Saçları ıslaktı. Islak ve kirli. Dudaklarının arasından süzülen gri duman, henüz öğrenilmeyen bir dilin harfleriymiş gibi sembolik olarak yükseliyordu gözlerinin önünden. Yakarak ve yaşartarak… Elini ağzına götüremeyecek kadar büyük bir yorgunluk oturduğundan üzerine, ağzının ucunda eğreti duran sigarası göğsünün üzerine büyük bir hınçla tükürdü. Son bir gayretle elini kaldırdı ve göğsünün üzerinde bir bütün olarak asılı duran külü, önemsemeden parmakları ile ezip yok etti. Şuan yüreğine ağır gelen, hayat ile arasındaki bütün güzellikleri hiç acımadan hiç eden o devasa boşluğu, göğsünün üzerine düşmüş olan kül kadar çelimsiz olmasını öyle çok istedi ki. Yüreğini ovuşturup, sanki yeniden doğmuş gibi, sanki bütün bunlar başına hiç gelmemiş gibi, zamanı geri almadan birkaç ay öncesine dönebilirdi. Elbette bunun hayali bile komikti. Gülümsemek için ise hiçte iyi bir zaman değildi o gece. Gülmedi de zaten…
Vedalar ile arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Elinden geleni yapmış, yıllarca süregelen bağı diğerlerinin yaptığı gibi düzgün bir şekilde bağlayamamıştı. Belki ilk defa pes edecekti hayatında. Yediği onca dayağın, gözünde bir morluk, burnunda bir kırık, kolunda bir alçı yada ne bileyim; somut bir acı olmasını yeğlerdi. Ama değildi. Yüreğinde büyük bir delik gibiydi belki. İçine düşenleri yutan, sindiren ve geriye acıdan başka hiçbir şey bırakmayan-vermeyen, pinti ve bencil bir delik. Lanet bir kara deliğe dönüşmüştü aşkı. Hemde en abes yerde! Büyük bir yüreğe sahip olduğunu düşünürdü zaman zaman, ancak bunu hiç aklından geçirmemişti. Kim bilir? Belki de bu, konuşmasa da boyundan büyük düşünmenin imtihanıydı.
Sırtını doğrulttu, başını omuzlarının üzerine aldı. Kısa da olsa bir şeyler yazmalıydı. Elinden gelen tek şey bu olmasaydı o an, yapmazdı. Tek bir kelime dahi yazmazdı. Ama yazdı…
One thought on “Kaç dakikam kaldı? – Pulsar 1”