Anasayfa > Books / Kargakara > Karanlık Vardiya (90’lı Yılların Politik Arşivi), Ali Yılmaz

Karanlık Vardiya (90’lı Yılların Politik Arşivi), Ali Yılmaz

“(…) 20 Haziran 1987’de ise çok tartışılan Mardin ili Ömerli ilçesi Pınarcık köyü katliamı gerçekleştirildi. Asker elbiseli kişilerce basılan korucu köyünde 16 çocuk, 6 kadın, 8 erkek, toplam 30 kişi öldürüldü.9

9 Hürriyet gazetesinin 23 Haziran 1987 tarihli nüshasında katliamla ilgili bazı sorular gündeme getirildi. Bunlardan önemli bazıları şöyleydi: ‘Eşkıya dağdan geldiyse, sınırdan en az 25-30 km içerdeki köye kimseye görünmeden nasıl ulaşabildi? Katliam bu kez düzlük bölgede gerçekleştirildi. Buna rağmen müdahalede neden gecikildi? Jandarma resmi açıklamadaki gibi köye 12 dakika sonra geldiyse, bu kısa sürede eşkıya ne kadar süre uzaklaşabildi? Hainlerin sınırı aşmaları oldukça güç görünüyor. İçerdeler ise nerede ve nasıl saklanıyorlar? Olaydan sonra Bakanlar Kurulu alışılmışım tersine neden derhal toplanmak ve tavır belirlemek gereği duymadı? Pınarcık’ta daha önce de hain pusu yaşanmıştı. O halde özel koruma neden yoktu? 60 kadar militan nasıl olur da kolayca gizlenebilir. Yoksa istihbaratımız yetersiz mi kaldı? Bölücüler eğer iddia edildiği gibi komando kıyafetli ise, bunları nereden buldular?’ Özel Harekat timinde görev yapan Ayhan Çarkın 22 mart 2011’de Dicle Haber Ajansı (DİHA) muhabirlerine açıklama yapıp olayla ilgili şunları söyleyecekti: ‘O zaman oradaydım, olay yerine gittim. Bir buçuk yaşındaki bebeğin kanı avucuma düştü. ‘PKK yaptı’ diyorlardı, ama bu katliamı JİTEM yaptı.’”

Karanlık Vardiya (90’lı Yılların Politik Arşivi), Ali Yılmaz, Doğan Kitap, 2015, s. 52

“(…) Milli güvenlik tehdidi söyleminin gölgesinde bulanıklaşan ayrımlarla ötekileşmekten korkan insanlar imal edilirken, bu tehdit algısını kullanarak iş yapan güçler bu sayede yöresel üstünlükler elde ediyorlardı.

(…)”

agy s. 77

“(…) Bir toplumun homojen olarak inşa edilmesi, devletin meşruiyet temellerinin sağlanması, bir toplum içindeki her türlü çelişkinin örtülmesinin sihirli kavramı gibi duran düşman tehdidi, savaş seferberliği ve bunlara dayanarak güvenlik fikri devletin kullandığı dikkat çekici bir toplumsal kontrol ve tahakküm tekniğidir. (…)”

agy s. 81

“(…)

Neoliberalizmin yol açtığı acıklı çelişkiler, gelir adaletsizliği akışkan bir kentin karmaşık sorunları ve kalpsiz tuzakları altında radikalleşmeye eğilimli kitlelerin, radikal İslam, Kürt ve diğer radikal örgütlenmelerin dışında kalan pek çok unsuru, kolay çözümler getiren ‘düşman/tehdit karşısında birleşme’ retoriğindeki ideolojik yapılanmanın, ilkel sloganların ve acımasız mesajların etkisinde kalarak seferber edildi. İnsanları ahlaki bir kayıtsızlığın, ilkel bir kendinden geçmenin ve ruhsuz bir yekpareleşmenin içine soktu, farklı unsurları bir arada tuttu. Adanma duygusu içinde 1984’ten beri Kürt coğrafyasında savaşan asker, sadakat duygusu içinde onları destekleyen ve sayısı 20 milyonu bulan aileleriyle ‘düşman algısı’ yeterince güçlüydü ve bu, toplumu yeniden ve yeniden iktidarın şekillendirmesine açık hale getiriyordu. Aynı zamanda asker ve ailelerinin dışında bu savaştan doğrudan etkilenen 15 milyona yakın Kürt de hesaba katıldığında düşman/güvenlik/savaş söyleminin anlamı daha iyi ortaya çıkıyor. Bu konsept, bir tür yaratıcı yıkımla siyaseti ve toplumsal yaşamdaki normalliği yeniden belirliyor, parametreleri yeniden kuruyordu. (…)”

agy s. 83

“(…) Tarih ve coğrafya derslerinin adları ‘Milli Tarih’ ve ‘Milli Coğrafya’ olarak değiştirildi. Hatta ‘tarihte ilk medeniyeti Türklerin yarattığı’, ‘Budha ve Konfüçyüs’ün Türk kökenli boylardan olduğu’, ‘Kızılderililerin Amerika’ya giden Türkler olduğu önermelerinin havada uçuştuğu gerçekliğin yeniden üretimi söz konusu oldu.

(…)”

agy s. 111

“(…)

1981 yılından itibaren dinin yeni ideolojik söylemde yer alması konusunda ikna olmuş olan cunta başkanı Kenan Evren, pek çok konuşmasında dine, ayetlerle vurgu yapmaya başladı. Aynı yıl din derslerinin ülke genelinde zorunlu olarak okutulacağını ilan etmişti. (…)”

agy s. 115

“(…) 1985 yılında ise terörün ve anarşinin panzehri olarak görülen imam hatip lisesi ilk olarak ‘bölge halkının etnik yapısı, anarşi ve terörün beölgede yoğunluğu’ gerekçe gösterilerek Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı Tunceli iline açıldı. (…)”

agy s. 117

“(…) TMK’da Kürtçe konuşma yasağı, basına getirilen kısıtlamalar, ifade ve propagandanın suç sayıldığı ağır ‘müeyyideler’ devam ediyordu.

(…)”

agy s. 123

“(…)

Medya

İdeolojiyi yaygınlaştıran eğitim ve hukuk kurumlarında dışında medya yoluyla bu değerlerin kitlelere taşıyıcılığını ve her an savunuculuğunu yapan kanaat önderleri, yadınlar ve köşe yazarları bu dönemde etkin olarak boy göstermeye başlamıştı.30

(…)

Özellikle 90’lı yıllarda artan PKK ile mücadele çerçevesinde tüm programlarını bu konuya ayıran ‘Perde Arkası’, propaganda içerikli haberleriyle askerlerle, yakalanmış gerillalarla ve itirafçılarla röportajlar yapıyordu. Programın içeriğini dair en tipik olay ise 19 Mayıs 1994’te gerçekleşmiş olanıydı. 19 Mayıs 1994 yılında çatışmada sağ yakalanan İbrahim Yüce’yi de katmışlardı. ‘PKK’nın ‘Buralara Türk ordusu giremez’ dediği dağlardayız’ sözleriyle başlayan programda, ‘sağ yakalanan PKK’lıların infaz edilmediğine’ dair konuşmalara ve askerle röportajlara yer veriliyordu. Programdan sonra İbrahim Yüce’den bir daha hiç haber alınamadı. Televizyonda İbrahim Yüce’yi gören eşi Ayten Yüce ve babası İbrahim Yüce’nin TRT Genel Müdürlüğü de dahil pek çok kuruma yaptıkları bütün başvurular sonuçsuz kaldı.32

30 Darbeden sonra çıkan müzik dergisi HEY’de bazı sanatçıların görüşleri şöyleydi: Ferdi Tayfur: ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülke yönetimine el koymasına çok sevindim. yeni yönetimin tüm ülkemize, tüm insanlarımıza hayırlı, uğurlu olmasını diliyorum.’ Bülent Ersoy: ‘Son derece memnunum. Başta Evren Paşa olmak üzere tüm rütbeli ve rütbesiz büyüklerime ve arkadaşlarıma teşekkürüm sonsuzdur. Bu arada, bir sanatçı olarak benim de bir görevim varsa, hemen ifaya hazırım.’ Zerrin Özer: ‘Bekliyordum. Çok sevindim.’ Türkan Şoray: ‘Hayırlı olsun ülkemize.’

32 http://www.diclehaber.com, ‘TRT’nin ‘Perde Arkası’nda İnfaz!’, 7 Haziran 2010.”

agy s. 128, 129

“(…)

Resmi ideolojik çerçevenin ihlal durumunda meydana gelebilecek linç kampanyasının 90’lardaki en acı örneği, ülkenin ünlü sanatçısı Ahmet Kaya’nın başına gelendi. 10 Şubat 1999’da Yılın En İyi Sanatçısı Ödülü’nü aldıktan sonra Magazin Gazetecileri Derneği’nin töreninden ‘Kürtçe şarkı söylemek istediğini’ söylemesi büyük bir toplumsal infiale yol açtı. Ahmet Kaya, orada bulunan diğer sanatçıların marşlar söyleyip prostetosu eşliğinde görevliler tarafından dışarıya çıkartıldı. İlerleyen günlerde gazeteleri küfürlü ve eski bilgilerini yayınlaması üzerine milliyetçi gösteriler eşliğinde hakkında ‘bölücülük’ davası açıldı. Bazı valilikler kasetlerini yasaklattı. Ahmet Kaya, 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasıyla sonuçlanarak davası devam ederken 16 Haziran 1999’da Fransa’ya gitti. 16 Kasım 2000’de Paris’te kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi.

(…)”

agy s. 138, 139

“(…) Bakan köylüoğlu’nun Türkiye’de ’18 çeşit’ işkence yapıldığının tespit edildiğini açıkladığı araştırmasına göre, jandarma ve poliste gözaltına alınanlar ‘Filistin askısı, çarmıha germe, manyetik telefona bağlama, soğuk suya sokma, tuzlu suda tutma, copla dövme, cinsel organlara taciz,  yakınlarının yanında çıplak hale getirme, elektrik verme, boynuna kum torbası asma, gözlerini bağlı tutma, başına su damlatma, uykusuz bırakma, aç bırakma, susuz bırakma, tek ayak üstünde durdurma, koridor ve tuvalet temizletme, yarıya kadar soğuk suda bırakma’ işkencelerine maruz kalıyorlardı. (…) En yoğun işkencelerin yapıldığı 93’lü yılların Başbakanı Çiller, 1997’de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak düzenlediği basın toplantısında, ‘İşkence sorununu üzüntü verici’ olarak nitelendirmiş, demokrasinin ‘imkanlar dahilinde yükseltilmesi için’ yeni bir yasanın hazırlanacağını belirtmişti. ‘İşkencenin sona erdirilmesi için üstüne gideceğini’ ifade ederek işkenceyi kabul etmiş, ‘filistin askısı, elektrik şoku gibi işkence aletlerinin karakollarda kullanılamayacağını’ söyleyerek korkunç beyanda bulunmuş ve işkence aletlerinin kullanıldığını doğrulamıştı. 53

(…)

53 Emek gazetesi, 12 Mart 1997”

agy s. 153

“(…)

Polis şiddetinin en yoğun olduğu bu türden olaylar içinde 1997 ‘Atılım Gazetesi Operasyonu’ her türlü şiddeti barındırması açısından tipik örnektir. İstanbul terörle Mücadele Müdürlüğü’ne bağlı TİM 3 55 adıyla anılan ve 1995-1999 yılları arasında Hasan Ocak’ın öldürülmesi de dahil pek çok yargısız infaz, kaçırma ve işkenceli sorgulamadan sorumlu tutulan ekip, 21 Şubat 1997 tarihinde yasadışı örgütle bağlantılı olduğu iddiasıyla Atılım gazetesi çevresiyle ilişkisi olduğunu düşündüğü 18 kişiyi gözaltına alarak 6 mart 1997’ye kadar sorguladı. Bu kişiler işkence gördükleri yönünde savcılığa başvuru yaptılar. İçlerinde Atılım gazetesinin yayın kurulunda çalışan Mukaddes çelik, DİSK Limter-İş Sendikası uzmanı Süleyman Yeter,56 gazeteci Asiye Zeybek Güzel’in bulunduğu şüpheliler gözaltından çıktıktan sonra ağır işkencelerden geçirildiklerini söyleyerek suç duyurusunda bulundular. (…)

55 Tim 3 içinde yer alan polislere yönelik ortaya atılan pek çok işkence iddiası nedeniyle dört polis ceza almıştı. Ancak cezaları ertelenmişti. Önce 1999’da öldürülen Süleyman Yeter’in ailesine 112 bin avro tazminat, ardından tecavüze uğrayan Asiye Zeybek Güzel için tazminat kararı veren AİHM, Arif Çelebi, Mukaddes Çelik, Sultan Arıkan Seçik, Bayram Namaz, Sedat Şenoğlu ve Necati Abay adlı altı işkence mağduruna işkence yapan polislerin cezasını ertelediği için Türkiye’yi 33 biner avro maddi ve manevi tazminat ödemeye mahkum etti.

