök ve yer arasında, bir bulutun denizin üstünde gezinmesi gibi boşlukta hareket ediyordu. Bu, ilk tanrıyı oluşturdu. (…)

(…)

(…) Bugün sahip olduğumuz edebi metinlerin çoğu 1920 ve 1930’larda toplanıp kaydedildi. (…)

(…) Bu destan (Kotan Utunnai, blog. not.) Aynu geleneğinin hâlâ canlı olduğu bir dönemde, bir İngiliz misyoner olan John Batchelor tarafından, 1880-1888 yıllan arasında kaydedilmiştir. (…)

(…)

Onların beni insan biçimimle görmemeleri için elimden geleni yaptım. Hafif bir rüzgâr gibi kılıcımla ortalarına doğru uçtum. (…)

(…)

(…) Beni insan biçimimle görmelerini engellemek için elimden geleni yaptım. Hafif bir esinti gibi kılıçlarının ağızlarının üzerinden kılıcımla uçtum.

(…)

(…) Zaman zaman beni neredeyse öldürüyorlardı, ama beni insan biçimimle fark etmemeleri için elimden geleni yaptım. (…)

(…)

“Sonra” diye devam etti, ” yaunkur’u görüyorum, benekli kanatları olan muhteşem bir kuş görünümünde nehrimizin üzerinde aşağı doğru uçuyor. (…) Sonra bütün görüntü kayboluyor.”

(…)

İlk Hıristiyan misyoner Samuel Marsden’in Yeni Zelanda’ ya 1814’te varmasına karşın, Maori mitolojisi pek az Hıristiyan etkisi taşır. Maori sözlü geleneğinden yapılan ilk yazılı söylence derlemesi, Sir George Grey’in yaptığı Polynesian Mythology and Ancient Traditional History, 1855’te basılmıştır.

(…)

(…) Maui, mitolojideki Hermes, Loki ve Raven gibi Öteki hilekâr kurnazlarla karşılaştırılabilir.

(…)

Son olarak ormanların, kuşların ve böceklerin babası ve tanrısı Tane’ye sıra geldi. (…)

(…)

(…) Yapraklardan ilmikler yaptı ve Tane’nin kuşlarını tuzağa düşürmek için ağaçlara astı. (…)

(…)

Tu’nun, böylece Tane, Tangaroa, Rongo ve Haumia’yı yenmesinden beri, savaşçı tanrı ve insan çocukları yeryüzü ve deniz tanrılarının çocuklarına hep hükmedip onları yediler. İnsanlık Tane’nin kuşlarını, Tangaroa’nın balıklarını, Rongo’nun tatlı patateslerini ve Haumia’nın eğrelti köklerini yemeye bugün devam etmektedir. (…)

(…)

(…) Hawaii Kralı Majeste David Kalakaua’nın New York’ta 1888’de yayımladığı The Legends and Myths af Hawaii, Hawaii ulusçuluğu ve kültürel gururunu geliştirecek efsane ve folklor örneklerinden yapılmış seçmelere yer verir. (…)

(…)

(…) Kahraman bazen İndra ve Raven gibi tanrı, bazen Ahaiyuta gibi yan-tanrı ve bazen de Bao Çu gibi sıradan insandır. (…)

(…)

Nijerya Evrenin ve İfe’nin Yaratılışı: Sunuş

Yoruba halkı, kökleri Nijer Irmağı’nın hemen kuzeyinde, teknoloji ve sanat açısından gelişkin bir halkın yaşadığı MÖ 300 yıllarına dek uzanan önemli bir Afrika kültürünü temsil eder. (…)

(…)

Olokun, Obatala’nın gökyüzündeki evine dönmesini bekledi. Sonra da engin okyanusun büyük dalgalarını topladı ve dalgalan, Obatala’nın yarattığı toprağa akın yapmaya gönderdi. Dalgalar, göz alabildiğince uzak yerler yine su altında kalıncaya dek, birbiri ardı sıra yeryüzüne aktı ve sonunda, okyanusun dalgalarının arkasında yalnızca bataklık kaldı. Tüm palmiye ağaçları köklerinden sökülmüş bir biçimde, su üstünde yüzmekteydi. Tatlı patatesler çürüdü ve ölü balıklar gibi denizin yüzeyinde oraya buraya sürüklendi. İnsanlar tarlalarında, korularında ve evlerinde boğularak öldüler.

Sağ kalabilen insanlar tepelere kaçtılar ve Obatala’yı yardıma çağırdılar, ama Obatala aşağıdaki dalgaların çıkardığı gürültü nedeniyle onları duyamadı. Bunun üzerine, aralarında yaşayan tanrı Eşu’yu aradılar. Eşu’nun Obatala’ya ve Olorun’a haber götürebileceğini biliyorlardı. Eşu’ya, “Ne olur gökyüzünün krallığına git” diye yalvardılar “ve büyük tanrılara, korkunç tutanın bizi mahvettiğini haber ver!”

Eşu, “Eğer gökyüzü tanrılarından birisinin sizi dinlemesini istiyorsanız, haberle birlikte bir kurban yollamalısınız” diye karşılık verdi.

Halk Obatala’ya bir keçi kurban etti ve “Bu keçiyi Obatala’ya yiyecek olarak gönderiyoruz” dedi.

“Bu yeterli değil” dedi Eşu, “Size yapacağım yardımın karşılığı olarak bir armağan almayı ben de hak ettim.”

Halk Eşu’ya da bir kurban sununca, Eşu zincirden yukarıya tırmandı ve Obatala’ya, Olokun’un İfe’yi ve yeryüzünün geri kalan kısmını nasıl sular altında bıraktığını anlattı.

Obatala, Olokun’la nasıl başa çıkacağını bilmiyordu; bu yüzden, Orunmila’ya akıl danıştı. Orunmila, “Sen burada gökyüzünde kal, ben İfe’ye ineyim. Suların geri çekilmesini ve toprağın tekrar ortaya çıkmasını sağlayabilirim” diye konuştu.

Sonra, Orunmila altın zincirin yardımıyla aşağıya, İfe’yi ve yeryüzünü kaplayan sulara indi. Özel bilgisini kullanarak, dalgaların kesilmesini ve suların geri çekilmesini sağladı. Dalgalar kesilir kesilmez bataklığı kuruttu ve Tanrıça Olokun’un, Obatala’ya kaptırdığı bölgeyi geri alma girişimlerine bir son verdi.

Tufandan sağ çıkan insanlar Orunmila’yı kahramanları olarak selamladılar; ona kendileriyle birlikte kalması ve kendilerini koruması için yalvardılar. Orunmila İfe’de kalmaya istekli değildi; ama yine de, orada yaşayan tanrılara ve insanlara, göremedikleri güçlere hâkim olabilmeleri için geleceği önceden nasıl bilebileceklerini öğretmeye yetecek kadar kalmayı kabul etti. Bu sürenin sonunda, Orunmila gökyüzündeki evine geri döndü; ama Obatala gibi, o da İfe’de hayatın nasıl gittiğini öğrenmek amacıyla
sık sık altın zincirden aşağıya indi.

(…)

Benin Sagbata ve Sogbo Arasındaki Kavga: Sunuş

Aşağıda anlatılacak olan söylence, 1600’lü yılların başlarından beri savaştaki becerileriyle tanınmış olan Fon kabilesine, yani Benin (eski Dahomey) halkına aittir. (…)

(…)

“Evet var!” diye yanıt verdi gökyüzü canlıları. “Sana, Sogbo’nun habercisi, kuş Vututu’yu çağırmanı ve Sogbo’ya önemli bir haber iletmek üzere gökyüzüne uçmasını söylemeni öneririz. Vututu’ya, Sogbo’ya iletmesi için, su karşılığında yeryüzündeki zenginliklerin bir kısmını Sogbo’ya sunduğunu söyle. Kuş, Sogbo’nun kalbine girmenin bir yolunu bulacaktır. Bu işi her zaman becermiştir!”

Sagbata, Vututu’yu çağırttı ve onu Sogbo’ya gönderdi. (…)

Sogbo Vututu’ya emir verdi: “Sagbata’ya şu haberi iletmek için geri dön. (…) Bununla birlikte, Sagbata’ya, teklifini kabul ettiğimi ve yeryüzüne besleyici yağmurları göndereceğimi söyle!”

Vututu gökyüzüyle yeryüzü arasındaki yolun yarısına geldiğinde, bir şimşek evreni aydınlara, dünyayı gökgürültüsü sardı. (…) Vututu yeryüzüne ulaştığında, Sagbata, kardeşinin önerisini kabul ettiğini anlamış ve çok mutlu olmuştu. Halkına, Vututu’nun kutsal bir kuş olduğunu ve hiçbir zaman öldürülmemesi gerektiğini bildirdi.

(…)

(…) Fasa kabilesi MÖ 3. yüzyıl dolaylarında, deniz kıyısından karaların içlerine doğru
göç etti. (…)

(…)

Soninkeler, ilk İmparatorluklarını Batı Afrika’da, antik Gana’da MS 4. veya 5. yüzyılda kurmuştur. (…)

(…)

Önemli ticaret yollarının kontrolünü ele geçirmek üzere planlanan Berberi saldırılarının, imparatorluk tebası halkların siyasi motivasyonlu ayaklanmalarıyla birleşmesi, Gana’nın zayıflamasına ve 12. yüzyılla 13. yüzyılın ortalan arasında çökmesine yol açmıştır.

(…)

Gassire’in Lavtası, MS 300-1100 yıllan arasında bir dizi şarkı olarak yaratılan Soninke destanı Dnusi’nin elimizde kalan kısmının önemli bir parçasıdır. (…) Bu destan, Soninkelerin MÖ 500’lü yıllara denk gelen kahramanlık dönemini yansıtmaktadır.

(…)

Gassire’in Lavtası

Güzel Vagadu dört kez göründü. Ve Vagadu dört kez gözden kayboldu: İlkinde çocukları kibirli oldukları için, ikincisinde düzenbaz oldukları için, üçüncüsünde açgözlü oldukları için ve dördüncüsünde kavgacı oldukları için gözden kayboldu. Vagadu dört kez adını değiştirdi: Önce Dierra adını, sonra Ağada adını, ondan sonra Ganna adını en son Silla adını aldı. Vagadu dört kez yönünü değiştirdi: Önce kuzeye, sonra batıya, ondan sonra doğuya ve ondan sonra da güneye yöneldi.

(…)

Çocuklarının kavgaları, güneyde yağmur yağdığı ve Büyük Sahra Çölü’nde kayalar boy attığı sürece göze görünecek olan beşinci Vagadu’yu doğuracak. İşte o zaman, her erkek Vagadu’nun bir imgesini kalbinde ve her kadın Vagadu’nun bir imgesini rahminde taşıyacak.

(…)

(…) “Senin yolun büyük Fasa kralı olmaktan değil, büyük savaş şarkılarının ozanı olmaktan geçecek. (…) Sen de onlar gibi, lavtayla savaş şarkıları çalacaksın, ama Vagadu bu nedenle gözden kaybolacak.”

