- HAYAT
Öncelikle ‘hayatın anlamı nedir?’ sorusunun öznel bir soru olduğunu kabul edelim çünkü hayat hakkındaki izlenimlerimizin yegâne kaynağı öznenin kendisidir ve özneden yola çıkmadan genel bir hayat fikrine ulaşmak mümkün görünmüyor. Burada kılavuz olarak alacağım filozof Wittgenstein olacak. Wittgenstein’ ın ilk dönem düşünceleri ve özellikle Tractatus’unun bu konuda çok ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum.
“Dünya ile yaşam (hayat) birdir.”
Bu önerme soruşturmamız için gerçekten çok önemli bir olanak sunuyor. Bu önerme bize öznenin anlamını aradığı ‘hayat’ın dünya ile (yani Varlık’la) aynı şey demeye geldiğini söylüyor. Böylece sorumuzun varlıkla ilgili bir soru olduğunu fark ediyoruz. “Ben dünyamım”[1] önermesiyle de varlıkla olan ilişkimizin bizzat ‘ben’ aracılığıyla kurulabileceğini anlıyoruz. Bu görüşün daha açık bir dile getirilişine de Schopenhauer’ın İstenç ve Tasarım Olarak Dünya kitabının ilk önermesinde rastlarız: “Dünya benim tasarımımdır.”[2] Bu tasarım felsefe ile soyut bir bilinç haline getirebilmesi açısından yalnızca insana özgüdür. Yani her tasarım mutlaka özne ve nesneye bölünmüş bir biçimde olabilir ve ancak böyle düşünülebilir. Dolayısıyla dünya tasarım olarak özne karşısında sadece nesnedir; başka deyişle: Algılayanın görüşüdür. Peki buradaki ‘ben’ nedir? Bu soruya kısaca şöyle cevap veriyorum: “Her insan zamansal bir süreçtir.” ‘Ben’ de bu sürecin bilincinde oluş ve onun dille tasarımlanmasıdır.
Her insanın diliyle tanımladığı ve sınırlarını çizdiği kendine ait bir dünyası vardır. Bu konuyu Wittgenstein şu önermeleriyle dile getirmiştir: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler.”[3], “Dünyanın benim dünyam olduğu kendini şurada gösterir ki, dilin (yalnızca benim anladığım dilin) sınırları, benim dünyamın sınırlarını imler.”[4] Fakat unutulmamalıdır ki insanın kullandığı ya da ‘anladığı’ dil imkânları bakımından onun dünyasının sınırlarının azami potansiyelini belirler; ancak kişi dili kullanabilme kabiliyetiyle bu sınırlara varabilir ya da varamaz. O halde kişinin şahsi dünyasının sınırlarının asıl belirleyicisi onun kendi dilini kullanabilme becerisidir.
Bu dünyadaki bütün duyumlar dilin imkânları dahilinde dile çevrilebilir yani kelimelerle ifade edilebilir. Dilin imkânlarıyla imlenemeyenler insanın dünyasının da dışındadırlar. Fakat neyin imlenip imlenemeyeceği yani dilin imkânları dolayısıyla dünyanın sınırları belirsizdir ya da henüz keşfedilmemiştir ve hiçbir zaman tam olarak keşfedilemeyecektir. Yani edebiyatla dilin imkânları zorlanabilir ve esnetilebilir. Şöyle ki bir insanın bir yaşantıyı dile getiremeyişi başka birinin de dile getiremeyeceği, dolayısıyla o yaşantının başka biri için de olmadığı anlamına gelmez. Ola ki bir şair daha önce dile getirilememiş bir yaşantıyı dile getirir ve böylece dilin o ana kadar halihazırdaki imkânı ya da sınırı genişlemiş olur; ama bu sözde bir genişlemedir çünkü şair aslında yalnızca orada -dilin sınırları içinde- olan bir imkânı keşfetmiştir. Sonuç olarak, dünyanın sınırları belirsizdir ama bireyin şahsi dünyasının sınırlarını belirleyen onun dili kullanabilme becerisidir. Bireylerin