56 1999 yılında yeniden gözaltına alınan Süleyman Yeter, gözaltında yaşamını yitirmişti.”

agy s. 155

“(…) Süleyman Yeter işkence yapan polisler hakkında açılan davanın 26 Nisan 1999’daki duruşmasında kendisine işkence yapan polisleri mahkeme heyetine gösterecekken, 5 Mart’ta tekrar gözaltına alındı ve gözaltında öldürüldü.

(…) Gözaltında taciz konusunda önemli araştırmaler yürüten insan hakları aktivisti Avukat Eren Keskin61 cezaevlerinde kadınlar üzerinde yaptığıgözlem sonuçlarında açıkladığı gibi, ‘İstisnasız hepsi, gözaltında cinsel işkence yaşamışlardı. (…) Öncelikle, örgütsel yapılardaki erkeklerin olaya nasıl yaklaşacakları konusunda emin olamıyorlardı.’62

61 Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun kurucuları arasında bulunan Avukat Emire Eren Keskin, İnsan Hakları Derneği ve çeşitli insan hakları organizasyonunda yer alan bir aktivist olarak gözaltında tecavüz vakalarıyla ilgili önemli çalışmalar yapmış, raporlar hazırlayarak kitaplar yazmıştır. ‘Tecavüz’ konusunda önemli çalışmalar yapıp kamuoyuna veriler sunmuştur. Eren Keskin hakkında insan haklarıyla ilgili çalışmalarından dolayı şimdiye dek yüze yakın dava açılmıştı

62 ‘Devlet Kaynaklı Cinsel Şiddet’, Eren Keskin, PolitikART dergisi, sayı: 119, 6 Temmuz 2013.”

agy s. 157, 158

“(…) Bir tecavüz mağdurunun anlattığı gibi bu türden engeller işkencenin toplumsal hayatta da sürdüğünü gösteriyordu:

Burada anlattıklarımı savcıya da anlattım. Savcı bana, ‘Sen şimdiye kadar niye anlatmadın bunları?’ dedi. ‘Şimdiye kadar derdimi kime anlattıysam hepsi bana sırtını döndü’ dedim ona. Bizlerde ‘Ayıptır’ yaklaşımı vardır. ‘Sen nasıl böyle bir şeyi açıklarsın?’ diyorlardı. Kocamsa, ‘Git söyle, ayıp değil, utanması gereken sen değilsin’ diyordu. Dava bir yıl sürdü… Paneldeki konuşmalarımla bölücülük yaptığım iddiasıyla hakkımda dava açıldı. Ayrıca benimle birlikte 19 kadın hakkında, halkı bölücülüğe sevk etmekten dolayı 294 yıl dava açıldı. Sonra beni psikoloğa gönderdiler. 20-30 doktor vardı. Onların toplantılarına katıldım. Her şeyi anlattım. İki kadın doktor bana tepki gösterdi. ‘Sen askerlerimize iftira atıyorsun’ dediler. ‘Eğer yalan söylüyorsam, çıksınlar konuşsunlar. Yalancılar da gerekenler de onlardır, ben değil’ dedim doktorlara. Yer yer Kürdistan’da tepkilerle karşılaştım. Çocuklar okula gidiyordu, işte ‘Anneniz orospudur, her polis baskın yapıyor, anneni götürüp orospuluk yaptırıyorlar’ diyorlardı. Çocuklar ağlayarak geliyordu eve. Sonra kızım ve oğlum okulu bıraktı. Beni tanıyanlar, arkadaşlarım da ‘Sen tehlikelisin, seninle dolaşmam’ diyorlardı.66

(…)

Hemşire Nazlı top ise sessiz sedasız mağduriyetini yaşayan kadınlardan farklı olarak hikayesinin sekiz yıl aradan sonra Washington Post’ta yayımlanmasıyla kamuoyunun gündemine geldi ve çokça tartışıldı. Hemşire Nazlı Top, 27 Nisan 1992’de, İstanbul’da çalıştığı hastaneden evine giderken, bir eylem nedeniyle bölgede bulunan polislerce şüphe üzerine gözaltına alınmıştı. Üç aylık hamileyken işkence gördüğü doktor raporuyla belgelenen Nazlı Top’un olay sonrası açtığı dava 2,5 yıl sürdü. Mahkeme, savcının Nazlı Top’un vücudundaki çürük izlerini bizzatkendisinin ‘yaptığı’ ve hastaneden aldığı ‘işkence görmüştür’ raporunun sahte olduğu iddiasına dayanarak polisler hakkında beraat kararı verdi. Yaşadıklarını 2000 yılında ‘Uluslararsı Tecavüz Kurultayı’nda anlattığı için de Nazlı Top hakkında daca açıldı. Dramı Washington Post gazetesinde yer alınca TBMM İnsan Hakları Komisyonu, televizyonlar ve gazeteler sekiz yıl aradan sonra ilgi gösterip konuyu gündeme getirdiler ve polisler hakkında tekrar dava açıldı. Nazlı Top yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:

Beni karakola götürdüler, 10 gün boyunca gözaltında tuttular, vücuduma elektrik verdiler, üç aylık hamile olduğum halde karnıma tekme attılar ve copla tecavüz ettiler. İşkenceyle geçen günler sonunda, olay günü hastanede görev başında olduğum anlaşılınca serbest bırakıldım.67 (…) Orada, kimliğime, mesleğime ve cinsime saldırı yapıldı. Filistin askısına alındım, her çeşit işkenceye maruz kaldım. En sonunda da, ‘Hamileyim’ dememe rağmen, copla tecavüze uğradım. Bu, 10 gün boyunca devam etti. Çıkarıldığım DGM’de serbest bırakıldım. Uluslararası Af Örgütü’ne, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı’na suç dyurusunda bulundum. 5 günlük işkence raporu aldım. Ama bna tecavüz eden polisler beraat etti. Hatta duruşmaya bile gelmediler. Davam ortada kaldı. Hukuksal olarak bir kazanç elde edemedim, ama toplumsal kazanımım oldu. (…) Tecavüze uğradığım zaman karnımda olan bebeğim, şimdi 9 yaşında. Oğluma bakınca, yaşadığı kötü günleri anımsıyor, onun ve benim hayata bağlılığımızdan kıvanç duyuyorum. 68

66 Çiğci, 2002.

67 ‘Bitmeyen bir kabus gibi’, Sabah gazetesi, 30 Haziran 2001.

68 ‘Nazlı Hemşire’nin müthiş zaferi’, Nuray Babacan, Hürriyet, 31 Mayıs 2001”

agy s. 160-162

“(…) Öğrencilere dönük bu müdahalelerdeki ilk ölüm 8 Eylül 1991 günü yaşandı. Okula yeni gelenlere yardımcı olmak için solcu öğrencilerin kurduğu rehberlik masasına müdahale etmek için okulu basan polis güçleri masayı kaldırdıktan sonra öğrencileri de gözaltına almak istediler. Direnen ve okulun içlerine doğru kaçan öğrencilerden Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisi Seher Şehin okulun üçüncü katından düşerek hayatını kaybetti. Üniversite Genel Sekreteri Sabit Ayasbeyoğlu’nun, ‘Mesai bitimine yakın bir saatte polis, büyük bir hızla üniversiteye girmiştir. Bu bilgimiz dışında olmuştur. İdari tahkikat yapıyoruz’ diyerek açıkladığı olayda, polis yetkilileri de Seher Şahin’in intihar ettiğini iddia ettiler. Bir gün yoğun bakımda kalan öğrencinin yüzünde ve vücudunda darp izleri tespit eden aile, ‘Kızımızı hastanede gördük. Göz halkalarında ve ellerinde morluklar vardı. Bunlar önce dövüldüğünü gösteriyor. Üçüncü kattan düşen insanın gözleri yumruk yemiş gibi morarmaz’ açıklamasıyla kızlarını polisin pencereden attığını iddia etti.

Üniversitelerde polisin sıkça uyguladığı bir diğer taktik ise sivil milliyetçi grupları kullanmaktı. Üniversitelerde istihdam edlip fotoğraf çeken, solcu öğrencilere sözlü sataşma ve tacizlerde bulunan polis timleri oluşturuldu, bunlar aynı zamanda sivil milliyetçi grupları sevk edip yönetiyorlardı. Emniyet teşkilatı’na yardım etmeyi vatani bir görev gibi addeden bu sivil milliyetçi gruplar, üniversitelerin büyük bölümünde farklı zamanlarda sol grupların masalarına, forumlarına ve gösterilerine saldırıyorlardı. Bu saldırılar çoğu kez müdahale etmeyi bekleyen çevik kuvvet polislerinin gözü önünde oluyordu ve ardından olaylara karıştığı tespit edilen solcu öğrenciler gözaltına alınıyor, ardından da adli işlemler ve rektörlük cezalarıyla karşılaşıyorlardı. Polis güdümündeki sivil milliyetçi grupların bir diğer eylemi, okulları solcular için yaşanmaz hale getirmek için yürüttükleri insan avıydı. Okulda ve dışarıda takip ettikleri ve pusuya düşürdükleri pek çok öğrenciyi döverek ağır şekilde yaralıyorlardı.