(…)

(…) İlk Batı Afrika imparatorluğu Gana’nın gerileyişi ve düşüşü sırasında (XII. yüzyıldan XIII. yüzyılın ortalarına kadar) Mali, yavaş yavaş büyüyerek Sudan’ın en önemli imparatorluğu olmuştur. (…)

(…) Üç yüz yıl önce Gana İmparatorluğu’nun gerilemesine ve düşüşüne neden olan benzer güçlerin, yani Sahra halklarının saldırıları ve imparatorluğa bağlı halkların ayaklanmaları, 15.-16. yüzyıllarda Mali’nin de gerilemesine ve düşüşüne neden olmuştur.

(…)

Sözlü gelenek, griot adı verilen meslekten ozanlara kralların ve ünlü kahramanların maceralarından oluşan bir hazine sağlamıştır. (…)

(…) XIV. yüzyıla gelindiğinde ozanlar, Kuran ve öteki Arapça yazılı kaynaklara ilişkin bilgilerinden, yazılı tarih konusunda gelişmiş bir görüş sahibi olmuşlardır. (…)

Bilim adamları, griotların soylulara, yani toplumsal yapının tepesine mi, kölelere, yani tabanına mı yakın oldukları konusunu tartışmaktadırlar. Griotlar şarkılarında kendilerinden de söz ettiklerinden, gerçekte sahip olduklarından daha büyük etki ve saygınlık sahibiymiş gibi görünmüş olmaları olasıdır. (…)

(…)

Sunjata destanı yalnızca Mali’de değil Gine, Senegal, Fildişi Sahili, Yukarı Volta (Burkina Faso), Gana ve Gambia’da da bilinir, önce Fransızca olarak 1960’ta yayımlanmış olan D. T. Niane versiyonu destanın klasik anlatımı olarak kabul edilir. Niane, metni, Gine’de Djeliba Koro (Siguiri) köyünden bir ozan olan Djeli Mahmutu Kuyate’den dinlediği biçiminden çevirmiştir.

(…)

Tarihsel Sunjata, XIII. yüzyılın ilk yansında yaşamış ve Mali İmparatorluğu’nu, gücünün doruğuna varmadan bir yüzyıl önce yönetmiştir. (…)

(…)

(…)
Gnankuman Dua: Nare Maghan’ın ozanı, tarihçisi, danışmanı. Keita prenslerinin öğretmeni.
Balla Fasseke: Sunjata’nın ozanı, öğretmeni, danışmanı ve kahramanlıklarının kaydedicisi.
(…)

Sunjata Öndeyiş

Bana ozan diyebilirsiniz. Halkım için ben kraliyet griotu, Mali’ deki köyümün tarihçisi, kralımın Öğretmeni ve danışmanıyım. Ulusumun yaşayan belleği ve çok eski olan sanatımın ustasıyım. Babam, zamanında babasından öğrendiklerini bana öğretti ve ben de Keita halkının ve zamanın onurlandırdığı bu masalları öğrendiğim gibi oğluma öğreteceğim. Bunlar geçmişten söz eder ve dinleyicilerim, kitaptan okumak gibi değildir, size yaşamı hissettirir. Oysa ben size anlatacaklarımdan da çoğunu biliyorum, öğrenmek, derin ve gizli suların kuyusudur. Griot bu sulara dalar ve size içeceğinizi getirir.

(…)

(…) “Babanın, krallığı ele geçirmek isteyen genç birini öldürmeyi gerekli bulduğunu biliyorum. (…) Oğlunun ölümü nedeniyle bizi cezalandırmak İçin hayvan şekline girip
ürünlerimize dadandığım da biliyorum. Eğer bu hayvanı öldürmek istiyorsan, onu önce insan biçimiyle ele geçirmelisin.”

(…)

“Güneş tam sabah yolculuğuna başlamak üzereyken ayağının altında toprağın sallandığını hissedecek, ormanın düşman savaşçıları geliyormuş gibi inlediğini duyacaksın. Sonra doğudan, on sekiz boynuzlu, alnının ortasında gözü olan kocaman bir hayvanın göle su içmeye geldiğini göreceksin.”

“Dokuz kez bağırdıktan sonra yayını kaldırmalısın, çünkü bu hayvan benim! Ben ilk gölden su içerken oklarını atmalısın. Yine korkacak bir şey yok. Ama benim üçüncü gölden su içmemi engelleyemezsen seni öldürürüm!

“İkinci ve üçüncü göl arasında sana saldıracağım. O zaman büyük tehlikedesin. Koca boynuzlu başımı yere eğip sana saldıracağım. Saldırıma hazır olmalı ve kaçma isteğine direnmelisin. Bunun yerine, olduğun yerde kal ve aramızdaki yere pirincimi at. Pirincin düştüğü toprak sık bambuyla kaplanacak.

“Ben bu bambuları geçmeyi başardığımda yine büyük tehlike içinde olacaksın. Yine koca boynuzlu başımı eğip sana saldıracağım. Yine saldırıma hazır olmalı ve kaçma isteğini yenmelisin. Bunun yerine, olduğun yerde kalmalı ve aramızdaki yere bu kez kömürümü atmalısın. Kömürün düştüğü yerde bir alev sırası oluşacak. Bu ateşin içine yürüyecek, alevleri ağzıma alacak ve sana fırlatacağım. Ama yine olduğun yerde kalmalı ve kaçma isteğine direnmelisin.

“Ateş sırasını geçince, yine büyük tehlikede olacaksın. Yine koca boynuzlu başımı eğip sana saldıracağım. Yine saldırıma hazır olmalı, kaçma isteğine direnmelisin. Bunun yerine, olduğun yerde kalmalı ve aramızdaki yere yumurtamı atmalısın. Yumurtanın düştüğü yerde büyük bir ırmak oluşacak. Irmağın içine yürüyeceğim, ama güçlü akıntısını geçemeyeceğim. İşte burada öleceğim ve ben ölünce ırmağın sulan kaybolacak. Manding avcılarına ağaçlardan inmeyi ve beni gizli bir yere gömmelerini emret.”

“Öğütlerimi anımsarsan” diye sözlerini tamamladı yaşlı kadın, “her şey yolunda gidecek. Biliyorum, çünkü Naini’de ürünlere dadanan garip hayvan benim. Oğlumun ölümünden baban sorumlu. Ama Naini halkını bu iş nedeniyle yeteri kadar cezalandırdığım için tatmin oldum.”

(…)

Sunjata bütün yaşamını Niani köyünde geçirmişti ve Vagadu’nun Tabon’dan da gösterişli olduğunu gördü. Bu şehir bir zamanlar Büyük İskender’in soyundan gelen kişilerce yönetilmişti. Şimdi büyük surlarla korunmaktaydı. Ama içerdeki birçok caminin minaresi, surların yüksekliğine karşın görünmekteydi. Dar sokakların çoğu Sahra’dan gelen Berberi tüccarların develeriyle doluydu. Sunjata, Vagadu kralının etkileyici bir sarayda yaşadığını görünce şaşırmadı.

(…)

(…) Mema krallığında yaşayanlar geleceği görebiliyorlar, Sunjata’nın becerilerinin Büyük İskender’i gölgede bırakacağını anlıyorlardı.

(…)

(…) Büyücü kral, çok eskiden, doğaüstü olaylar hakkında bilgisi olan bir Müslümana başvurmuştu. Kendisine söylenenler şunlardı:

“Sumanguru Kante, kırk gün süreyle insanların dünyasını terk ettim. Ruhların dünyasında yaşadım ve orada gökyüzünü ve yeryüzünü oluşturan yedi tabakayı gördüm. Gecenin karanlığında, dipsiz bir sudaki evinden kara bir yaratık geldi. İnsan biçimiyle yanımda dikildi ve bana birçok şey anlattı.

Sumanguru Kante, akşam güneşinde bütün krallıklar içinde en güçlü yönetici olacaksın. Ama aynı zamanda yalnızca kendinin yenilmez olduğuna inanacaksın ve başka herkesi küçük göreceksin. Köklerini sökecek büyük fırtınayı göremeyen ve gururla rüzgâra direndiğinde, şiddetli rüzgârların kendisini nasıl devirdiğini gören ulu bir ağaç gibi olacaksın. Arkanda Sosso mızraklıları, dokuz kıralı yenip öldüreceksin. Bunları başaracaksın ve bunların zevkini çıkarmak halen elindeyken zevkini çıkarmaya bak.”

Sonra kâhin şunları ekledi: “Övgü Allah’adır! Tanrı kendi suretinde, hiç kimsenin yenemeyeceği bir kral hazırlıyor. Sumanguru Kante, bu çocuk doğmadan, neden zevk alıyorsan onları yapmaya bak. Çünkü senin gücün onun güneşi karşısında bir su damlası gibi kalacak!”

“Sumanguru Kante, istersen sözlerime inanma!” diye bitirdi kâhin, “ama onları sınayabilirsin. Sarayına dön, iki beyaz horoz al, onları işaretle. Birine kendi adını ver ve bacaklarından birine saf altından bir bant tak. Sonra doğacak olan, adını bilmediğin çocuk-kralın horozunu al, bacaklarından birine saf gümüşten bant tak. Öğütlediğim gibi yaptığında, sarayının bir yerinde bu horozları dövüştür ve hangisinin kazandığım gör.”

(…)

(…) Sosso, fetişizmin kalesi ve Allah’ın düşmanıydı.

(…) Büyücü kral kendisini altmış dokuz biçime sokabilirdi. (…)

(…)

(…) Fetişler gibi, içinde dans eden bir yılanın bulunduğu su dolu bir kavanozun çevresine dizilmişlerdi. Suman-guru’nun olduğu anlaşılan yatağın üstündeki tünekte üç baykuş uyuyordu. (…)

(…) Üç baykuş onun ritmiyle başlarım sallıyordu. (…)

(…)

Şeytan kralın öfkesi Balla’nın şarkısıyla yatıştı. Şarkı bitince Sumanguru Kante, “Balla Fasseke, senin şarkılarınla beni övmen kadar beni memnun eden bir şey olamaz. (…) Bir daha Niani’yi göremeyeceksin” dedi.

(…)

(…) Yolculuk sırasında, onlar gibi dünyayı batıdan doğuya aşmış olan Büyük İskender’in öykülerini dinlediler. (…)

(…)

(…) Dolayısıyla, doğaüstü olaylar hakkında bilgisi olan bir Müslümana danışmanın zamanı olduğuna karar verdi. Ona söylenenler şunlardı:

“Sumanguru Kante, akşam güneşinde krallıklar içinde en güçlü kral oldun! Fakat yenilmez olduğuna inanarak başkalarını küçük gördün. Köklerini sökecek büyük fırtınayı göremeyen ve gururla rüzgâra direndiğinde şiddetli rüzgârların kendisini nasıl devirdiğini gören ulu bir ağaç gibisin. Arkanda Sosso mızraklıları, dokuz kralı yenip öldürdün bile. Şimdi Vagadu krallığını yönetiyorsun ve geçen üç yıl boyunca Manding krallığını da yönettin. Başardıklarının zevkini çıkarmaya bak Sumanguru Kante, hâlâ zevkini çıkarmak elindeyken.”