içinde yaşadıkları şahsi dünyaları onların dillerinin genişliği kadardır ki bu dünya kullanılan dilin sınırlarına kadar varamayabilir. Hiç kimse dilin bütün olanaklarını -henüz keşfedilmemiş olanakları da buna dahildir- dile getiremeyeceğine göre, insanların şahsi dünyaları ile kullanılan dilin oluşturduğu dünya tam olarak çakışamaz. Bu bakımdan dünya insanların kendilerine ait dünyalarını kapsar ama “özne dünyada değildir”, olsa olsa “dünyanın sınırlarından biridir”.[5] Yani her insanın kendi dil olanaklarıyla sınırlarını belirlediği dünya kullanılan dilin sınırlarıyla belirlenen dünyayla hiçbir zaman tam olarak örtüşmediğinden herkes kendi dünyasına hapsolmuştur veya herkes dünyasının hammaddesini kullanılan dilden edinse de kurduğu dünya kendi dünyasıdır. Yine kullanılan dil zemininde bu dünyaların kesişmesi yani bireylerin birbirlerini bir ölçüde anlayabilmeleri bu dünyaların aynı olduğu anlamına gelmez. Şöyle ki aynı odaya giren iki kişiden biri o odayı yalın bir biçimde “boş bir oda” olarak tasarımlarken diğerinin zihninde o odaya dair çağrışım, duygulanım ve yaşantılarla dolu uzun bir tasvir uyanabilir. Acaba bu iki kişi gerçekten de aynı odaya mı girmişlerdir?
İmdi buraya kadar hayatın öznenin kendi diliyle kurguladığı bir tasarım olduğundan; her öznenin tasarımının birbirinden farklı olduğundan ve fakat dilin imkânlarının sonsuzluğu yüzünden hiçbir tasarımın olası sonsuz varlığı kuşatamayacağından bahsettik. Sonuç olarak, her özne kendi tasarladığı dünyanın içinde de olsa, bu tasarımın hammaddesi olarak hepsi dili kullandığı için dünyaları diğer öznelerinkiyle benzerlik gösterebilir ve birbiriyle ilişki halindedir. Ama bu, her tasarımın az ya da çok birbirinden farklı olmasını engellemez. Burada sorulacak soru dili olmayan varlıkların, en nihayetinde istisnai bir durum da olsa ‘dilsiz’ olan bir insanın durumudur. Cansız varlıklar tasarımlayamadıkları için yok mudurlar? Bitkilerin bilinçleri olmadığı için onların fizyolojik yaşantılarını yok mu sayacağız? Peki hayvanların bilincinde olsalar da duygulanımlarını (yaşantılarını) ve varsa düşüncelerini de dile getiremedikleri için içinde yaşadıkları bir dünya yok mu diyeceğiz? Ve en nihayetinde, hayatı boyunca işaret dili de dahil hiçbir dile sahip olmamış bir insanın dille kurgulayamadığı için içinde yaşadığı bir dünya yok mu? Burada yaşanan kafa karışıklığını yok edecek felsefi argumanı bize Max Scheler’in varlık tabakalandırması sağlıyor.[6] Şöyle ki Max Scheler’in görüşüne göre, varlık hiyerarşik bir tabakalanmaya sahiptir ve var olanlar bu ontik sferlerin birinde ya da birkaçında birden bulunabilirler. Scheler bu ontik tabakalara “varlık-alanı basamakları” adını veriyor. Ona göre cansızlar fiziksel varlık basamağında yer almaktadırlar, ki bilinci olmayan bu var olanlar bizim tasarlamalarımızda sadece birer obje olarak bulunmaktadırlar. Canlılara geldiğimizde ise bitkiler sadece duyusal tepkimeleri bakımından hayvan ve insanla psikofizik varlık basamağını paylaşabilmektedirler ki bu hayvan ve insanın da sahip olduğu bir yetidir. Bitkilerden farklı olarak hayvan ve insan psikofizik varlık alanındaki içgüdü, çağrışımsal bellek ve zekâ yetilerine ortaklaşa sahiptir. Fakat insan içinde bulunduğu ya da kapsadığı bütün bu varlık basamaklarının yanı sıra diğer bütün var olanlardan farklı olarak bir varlık basamağına daha aittir, ki Scheler bu varlık tabakaya Geist (tin) adını veriyor. İşte insanın ‘ideleştirme’ yetisiyle beraber diliyle kendi dünyasını tasarlayabildiği dünya da bu tabakanın içinde yer alıyor.