Sağ görüşlü öğrencilerin bir çatışma çıkarıp ardından polisin üniversitede operasyona başlaması 90’lı yılların başından itibaren neredeyse bütün üniversitelerde uygulandı. (…)

(…) 19 Ocak 1997’de Bolu’daki Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ne bağlı Abant Meslek Yüksek Okulu Yurdu’nu basan bir grup öğrenci, ramazan ayını bahane ederek oruç tutmadıkları gerekçesiyle solcu öğrencilere saldırarak dövdüler. (…)”

agy s.169-172

“(…)

3 Ocak 1996 yılında hazırlanan gizli ibareli bu belge OHAL Valiliği, 80 ilin valilikleri, Jandarma Genel Komutanlıkları ve Emniyet genel Müdürlüğüne gönderilmişti. ‘Gizli’ ibareli belgede muhalif gazete, dergi ve radyolar ile çok sayıda kültür merkezi, meslek örgütü, sanat grupları, İHD ve STK’ların faaliyetlerinin ve Melike Demirağ, Ümit Haluk Zileli, Zülfü Livaneli, Cengiz Çandar, Yaşar Kemal, M. Ali Birand, Haluk Özkan, Edip Akbayram ve Sezen Aksu gibi sanatçı, yazar ve gazetecilerin geçmişte PKK ve diğer örgütlerle ilişkileri olduğu ve bunların devlet kanallarında programlara çıkmalarının halk üzerinde menfi etki yaptığı, örgütlere moral kazandırdığı ve durumun söz konusu kişilere ideolojilerine halkın nazarında haklılık kazandırdığı yazıyordu. 83

(…)

İnsan hakları savunucularının gözaltına alınması veya dava edilmesi için ciddi gerekçelere ihtiyaç bile duyulmuyordu. Örneğin, İHD başkan ve yöneticilerinin 1996 yılında yargılandığı iki davadan birinde ‘1 Eylül Dünya Barış Günü’ nedeniyle hazırlanan bültende yer alan ‘Çözüm Barışta’ başlıklı yazıda ‘bölücülük yapıldığı’ suçlaması vardı. (…)

İnsan Hakları Derneği yöneticilerine ve aktivistlerine dönük itibarsızlaştırma kampanyaları içinde basın da kullanılarak yapılan ‘İHD Başkanı’ Akın Birdal’a düzenlenen suikastın çok komplike bir yönü vardı ki, iktidarın kirli savaş yürütürken yaptığı taktikleri çok açık ortaya koyuyordu. Yakalanan PKK yöneticisi Şemdin Sakık ifadelerinde, ‘Akın Birdal’ın PKK ile ilişki içinde olduğunu’, ‘bazı Türk gazetecilerin Öcalan’dan emir aldığını, para karşılığı röportaj yaptığını’ söylüyordu. 87 Şemdin Sakık’ın sonradan mahkemede, ‘Ben bunları söylemedim’ dediği, ama gazetelerde manşetten verilen sözde ifadesinde İHD Başkanı’yla birlikte pek çok gazeteci de PKK’den parasal yardım almakla suçlanıyordu. Sızdırılan bu ifadeler 24-25 Nisan 1998 tarihli bazı gazetelerde yayımlandıktan sonra ismi geçen kişilere kamuoyunda linç kampanyası başlatılmıştı.

Olayın bir iktidar manipülasyonu olduğu, Genelkurmay İstihbaratı’nda hazırlanan bir psikolojik savaş taktiğinin gereğinin yapıldığı, Şemdin Sakık’ın iddialarının kullanılarak bazı parti ve kişileri hedef alan bir yıpratma amacıyla hazırlandığı Genelkurmay ‘andıç’ının deşifre olmasıyla ortaya çıktı. Genelkurmay 2. Başkanı’nın imzasının bulunduğu ‘andıç’ başlıklı ‘Güçlü Eylem Planı’ isimli planda, ‘siyasiler, gazeteler, HADEP, FP ve İnsan Hakları Derneği  gibi kuruluşlar hakkında elde edilen bilgilerle önce kamuoyu oluşturulması, müteakiben yasal sürecin başlatılması…’ ifadesi kullanılıyordu. Planda PKK ile irtibatlandırılması istenen kuruluş ve kişilerin isimleri de açıkça veriliyor, ‘milletvekilleri Saim Ensarioğlu, Fettullah Erbaşi Sebgetullah Seydaoğlu; Cantürk ailesi; gazeteciler M. Ali Birand, Cengiz Çandar, Yavuz Gökmen, Altan kardeşler’in adları zikrediliyordu. Bu eylem planına uygun olarak psikolojik harekat yürütülmüştü. 88

(…)

83 Özgür Politika, 27 şubat 1997

87 Sakık’ınsöylediği iddia edilen sözleri şöyleydi. ‘Basım mensupları içinde de örgütün parayla yazdırdığı ya da konuşturduğu çok önemli kişiler bulunmaktadır. Bazılarını da parayla satın alabileceğini düşünür. Bunlara örgütte eyyamcılar denir. Bunun yanında Ülkede Gündem, Özgürleşen Yurtsever Gençlik, Evrensel, Özgür Halk, Demokrasi, Emek gibi basın organları da örgütün finanse ettiği kuruluşlardır. Doğu Perinçek ve Mehmet Ali Birand’ın Öcalan ile görüşmesi ona Türk basınında kapıların açılmasına neden olmuştur. Öcalan bana, para karşılığında konuşan ya da yazanlar arasında Mahir Kaynak, Mahir Sayın, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand ve Yalçın Küçük’ün isimlerini söyledi.’ Hürriyet, 25 Nisan 1998.

88 Ynişafak gazetesi, 20 Temmuz 2004; htt://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/ temmuz/20/kronikmedya.html”

agy s.177-179

“(…)

Tutuklu ve Hükümlü Aileleri İle Yardımlaşma Derneği’nin (TAYAD), Haliç’i Kalkındırma ve Yaşatma Derneği, Esenler Kültür Araştırma Derneği (EKAD), Halkevleri, Mamak Kültür Araştırma Derneği, Demokrasi Mücadelesinde Kadınlar Derneği (DEM-KAD), Devrimci Gençlik Derneği, Halklar ve Özgürlükler Derneği (ÖZGÜR-DER), Elazığ Halkıyla Dayanışma, Yardımlaşma ve Kültür Derneği, Kartal Kültür ve Sanat Derneği, İşsizler Derneği, Belediye Memurları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği gibi sol tandanslı görülen tüm dernekler bu baskının nesnesiydi.

(…)”

agy s. 183, 184

“(…)

Dernek baskınlarında ve kapatmalarında valilik kararlarında geçen gerekçeler birkaç başlık altında toplanıyordu. Örneğin, etkinlikleri esas alarak örgütlenme yapan Halkevlerine dönük yoğun kapatma ve gözaltı furyasında ‘dernekte üye olmayan kişilerin bulunduğu’ gerekçe gösterilmişti. Bunun gibi, 29 Aralık 1997 günü ‘Yargıda İnsan Hakları’ konulu söyleşinin gerçekleştirildiği sırada polisler tarafından basılan Eğit-Der İzmir Şubesi lokali de ‘derneklerde fahri üyelik olamayacağı’ gerekçe gösterilerek Valilik tarafından 5 gün süreyle kapatıldı. (…)”

agy s. 187

“(…)

HADEP kurucsu ve Parti Meclisi Üyesi Muhsin Melik ile şoförü Mehmet Ayyıldız 2 Haziran 1994’te gittikleri Urfa’da öldürüldüler. HADEP Batman İl Örgütü yöneticilerinden Vasıf Çetin, 30 Ocak 1995 günü Batman’da kimliği belirsiz kişilerin açtığı ateş sonucunda vurularak öldürüldü.

HADEP’in 24 Haziran 1996’da yapılan 2. Kongresi’nde bayrak indirldiği gerekçesiyle96 partiye karşı başlatılan operasyonda Genel Başkan Murat Bozlak ve 50 Parti Meclisi üyesi sabaha karşı kongre salonundan gözaltına alındı. Pari Genel Merkezi dahil pek çok parti binasına polis tarafından baskın yapılarak arşivlere el konuldu. Günlerce milliyetçi grupların gösterilerine sahne olan bayrak krizinden sonra HADEP Genel Başkanı dahil 46 kişi tutuklandı. Bu kongreden Maraş’ın Elbistan ilçesine dönen 4 HADEP’li ise Kayseri’de bir grup tarafından silahlı saldırıya uğradı. Araçta bulunan HADEP yerel yöneticilerinden Hulusi Kul, Mustafa Öztürk ve Mehmet Kaya olay yerinde ölürken Mehmet Kısa ise ağır yaralandı.

(…)

96 HADEP üyesi olmayan maskeli bir kişinin türk bayrağını indirdiği teziyle AİHM’e giden davada Türkiye, HADEP üyeleri ve liderleri için 24.000 avro manevi tazminat ödemesine karar vermişti. AİHM, Hadep Ve Demir Davası (Başvuru No: 28003/03), 14 Aralık 2010.”

agy s. 190

“(…)

1990 yılından itibaren doğrudan polis ve mahkemelerin hedefi olan kamu çalışanlarının bu mücadelesi 16 Şubat 1987’de Eğit-Der’in kurulmasına dek gidiyordu. Bu tarihlerde başlayan sendika kurma çalışmaları 4 Haziran 1990’da sonuç vererek Eğitim-İş’in tüzel bir kişilik olarak kurulmasıyla sonuçlandı. Eğitim-İş, kendisinden sonra 13 Kasım 1990 günü kurulan Eğit-Sen ile birleşerek 13 Ocak 1995 günü Eğitim-Sen adını aldı. Bu dönemde dindar kesimlerin sendikal örgütlülüğü 14 Şubat 1992’de Memur-Sen; 22 Haziran 1992’de milliyetçi Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu (Türkiye Kamu Sen) da kurulmuştu. 1995 yılında ise kamuda kurulan sol kökenli 28 sendika bir araya gelerek KESK’i kurdu.

(…)

(…) Ayrıca sol sendiklar 2 Nisan 1992’de Birleşmiş Milletler’e iletilmek için hazırlanan 290 imzalı barış bildirisine imza attıkları için DGM’ce açılan davaya ve sonrasında ‘terörizmle’ ilişkilendirilerek itibarsızlaştırma kampanyalarına benzer pek çok muameleye de maruz kalmışlardı.100

100 KESK’e, Eğitim-Sen tüzüğünün 2. maddesinde bulunan ‘anadilde eğitim’ talebi nedeniyle kapatma davası açılmış, Eğitim-Sen’in, 3 Temmuz 2002’de tüzüğünü değiştirip bu talebi kaldırmasıyla dava kalkmıştı.”

agy s. 193, 194

“(…) Evrensel gazetesinin ise 60 sayısı toplatılıp, hakkında 78 dava açıldı. Yazı İşleri Müdürü Ali Erol’a 9 yıl hapis, bir milyar 245 milyon lira para cezası verilen gazetenin muhabiri Metin Göktepe de 8 Ocak 1996 da gözaltında öldürüldü. (…)”

agy s. 196

“(…) Şair-yazar Yılmaz Odabaşı1996’da Düş ve Yaşam adlı kitabında ‘türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e ve İstiklal Marşı’na hakaret ettiği’ ve ‘bölücülük propagandası’ yaptığı iddiasıyla 1 yıl 6 ay 20 gün hapis ve 933 milyon lira para cezasına, kitabın yayıncısı Niyazi Koçak ise 67 milyon lira para cezasına mahkum oldu. (…)”

agy s. 200

“(…) 90’lı yılların kitleselliğe giden yolu ise 13 Mart 1990’da Nusaybin’de açıldı. Öldürülen Mesut Dündar adındaki gerillanın cenazesi büyük bir ayaklanmaya dönüştü. Olaylarda açılan ateş sonucu 2 kişi öldürüldü. Bunun üzerine esnaf iki gün kepenk kapatma eylemi yaptı.