Kâhin devam etti: “Kırk günlüğüne insanların dünyasını terk ettim. Ruhlar dünyasında yaşadım, gökyüzünün yedi katını, yeryüzünün yedi katını gördüm. Karanlıkta, bildik bir ruh yanıma geldi ve insan biçimiyle dikildi. Bana Allah’ın gücünü bilmeyen bir kral var dedi ve {Övgü Allah’adır!) Tanrı kendi suretinde, hiçbir şeyin zarar veremeyeceği bir kral yarattı. Hiç kimse Tanrı’nın isteğini değiştiremez. Sana göre Sumanguru Kante, bu kral bir çocuk, ama onun güneşinin güçlü ışığında senin gücün bir su damlası gibi kalacak.”

“Sumanguru Kante, İstersen sözlerime inanma!” diye sözlerini tamamladı kâhin. “Ama onları sınayabilirsin. Sarayına dön, iki beyaz koç al, onları işaretle. Birine kendi adını ver ve bacaklarından birine saf altından bir bant tak. Sonra korktuğun, adını bilmediğin çocuk-kralın koçunu al, bacaklarından birine saf gümüşten bant tak. Öğütlediğim gibi yaptığında, sarayının bir yerinde bu koçları dövüştür ve ne olduğunu gör. Çünkü bu çocuk-krala dokunursan, öteki koç senin koçuna ne yaptıysa o da sana onu yapacak.”

(…)

(…) Aslan Kralın, Memalı Müslüman kıyafeti içinde Tun-kara’nın iyi eğitimli süvarileriyle düşmana aniden saldırıp şaşırtmaya hazırlandığını gördü. (…)

Sumanguru Kante, gözlerini Sunjata’nın Müslüman giysisinden ayırmadan savaşa girdi. (…)

(…)

Balla Fasseke devam etti: “Birlikte, sen ve ben, senin Kaderini yerine getireceğiz. Sen yapacaksın, ben de senin büyük işlerinin şarkılarını söyleyeceğim! Çünkü griotun şarkıları olmadan kahramanca işler ve onları yapanlar unutulur! Senin kahraman ruhun benim şarkılarımda yaşamaya devam edecek, bütün şimdi yaşayanlar ve bütün gelecekte yaşayacak olanlar seni tanıyıp sana hayran olacaklar!”

(…)

(…) Sumanguru ve Sunjata büyücü olduklarından, doğrudan konuşmaktan kaçınıp kendi adlarına baykuşlarını gönderebilirlerdi. Böylece İki baykuş, kendi kralları adına konuşarak aşağıdaki düşünceleri birbirlerine aktardılar:

Sumanguru’nun baykuşu Sunjata’nın çadırına kondu ve “Mari Djata, Manding krallığını tehdit ediyorsun. Eğer bilgeysen, barış içinde Mema’ya dönersin” dedi.

O zaman Sunjata’nın baykuşu Sumanguru’nun çadırına kondu ve “Manding’in gerçek kralı hiçbir zaman önünde diz çökmeyecek, Sumanguru Kante!” dedi. (…)

“Sen değil, gerçek Manding kralı benim!” diye bağırdı Sumanguru’nun baykuşu. (…)

Sunjata’nın baykuşu yanıtladı: “O zaman benim ordum senin ordunu yenecek ve benim yönetme hakkımı yeniden kuracak!”

Bu sözlere karşılık Sumanguru’nun baykuşu, “yabani yer elmasının kayalara sarılışı gibi ben de Manding krallığına sarılacağım!” dedi.

“Öyleyse yüreğine korku girsin” dedi Sunjata’nın baykuşu. (…)

“Başarılı olamayacaksın Mari Djata!” diye bağırdı Sumanguru’nun baykuşu, “senin ağzında zehirli bir mantar olacağım ve büyük cesaretine karşın, beni tükürmek zorunda kalacaksın!”

(…)

“Ben de yağmur olup senin ateşini söndüreceğim” dedi Sunjata’nın baykuşu, “sonra öfkeli bir dalga olup seni süpüreceğim!”

(…)

O zaman Sumanguru’nun baykuşu şöyle yanıtladı: “Bu söz dövüşünü kazanabilir veya kaybedebilirsin, ama Manding krallığını sana bırakmayacağımı bil!”

(…)

“Bu söz dövüşü yetti!” dedi Sunjata’nın baykuşu. (…)

(…)

Griot, “Düşüncelerimi sana yönelteceğim Mari Djata, Manding kralı” diye başladı. “Olacak olan olacak! Fakat kaderine yaklaşırken, sana bilge bir yürek vereceğim. Önce krallıkların da insanlar gibi olduklarını unutma, onlar da doğar, büyür ve ölürler. Her kral, bu krallığın yaşamından bir bölümü yaşar.”

“Vagadu krallığının bir zamanlar çok fazla toprak sahibi olduğunu, görkem, ün ve talih sahibi olduğunu unutma” diye devam etti. “Ama Vagadu şimdi küçük bir krallık ve görkem, ün ve talihi yalnızca griotların şarkılarında yaşıyor.”

“Bugün, Sumanguru Kante yalnız kendi krallığı Sosso’yu değil birçok krallığı yönetiyor. Bu büyücü kralın kendini beğenmişlik ve zalimliği bizi ezmeye devam edecek mi?” diye sordu Balla Fasseke. Bir an durarak devam etti: “Ben sanmıyorum. Sumanguru Kante, krallığını gücünün ötesine taşırdı ve sahibi tarafından merhametsizce sürülen at gibi, Sosso krallığı da devrilmek zorunda!”

“Mari Djata, Manding’e, başka bir kral senin krallığını yönetirken dönüyorsun. İki horoz nasıl aynı kümeste barış içinde yaşayamazsa, iki kral da aynı kabak kabından yiyemezler. Ama sen on altıncı Manding kralısın ve yastık içi ağacının güçlü kökleri gibi, Mandingo halkının tarihinde derin köklere sahipsin.”

“Nare Maghan ve Sogolon Kedju’nun oğlu, ataların hakkında şarkılar söylerken griotunu dinle. Şarkılarıyla, eski Manding krallarının sana kaderini ellerine almanı öğretmelerini sağlayacak. Manding’i ilk fetheden iyi kralı anımsa. Manding’i büyüten iyi kralı anımsa. Mekke’ye gidip Manding’e Allah’ın kutsamasını getiren İyi kralı anımsa. Manding avcılarını savaşçıya dönüştüren iyi kralı anımsa. Ve onun Manding’e korku getiren kötü oğlunu anımsa. Manding’e barış getiren iyi kral babanı anımsa. Soyluluğunu borçlu olduğun hanedanı ve gücünü borçlu olduğun bufaloyu, baban Nare Maghan ve annen Sogolon Kedju’yu anımsa. Yaşamını ve kaderini onlara borçlusun.”

Sonra Balla Fasseke, şu sorularla sözlerini tamamladı: “Mari Djata, yarın benim şarkılarıma girecek hangi büyük işleri başaracaksın? Yaptıkların senden sonra gelenlere ne öğretecek? Mandingo halklarına seni unutmamaları için ne bırakacaksın? Bu sorular yüreğine bilgelik versin. Benim gücüm seninkinin yanında azdır. Ben sana sonsuz yaşam veren şarkılar söyleyebilirim. Ama benim şarkılarım yanlızca senin yaşamının gölgesidir. Sen daha güçlüsün, çünkü benim söyleyeceğim şarkıları yaratan sensin.”

(…)

Krallığı için girdiği bu büyük savaşta Sunjata, Mema’nın beyaz sarıklı Müslüman kıyafetini değiştirdi ve Mandingoların avcı kral elbiselerini giydi. (…)

(…)

(…) Sumanguru Kante aniden yok oldu ve bir daha görünmedi.

(…) Onlara göre Sumanguru Kante, iri kara bir kuşun güneşin üstünden geçtiğini gördü ve sonunun geldiğini anladı. Korkuyla kuzeye doğru kaçtı; savaşçıları panik içinde dağılırken yanında yalnızca oğlu vardı. (…)

(…)

(…) Başka griotların şarkılarına göreyse Sumanguru Kante dağdaki kocaman, kara bir mağaraya girmiş ve bir daha görünmemiştir.

(…)

(…) Sunjata’nın oku Sumanguru’nun gücünü yok edeli beri baykuşlar yerde dolanıyor, yılan kavanozda ölüyordu. (…)

(…)

(…) Burada Mari Djata, Manding Aslanı, halkının önüne Müslüman elbiseleriyle çıktı. (…)

“Övgü Allah’adır” dedi Kamandjan. (…)

(…)

(…) Ve griotu Balla Fasseke’ye, Manding krallığında gelecekteki bütün griotlarının Keita halkından seçilmesi onurunu verdi. (…)

(…) Kendi toprağına ayak basar basmaz Mari Djata, Allah’a güven içinde ve zaferle dönüşünden duyduğu şükran için yüz koç, yüz öküz kurban etti. (…)

(…)

Griotların şarkıları şöyle söylüyor: “Dünyanın merkezini görmek istersen, yerin Niani! (…) En iyisi, krallar kralını bulmak istiyorsan, Niani aradığın yer; çünkü orada Sunjata’yı, Nare Maghan Kon Fatta’nın, Aslan’ın ve Bufola Kadın Sogolon Kedju’nun oğlunu bulacaksın!

Sonsöz

Bugün Mali’nin gizleri, onları saklayan griotlarla birlikte gömüldü. (…)

(…)

(…) Sumanguru’nun kaderini ona açıklayan kuşu hâlâ görebilirsiniz. (…)

(…)

Zaire Mvindo: Sunuş

Mvindo destanı 1956 yılında, Daniel Biebuyck tarafından Zaire’ deki Nyanga kabilesi halkından derlenmiştir. (…)

(…)

(…) Navajo söylencesi ise bizim dünyamız olan beşinci dünyaya kadar böceklerden
insanlara doğru gelişerek dört dünyadan geçip yukarı doğru ilerleyişlerini anlatır. (…)

(…)

(…) Krov söylencesi ise, bir yandan çocuk gibi davranırken öte yandan da birçok kahramanlığı başaran ikizleri anlatır.

(…)

Arkeologlar Tiyahuanako’nun, yaklaşık MÖ 1000 yılında bir köy olduğunu ve MS yaklaşık 500’den 1200’e kadar And kültürünün yaygınlaşması için yeterince önem kazanmış olarak iki bin yıldan fazla bir süre İşgal edilmiş olduğunu saptamışlardır. (…)

(…)

(…) Diğer birçok yaratıcı gibi Virakoça da ahlak değerlerine aykırı davranan insan ırkını yok etmek için tufan göndermiştir.

(…)

(…) Sonra hayvanları ve henüz herhangi bir ışık biçimi yaratmadığı için sonsuz bir gecenin karanlığı içinde, dünya üzerinde yaşayan dev insan ırkını yarattı. Bu ırkın davranışı Virakoça’yı kızdırınca, bu kez Titikaka Gölü’nde yeniden ortaya çıktı ve bu ilk insanları taşa çevirerek cezalandırdı. Daha sonra büyük bir tufan yarattı. Kısa zamanda en yüksek dağların dorukları bile sular altında kaldı.