[7] Eğer biz ‘anlamını’ aradığımız bir hayattan ya da varlıktan bahsediyorsak ve eğer bu dünya sadece insanın ideleştirme yetisiyle ilişki içinde olabildiği ya da bizzat var ettiği bu tabakada yer alıyorsa bu tinsel dünya onunla aracılık kuracak yetilere sahip olmadıkları için insan dışındaki var olanları dışında bırakıyor. Sonuç olarak ‘dili’ olmayan bir birey de her ne kadar fiziksel olarak insana ait bütün özellikleri taşısa da ve bilincinde olduğu duyusal tepki, içgüdü, çağrışımsal bellek ile zekâya sahip olsa da ‘ideleştirme’ aracılığıyla bunları kavramsallaştırıp dillendirebilme yetisine sahip olmadığı için bizim soruşturmamızın konusu olan dünyayla bağlantı kuramıyor ve ona (varlığa) yabancı kalıyor.
Şu ana kadar yürütmüş olduğumuz soruşturma bize hayatın ya da varlığın öznenin kendi diliyle oluşturduğu bir tasarım olduğu sonucuna getirdi. Hatta zamansal bir süreç olan ve bu sürecin bilincinde olan öznenin dille oluşturduğu bir tasarım olması bakımından neredeyse varlıkla özdeş olduğunu gördük. Böylece anlamını aradığımız hayatı bir tasarım olarak ele almamız gerektiği sonucuna ulaştık. Soruşturmamızın başında şöyle bir soru sormuştuk: Sorumuzdaki ‘hayat’ı; tanımımızdan yola çıkarsak davranış olarak mı, tasarım, düşünce ya da yapıt olarak mı yoksa ekin öğeleri olarak mı ele alacağız yoksa zaten bütün bunların hepsi birbiriyle ilintili mi?[8] Ne ki gerçekten de bunların hepsi birbiriyle ilintili. Şöyle ki çok kabaca söylersek, tasarımlar düşüncelerden oluşur, bir bakıma düşünceyle özdeştir, yapıtlar da tasarıların gerçekleşmiş halidir ve hepsi zeminini içinde bulunduğu kültürden alır. Son olarak, tasarımlanan hayat insanı belli bir biçimde davranmaya yöneltir. İmdi sorumuzda kastedilen hayatı yeterince açımladıktan sonra başlangıç sorumuza geri dönelim: Bir tasarım olarak hayatın (Dünya, Varlık ve bir şekilde ‘ben’) anlamı (anlattığı şey) nedir?
[1] Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, çev. Oruç Arıoba, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000, s. 133.
[2] Schopenhauer, Arthur, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya, çev: Levent Özşar, Biblos yayınları, İstanbul, 2009, s. 8
[3] Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, çev. Oruç Arıoba, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000, s. 131.
[4] Agy, s. 133.
[5] Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, agy, s. 133.
[6] Max Scheler, İnsanın Kozmos’taki Yeri, çev. Tomris Mengüşoğlu, Yaprak Yayınları, İstanbul.
[7] Nicolai Hartmann’ın Scheler’inkine oldukça benzeyen varlık alanlarının şe-ması için bkz. Einführung in die Philosophie, s. 121’den aktaran Abdullah Kaygı, Edebiyat ve Varlık, Kebikeç Yayınları, Ankara, 1998, s. 155.
[8] Bkz. s. “HAYATIN ANLAMI NEDİR?” SORUSU (1)