Dört gün sonra 21 Mart 1990’da Cizre’de kepenk kapatma eylemiyle beraber yapılan gösterilerde olaylar daha da büyüdü. 4 kişinin öldüğü olayların ardından kepenk kapatmalar ve gösteriler Nusaybin, İdil, Silopi, Midyat ve Suruç’a sıçradı. Aynı gün Zekiye Alkan adlı Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Erzincanlı bir genç kız Diyarbakır surlarında kendini yaktı. Kamuoyuna Yedikardeş Burcu’nda korsan pankart asmak isterken elindeki molotofkokteylinin patlamasıyla yanındaki benzin ve tinerin ateş alması sonucu yanarak öldüğü’ şeklinde yansıtılan olay sonrası gösteriler Diyarbakır’a da sıçradı: Diyarbakır esnafı da toplu kepenk kapatma eylemi yaptı. Zincirleme biçimde yayılan gösteriler bölgenin pek çok yerinde gerçekleşiyordu. 3 Nisan’da Batman’da, 6 Haziran’da Mardin Dargeçit’te esnaf kepenk kapattı. 6 Eylül 1990’da ise yine Mardin Nusaybin’de üç PKK’linin cenazelerinin yakınlarına teslim edilmemesi üzerine esnaf kepenk kapattı. Yeni bir boyut kazanan eylem biçimleri karşısında itidal içinde olamayan güvenlik güçlerinin müdahalesi kışkırtıcı oldu. pek çok yerde kapatılan kepenkler balyozla kırılırken dükkanlar da yağmalandı. Kitlesel yürüyüşler sert müdahalelerle birlikte 21 Aralık’ta Lice’de olduğu gibi ateş açılmaya da başlandı.109

(…)

(…) 20 Mart’ta Batman’ın Gercüş ilçesinde akşam başlayan Nevruz kutlamalarına güçlerinin ateş açması sonucu 2 kişinin ölmesiyle başlayan olaylarda 94 kişi öldü. (…)

PKK’nin 1993’te tek taraflı ateşkes ilanıyla sakin geçen 93 Nevruzu, ateşkesten 83 gün sonra 24 mayıs 1993’te bingöl yakınlarında birliklerine teslim olmaya giden silahsız 33 askerin PKK tarafından öldürülmesiyle sona erdi.111

(…)

Zira Kürt coğrafyası asker için artık güvensiz alan haline gelmişti. Öyle ki 1993 yılında Diyarbakır’ın Sur ilçesinde çarşı iznine çıkan askerlerin bulunduğu kafeye düzenlenen ölümlü bombalı saldırı sonrası, Genelkurmay Başkanlığı, Doğu ve Güneydoğu’da askerlik görevini yapanların çarşı iznine çıkmasını 20 yıl boyunca yasaklayacaktı.112

(…) Bu hak ihlallerini, en yetkili ağızlarından biri olan 1991-1993 yılları arasında Şırnak valiliği yapan Mustafa Malay çarpıcı bir şekilde kabul ediyordu:

Askeriye de gündüz çıkmaz, gece çıkardı, vatandaşların şeylerini tarardı. Onlar da yanlış yaptı. Evet. Tabii çıktılar, (Askerler sivillerin) evlerin her tarafını, camını köşesini perişan ettiler, kırdılar… O konuda ben daha çok askeriyeyi sorumlu buluyorum. Çünkü asker geliyordu, vatandaşların bütün işyerini, şunları bunları perişan edip gidiyordu. bir de yaşlı, yaşsız insanlar öldürdüler. Askerler de çok kişiyi öldürdü maalesef… (Askerler, içlerinde sivillerin olup olmadığını gözetmeden evlere ateş açtı) Tabii, sivil midir, değil midir hiç bakmadan… Maalesef askeriyenin de sıkıntısı oldu burada. Yaşlı insanları öldürdüler, çocukları öldürdüler. Ben onlarda da suç buluyorum. Çok konuştum onlarla da, biraz aramız açıldı. ‘Niye gidip bunları öldürüyorsunuz, gidin teröristleri öldürün’ dedim. ‘Terörist dururken sen bu sakat insanları, çocukları niye öldüreceksin?’ Cevap veremediler tabii. ‘Siz hem sakatları, yaşlıları, hem çocukları öldürüyorsunuz. Dolaşın, teröristleri bulun, teröristleri öldürün’ dedim, ama yok… Maalesef askeriye de çok yanlış yaptı… (Şırnak Tugay Komutanı’yla) hiçbir zaman anlaşamadım. Bütün işyerlerini, vatandaşın terzi dükkanlarını, her şeyini tanklarla perperişan etti. Bir de yaşlı insanlar, 70-80 yaşındaki insanları, kız çocuklarını perişan etti. Çok büyük hatası var. Çok yaptı. Tankları gönderirdi,hem iş yerlerine;hem yaşlı insanları, hem kız çocuklarını perişan etti, öldürttü. Olacak iş değil. Tabii. Bir giderdim, fırınlar, terziler, lokantalar kapanmış. Dışarıdan onlara ekmek getirir dağıtırdım. Terör dururken vatandaşla işin ne senin…113

(…)

(…) Örneğin, 1993 yılının kış aylarında Muş’ta düzenlenen operasyonda iki kez civar köylere baskın yaparak köylülere işkence yapıldığını, daha sonra öldürülen PKK’lileri gömmek için askerlere kazma ve kürek götüren babası Mehmet Bozkurt’un öldürüldüğünü söyleyen Süleyman Bozkurt, yaşanan bu fütursuzluğu şöyle anlatıyordu:

Bizim köyün baskılardan dolayı büyük bölümü boşaltılmıştı. 1993 yılıydı ve kış aylarıydı. Askeriye iki kez köye baskın yaptı. Baskın sırasında yaralı 3 PKK’linin köyde olduğunu söylüyorlardı. Baskınlar sırasında bizi dayaktan geçiriyorlardı. En son bir gün baskın yapıp 3 PKK’liyi saklandıkları mağaradan çıkardılar. O zaman beni dere kenarına indirip, işkence yaptılar. Beni öyle ölü bir halde bıraktılar. Askerler ayrıldıktan sonra eve gittiğimde baktım babamı da öldürmüşler. Meğer babam onlara kazma ve kürek götürürken onu da öldürüyorlar. Biz sonra babamın cenazesine getirip köy mezarlığında toprağa verdik. 3 PKK’li ise olay yerinde toplu olarak gömüldü.115

Aynı 1993 yılında Kulp’ta kardeşi Nasrettin Yerlikaya’nın kaybolduğunu duyup Muş’tan Kulp’a gelen Ramazan Yerlikaya benzer bir şiddetin hedefine dönüşmesini şöyle dile getiriyordu:

Askerler beni yakaladı. Arkadan ellerimizi bağladılar. Aynı ipi boğazımızdan geçirdiler. Hiç hareket edemiyorduk. Üç saat içinde sürünerek 5 metre ilerleyebildik. Bir komutan gelerek boğazımdaki ipe dokundu ve ‘Sizi kim böyle bağladı?’ diye sordu. Sonra nöbetçi askeri çağırarak, ‘Kim size bu yetkiyi verdi?’ diyerek bağırdı. Ellerimi çözünce ben nefessizlikten yere düştüm. Komutan bana PKK’lıların yerini sordu. Ben de buralarda gezdiklerini, ancak yerlerini bilmediğimi söyledim. Köylülerin hayvanlarına el koymuşlardı. 9 gün boyunca beni hayvanların başında bekletti. İlk gün 90 tane küçükbaş hayvandan altısını kestiler. 9 gün sonra hayvanlar kesile kesile 40 tanesi kaldı. Sonra beni helikoptere bindirdiler. ’14 numaraya götürün’ diye telsizden talimat geldi. Daha sonra beni Muş’a götürdüler. Muş Alayı’nda 9 gün kaldım. 9 gün boyunca sabahlara kadar işkence ettiler. Sürekli dövüyorlardı. 9 gün sonra bizi bıraktıklarında evlerimiz ve köy tamamen yakılmıştı.116

Kulp’taki 93 operasyonunda kaybedilen Hasan Avar’ın oğlu Erhan Avar da 15 yaşında yaşadığı olayları ve ailesinin götürülüşünü şu içli sözlerle anlatıyordu:

İlk gün ormanlara yerden ve havadan ateş ediyorlardı. Operasyonun 2. günü evimize baskın yaptı. Annem ve babamla birlikte evdeydik. O sırada annem 1,5 yaşındaki kardeşimi emziriyordu.Bebeği annemin kucağından alıp bize verdiler. Annem ve babamın ellerini bağlayıp götürdüler. Arkasından çok ağladık, ama bırakmadılar. Biz ortada yemeksiz ve karanlıkta tek başımıza kaldık. Üçüncü gün annem geri geldi. Daha sonra evlerimizi yaktılar. Annem ellerini bağlayarak sırt üstü yere attıklarını söyledi. Babama o sırada çom işkence yapmışlar. Babam ve diğerlerinin tutuldukları yere yemek götürüyordum. İşkence yaptıkları saate denk geldiğinde bizi bekletiyorlardı. Babam eli ve kolu bağlı şekilde orada bekletiliyordu. İkişer, üçer kişi bağlı şekilde açık havada bekletiyorlardı. Sürekli yerde yatar şekilde tutuluyorlardı. Yüzü maskeli biri getiriliyormuş. O getirildiği zaman işkence başlıyormuş. Babamı öyle görünce çok ağladı. Ben de çok ağladım. Son yemeği götürdüğümde ‘Annenize söyleyin, çocukları alsın gitsin’ dedi. O günden sonra bir daha babamı görmedim. 117

(…)

(…) Bu operasyondan sonra PKK’nin ve geçişine ve lojistik engellemek için sınır bölgesine 70 karakol kurularak buralara silah ve maaşları Türk devletince karşılanan peşmergeler yerleştirildi. (…)”

109 21 Aralık’ta Lice’de yapılan baskıları protesto edip edip kaymakamlığa şikayette bulunmak için gösteri yapan köylülere açılan ateş sonucu 1 kadın ve 1 çocuk öldürüldü.

111 ZAN Sosyal Siyasal ve İktisadi Araştırmalar Enstitüsü, 2014.

112 Güneydoğu’da çarşı izni sevinci, 25 mayıs 2013; htttp://www.diyarinsesi.org/haber/guneydoguda-carsi-izni-sevinci-41405.htm

113 Malay, 2013.

115 Sağ yakalayıp kurşuna dizdiler, Necdet YENTÜRK, Özgür Gündem, 19 Ekim 2011

116 ‘Tuğgeneral Ertürk Davasında Mağdurlar İfade Verdi: 9 Gün İşkence Gördüm’, Felat Bozaslan/ Diyarbakır, Doğan Haber Ajansı-DHA, 27.12.2013; http://www.dha.com.tr/tuggeneral-erturk-davasinda-magdurlar-ifade-verdi-9-gun-iskence-gordum_572058.html

117 ‘Tuğgeneral Ertürk Davasında Mağdurlar İfade Verdi: 9 Gün İşkence Gördüm’, Felat Bozaslan/ Diyarbakır, Doğan Haber Ajansı-DHA, 27.12.2013; http://www.dha.com.tr/tuggeneral-erturk-davasinda-magdurlar-ifade-verdi-9-gun-iskence-gordum_572058.html”

agy s. 205-212

“(…)

Operasyon esnasında sivil halka karşı yapılanlar içinde sembolik olarak pek çok benzer olaya örnek teşkil etmesi açısından Nezir Tekçi davası açıklayıcıdır. Dava ve dava esnasında operasyona bizzat katılan askerlerin verdiği ifadeler operasyonların nasıl yapıldığına dair önemli fikirler veriyor. Mahkemeye verilen bu ifadelerden birinde asker Nazar Ümger olayı, ’30-35 yaşlarında bir köylü (Çoban Nezir Tekçi)119 yakalanmıştı. Dör Beş gün bu kişiyi gezdirip sığınak göstermesini istediler. Bu sırada yanlarındaydım. ‘terörist değilim, köylüyüm, çocuklarım var’ diyordu. (Yüzbaşı) ‘Yalan söylüyor, teröristtir’ dedi… köylüyü dövdü. karın üstüne attılar. Askerlere hitaben ‘Ateş edin’ dedi. 20-30 asker ateş etti. Köylüyü öldürdüler. Cesedini de gördüm, delik deşikti. Rütbeliler de ateş etti’120 şeklinde anlatmıştı. Yine aynı davada ifade veren Yüksekova Tabur Komutanlığı’nda geçici görevli asker Yunus Şahin’in anlatımıyla Nezir Tekçi dağa düzenlenen operasyonda PKK kamplarının ve silahlarının yerini göstermesi için askerlerce tutulmuş, ‘bir şey bilmediğini söylemesi’ üzerine komutan operasyonda görevli Kürt askerlerden yirmisine ateş etmelerini söylemiş, kimse ateş etmeyince de gönüllü bir subaya ateş ettirilerek Necdet Tekçi öldürülmüştü. Daha sonra herkes Nezir’e doğru ateş etmiş, sonrasında bedeni mayınla patlatılmış ve subay, gövdesinden kopmuş başını saçlarından tutarak görevli askerlere göstermişti. Eski bir astsubayın gözlemlerini yazdığı kitabında anlattıkları da aynı şekilde operasyonların niteliğini gösterir türdendi. Astsubay, sorgulanamaz bir savaş aygıtı haline gelmiş askeri birliklerin bölgede ortaya koyduğu keyfiliği anlatıyordu:

7 Temmuz 1993 tarihinde sabah saat 10:00 civarı Kayseri Komando Birliği görevden üs alanına döndü. Yanlarında elleri kelepçeli 4 köylü vardı. Üs bölgesindeki yeraltı sığınaklarında sabaha kadar tutulmuşlardı. 8 Temmuz 1993 tarihinde Kayseri Komando Birliği 4 köylüyü yanlarına alıp göreve gittiler. 9 Temmuzda döndüklerindegenç köylülerden biri yoktu. Diğer üç köylü, bir komandp çavuş, iki er, bir asteğmen, hem dövüyor hem getiriyorlardı. Gençlerden birine, diğerinin nerede olduğunu sordum. ”O teröristlerin yerini söyle’ diye ona yüklendiler. O da ‘Bilmiyorum’ dedi. Komando Yüzbaşı Mustafa, ‘Açın elini kaçsın’ dedi. O kaçmayınca 20 mermi sıktılar. Babasının yanında oğlunu kurşuna dizdiler’ dedi. Ertesi sabah geriye kalan diğer üç köylüyü alıp götürdüler ve bir daha geri getirmediler.121

Gözü dönmüş bu kuralsızlık içinde şans eseri kurtulan köylü Salih Ayaz’ın başına gelenler bölgenin işleyiş mekaniğini gözler önüne seriyordu:

… Saat 06.00’da kapılarımızı çaldılar. Benimle birlikte amcam H. Aziz Ayaz (70), ağabeyim Tahir Ayaz (43) ve küçük kardeşim Cevdet Ayaz’ı (15) alarak, Sağgöze’nin üst tarafına götürdüler. (…) çırılçıplak soydular. Bizi Baskın Taburu aldı. Başlarında bir yarbay vardı. Soruları bu yarbay soruyordu. Bize ‘PKK’ya kim yardım ediyor?’ diye soruyordu. Cevap versek de işkence sürüyor, vermesek de. Sopalarla dövüyor, ateşte ısıtılan demirlerle vücumuzu dağlıyordu… İşkenceli sorgu akşam saat 19.00 sularına kadar devam etti. Bizi buradan PKK’nın boşaltılan kamplarına götürdüler. Yer kazdırdılar bize… O sırada bize, ‘Arkanızı dönün’ diye bağırdılar. Arkamızı döndük. Halay çeker gibi yanyana dizildik. … O zaman keleşle taradılar bizi. … Sabaha kadar baygın kalmışım. Kaç saattir ordaydım bilmiyordum. Vücuduma 9 kurşun isabet etmişti. 3 kurşun karın bölgemin sol tarafına, 5 kurşun bacaklarıma ve 1 kurşun da sağ koluma isabet etmişti. Nasıl ölmemişim ben de bilmiyorum. İki kardeşim ve amcam ölmüşlerdi. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı… Saatlerce saklanarak yürüdüm.

(…)

(…) Kasım 1996’da çatışmada öldürülen Kadir Güven, Devrim Aslan Güler ve Erkan Dilsiz adlı PKK’lilerden Erkan Dilsiz’in teyzesi Hatun Karakoç’un anlattıklarına göre Erkan Dilsiz Tunceli’de pusuda yaralı olarak ele geçirilip, işkence yapılarak öldürülmüştü:

Öldürdükten sonra da ölülerine işkence yapmışlar… Erkan’ın vücudunu süngülerle parçalamışlar. Vücudunun her tarafında sigara söndürmüşler. Kalçası ve bacağı kırıktı, topuğu kopmuştu. Kafasının yarısı yoktu. Ama yüzü öyle temiz, öyle güzeldi… Yavrumun cesedi parça parçaydı. Sağlam bir yeri kalmamıştı. Kan bir türlü durmuyordu, tabutla gömdük.124

(…)

121 Çakan, 2006’dan alıntılayan Taraf gazetesi, 25 Ağustos 2008

124 ‘Dersim’de Çatışma’, Halk İçin Kurtuluş, Sayı 8 30 Kasım 1996; http://www.ozgurluk.info/kitaplik/webarsiv/kurtulus/eskisayilar/h-icin08_30-11-96/8-19.html”

agy s. 215-218

“(…) İtirafçı bir JİTEM’cinin bu seremoniyi anlattığı ifadesi tam olarak baskın ritüelinin profilini çiziyordu:

Çatışmada bir astsubay yaralanmıştı. Astsubayın yaralandığını duyunca adeta Binbaşı’nın gözü kararmıştı. Geri çekilirken bizi alacak konvoyu beklemek için Ağaçlı köyüne girdik. Köyün meydanına bütün köylüleri toplayıp kadınların ve çocukların gözü önünde erkekleri sıra dayağından geçirdiler. Bizi görünce üstü başı yırtık, yüzü kir içine çocukların ağlama sesleri yükselmeye başlamıştı. Birçok ihtiyar köylü yerde yuvarlanarak getiriliyor, kimi kafadan kimi belinden dipçiklenerek meydanda toplanıyordu. Binbaşı, ‘Siz ihbar ettiniz. Bunların hepsi vatan haini alçaklar’ diye bağırıyordu. küfürsüz bir tek konuşma yapmamıştı. Binbaşı askerlere içlerinden üç kişiyi seçip getirmelerini söylemişti. Onlar da yan yana duran üç kişiyi alıp döverek Binbaşı’nın yanına getirdiler. Bu arada bizi alacak arabalar köye gelmişti. Her üçünü döverek bir arabaya bindirdiler. Askerler öylesine dövüyorlardı ki, köylülerin artık değil bağıracak, ses çıkaracak güçleri bile kalmamıştı. Yüksekova’ya ulaştığımızda köylülerden biri ölmüştü. Anlaşılan çok dövdüklerinden daha fazla dayanamamıştı. Uzman çavuşun biri telaşla koşarak yanımıza geldi. Binbaşı’ya selam verdikten sonra, ‘Komutanım, köylülerden biri öldü’ dedi. ‘Ne çabuk geberdi?’ diye sordu Binbaşı gülümseyerek. Binbaşı sonra uzman çavuşa dönerek, ‘Peki, diğer iki köylü diğerinin geberdiğini gördü mü?’ dedi. Uzman çavuş da gördüğünü söyleyince, binbaşı tereddütsüz bir yüz ifadesiyle, ‘Diğer ikisini de gebertin’ dedi. Diğer köylülerin suçu, ölen adamı görmeleriydi. Tanık oldukları için öldürüleceklerdi. Askerler Binbaşı’nın talimatıyla diğer iki köylüyü Yüksekova Tabur Komutanlığı atış poligonunun olduğu bir yere götürüp ikisinin eline kazma kürek vererek kendilerine mezar kazdırdılar. Öldürüp oraya gömdüler.127

(…)

127 Bilgiç, 2010, s. 240.”

agy s. 220, 221

“(…) Asimetrik  bir savaşta gerilla desteğini kesmek üzere kırsal bölgelerin insansızlaştırılması ve göç ettirilmesi uygulanagelen bir pratikti. Ancak şehirlere doğru yaygınlaşan bir siyasi hareketi önlemek için kenti topyekun imha etmeye kalkışmak dünyada görülen bir düşük yoğunluklu savaş tekniği değildi. 1993 yılından itibaren Kürt coğrafyası bu yeni pratikle de tanışmıştı.129

90’lı yıllara girerken yaşanan iki olay, tüm 90’lı yıllar boyunca olacak suça karşı tedbir almak, istihbarat toplamak, takibini yapmak, işlenmiş suçlarla ilgili adli işlemleri yerine getirmek gibi jandarma faaliyetlerinin niteliğinin işaretlerini vermişti. iki olay da kamuoyunda çok tartışılıp Meclis’e ve yargıya taşınmıştı. Bunlardan birincisi, ilk kitlesel eyleme neden olan Silopi’de 6 köylünün öldürülmesiydi. Yaşadıkları Silopi’nin Derebaşı köyünde yatiştirdikleri sebze meyveyi çarşıya götürüp satmak için yola koyulan beş kişi, köyün ilerisinde bulunan askerler tarafından alıkonulmuşlardı. Yakınlardaki iki çoban daha getirilmişti. Yaşlı ve sakat olan Cemalettin Bayan’ı, ‘Sen köye dön, bunlar bize gece çatışmanın olduğu yeri gösterecek’ diyerek geri gönderen askerler, kalanları alıp götürmüşlerdi. Köye dönen Cemalettin Bayan olayın sonrasını şöyle anlatıyordu:

Ben köye döndüm mecbur… Akşama kadar bekledik. Gelen giden yok. Bütün gece bekledik. Sabah Silopi İlçe Jandarma’ya gidip, çocukları sormaya karar verdik. neredeyse bütün köy toplanıp, Silopi’ye gittik. Bazı köylüler, gece helikopterden taburun ortasına birilerinin atıldığını gördüklerini söylediler.

Köylülerin ‘Cenazelerimizi verene kadar buradan gitmeyiz’ tepkisi karşısında tabur komutanı, aralarında Kıbrıs gazisi Fevzi Bayan’ın da bulunduğu köylüler için ‘PKK’lıydı, çatışmada öldüler’ yanıtını vermiş ve bunun üzerine çıkan olaylarda Kaymakamlık binası taşlanmıştı. Tabur komutanının, ‘Savcıyı getirin, cenazeleri öyle veririm’ demesi üzerine savcı eşliğinde tabura giren köylüler ve Cemalettin Bayan karşılaştığı manzarayı şöyle anlatıyordu:

Taburun eğitim alanında, etrafı toprakla çevrili bir çukura yan yana dizilmişlerdi. Oğlumu teşhis ettim. Sadun’u sırtından çizgi halinde taramışlardı. helikopterden atılınca ikiye bölünmüştü. Ağladık, bağırıp, çağırdık. bir komutan yanımıza gelip bizi azarladı, ‘Susun’ dedi. Hepsini alıp, bir traktörün arkasına dizdik. Camiye götürdük. İlçe halkının neredeyse tamamı toplandı. İlçe merkezindeki mezarlıkta kanal şeklinde, büyük bir mezar kazdık. Onları yan yana, tek sıra halinde gömdük.