Virakoça selin tüm canlıları yok ettiğinden emin olunca, yeryüzü tekrar açığa çıkana kadar suların çekilmesini sağladı. (…)

(…) İlkin gökyüzünde uçmaları ve sessizliği şarkılarıyla doldurmaları için kuşları yarattı. Her tür kuşa söylemesi için ayrı bir melodi verdi. Bazılarım ağaçlı vadiler içinde, diğerlerini yüksek ovalarda ve dağlarda yaşamaya gönderdi. (…)

(…)

(…) Yardımcıları da ona katıldılar ve batan güneşe doğru okyanusa açıldılar. Onları son
görenler, sanki deniz sağlam bir karaymış gibi dalgaların üzerinde yürüyüşlerini hayranlıkla izlediler. (…) Virakoça ve dostlarını bir daha asla gören olmadı.

Peru Köken Evi: Sunuş

Tarihsel Arkaplan

İnkalar, MÖ XIII. yüzyılda And Dağları’nın yükseklikler indeki Cuzco Vadisi’ne yerleştiklerinde neredeyse dört bin yıldır Peru’da uygar kabileler yaşamaktaydı. (…)

(…)

Köken Evi

Çok önceleri, bu bölgede yaşayan insanlar saldırgan ve bencildiler ve ülkemizin insanlarına gereksiz sıkıntılar yaratıyor ve ölüm saçıyorlardı. Sonra kudretli Güneşin Çocukları olan üç yabancı adam ve üç kadın birdenbire Köken Evi denilen yerde belirdiler. Altısı da desenli ince yünden yapılmış giysiler içinde kral ailesi gibi giyinmiş olarak geldiler. Her erkek altın bir el sapanı içinde bir taş, her kadın da çok miktarda altın takı taşıyordu. Ülkemizin yöneticileri olmaya ve yeni bir yerleşim yeri kurmaya karar vermişlerdi. Beraberlerinde, Pizarro halkımızı yendiğinde bulduğu çok miktarda mücevher, altın ve diğer değerli eşya getirmişlerdi.

Ayar Kaçi adındaki adam o kadar güçlüydü ki, sapanından fırlayan taşlar tepeleri yardı ve aralarında vadiler oluşturdu. Diğer iki kardeşi onun kendilerinin yapamayacağı işleri yaptığını gördükçe kıskançlığa kapılmışlardı. Ona karşı plan yaptılar.

“Ayar Kaçi, sevgili kardeşim” diye başladı Ayar Uço, “lütfen hazinemizi sakladığımız mağaraya dön ve o büyük güzel altın vazoyu getir. Getirmeyi unutmuşuz.”

“Ve sen oradayken” diye devam etti. Ayar Manko, “lütfen babamız Güneşe dua et ve ondan yolculuğumuzu onaylamasını ve bu ülkenin yöneticileri olmamıza yardım etmesini iste.”

Hiçbir şeyden kuşkulanmayan Ayar Kaçi, hemen altın vazoyu getirmek için mağaraya döndü. İki kardeşi onu gizlice izlediler. O mağaraya girer girmez, kardeşleri hemen kayalar toplayıp girişi kapattılar. Ayar Kaçi’den hiçbir itiraz duymadılar, ancak yeryüzünün, dağların vadilere devrilip yeşil ormanları örten, ırmakların aktığı yerleri toprak yığınına çeviren büyük bir güçle sarsıldığını görünce korkuyla titrediler.

İki kardeş, üç kadın ve onlara katılan diğer insanlar yakınlarda bir yere yerleştiler. Ayar Manko ve Ayar Uço, Ayar Kaçi’yi neredeyse unutmuşlarken, o günün birinde güçlü kanatlarının parlak renkli tüyleri güneş ışığında parıldayan muhteşem bir kuş görünümünde onlara doğru uçtu.

Tam kaçacaklarken, Ayar Kaçi, “Benden korkmayın kardeşlerim! Size yalnızca büyük İnka İmparatorluğu’nu kurmanız için öğütler vermeye geldim. Sizden bu yerleşim yerini bırakıp Cuzco kentini kuracağınız vadiye inmenizi istiyorum. Orada büyük bir kent kurun ve Güneş’e saygınızı göstermek ve tapmak için bir tapınak yapın” dedi.

Ve şöyle devam etti: “Babamın bana olan sevgisini, sizin güçlü yöneticiler olmanıza yardım etmesi için kullanacağım.

Karşılığında ona saygı duymanızı ve tanrı olarak tapmanızı istiyorum. Eğer bana sadık kalır ve kurbanlar verirseniz, savaş zamanında size yardım edeceğim, imparatorluk tacını başınıza takın. Ülkenin genç erkeklerini alın, onları soylu yapın ve savaş için silahlandırın. Yeni ilişkimizin işareti olarak kulaklarınızı benimki gibi delecek ve uygun şekilde süsleyeceğim.”

(…)

Sonra Ayar Manko’nun gözleri önünde, hem Ayar Kaçi hem de Ayar Uço taştan heykellere dönüştüler.

(…)

Yaşamları için umutsuzca savaşan tahta yaratıklar evlerinin çatılarına tırmanmaya çalıştılar, ama evler yıkılıp onları yere attı. Dallarında güvenliğe kavuşmak için ağaçlara tırmanmaya çalıştılar, ama ağaçlar onları sallayıp yere attı. Mağaralara girmeye çalıştılar, ama mağaralar kapandı ve onlara sığınak olmayı reddetti.

Birkaçı dışında tahta yaratıkların tümü yok olmuştu. Diğerleri şekilsiz yüzleri ve çeneleriyle sağ kaldı ve onların soyundan gelenlere maymun adı verildi.

Sonra Yaratıcılar, gecenin karanlığında görüşmek için toplandılar. Güneş, ay ve yıldızlar daha gök yüzünde yerlerini almamışlardı. “Yeniden bizi övecek ve sevecek yaratıklar yaratmayı deneyelim. Böyle olsun! Yeryüzünde soylu canlılar yaşasınlar. Onlara biçim vereceğimiz malzemeyi arayalım.”

Dört hayvan, dağ kedisi, koyot, karga ve küçük bir papağan Yaratıcıların önüne geldiler ve onlara yakında bolca yetişen sarı ve beyaz başaklı mısırlardan söz ettiler. (…)

(…)

Meksika Yaratılış Çevrimi: Sunuş

Tarihsel Arkaplan

Meksika yaylalarında yapılan arkeolojik araştırmalar, İnsanların MÖ 6000’lerden bu yana bölgede yaşadığını gösterir. MS 900-1200 yıllan arasında Toltekler, Orta Amerika’nın kuzey kısmını egemenlikleri altında tutmuşlardır ve başkentleri günümüzün Mexico City’sinin hemen kuzeyinde bulunan Tula kentidir. (…)

Aztek geleneğine göre, Aztekalar (Aztlan’ın halkı), kabilelerin tanrısının buyruğuna uymuş ve 12. yüzyıl içinde bir zamanda Colorado Nehri’nin çok kuzeyindeki Aztlan’ı terk etmişlerdir. (…)

(…) Söylence ve öykü biçimleriyle tarihe ve şiire büyük bir ilgileri vardır.

(…)

Çekiciliği ve Değeri

Tıpkı Yunanlar, İrlandalılar ve Amerika’daki diğer bazı halklar gibi, Aztekler de kendi dünyaları sonuncu olmak üzere bir dizi dünyanın yaratılışını anlatırlar. Ancak söylenceler arasında önemli farklar vardır. Yine, pek çok diğer kültürde olduğu gibi, Aztekler de tufandan söz ederler.

(…) “Beş Dünya ve Güneşleri”nde ilk dört dünyada yaşayan insanlar kurban vermek istemedikleri için tanrılar tarafından cezalandırılırlar.

(…)

“Müziğin Yaratılışı”, Aztek/Toltek kültüründe müziğin Önemini göstermesi açısından eşsizdir. Dili olağanüstü güzeldir, çünkü bu söylencenin kaynağı şiirdir.

Yaratılış Çevrimi

Beş Dünya ve Güneşleri

Beş dünya yaratıldı, her birinin kendi güneşi vardı, her biri bir öncekinin ölümünü izledi. İlk dünya, yeryüzü güneşiyle aydınlatıldı. Bu ilk dünyanın insanları uygunsuz davrandılar ve tanrılar onları, jaguarları etleriyle ziyafet çekmeye göndererek cezalandırdılar. Hiç kimse sağ kalmadı ve güneşleri de onlarla birlikte öldü.

İkinci dünya, havanın güneşiyle aydınlatıldı. İnsanları bilgelikten uzak davrandılar ve kasırga rüzgârları yeryüzüne indi ve insanlar maymunlara dönüştürülerek cezalandırıldılar. Hayvanlara dönüştüklerinde güneşleri de öldü.

Üçüncü dünya, ateş yağmurunun güneşiyle aydınlatıldı. İnsanları tanrılara kurban vermeyi reddederek onlara saygısızlık ettiler ve depremler, yanardağlardan fışkıran ateşli küller ve başka ateşli ölümlerle cezalandırıldılar. Güneşleri de onlarla birlikte yanıp yok oldu.

Dördüncü dünya, suyun güneşiyle aydınlatıldı. Büyük tanrı Ketzalkoati, küllerden bir insan ırkı yarattı. İnsanlar açgözlüydüler ve büyük bir selle cezalandırıldılar. İnsanların çoğu balığa dönüştüğünde güneşleri de boğuldu.

Her Şeyden Kudretli Varlık, bir çift insanı tufandan kurtarmaya çalıştı. Sesi onlara geldi ve dedi ki: “Büyük bir ağaç bulun, gövdesinde İçinde saklanabileceğiniz bir delik açın ve sel suları çekilene kadar orada kalın. Eğer açgözlülüğünüzün üstesinden gelir ve yalnızca birer koçan mısır yerseniz sağ kalacaksınız.”

Kan koca, Her Şeyden Güçlü Varlığın emirlerine uydular. Büyük bir ağaç buldular, İçinde saklandılar ve selden sağ olarak kurtuldular.

Sular çekildiğinde garip bir dünya gördüler. Bir zamanlar hayvanların dolaştığı yerlerde balıklar can çekişiyordu. “Çevrede bu kadar çok balık varken niye bir koçan mısırı kemirelim?” diye birbirlerine sordular.

Ağaçlarından kuru dallar kopardılar. Ateş yakıp balıklardan birini kızartmaya koyuldular. Tanrılar güzel kokan dumanı kokladılar ve bu çiftin açgözlülüğüne ve buyruklarına karşı gelmelerine çok öfkelendiler. Öfkeyle üzerlerine indiler ve kafalarının bir parçasını kopartıp beyinlerini hayvanlarınki kadar küçülttüler. Sonra onları köpeğe dönüştürdüler.

Tanrılar bizim dünyamızı, beşinci dünyayı yaratmadan önce kimin dört hareketli beşinci güneşi yaratarak onu aydınlatacağını kararlaştırmak üzere karanlıkta bir araya geldiler. Bu güneş, daha önceki dört öğeden, toprak, hava, ateş ve sudan oluşacaktı. Ankuşunun parlayan tüyleri ve altın ve turkuaz mücevherlerle donanmış varlıklı bir tanrı, yapacağı işten çok alacağı övgüleri düşünerek gönüllü oldu.