(…)

İkinci olay ise Cizre’de köylülere insan dışkısı yedirilmesi olayıydı. (…)

129 Şiddet pratikleri bölümünde köy ve ilçe boşaltmalar bölümüne bakınız.”

agy s. 223-225

“(…)

Bölgede görev yapan askerlerde görülen ‘Travma Sonrası Stres Bozukluğu’nun diğer bölgelere göre üç kat daha fazla olduğunu ortaya koyan bir başka araştırmayı144 orada görev yapmış bir askerin anlattıkları doğrular nitelikteydi:

Şiddet… Şiddeti öğreniyorsun orada. Normalde içinde yoktur, kursa gider öğrenirsin. Biz sonuçta orada resim yapmanın kursuna gittik. Sivildeyken şiddet yapan bir insan değildik. Silahı alıp kafana sıkmak çok zor bir şey gibi gelmiyor artık. Çünkü yapmışsın, sıkmışsın. Kavgaya karışmak felan hiç yoktu, askerden önce çok sakin bir insandım ben. Şiddete meyilli değildim, ama şimdi şiddete meyilliyim yani. O yüzden pek fazla dışarı çıkmamakta yarar var. Üç aydır depresyondayım, içime kapanıyorum, evden dışarı çıkmıyorum. Evliliklerimi bitirdikten sonra da kapatmıştım kendimi. Askerden önceki halimle kıyaslıyorum, hiç kopmazdım böyle. Şimdi o kadar bağlı değilim hayata. Bedavadan yaşıyoruz. Depresyona girdiğin zaman hiçbir şey umrunda olmuyor ya. Yakıyorsun her şeyi. Bir boşluktasın artık. Hiçbir şeyden zevk almıyorsun.145

(…) TSK içinde 1991 ve 2001 yılları arasında intihar eden 1248 kişiden 815’inin ölmesi de bu konuda hatırda tutulması gereken bir veridir.

(…)

hükümetlerin hiçbir zaman kabul etmediği bu faaliyetler ancak bu grupların içinde yer alıp daha sonra itiraflarda bulunanların ya da mağdurların anlatımıyla ortaya çıktı. Bu faaliyetler o kadar yaygınlaşmıştı kibir süre sonra ortaya saçılan anlatımlarla kurulan örgütlenmeler ve onların kullandığı teknikler ayrıntılarıyla anlaşıldı. Kimi zaman iç çatışmaları sonucunda gazetelerde röportajlarda, kimi zaman vicdani nedenlerle kitaplarda, kimi zaman da mağdurların ve insan hakları örgütlerinn kararlı takipleri sonucunda mahkemelere düşen sanık ve tanık ifadelerinde veya duyarlı vekillerin uğraşlarıyla Meclis raporlarında yer buldu.

Bu tür kaynakların izini sürüp devletin kendini korumak için devreye soktuğu baskı/zor aygıtlarının neler olduğu ve nasıl işlediği tüm göz yaşartıcı çıplaklığıyla anlaşıldı. Her tanığın dramatik öyküsü ve anlatısının içinde devletin korunma refleksiyle pek çok ülkede devreye konan zor aygıtlarının vahşi, kuralsız ve kanlı tekniklerinin burada da olduğu görülüyordu; infaz timleri, paramiliter güçlerin kontrolsüz baskıları, askerin Vietnamvari herkesi hedef alan şiddeti, kaybolan insanlar, toplu kemiklerin bulunduğu ölüm tarlaları, devletin koruması altında istediği kişisel suçu işleyen ölüm mangaları ve bütün bunları haklı çıkaracak bir kamuoyu yaratmak için basın gibi araçları…

(…)

144 Mehmet Z. Sungur, B. Akın Sürmeli, Ahmet Özçubukçuoğlu, Güneydoğu’da Görev Yapan Askeri Popülasyonda Görülen Travma Sonrası Stres Bozukluğu Üzerine Bir Çalışma, Nöropsikiyatri Arşivi – TİHV, 1996

145 Asker, 2010.”

agy s. 235, 236

“(…) Bu yönüyle koruculuğun iktidara sağladığı yararları maddeleştirerek şu şekilde sıralamak mümkündür:

  1. Kürt bölgelerine nüfuz etmeye çalışan merkezi devlet aygıtının başarısızlığını savaş konseptinin yapılandırıcı gücüyle yeniden kurma olanağı yarattı. Koruculuk sistemiyle özerk bölgeler denebilecek ortamlar kuran aşiretler, göz yumulan kaçakçılıkla ve yerel ihalelerde imtiyazlı konumlarıyla mali yönden güçlenirken, devletin yerel uygulamalarında söz sahibi oldular. Suçlara karşı cezasızlık imkanlarıyla iktidarla güven tazelediler. Savaş dönemi boyunca sayıları 150 bini bulan koruculara devlete sahip çıkma karşılığında avantadan maaşlar verilerek, sosyal güvenlik olanakları tanınarak bağlılık ilişkisi geliştirildi.
  2. Korucular, böylesine boyutlanan bir gerilla savaşında yetersiz kalan asker ve polise yerel birimler olarak operasyonel katkılar sağladılar. Zira ‘koruculuk sistemi bu yerel tehdide karşı ordunun yapısını radikal bir biçimde dönüştürmeden, yerelleşme olanağını tanıyordu.’151
  3. Kürt coğrafyasında marjinal kalan devlet görevlileri, koruculuk sayesinde bilgi akışı, istihbarat ve nüfuz alanı bulabildi. İktidar egemenlik zafiyetini tamamen kaybetmeyi önlemiş oldu.
  4. İktidar, koruculuk sayesinde kendi yanında yer alan unsurları kontrol edilebilir biçimde görünür kıldı.
  5. İktidar, isyan karşısında yitirmeye başladığı egemenliğini bir ölöüde yerel düzeye dağıtıp tesis ett.
  6. Önceleri köylerde korumayı sağlamak, PKK’nin hareket ve lojistik alannı daraltmak amacıyla kurulan koruculuğun kısa zaman içinde görev tanımı genişletilerek operasyonel kullanıma sokulması, devletin şiddet aygıtlarının gerilla savaşında mücadele gücünü artırdı.

(…)

(…) Bu vesileyle ikna edilen aşiretler ve ağaların himayesindeki adi suçlara karışmış kişiler bile korucu olmaları karşılığında affedilmeye başlandı ve toplu olarak bölge koruculuğa özendirildi. Zira geçici köy korucluğunun ilk adımı, cinayet sanığı olarak aranan 306 kişinin olduğu Beytüşşebap’taki Jirki Aşireti’nin toplu halde katılımıyla atıldı.155 (…)

151 Paker & Akça, Askerler, köylüler ve paramiliter güçler: Türkiye’de köy koruculuğu sistemi, 2013, s. 10

155 ’26 yıldır süren ‘geçici’ bir sistem olarak köy koruculuğu’, Abdurrahim Özmen, http://www.tr.boell.org/web/103-1533.html”

agy s. 239-241

“(…) Köy koruculuğunun iktidar tarafından yaygınlaştırılma faaliyetleri  karşısında PKK köy koruculuğu sistemine katılan Kürtleri hain ilan etti.164 Bu ilandan sonra koruculuk yapan köyleri bütün olarak hedef seçti. Yaptığı baskınlarda korucularla beraber masum kadın, çocuk ve yaşlı dahil aile üyelerini vahşice öldürdü. Bu durumda asker ve  köy korucular intikam amaçlı misilleme olarak korucu olmayan köylere operasyon ve baskınlar düzenleyerek zalimce sorgulamalar yapmaya başladılar. Failler bulunamadıkça köy baskınlarının boyutu gün geçtikçe arttı; toplu infazlar yapıldı. Köy boşaltmalar rutine bağlandı. Helsinki İzleme Komitesi’ne açıklama yapan bir köylünün anlattığı gibi, köyler tahrip edildi, tarlalar yakıldı, hayvanlar öldürülüp köylüler sürgüne gönderildi:

Beş binin üzerinde kavak ağacı, dört tondan fazla buğday, köyün etrafındaki bütün ormanlık alan, köylülerin otlarıyla birlikte yirmiden fazla ahır… Şimdi köy boşalmış durumda, bütün evlerin yakılacağını adımız gibi biliyoruz… Köyün dışına çık(arıl)dığımız an hayvanlarımız askerler tarafından taranıyordu. Bitişikteki M. köyünün arıların dahi kovanlarıyla yaktılar… Önümüze iki seçenek koymuşlardı. Ya korucu olup ölecektik, ya terk ve açlık… Biz nerelerde nasıl barınacağız?.. Çocuklarımızı neyle doyuracağız?165

(…)

164 Korucuları hain ilan edip köylerine düzenlediği baskınlarla katliamvari cezalandırmalara girişen PKK bu tutumunu 25-31 Aralık 1990 tarihlerindeki 4. Kongre’sinde aldığı kararlara kadar sürdürdü. Bu tarihten itibaren köy korucularını ‘devletin baskı uygulamasına boyun eğmek zorunda kalmış mağdurlar’ olarak değerlendirerek köy baskınlarından vazgeçmeye karar verdi.

165 Helsinki İzleme Komisyonu (HRW), Ekim 2002, s.11)”

agy s. 245

“(…) Yukarda belirtildiği gibi, devletin sadık vatandaşları olarak yerel yönetimlere getirilmeye çalışıldığı,170 ihalelerin koruculuğu benimseyen aşiret kökenli işadamlarına verilerek onlara rant aktarıldığı kanıtlarla ortaya konulmui iddialardı. (…)

Koruculuk konusunu ele alırken 1992’de gerçekleştirilen ‘Çalpınar vakasını’ bir örnek olay olarak almak çok öğretici olacaktır. Bu olay, korucuların askeriyeyle ilişkisini, hangi işlerde kullanıldıklarını, hak ihlallerine karışma düzeylerini, suç işleme potansiyellerini, köylülerle ilişkilerini ve devlet organlarınca korunma biçimlerini çok iyi gösterdiği gibisürdürülen mücadelede kullanılan manipülatif teknikler hakkında da bilgiler veriyor. Bu olayda 20 Nisan 1992’de Mardin Ömerli ilçesinin Site (Çalpınar) köyünden hareket edip, cezaevindeki yakınlarını görmek üzere Midyat üzerinden Nusaybin’e gidecek köylüleri taşıyan minibüs Midyat’ın Tinate köyünde durduruldu. uzun zamandan beri korucu olmaları yönünde baskı yapılan köylüler araçtan indirilerek bir listeye göre isimleriyle çağrılmaya başlandı. Minibüsü durduranlar kısa bir sorgudan sonra minibüste bulunan 17 kişiyi kurşuna dizdi. 8 kişi öldü, 9 kişi de yaralandı. 172 Resmi açıklamalarda PKK’ye yüklenen eylemle ilgili basında da bu yönde haberler çıktı.

Olaydan yaralı olarak kurtulan Yusuf Acar, Diyarbakır Devlet Hastanesi Yoğun Bakım Servisi’nde gazetecilere, ‘Tinate köyü korucuları tarafından yolda durdurulduk. Arama yapacaklar zannettik ama üzerimize ateş açtılar. İki kurşun bana isabet etti’ diyerek birinci ağızdan tanık olarak olayların korucular tarafından yapıldığını söyleyecekti. Yine yaralı olarak kurtulan minibüs şoförü Halit Akhan’ın da anlattıkları, olayın tanıdıkları korucular tarafından yapıldığını doğruluyordu:

Korucular yolu trafiğe kapatmışlardı. Başlarında korucubaşı vardı. Durmamız için işaret ettiler sonra ellerindeki listeden isimlerini okudukları köylüleri tek sıra haline getirip kurşuna dizdiler. Sonra bize de ateş etmeye başladılar, biz de dolmuştan inip ormanlık alana doğru kaçarak canımızı zor kurtardık.