“Bu büyük görev için bir tanrı yeterli olmayacak” dedi tanrılar, “İkinci bir gönüllüye gerek var”. Bütün tanrılar sessiz kaldılar. Sonunda tanrılar sordular, “Bize yardım eder misin, Nanautzin?”

Nanautzin şaşkınlıkla baktı. Şimdiye kadar hiç ilgilerini çekmemişti. Biçimsiz, çirkin, kötü görünüşlü, yaralarla kaplı olduğu ve sazlardan dokunmuş basit giysiler giydiği için diğer tanrıların onu küçümsediklerini biliyordu.

“Eğer beşinci dünyayı ortaya çıkarmamıza yardım edersen sana gerçekten değer vereceğiz!” dediler. “İsteğiniz buysa, yaparım” diye yanıtladı Nanautzin.

İki tanrı, sonraki dört günlerini kendilerini kurban töreni için arındırarak geçirdiler. Sonra armağanlarıyla taş sunakta parlayan ateşe yaklaştılar. Her zaman sunulan armağanlar saman, kuru dallar, kaktüs iğneleri ve kanlı dikenlerden oluşurdu. Ancak varlıklı tanrı altın parçaları, parlak tüyler ve mücevherler sunarak gösterişte bulundu. Nanautzin’in ateşe yerleştirdiği armağanlar, üç yeşil saz saman, kendi yaralarının kabukları ve kendi kanıyla kaplı dikenlerden oluşan üç deste çok değersiz gözüktü.

Tanrılar hep birlikte, göğe yükselen taştan bir piramit yaptılar, tepesinde bir ateş yaktılar ve kendilerini de arındırırken dört gece boyunca yanmaya bıraktılar. Sonunda varlıklı tanrıya dediler ki, “Biz hazırız. Şimdi yapacağını söylediğin görevi gerçekleştir. Dünyayı aydınlat.”

“Bunu nasıl yapmamı bekliyorsunuz?” diye sordu varlıklı tanrı. “Alevlerin ortasına atlamalısın!” diye yanıtladı tanrılar.

Varlıklı tanrının yüreği korkuyla doldu, ama sözünden dönmeye utanıyordu. Dört kez, aldırmaz görünerek alevler saçan ateşe yaklaştı ve dört kez korkunç alevler ve yüksek sıcaklık karşısında geri çekildi. “Gönüllü olduğumu biliyorum, ama bu büyük görevi yapamayacağım” diye itiraf etti utançla.

“O zaman, Nanautzin, şimdi bu büyük görevi yapma sırası sana geldi” dedi tanrılar.

Nanautzin yüreğini cesaretle doldurdu ve alevlerin ortasına atladı. Ateş yaşamını, alevler içindeki giysilerini yakarken, gökyüzünü aydınlattı ve güneşe yaşam verdi. Varlıklı korkak tanrı, Nanautzin’in yürekli örneğini izlemekten başka çıkar yol olmadığını hissederek yaşamını kurban etmek için cesaretini topladı ve kendini alevlere attı. Fakat Nanautzin cesurca yolu gösterdiği için, o zamandan sonra tanrılar arasında onurlandırılan o oldu. Pek çoğu, Nanautzin’in büyük tanrı Ketzalkoatl’ın bir görünümü olduğunu da söyler.

(…)

Ve Ketzalkoati kendini bir siyah karıncaya dönüştürdü. (…)

(…)

Uşaklar Ketzalkoatl’a kemikleri bırakmasını söyleyince, büyük tanrı ne yapacağını bilemedi. Akıl danışmak için hayvan ikizini, nahual’ını çağırdı.

“Kemikleri bırakıyormuş gibi yap, Ketzalkoati” dedi nahual’ı. “Sonra uşaklar efendilerine
döndüklerinde, kemikleri toplayıp sarmala ve beraberinde götür.”

(…)

Ketzalkoati uyandığında durumundan duyduğu üzüntüyle ağladı- “Ah, nahual’ım” diye ağladı, “Şimdi ne yapacağım?”

“Umutsuzluğa kapılma” diye yanıtladı nahual’ı. “Elinden gelenin en iyisini yap ve yoluna devam et.”

(…)

Müziğin Yaratılışı

Bir gün, Göklerin tanrısı Tezkatlipoka dünyaya indi ve doğanın güzelliklerini inceleyerek oradan oraya dolaştı. Yürürken kendi kendine, “Dünya Canavarı dağlar, vadiler, nehirler ve dereler, ormanlar ve çayırlar oluşturmuş. Çiçekler güneş ışığında, otlar arasında parlak mücevherler gibi yanıp sönüyorlar. Açıkça görülüyor ki, Dünya’da insanların yüreklerine mutluluk verecek pek çok şey var. Yine de yaratılış tamamlanmamış. Eksik bir şey var. Hayvanlar kükrüyor ve insanlar konuşuyor, ama hiç müzik duymuyorum! Yüreğim üzüntüyle dolu, çünkü hiçbir şey ruhu müzik kadar mutlu edemez.”

Ve Tezkatlipoka, Rüzgâr biçimindeki KetzalkoatI’ı çağırdı. “Rüzgâr, sesime kulak ver ve bana gel!” diye seslendi dünyanın dört bir yanına.

Rüzgâr sızlanarak mırıldandı ve isteksizce Dünya’nın yüzeyinde dağıldığı yerlerden kendini topladı. En yüksek ağaçtan ve en görkemli dağdan daha yükseğe çıktı ve büyük siyah bir kuş şeklinde göklerin tanrısına doğru yollandı.

Tezkatlipoka, dalgaların gürültüyle okyanusların derinliklerinden yükselip kükreyerek kumsala vuruşlarını duydu. Ağaçların dallarının gıcırdadığını ve yaprakların sallanıp birbirlerine çarptıkça inlemelerini duydu. Ketzalkoati sesini duymuş, geliyordu.

Ketzalkoatl çabucak ona ulaştı. Her zamanki gibi fırtınalı görünüşü, sakin olduğu halde kızgınmış gibi görünmesine neden oluyordu. Tezkatlipoka’nin ayaklarının dibine şikâyet etmeden yerleşti.

“Ketzalkoatl” diye başladı Tezkatlipoka; “olgun meyveler, renkli çiçekler ve Güneş ışınlarının parlaklığının bütün yeryüzünü güzelleştirdiğini görüyorum. Yine de, tüm bu güzelliğe karşın Dünya mutsuz! Sessizliği dolduracak tek bir güzel ses yok. Tek bir hayvan, kuş ya da insan bile şarkı söylemiyor! Sen bile yalnızca uğuldamayı ve ulumayı, inlemeyi ya da sızlanmayı biliyorsun!”

“Yaşam müzik içermeli! Şafağın uyanışına müzik eşlik etmeli. Düş gören insana esin vermeli. Bebek bekleyen anneyi rahatlatmak. Başımızın üstünde uçan kuşların kanatlarında ve yakındaki derenin sularında duyulabilmeli.”

“Evrenin çatısının çok yukarılarına gitmelisin. Tüm Yaşamın Babası Güneş’in evini bulmalı, sana Dünya’da yaşayıp güzellik katmaları için müzisyenler vermesini istemelisin. Eminim ki Güneş bunu yapabilir, çünkü evinde pek çok müzisyen ve parlaklıkları dünyaya ışık saçan alevlerden bir koro barındırıyor. Onların arasından en iyilerini seç ve Dünya’ya getir.”

“Okyanusun kıyısına vardığında” diye bitirdi Tezkatlipoka, “üç uşağımı, Su Canavarı, Su Kadım ve Asa ile Deniz Kabuğunu bulacaksın. Onlara gövdelerini birleştirmelerini ve seni Güneş’e götürecek bir köprü oluşturmalarını emret.”

Ketzalkoatl kabul etti. Yeryüzünde yolculuk yaparken, Tezkatlipoka’nın anlattığı gibi yalnızca mutsuz bir sessizlik ya da kaba, rahatsız edici bir gevezelik duydu. Kıyıya vardığında Tezkatlipoka’nın uşaklarını buldu ve ona bir köprü yaptılar. Köprüye rağmen, Güneş’in evine varabilmek için güçlü soluğunun tümünü harcadı.

Güneş’in müzisyenleri, çaldıkları müziğe uygun renklere bürünmüş olarak salonları dolaşıyorlardı. Beşik ninnileri ve çocuk şarkıları çalanlar pırıl pırıl bir beyaz giymişlerdi. Aşk ya da savaş destanlarına eşlik eden şarkılar çalanlar parlak bir kırmızı giymişlerdi. Bulutların arasında müzikleriyle öyküler anlatarak dolaşanlar canlı bir mavi ve Güneş’in altın ışıkları altında oturup flütlerini üfleyenler ise ışıltılı bir sarı giymişlerdi. Ketzalkoatl koyu, üzgün bir renk giymiş tek bir müzisyen bulamadı, çünkü burada hiç üzüntü dolu şarkı yoktu.

Tüm Yaşamın Babası, Ketzalkoatl’ı görür görmez öfkeyle bağırdı, “Müzisyenler! Dünya’yı rahatsız eden zararlı varlık Rüzgâr’ı görüyorum. Barış dolu krallığımıza yaklaşıyor. Sessiz olun! Tek bir şarkı duymak istemiyorum! Tek bir çalgının sesini duymak istemiyorum! Rüzgâr konuştuğunda ses veren her kimse, onunla birlikte Dünya’ya gitmek zorunda kalacak ve orada hiç müzik bulamayacaksınız.”

Rüzgâr, Güneş’in salonlarına giden basamakları tırmandı. Müzisyenleri görür görmez, derinlerden gelen sesini yükseltti ve bağırdı, “Müzisyenler! Şarkıcılar! Benimle gelin!”
Tek bir müzisyen ya da şarkıcı çağrısına yanıt vermedi.

Rüzgâr, bu kez daha sertçe, yeniden bağırdı: “Gelin müzisyenler! Gelin, şarkıcılar! Evrenin Ulu Efendisi sizi kendisine katılmaya çağırıyor!”

Yine tek bir müzisyen ya da şarkıcı çağrısına yanıt vermedi. Alevler saçan Güneş’in emirlerine uydular ve bir dansın tam ortasında donup kalmış rengârenk bir dansçılar dizisi gibi sessizlik içinde hareketsiz durdular.

O zaman, Göklerin Tanrısı Tezkatlipoka öfkesini gösterdi. Göğün dört bir yanından gelen siyah fırtına bulutu sürüleri, efendilerinin yıldırımlarıyla kamçılanarak Güneş’in evine ürkütücü gümbürtülerle yaklaştılar. Güçlü gök gürültüleri büyük tanrının hançerinden aktı ve Güneş’in evini bir gürültü seline boğdular.

Fırtına bulutları, alevli bir canavar gibi boğulan Tüm Yaşamın Babası Güneş’i yuttular. Korkuyla titreyen müzisyenler ve şarkıcılar Rüzgâr’ın kucağına sığındılar. Onları, müziklerini ezmemeye özen göstererek kucakladı ve sevinçle çok aşağılarda bekleyen Dünya’ya götürdü.