Yıllar sonra o olayda yer alan eski korucu Ethem Seyhan şunları anlatarak cinayetlerin korucu ve askerlerin ortaklaşa yaptığını doğrulayacaktı:

Korucubaşı, akşam korucuları toplayrak ‘Yarın Çalpınar köyünden Midyat’a 3 PKK’li gidecek. Biz de arabaların önünü keserek onları yakalayıp devlete teslim edeceğiz ve mükafatlandırılacaklar’ dedi. Sabah saat 05:00 gibi arabalarla 27 korucu ve Kutlubey Köy Karakolu’ndan Uzman Çavuş Ali ve Arif de bizimle birlikte geldi. Alkadasuse bölgesine geldik, burada pusuya yatarak Çalpınar arabalarının gelmesini bekledik. Aradan bir saat geçti ve araba geldi. hemen önünü kestik ve yolcuları indirdik. Korucubaşı, bütün yolcuları tek sıraya dizerek, onlara ‘Ben kimin ismini okusam öne çıkacak’ diye bağırdı. Daha sonra 4 ismi saydı, onlar öne çıktılar. 4 kişiyi yan yana dizen korucubaşı, silahının namlusunun en başta bulunanın karnına dayayarak ateş etti. 4 kişi orada yere yığıldı. Daha sonra hepimiz arabayı taradık.173

(…)

Çalpınar olayıyla ilgili dava, 20 Ekim 2000’de ‘yeterli ve inandırıcı delil bulunmadığı’ gerekçesiyle beraatle sonuçlandı. Yargıtay’ın bozduğu karar için yürütülen tekrar davası 7 Şubat 2002 tarihinde bu kez korucuların ömür boyu hapis cezası almasıyla sonuçlandı. yargıtay’ın tekrar bozduğu dava tekrar görüldü. 18 Eylül 2008 tarihinde Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nce koruculara ağır cezalar verilerek sonuçlanan dava, aynı zamanda devlet mahkemelerinin ‘devlet içindeki gayrimeşru fiillerin’ onayı niteliğindeydi.

(…)

(…) Burada kalabalık bir aşiretten oluşan Bucaklar başından beri devlete koşulsuz destek verip güvenliğin taşeronluğunu alırken iddiaya göre bunun karşılığında neredeyse özerk bir yönetim hakkı elde ettiler. (…)

170 Cizre’de aşiret lideri ve korucubaşı Kamil Atağ’ın yılalrca belediye başkanlığı yapmasının devlet güçlerinin pek çok kez seçim müdahaleleri ve manipülasyonu yapmasından kaynaklandığına dair çok ciddi iddialar bulunuyor. Korucubaşı Kamil Atağ, mart 1994 yerel seçimlerinde şaibeli bir biçimde -Jandarma Komutanı Cemal Temizöz’ün desteğiyle- Cizre belediye başkanı seçilerek beş yıl süreyle kamu hizmetinde de bulundu. Kamil Atağ’ın belediye başkanı olabilmek için gerekli olan ilkokul diplomasına sahip olmadığı sonradan ortaya çıktı. 500’ün üzerinde korucuyu yönlendiren korucubaşı olarak tanınıyor. http://www.hrw.org/km/node/109868/section/6

172 http://www.ozgur-gundem.com/?haberID=22954&haberBaslik=Katliamyude 20Silsilesiyüzde 20 veyüzde 20’Bebekyüzde 20Katilleri’-1&action=haber_detay&module=nuce, 16/10/2011

173 Seyhan, 2010.”

agy s. 250-254

“(…) 1999 yılında uyurken, odaya silahıyla giren korucu akrabası tarafından tecavüze uğrayıp 6 ay boyunca buna maruz kalan, sonra kanamalı hasta olarak Diyarbakır Doğumevi Hastanesi’ne kaldırılan, 8 Kasım günü ölü bir kız çocuğu dünyaya getiren 14 yaşındaki Necla Akdeniz’in başına gelenler ise feodal bir düzende suçlu ile masumun birbirine karışmış ilişkisini anlatıyordu. Akdeniz’in yaşadıklarını anlattığı adli makamlardan bir sonuç çıkmadı. Yakınları, tecavüzcü korucuyla uğraşmak yerine ‘namuslarını temizlemek’ adına kafasına sıkılan iki kurşunla Necla Akdeniz’i öldürdü. Morga kaldırılancenazeye günlerce kimsenin sahip çıkmaması üzerine, Necla Akdeniz o dönemin İHD Genel Başkan Yardımcısı Osman Baydemir’in girişimi sonucu kimsesziler mezarlığında toprağa verildi. 195

(…)

195 İnsan Hakları izleme Komitesi’yle görüşme, Siirt, 27 Haziran 2001.”

agy s. 259, 260

“(…) JİTEM’in bu amaçla kullandığı yöntemler, derin devlet yapılanmasının yargılandığı Ergenekon Davası’nda JİTEM’in kurucusu olarak yakalanan Albay’ın evinde ele geçen ve ‘devlet sırrı’ kapsamında büyük bölümü gizlenen evraklarda yer alıyordu. Basına sızan ve iddianamede özetlenerek yer alan bu evraklara göre ‘JİTEM, ‘terörist’ olduğuna inandığı kişilere yönelik eylem yaptıktan sonra, olay yerine PKK ve ERNK imzasını taşıyan bildiriler bırakmayı yöntem olarak benimsemiş, terör örgütlerine sızma ve karşı eylem için başka terör örgütleriyle ‘irtibat’ kurmuştu. (…) Ayrıca fiillerle ilgili kayıtlara yer veriliyor; ‘halkta PKK’ya karşı antipati oluşması için eylemler yapıldığı’, ‘PKK’nın etkim propagandasına maruz kalan yerleşim alanlarında PKK’ya karşı yöre halkının antipatisini kazandıracak hareketlerin deşifre olmadan uygun dozda yapılması’ gerektiği tavsiye ediliyor, ‘yakalanan militanların JİTEM tarafından kullanılması için şahıslara değişik suçlamalar yüklendiği’ anlatılıyor, ‘burada yöre halkının adil ve otoriter davranıştan hoşlandığını da unutmamak gerekir ki bu da suçluyu adil yargılayıp anında infaz durumunu ortaya çıkarır’ denilerek bunun devlet terörü yaratmayacak şekilde icra edildiğinde PKK’nın bölgedeki üstünlüklerinden bir tanesini dengelemiş olur’ denilerek yargısız infazlar savunuluyordu. İlginç başka ibarelerden bazıları da ‘yakalanan silah ve mühimmatların kayıt altına alınmamış olduğuna’ ve JİTEM’in PKK adına eylemler gerçekleştirdiği, kirli silahlar kullandığı, sivil operasyon timleri kurduğu, ev bombalama200 ve yargısız infazlar yaptığına’ dair bilgilerdi.201

(…)

200 Buna bir örnek 1991-1992 yıllarında baro başkanı olan Mustafa Özer’in aracının bombalanmasıydı. Çok bilinçli olarak faaliyet gösterdiğini bu nedenle cezaevine gönderilmemesi ve öldürülmesi gerektiği kararına varan JİTEM timi avukatın aracına C3 tipi patlayıcı koymuş, ancak araçta olmayan avukat suikasttan kurtulmuştu. (Ergenekon Davası 3. Ek İddianame, 2009, 182. Klasör, s. 96)

201 Duvaklı, 2010, s. 18-19”

agy s. 263-264

“(…)

İç savaşa göre kontrgerilla örgütlenmesi olan JİTEM büyük oranda Kürt coğrafyasında faaliyet göstermekle beraber, zamanla batı illerine de kaydırılıp farklı türden faaliyetlerde  kullanılmıştı. JİTEM’in itirafçı elemanları Murat İpek ve Murat Demir’in provokasyon ve suikast gibi işlerde kullanılmak üzere batı illerine kaydırıldıklarını anlattıkları röportajları, kontra faaliyetlerin genel doğası hakkında önemli ipuçları veriyordu. Buna göre 1 Mayıs 1996’da üç eylemcinin ölmesiyle sonuçlanan gösterilerde JİTEM görevlisi Murat Demir211 örgütlerin içine sızıp eylemcileri kışkırtırken, diğer itirafçı Murat İpek gibi başka tetikçiler ise kargaşadan yararlanıp önceden belirlenen hedefleri vurmuştu. Murat Demir’in anlatımıyla:

Bölgeden (Güneydoğu) alınıp, metropole çekilince, Diyarbakır’dan tanıdığımız bir üst düzey istihbaratçı bizi çağırdı, ‘Grup amirimiz size bir görev verecek’ dedi.Grup amiri ile görüştük. Görevin 1 Mayıs’la ilgili olduğunu anlattı. Benim görevim, örgütlerin içine sızıp onları yasadışı eylemler için provoke etmek ve halkı galeyana getirmekti. O kargaşada ortalık karışınca belli hedefler ortadan kaldırılacaktı. Benim bazı örgüt mensuplarıyla ahbaplığım vardı. Mesela MLKP’ye sızmıştım. Ama oradakileri biraz sevdiğim için TDKP içine girmeyi tercih ettim. 1 Mayıs (1996) sabahı ‘Niyazi’ adlı bir arkadaşla beraber örgütün verdiği kıyafetlerle maskeli olarak TDKP saflarında yer aldık ve sloganlar atarak yürümeye başladık (…) 1 Mayıs günü daha önceden içine sızdığım TDKP’lilerin arasında sloganlar atarak yürüyordum. ‘Niyazi’ adlı bir arkadaş da benimleydi. Böyle toplumsal olaylarda ilk sloganı attıktan sonra gerisi kolaydır. Saat 10:00 civarında sağa sola saldırma gibi hareketlere giriştik… 5-6 itirafçı getirilmişti oraya… Mesela Murat İpek oradaydı. Kenan Esatoğlu diye bir arkadaşımız vardı, o da oradaydı; HADEP içine sızmıştı tahmin ediyorum. Şahittin Güvercin oradaydı. O da DHKP içindeydi. Ama ilk vurulan, bizim saflarımızdaydı. Camlara ilk ben saldırdım. Niyazi arkamdan geldi. Sopalarla o cama vur, bu cama vur derken, oradaki insanlar da bize bakarak galeyana geldiler ve onlar da dükkanlara saldırmaya başladılar. Bunun üzerine polis müdahale etti. Hatta bizi de dövmeye başladılar. Gidip polislere, ‘Bizi devlet gönderdi’ desek, oradakiler bizi linç edeceklerdi. Mecburen sustuk ve bolca dayak yedikten sonra vapurla karşıya geçtik. Niyazi’nin Çerkezköy’deki büfesine gittik. Sonra ben gidip yazılı raporumu verdim. Dayak yediğim için 50 milyon tedavi parası verdiler.212

Olaylarda yer alan Murat İpek ise şunları anlatıyordu:

Sabah 7 civarında Terörle Mücadele’nin kırmızı Toros zırhlı aracına binerek Altıyol’a geldik. Oralarda Diyarbakırlıların bir yerinde kahvaltı ettik. Olaylar kızışana kadar orada bekledik. Bize söylenen fazla ‘zıplama’ olacağıydı. Yani bazı insanlar öne çıkarılacaklar, onlar kameralarla anında tespit edilip bilgisayardan kimlikleri saptanacak ve ona göre müdahale edilecekti. Aslında aralarında bizden arkadaşlar olduğunu biliyorduk, ama hangisinin hangi gruba yerleştirildiğini bilmiyorduk. O yüzden dikkatli olmamız gerekiyordu. (…) Telsizden emir geliyordu; kayda geçmeyen bir cihaz aracılığıyla… Hedefler belirlenmişti zaten… İlk ateş, otobüs durağının oradan ve canmiinin köşesinden açıldı, bankaya karşı. Bizim işimiz sadece hedefleri vurmaktı. Sonuç baştan belliydi yani…213

(…)

(…) Çeşitli mağdur ve itirafçıların yaptığı açıklamalardan sonra hakkında açılan davalar Mayıs 2010’da birleştirildi ve Diyarbakır Özel Yetkili 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yürütülmeye başlandı. Bu davalara göre Kürt yazar-gazeteci Musa Anter, HEP Diyarbakır İl Baikanı Vedat Aydın, Musa Toprak, Mehmet şen, Talat Akyıldız, Zahit Turan, Necati Aydın, Ramazan Keskin, Mehmet Ay, Murat Aslan, İdris Yıldırım, Servet Aslan, Sıddık Yemez, Edip Aksoy, Abdülkadir Çelikbilek, Mehmet Salih Dönen ve ismi öğrenilmeyen amcası, İhsan Haran, Fethi Yıldırım, Abdülkerim Zoğurlu, Mele İzzettin ve ismi öğrenilemeyen şoförü, Hakkı Kaya, harbi Arman, Fikri Özgen ve Muhsin Göl, Harbi Arman, Lokman Zoğurlu, Zana Zoğurlu, Servet Aslan, Şahabettin Latifeci, Ahmet Ceylan, Mehmet Sıdık Etyemez, Abdülkadir Çelikbilek’in öldürülmesi olaylarına karıştığı belirtilen Albay Abdülkerim Kırcı yargılanmaya başladı.217 (…)

211 1 Kasım’da Ankara çamlıdere’de sevgilisi Neval Boz’un, 2 Kasım’da Ankara Polatlı’da itirafçı Murat Demir’in ve 4 Kasım 1993’te Ankara Elmadağ’da Ahmet cem Ersever’in cesetleri jandarma tarafından bulundu. Üç kişiyi kimlerin öldürdüğü bir sır olarak kaldı.