Bu arada Dünya, Rüzgâr’ın görünmesini bekleyerek koyu gözleriyle gökleri tarıyordu. Ketzalkoatl’ın görevini başarıyla tamamladığını görünce yüzü aydınlandı ve mutlulukla gülümsedi. Bütün yaşamı boyunca gelenleri selamladı. (…)

(…)

Tarihsel bakımdan Ketzalkoatl, muhtemelen MS 10. yüzyılda, Nahuatl diliyle konuşan bir toplum olan Tolteklerin büyük önderi Topiltzin’dir (Prensimiz). (…)

(…)

Tezkatlipoka bir kez Ketzalkoatl’ı yenmeye karar verdikten sonra, diğerleri gibi başarısız olmayacak kadar akıllıydı. Önce Ketzalkoatl ile bir oyun sırasında kendini bir Jaguar’a dönüştürdü ve Ketzalkoatl’ı zalimce bir zevk alarak oradan oraya kovaladı.

(…)

Bundan sonra Tezkatlipoka kendini savaşçıya dönüştürdü ve kalan Toltek erkeklerini büyük bir düşmana karşı savaşa çağırdı. Erkekler toplanınca olağan biçimine döndü ve birçok Toltek’i öldürdü.

Daha sonra Tezkatlipoka kendini bir kuklacıya dönüştürdü. (…)

(…)

(…) Yiyecek için umutsuzca kıvranırlarken, Tezkatlipoka yaşlı bir kadın kılığında pazar-yerine geldi. Bir ateş yakıp mısır koçanları kızartmaya başladı. Toltekler bu dayanılmaz çekicilikteki kokuya karşı koyamadılar. Lezzetli bir lokma yemeyeli o kadar uzun süre geçmişti ki, söylenti bir yaz fırtınası gibi yayıldı ve açlıklarını bastırmak umuduyla kentin her yerinden gelip toplandılar. Son insan da geldiğinde, Tezkatlipoka doğal görünümünü aldı ve hepsini öldürdü.

(…)

Diğerleri Ketzalkoatl’ın bedeninin Güneş ışınlarının ısısından yanışını gördüler. Küllerinin rengârenk kuşlara dönüştüğü söylendi. Kuşlar gökyüzünde yükseldiler ve yüreğini göklere taşıdılar. Yüreği, bizim Venüs dediğimiz sabah yıldızına dönüştü.

Birleşik Devletler Yaratılış: Sunuş

Tarihsel Arkaplan

MS 1000-1500 yılları arasında bir dönemde, sonradan Navajolar olarak tanınan toplulukta kuzeyin ormanlarını terk ettiler ve beraberlerinde ok ve yayı getirdiler. (…)

(…)

(…) Navajo geleneğinde ayrıca her biri dört yönün birinde olmak üzere dört kutsal dağdan; siyah, beyaz, sarı ve mavi olmak üzere dört kutsal renkten; mısır, kabak, fasulye ve tütün olmak üzere dört kutsal bitkiden ve dört dünyayı geçerek yukarı doğru ilerlemeden söz edilir. (…)

(…)

Ahaiyuta ile Bulut-Yiyen: Sunuş

Zuni kabilesi New Mexico çölünde sekiz yüz yıldan beri yaşamaktadır. (…)

(…)

Evin-Oğlu ile Atılmış-Oğlan: Sunuş

Tarihsel Arkaplan

Krov adıyla bilinen Kızılderililer, Siyularla akrabadırlar. MS 1200-1600 yılları arasında bir dönemde kuzeybatıya, bugünkü ABD’nin Ova Eyaletlerine doğru geldiler. (…) Ancak
1598’den sonra İspanyol göçmenler New Mexico’ya atları getirince Krovların yaşam biçimi değişti. (…) Bugün pek çok Krov, Güney Montana’da yaşamaya ve kendi dilinde konuşmaya devam etmektedir.

(…)

(…) Aşağıdaki versiyon, Stephen Chap-man Simms’in 1903’te yayımlanan Tradİtion of the Crows (Krov Gelenekleri) adlı eserinde toplanmıştır.

Evin-Oğlu ile Atılmış-Oğlan

Bir gün kocası uzaklarda avda olan hamile bir kadın öldürülmüştü. Katili kurbanının karnını yardı ve ikiz oğullarını çıkardı ve birbirinden ayırdı. Birini tipinin (Kızılderili çadırı (ç.n.)) içinde bir perdenin ardına ve diğerini de bir dereye attı.

Öldürülen kadının kocası evine döndü. Tek başına yemeğe oturduğunda, bir çocuk kadar büyümüş olan Evin-Oğlu, perdenin arkasından çıktı ve ona katıldı. O günden sonra, babası her gün ava gitti ve her akşam oğluyla yemek için döndü.

Bir gece, Evin-Oğlu babasına dedi ki, “Baba, bana iki yay ve iki sadak dolusu ok yapmam istiyorum.”

Babası isteğini yerine getirdi ve oğlunun silahlan nasıl kullanacağını görmek için gizlendi. Evin-Oğlu’nun kendi yaşında başka bir çocukla oynadığını görünce dedi ki: “Arkadaşın da gelsin bizimle yaşasın!”

Evin-Oğlu yanıtladı: “Eğer bana işlenmemiş deriden bir kat giysi yaparsan, bunu yapmaya çalışacağım. Arkadaşım derede yaşıyor ve bir kunduz gibi keskin dişleri var. Onu yakalamak zor olacak!”

Evin-Oğlu deri giysiyi giydiği ilk gün, kardeşi Atılmış-Oğlan’ı, dereden çıkıp ok ve yaylarla oyun oynamak için kandırdı. Sonuç üzerine tartışırken, Evin-Oğlu, Atılmış-Oğlan’ı yakaladı ve babası gelene kadar tuttu. Atılmış-Oğlan, Evin-Oğlu’nu ısırmaya ve deredeki su da toprağa taşarak ona yardım etmeye çalıştı; ama Evin-Oğlu ve babası çok güçlüydüler. Atılmış-Oğlan’ı yakındaki bir tepenin zirvesine çıkardılar, tütsü yakıp koklattılar ve onu bir insana dönüştürdüler. (…)

(…)

(…) Orada kendilerini Fırtına Kuşu ile yüz yüze buldular. Onlara dedi ki: “Yardımınıza ihtiyacım var. Altımızdaki gölde yaşayan bir kunduz, tüm yaptığım yavrularımı yiyor. Lütfen onu benim için öldürün!”

(…) Fırtına Kuşu onlara teşekkür etti ve tipilerine taşıdı. Orada uzun yıllar mutlu yaşadılar.

(…)

Kötü İkiz daha sonra bu bölgeye geldi. Hayvanların hantal gövdelerine karşın, İyi İkiz’in
yarattıklarının hepsini sessizce bir araya topladı ve birlikte kocaman bir mağaraya sürdü. İyi İkiz’in yiyeceklerini yem olarak kullanıp onları mağaraya soktu, girişi kocaman bir kayayla kapattı. Hepsinin açlıktan nasıl öleceklerini düşünüp hoşnutlukla sırıttı.

Fakat Kuş, Kötü İkiz’i izlemiş ve yukardan onu gözlemişti. Kuş uçup İyi İkiz’e gitti ve Kötü İkiz’in yaptıklarını anlattı. İyi İkiz, ormandaki ağaçların arasından uçarken Kuş’u izledi ve tam zamanında mağaranın girişini kapatan kocaman kayanın yanma ulaştı. İyi İkiz bütün gücünü toplayıp kayayı yana çekti ve hayvanlarını özgürlüklerine kavuşturdu.

(…)

Kuzgun ve Işığın Kaynakları: Sunuş

Tarihsel Arkaplan

Kanada ve ABD’nin Kuzeybatı Pasifik kıyıları boyunca yaşayan Haida, Tsimşian ve Tlingit Kızılderilileri her zaman bol yiyecek kaynaklarına sahip olduklarından, tüm Kızılderili kabileleri arasında en varlıklılarından olagelmişlerdir. Bu durum, Japon akıntısının getirdiği görece ılıman iklimle birleşince onlara zengin bir kültür birikimi geliştirme olanağı tanımıştır.

Bu kabileler çarpıcı sanatları ve el becerileri, maskeler ve özel giysilerle canlandırılan mitolojik dramaları ve ev sahibinin konuklarına inanılmaz değerli armağanlar verdiği potlaç şölenleriyle tanınırlar (bir başka potlaç şöleninde, bu kez konuk olarak armağanlar alır). Haida, Tsimşian ve Tlingit kabileleri, onlara ün getiren totemlerini, 1774-1779 yıllan arasında Kızılderililere ilk demir aletleri getiren çok sayıda Amerikalı ve Avrupalının Pasifik kıyılarına doğru yelken açmasından sonra oymaya başlamıştır. Totem direklerinin altın çağı yaklaşık 1830-1850 arasıdır.

Çekiciliği ve Değeri

Haida, Tsimşian ve Tlingit halkları ormanların, denizin ve gök yüzünün hayvanları arasında yaşamış, bu hayvanlar onlara hem maddi hem de manevi besin sağlamıştır. Kuzgun, kartal, turna, balina, somon balığı ve ayılar, bu insanların maskelerine, totem direklerine, tahta oyma sandıklarına yansıyan aşina yüzlerdir. Bu kültürlerde hayvanlar iyilik getirenlerdir.

Bu söylencede Kuzgun, hem bir hayvan-kahraman hem de insanoğlunun yardımcısı rolündedir. Antropolog Franz Boas, Kuzeybatı Pasifik halklarıyla ilgili araştırmasında, Kuzgun’la İlgili kırk beş ana söylence bulmuştur. Ancak Tsimşian mitolojisinde Kuzgun, sık sık şekil değiştirebilen bir doğaüstü gücün kuş biçimindeki görünüşüdür. Kuzgun, Haida mitolojisinde Nankilslas (sözüne, sesine itaat edilen), Tsimşian mitolojisinde Tksamsem (Dev), Tlingit mitolojisinde ise Yetl’dir (Kuzgun).

Hatta belirli bir söylenceye bağlı olarak Kuzgun, bir yaratıcı, bir bereket kahramanı veya bir düzenbaz kahraman olabilir.

Aşağıdaki söylence, aynı öykünün Haida, Tsimşian ve Tlingit versiyonlarının bileşimidir. Aslında bir yaratıcı olan Kuzgun burada yaratıcı bir figür değildir. Zaten yaratılmış kabul edilen evrene ışık getirir ve insanlara en yararlı olabileceği yere yerleştirir. Kuzeybatı Pasifik kıyılan yoğun yağmurlarıyla ünlü olduğu için, bölgedeki Kızılderililerin, güneşin gökyüzüne yerleştirilmesi hakkında bir söylenceleri olması da
doğaldır.

En önemli Kuzgun söylenceleri, John Reed Swantson’un Haida Texts and Myths (Haida Metinleri ve Mitleri) (1905) ve Tlingit Myths and Texts (Tlingit Mitleri ve Metinleri) (1909), Franz Boas’ın Tsimshian Mythohgy (Tsimşian Mitolojisi) (1916) adlı çalışmalarında yer almıştır.

Kuzgun ve Işığın Kaynakları

Çok zaman Önce dünya gençken, gökte güneş ve ay parlamadığından, dünya ve tüm canlı varlıklar sonsuz bir gecenin karanlığıyla örtülmüşlerdi. Nass Nehri’nin kaynağında oturan bir şefin, ışığın tümünü kendine sakladığı söyleniyordu, ama kimse emin değildi. Işık o kadar iyi gizlenmişti ki, hiç kimse onu gerçekte görmemişti. Şef, halkının sıkıntı çektiğini görüyordu, ama bencil bir adamdı ve aldırmıyordu.

Kuzgun halkı için üzülüyordu, çünkü güneş olmadan dünyanın, Haidaların gereksinimi olan yiyeceği vermeyeceğini ve ay olmadan da halkının geceleyin balıkları göremeyeceklerini ve tutamayacaklarını biliyordu. Kuzgun ışığı kurtarmaya karar verdi. Kraliçe Charlotte Adaları’ndan Nass Nehri’nin kaynağına giden yolun çok uzun olduğun biliyordu. Bu nedenle bir avuç çakıltaşı topladı. Uçarken her yorulduğunda denize bir çakıl bıraktı. Her çakıl, Kuzgun’un inip dinlenebileceği sağlam bir adaya dönüştü.

Kuzgun, şefin evine vardığında, kendi kendine, “Şefin evinde yaşayıp, ışığı ele geçirmenin bir yolunu bulmalıyım” diye söylendi. Düşündü de düşündü. Sonunda, “Kendimi çok küçük bir şey yapacağım ve yakalanana kadar suda bekleyeceğim” dedi.

Böylece Kuzgun kendini bir tohuma dönüştürdü ve yakındaki bir derenin üstünde yüzdü. Şefin kızı su çekmeye geldiğinde Kuzgun hazırdı. Sudan nasıl içmeye çalışırsa çalışsın tohum hep ağzına geliyordu. Sonunda ondan kurtulmaya çalışmaktan sıkıldı ve suyla birlikte yuttu.

Kadın hamile kaldı ve zamanla bir oğul doğurdu. Bu, kılık değiştirmiş olan Kuzgun’du. Şef torununu çok sevdi, torunu ne isterse büyükbabası veriyordu.

Çocuk emeklerken kulübenin duvarlarında asılı pek çok torba ilgisini çekti. Teker teker torbaları gösterdi, büyükbabası teker teker torbaları ona verdi. Sonunda büyükbabası ona içi yıldızlarla dolu olan torbayı verdi. Çocuk torbayı kulübenin tabanında yuvarladı ve aniden bıraktı. Torba hemen tavana yükseldi, duman deliğinden süzüldü ve göklere uçtu. Orada açıldı ve yıldızları göğe saçtı.

Günler geçtikçe, çocuk hâlâ oyuncaklarla oynamak İstiyordu. Büyükbabasının kulübesinde, orada burada saklı bir o torbaya, bir bu kutuya işaret ediyordu. Büyükbabası seçtiği her şeyi ona verdi.

Sonunda çocuk ağladı, “Ühü! Ühü!” Büyükbabası içinde ay olan torbayı indirdi, oynasın diye torununa verdi. Çocuk kulübenin tabanında torbayı yuvarlarken neşeyle gülüyordu. Birden yıldızla dolu torbaya yaptığı gibi torbayı bıraktı. Torba hemen tavana yükseldi, duman deliğinden süzüldü ve göklere uçtu. Orada açıldı ve ayı göğe bıraktı.

Çocuk bir gün kulübede kalan son torbaya işaret edene kadar torbalarla ve kutularla oynamayı sürdürdü. Büyükbabası onu kucağına aldı ve dedi ki: “Ben bu kutuyu açarak, sana, sahip olduğum en son ve en değerli şeyi, güneşi veriyorum. Lütfen dikkatli ol!”
Sonra şef duman deliğini kapadı ve kulübesinin bir köşesinde diğer pek çok kutu arasında gölgelerde sakladığı büyük tahta kutuyu aldı. Büyük kutunun içinde ikinci bir tahta kutu, örümcek ağlan arasında duruyordu ve o kutunun içinde de üçüncü bir kutu vardı. Şef peş peşe kutuları açarak sekizinci ve en küçük kutuya geldi. Güneşi kutudan çıkarır çıkarmaz kulübesi parlak bir ışık seline boğuldu.

Büyükbabası ateşli topu oynaması için verince çocuk sevinçle güldü. Oyundan sıkılıp kenara atana kadar güneşi yerlerde yuvarlayıp durdu. O zaman büyükbabası güneşi kutusuna koydu ve kutuyu diğer yedi kutunun içine yerleştirdi.

Kuzgun ve büyükbabası her gün bu oyunu yinelediler. Kuzgun güneşin kutusuna işaret ediyor, sıkılana kadar oynuyor ve büyükbabasının ateşli topu kutusuna yerleştirmesini izliyordu.

Sonunda şefin her zamanki kadar dikkatli olmadığı gün geldi. Duman deliğini kapamayı unuttu ve Kuzgun’un ateşli topla oynamasını izlemedi. Çocuk Kuzgun biçimine döndü, ışık topunu pençeleriyle yakaladı ve duman deliğinden gökyüzüne süzüldü ve nehre doğru uçtu.

Karanlıkta balık tutan insanları görünce bir ağaca tünedi ve onlara dedi ki: “Eğer bana biraz balık verirseniz, ben de size biraz ışık veririm.”

Önce ona inanmadılar. Işığın iyi gizlenmiş olduğunu ve Kuzgun’un çoğu zaman tembel, şakacı bir yaratık olduğunu biliyorlardı. Ancak Kuzgun kanadını kaldırarak kolayca balık yakalamalarına yetecek kadar ışık gösterdi. Onlar da yakaladıklarından bir bölümünü ona verdiler. Kuzgun balık yemekten sıkılana kadar bu, günlerce böyle sürdü.

Sonunda kanadını kaldırıp güneşi iki pençesiyle kavradı ve yukarı, gökyüzüne fırlattı. “Artık halkımın hem gündüz hem de gece ışığı olacak!” diye heyecanla bağırdı. Ve o günden bugüne güneş, ay ve yıldızlar gökyüzünde kaldılar.

Sedna: Sunuş

Tarihsel Arkaplan

Kutup halklarının ataları, on bin yıl önce Sibirya’dan Alaska’ya uzanan ve bugün Bering Boğazı olarak bilinen kara köprüsünü geçmişlerdir. (…)

(…)

Kanada Saç Teliyle Yakalanan Kadın: Sunuş

Tarihsel Arkaplan

Mikmaklar, iki bin yıl Kanada’nın kıyı eyaletlerinin ormanlık bölgelerinde, özellikle Nova Scotia ve Prens Edward Adası’nda yaşamış bir Algonkin halktır.

(…)

(…) Mikmak toplumu kara, deniz ve hava hayvanlarına doğaüstü güçler yüklemekte, onların bir zamanlar insan biçimli olduklarını ve istediklerinde yine bu biçime
bürünebildiklerine inanmaktadırlar. (…)
ve evlilik, av, savaş konularında ruhsal güçlere değer vermektedirler.

(…)

Mikmaklardan bazıları, algı ve becerileriyle ötekilerden üstün bir yetenek geliştirmişlerdir. Bu güç, zaten başkalarından farklı olanlara ve dolayısıyla toplumsal olarak yalıtılmış bulunanlara gelmektedir. Bu kişi, bu gücü yalnızken kazanırdı. Bu durum gerçekten veya simgesel olarak ormandayken, bu güce sahip olan ve başkalarına aktarabilen bir aracı yoluyla gerçekleşir.

Mikmak söylenceleri, toplumun, bu güce erişmiş olanlardan nasıl zorla karşılık istediğini yansıtır. Olağanüstü başarılı koca, avcı veya savaşçı, kendisini sıradan komşularından ayrı tutar ve onlar da kıskançlık, küskünlük, nefret ve korkuyla davranırlar. Aşırı durumlarda köylüler, ruhsal gücü olanları sürer, hatta kovarlardı.

Büyücülerin Mikmak toplumunda önemli yeri vardır. Büyücünün eğitiminin bir bölümü ritüel ölümü gerektirir; bu da eski yaşamını geride bırakıp daha büyük algı ve kavrayış sahibi olduğu yeni yaşama geçişi simgeler.

(…)

YUNANİSTAN VE ROMA

Titanlarla Tanrıların Yaratılışı

Yunan şairi Hesiodos (MÖ 8. yüzyıl sonu) bu mitosu şiirsel bir biçimde eseri Theogonia’da anlatır. Benim temel kaynaklarım iki düz metinden oluşuyor: Hesiodos, The Homeric Hymns and Homerica (Homerik İlahiler ve Homerika), Evelyn-White tarafından ve Apollodorus’ Library [Apollodoros’un Kütüphane’si] Frazer tarafından çevrilmiş (ikisi de Loeb Classical Lİbrary, Harvard University Press’ten). Öteki mükemmel çeviriler Atha-nassakis’in (Johns Hopkins Univ. Press) ve Lattimore’un (Univ. Of Michigan Press) şiirsel çevirilerinden oluşuyor. Bir de VVest’in düzyazı çevirisi (Oxford Univ. Press) var.

İnsan Çağları

Yunan şair Hesiodos (MÖ 8. yüzyıl sonu), bu mitosu İşler ve Günler adlı eserinde şiir biçiminde anlatır. Benim temel kaynağım Hesiodos, The Homeric Hymns and Homerica, Evelyn-White tarafından düzyazı biçiminde çevrilmiş (Loeb Classical Library, Harvard University Press). Öteki mükemmel Hesiodos çevirileri Athanassakis’in (Johns Hopkins Univ. Press) ve Lattimore’un (Univ. Of Michigan Press) şiirsel çevirilerinden ve Wesfin düzyazı çevirisinden (Oxford Univ. Press) oluşuyor.

Yararlı bir kaynak Bonnfoy’un Mythologies adlı eserinin birinci cildi (Univ. Of Chicago Press), burada Yunan tanrılarının ayrıntılı bir çözümlemesi var.

Demeter ve Persephone

Bu mitosun en eksiksiz biçimi, orijinal biçimi Homeros’a adanmış olan Homerik İlahiler’de (MÖ 6. yüzyıl ile 5. yüzyıllar arası) bulunur. (…)

Tufan Devri

Bu mitleri, Atinalı yazar Apollodoros’a (…) atfedilen Kütüphane (Bibliotheca) içermektedir (bugünün bilim adamları Küliiphane’yi daha sonraya, MS 1. veya 2. yüzyıla ait kabul ederler). Romalı şair Ovidius da (MÖ 43-MS 17) Metamorfozlar adlı eserinde bu mitleri anlatır.

Benim temel kaynaklarım iki düzyazı çeviri: The Library, Frazer tarafından, Metamorphoses Miller tarafından çevrilmiş (ikisi de Loeb Classical Library, Harvard University Press’ten). Şiirsel Ovid’s Metamorphoses çevirisiyse Sandys’in (Univ. Of Nebraska Press tarafından yeniden basılmıştır). Ovidius’un Metamorphoses’unun mükemmel şiirsel çevirisi Humphries’indir (Indiana Univ. Press).

Herakles’in Görevleri ve Ölümü

Herakles’in Işleri’nin en eksiksiz anlatımı yine Apollodoros’un Kütüphane’sinde ve Yunanlı tarihçi Sicilyalı Diodoros (MÖ yaklaşık 80-20) tarafından yazılan Tarih Kütüphanesi’nde bulunur. (…)

(…)

Herakles Argos’un yüce kahraman atasıydı. Eski Yunanistan’da statüsü o kadar değerliydi ki, Atina MÖ 6. yüzyılda Argos’la savaşa başladığında, siyasal ve ekonomik üstünlük yeterli sayılmıyordu. Atinalılar geçmişlerinde Herakles’le karşılaştırılacak bir kahramana ihtiyaç duydular ve kuzeni Theseus’u seçtiler, Theseus’un kemiklerini bilinmez bir adada “buldular” ve bir kahramana yaraşır törenle getirip Atina’ya gömdüler. Ayrıca birçok mitos toplayarak Herakles’inkine benzer başarılar dizisi oluşturdular ve bunları tek bir mitos çevresinde bütünleştirerek ona Heraktes’le eşdeğer bir değer kazandırmaya çalıştılar.

(…)

Romulus ve Remus

Romalı tarihçi Livius (MÖ 59-MS 17) bu mitosu, Roma Tarihi’nin I. kitabında anlatır. (…)

(…)

(…) Bu imparatorluk MÖ 2000’den 1200 yıllarına kadar yaşadı, yani Hititler Miken Yunanlarının çağdaşlarıydı.

(…)

KUZEY AVRUPA

Evrenin Yaratılışı, Yok Oluşu ve Yeniden Doğuşu

İzlandalı tarihçi ve şair Snorri Sturiuson 11178-1241) MS yaklaşık 1220 yıllarında yazılan Düzyazı Edda’nın Gylfagmning (Gylfi’nin Aldatılışı) adlı bölümünde bu mitosun en eksiksiz versiyonunu anlatır. (…)

(…)

Sturluson Gylfi’nin Aldatılışı’na, o da her şeyin babası diye adlandırılan Odin’le tam olarak uyum göstermeyen her şeyin babasını anlatarak başlar. Anlaşılan, daha eski bir Kuzey mitosunda Her Şeyin Babası diye adlandırılan tanrı evrenin mutlak hâkimiydi. (…)

(…) Yalnızca İzlanda halkı MS 1000 yılını izleyen üç yüz yıl boyunca pagan edebiyata bağlılığını sürdürebilmiştir. (…)

(…)

İdun’un Elmalarının Çalınması

İzlandalı tarihçi ve şair Snorri Sturluson (1178-1241), MS yaklaşık 1220 yıllarında yazılan Düzyazı Edda’da bu mitosun en eksiksiz versiyonunu anlatır. (…)

Balder’in Ölümü

İzlandalı tarihçi ve şair Snorri Sturluson (1178-1241), MS yaklaşık 1220 yıllarında yazılan Düzyazı Edda’nin Gylfagmning (Gylfi’nin Aldatılışı) adlı bölümde bu mitosun en eksiksiz versiyonunu anlatır. (…)

(…)

(…) Sigurd’un öyküsü MS 600-1000 arasında Norveç’te iyi biliniyordu. Hikâye kısmen doğu Germen halklarından olan Burgundiyalıların 437 yılında Hunlara yenilmesini yansıtır. (…)

(…) En eski İzlanda versiyonu Eski Edda, MS 1200 yıllarında yazıldı ve sözlü şiir geleneğiyle düzyazı aktarmaları içerir. (…)

(…)

(…) Bu nedenle MS 1136’da Monmouthlu Geoffrey Historia Regum Britanniae’yi yazarken Aineias’ın Troyalı sürgünleri İngiltere’ye getirmesini seçti; burada Yeni Troya’yı (Londra) ve Britanya krallığını kurdular.

UZAKDOĞU VE PASİFİK ADALARI

Evrenin Yaratılışı, Yok Olması ve Yeniden Doğuşu (Hindistan)

Bu mitos, MS 300 ile 1000 yılları arasında yazıya geçirilmiş ve bütün Hindistan’da benimsenmiş olan “kadim zamanların öyküleri” olan Büyük Puranalarda bulunur. (…)

(…)

(…) MÖ 1500 ile 1200 tarihlerine ait olan Vedalar sözlü gelenekle korunmuştur. (…)

(…)

Evrenin Yaratılışı (Çin)

Yaratılış mitosu “Panku”nun ilk bölümü MÖ 3. yüzyılda yazılmış olan San-wu li-chi’de (Üçler ve Beşler Halinde Çevrim Kayıtları) bulunur. (…)

(…)

(…) MÖ 2. yüzyılda yazılmış olan Han Taoist eser Huai-nan-tzu, Yi’nin (veya Hu Yi) dokuz güneşi vurarak dünyayı nasıl kurtardığını anlatır.

(…)

(…) Bu konudaki öteki ilgi çekici kaynaklar şunlar: Courlander, Tales of Yoruba Gods and Heroes (Crown) ve Yoruba mitolojisine dayanan romanı The Master of the Torge (Crown).

(…)

(…) Sunjata onuruna sözde Balla Fasseke tarafından, ama Niane’ye göre sonraki griotlar tarafından (1307-1332) söylenen şarkıları da atladım.

(…)

(…) (Yaratılış (Maya), blog. not.) (…)  Maya yazıcılar tarafından yazıya geçirilmiştir. (…)

(…)

Yaratılış Çevrimi (Toltek/Aztek)

“Beş Dünya ve Güneşleri” 16. yüzyıl Nahuatl elyazması Chiınal-popoca Codex; Atmak of Cualthtitlan and Legend of the Surts’da bulunmaktadır; önce Aztek yazıcılarca 1500’lerin ortalarında yazıya aktarılmıştır. (…)

(…)

Nicholson’a göre “Müziğin Yaratılışı” 16. yüzyıl Nahuatl ehyazmalarından birinde bulunan bir şiirdir. (…)

Ketzalkoati

Ketzalkoatl’ın nasıl oyuna getirilip Toltek başkenti Tezkatlipoka’dan çıkarıldığıyla ilgili mitler iki orijinal kaynakta yer almaktadır: Önce Aztek yazıcılarca 1500’lerin ortalarında yazıya aktarılmış olan 16. yüzyıl Nahuatl elyazması Chimalpopoca Codex: Annals of Cuauhtitlan and Legend of the Suns ve 16. yüzyılda İspanyol papaz Fray Bernardino de Sahagun tarafından Florentine Codex: General History ot he Things of New Spain başlığı altında toplanan Nahuatl metinleri. (…)

(…)

Anaya, Ketzalkoati mitosunu Lord of the Daum adıyla (Univ. of New Mexico Press) roman biçiminde yeniden yazmıştır. (…)

(…)

(…) Erdoes ve Ortiz’in American Indian Myths and Legends (Pantheon) kitabı öteki Kızılderili yaratılış mitlerinden geniş bir seçmeyi içerir.

(…)

Evin-Oğlu İle Atılmış-Oğlan

Simms, bu mitosu 1903 Traditions of the Crows’da (Field Mustum Anthropological Series) anlatır. (…)

(…)

Kuzgun ve Işığın Kaynaklan

Önemli Kuzgun mitlerinin hepsi Bureau of American Ethnology tarafından yayımlanmıştır ve Swanton’un Haida Texts and Myths (1905) ile Tlingit Myths and Texts (1909), Boas’ın ikisi de 1916’da yayımlanan Tsimshian Mythology ve Tsimshian Texts kitaplarında bulunur; bunlar en iyi bilinen kaynaklardır. Benim de ana kaynaklarım bunlardır.

Burland Haida versiyonu “Kuzgun ile Ay”ı North American Indian Mythology’de (Newnes/Hamlyn) anlatır. Clark, Puget Sound versiyonu “Kuzgun Eski İnsanlara Nasıl Yardım Etti”yi Indian Legends of the Pacific Northoest (Univ. of California Press) kitabında anlatır. Coffin Tahltan versiyonu “Işığın Çalınması”nı Indian Tales of North America’da (American Folklore Socieiv) anlatır. Coffin’in versiyonu, birçok ayrıntıda farklılık gösterdiği gibi Tlingit ve Tsimshian versiyonlarını birleştirmesiyle de etkileyicidir. Erdoes ve Ortiz “Işığın Çalınması”nı (Tsimshian, Boas/Thompson’dan) American Indian Myths and Legends kitaplarında (Pantheon) anlatırlar. Feldmann The Storytelting Stone’da (Dell) üç kuzgun miti anlatır.

(Boas/Thompson’dan Tsimshian, Clark’ dan Pttget Sound ve Svvanton’dan Tlingit). Goodchild’ın Raven Talcs’i (Chicago Review Press) mükemmel bir kaynaktır. Wherry de Indian Masks and Myths of the West’de (Bonanza/ Crown) kuzgun mitosu anlatır.

Bu mitosun birçok versiyonu çoğu yönüyle aynıdır. Fakat İlginç değişiklikler de vardır ve ben kendi metnimi hazırlarken Haida, Tlingit ve Tsimshian versiyonlardan öğeler ve tanımlayıcı ayrıntılar seçtim.

Ana Haida versiyonunda kız kovasında çam iğnesi biçimiyle yüzen Kuzgunu yutar. Kuzgun kutuda saklanan ay’ı çalar ve kanadının altına alıp döner.

Ana Tlingit versiyonunda kız Kuzgunu küçük toprak parçası biçiminde yutar. Kuzgun ayrı ayrı torbalarda bağlanmış saklanan yıldızları, ay’ı ve gün ışığını çalar. Gün ışığını serbest bırakma tehdidinde bulunur ve dediğini yapar.

Ana Tsimşian versiyonunda Dev Kuzgun derisini çıkararak kendisini sedir yaprağına dönüştürür ve kız kovasında yüzerken onu yutar. Dev bir kutuda saklanan Gün ışığını çalar ve Kuzgun derisine bürünerek kaçar. Devin kutuyu kırması alay konusu olunca Gün ışığı ortaya çıkar.

Sedna

Bu mitosun en ünlü versiyonu 1884-1885’te Baffin Adası’nın güneyinde Ocjomuit ve Akudnirmuit halkları tarafından Boas’a anlatıldı. (…)

(…)

Saç Teliyle Yakalanan Kadın

Rand 1894 Legends of the Micmacs’da (Longmans) bu mitosu anlatır fakat kaynağını belirtmez. (…)”

Dünya Mitolojisi (Büyük Destan ve Söylenceler Antolojisi), Donna Rosenberg, Çev: Koray Akten • Erdal Cengiz • Atıl Ulaş Cüce Kudret Emiroğlu • Tuluğ Kenanoğlu • Tahir Kocayigit Erhan Kuzhan • Bengü Odabaşı, İmge Yay., 2003

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.