212 Demir & İpek, 1997

213 Demir & İpek, 1997. 1 Mayıs 1996’da 18 yaşındaki Hasan Albayrak göğsünden, 20 yaşındaki Dursun Adabaş ile 29 yaşındaki Levent Yalçın başından kurşunlanarak öldürüldü.

217 ‘İşte İtiraf, İşte Ceset! Sorumlular Nerede?’ (Bia Haber Merkezi), Burhan Ekinci, 02 Şubat 2005”

agy s. 268-270

“(…)

Eski bir korucu olup bu davalarda ifade veren gizli tanık ‘Oğuz’, tutanaklarda yer alan beyanlarında bölgenin karanlık ortamı hakkında bilgi veriyordu:

Birçok kişi öldürüldükten sonra ya yol kenarlarına atılıyor ya da ‘PKK mensubu olarak çatışmada öldürüldü’ diye lanse ediliyordu. JİTEM yetkililerinin anlaşmalı olduğu kişilere yüksek miktarlı paralar verildi. Para verilince gözaltına alınan kişiler serbest bırakılıyordu. Yani bu oluşum… birçok kişiyi yargı makamlarına çıkarmaksızın sorgulayıp infaz etti. Bölgede o zaman hakim ve savcı kamu görevlilerinin hiçbir hükmü yoktu. Her şey jandarmadan soruluyordu. Kızıltepe ilçesine bağlı Tuzluca köyünde 7 kişinin katledilmesine ilişkin duyum şeklinde bilgim oldu. Bildiğim kadarıyla burada öldürülen 7 kişinin PKK sempatizanı olduğu, ancak haklarında resmi bir soruşturma yapılmaksızın örgüt mensubu kıyafetleriyle köye gelen JİTEM elemanları tarafından alınarak yargılanmaksızın öldürüldü.224

(…)

224 Bölgede adı ölümle anılan JİTEM’in Kızıltepe dosyası, Özgür Gelecek, 21 temmuz 2013; http://www.ozgurgelecek.net/manset-haberler/6195-boelgede-ad-oeluemle-anlan-jtemin-kzltepe-dosyas.html”

agy s. 273, 274

Muş

JİTEM faaliyetlerinin Muş Jandarma Alay Komutanlığı’nda olduğuna dair iddialar da vardı. Örneğin, 1994’te Muş’ta gözltına alındıktan 13 gün sonra, kurşuna dizilerek öldürüldükleri iddia edilen 4 kişi için açılan davanın ilk duruşması 20 Ocak 2014’te Van 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Davada tanık olarak ifade veren dönemin CHP Muş İl Başkan Yardımcısı Abdülselam Kişi, ölen kişilerle Muş İl Jandarma Komutanlığı’nda beraber kaldığını söylemişti. İşkenceyle öldürüldükten sonra 6 Kasım 1993 tarihinde su kanalı kenarına bırakılmış olarak bulunan Mehmet Emin Bingöl, Mahmut Acar, Ali Can Öner ve Yakup Tetik’in cesetleri almaya giden maktul yakınlarından Erkan Acar, amcasının kafatasının yarısının olmadığını, vücudunda darp izlerinin bulunduğunu belirtmişti: ‘Alican öner’in iki gözü oyularak çıkarılmıştı. Şıh olan Mehmet Emin Bingöl’ün yüzünün bir tarafından sakalı derisiyle birlikte yüzülmüştü, kesici aletle yapıldığı belliydi, ayrıca bütün cenazeler yerlerde sürüklenmişti.’228 Yine Altınova davası olarak süren 7 kişinin yakılması gibi pek çok olay Muş’taki JİTEM faaliyetleri olarak gösteriliyordu.

(…)

228 http://failibelli.org7haberler/musta-faili-mechul-olayina-20-yil-sonra-dava/”

agy s. 276

“(…) Zira TSK içinde yer almış Koramiral Atilla Kıyat’ın emekli olduktan sonra gözlemlerine dayanarak, ‘1990’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetler devlet politikasıydı… O dönem yüzbaşı, üsteğmen olan kişiler emir üzerine bu cinayetleri işledi. O dönemin cumhurbaşkanları, başbakanları, Genelkurmay başkanları, OHAL valileri nasıl uyuyorlar’287 şeklinde yaptığı açıklama, münferitlikle açıklanamayacak kadar yüksek olan faili meçhul cinayetlerin288 açıklanmasında önemli bir beyanattı. Kürt coğrafyasında çalışmış emekli bir astsubayın bir kişinin hedef olması için ‘kürt kökenli olması ve PKK’ye müzahir olmasının (yani PKK’ye hafif bir sempatisinin olmasının) yeterli olduğu, kendini devlet yanlısı tanıtan birinin ‘Falan PKK yanlısıdır’ gibi bir ihbarı üzerine adamın Özel harekatçı kıyafetiyle evinden alındığını ve 2-3 kişilik infaz ekibi (Tetik Timi) tarafından infaz yapıldığını, buna istihbarat biriminin karar verdiğini’289 söylediği konuşması, faili meçhul cinayetlerin işlenmesinin temelinde bulunan mantığı ortaya koyuyor. (…)

Yine devletin her dönem güvenlikle ilgili bürokratlığını yapmış ve pek çok karanlık organizasyonun faili olarak yargılanmış eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın291 ‘ne yani, teröristleri filitle mi temizleyecektik?’292 ‘1000 operasyon yaptık’, ‘O dönem en olumlu sonuçların, en netice alıcı sonuçların ortaya konduğu bir dönemdir’ açıklamaları o dönemde yapılanları ima düzeyinde de olsa olumluyordu. Herkes için aşikar olan hak ihlallerinin olumlanması çoğu zaman aşağıdaki gibi gazeteciler tarafından da yapılıyordu:

Uğursuz bir coğrafyada yaşayan bu ülke, ileride yine böyle insanlara ihtiyaç duyabilir. Unutmayın. Bu ülke topraklarında bugüne kadar 29 etnik isyan yaşandı. Yarın bir 30’uncusunun olmayacağını kimse garanti edemez. (…) Onlarla savaşacak insanlara bugün de ihtiyaç var, yarın da olacaktır… PKK ile savaşı kaybetseydik ne olurdu? Vatanın bir parçası daha başka bayrakların gölgesinde kalsaydı neler hissederdik? Hadi biz hislerimizi terbiye etmeyi öğrendik, bu ülke ne olurdu? Bu demokrasi yaşamaya devam eder, bu Parlamento hala açık akalabilir miydi? Kazanılmış bir savaşın rahat ikliminde savcı kesilen bu ağızlar, bu kadar rahat açılabilir, kursakta kalanlar böyle huzur içinde etrafa saçılabilir miydi?293

Ancak faili meçhul gibi yasadışı devlet faaliyetlerinin en açık özetini 1993 yılına dek İçişleri Bakanı olan İsmet Sezgin yapmıştı:

Sorumsuz kişilerin birtakım işlere karıştırıldığı çok görüldü Türkiye’de. (…) Terörle mücadele adına oluşturulan teşkilatların kliklerindeki çekişmeden de kaynaklandı bu.295

Faili meçhul ve faili belli olmadığı müddetçe yine bir faili meçhul olarak değerlendirilebilecek ‘kayıplar’ konusunu devlet iktidarının kriz tekniği olarak görüp, nedenlerini özetlersek şunlar söylenebilir:

  1. Kürt coğrafyasında devlete karşı gelişen ‘kültürel egemenlik’ PKK’nin güttüğü siyasetin lehineydi ve hızla kitleselleşen bir karaktere bürünmüştü. (…)
  2. Yargısız infaz, kaybetme veya faili meçhulün yarattığı korku iklimi iktidara benzersiz bir yönetme ağı oluşturabiliyordu. (…)

(…)

3. Siyasi kadroların yok edilmesi siyasi yapının dağılmasına, kontrolü kaybetmesine yol açıyordu. (…)

4. Yargısız infaz, kaybetme veya faili meçhul siyasetle uğraşmayı ölüm-kalım savaşına bağlıyordu. (…)

287 Yeni Şafak gazetesi, 4 Ağustos 2010.

288 Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) verilerine göre tespit edilen faili meçhul cinayet sayısı 1990-2011 yılları arasında 1901’dir.

289 Hüseyin Oğuz’un TBMM Raporu.

291 Çeşitli dönemlerde Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Müdürlüğü yapan Mehmet Ağar, 90 döneminin karanlık faaliyetlerinin kurucusu ve faili olarak daha sonra ‘Cürüm işlemek için silahlı teşekkül meydana getirmek’ gibi pek çok suçtan yargılandı. Beş yıl mahkumiyet aldı.

292 Miliyet gazetesi, 23 Ocak 1998

293 Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 12.2.2002 ve 15.3.2002’den aktaran (Sabuktay, 2010, s. 100)

295 Zaman gazetesi, 16 Şubat 2009″

agy s. 302-305

“(…)

Vedat Aydın’ın cenazesinin defnedileceği gün ise Diyarbakır’da daha büyük bir provokasyon yürürlüğe konmuştu. Cenaze töreninde halkın üzerine ateş edildi. Cenazeye katılan kitleye açılan ateş sonucu 11 kişi yaşamını yitirirken, yüzlerce kişi de yaralandı. Olaydan sonra 1500 kişi de gözaltına alındı. Vedat Aydın’ın cenaze töreninde halkın üzerine ateş açanlardan birinin de kendisi olduğunu söyleyen Yavuz Coşkun adlı itirafçının304 ifadesine göre, Diyarbakır E Tipi Cezaevi müdürünün isteği üzerine 40 itirafçı ile birlikte cenaze törenine katılıp halka ateş açılmıştı. İtirafçı, dha sonra ise 3 aylık özel bir eğitimden geçirirlip birimler halinde Muş ve Bingöl çevresinde çalışmaya başladıklarını söylüyordu.

1992 yılında ise Kürt siyasetçisi, Demokrasi partisi’nin (DEP) de kurucusu, aynı zamanda Gündem gazetesinde köşe yazarlığı yapan gazeteci-yazar 74 yaşındaki Musa Anter 20 Eylül günü Diyarbakır’da öldürüldü. Davat edildikleri yerde beraber gittikleri yeğeni yazar Orhan Miroğlu da ağır yaralandı. (…)

304 Özgür Gündem, 2 Temmuz 1994 tarihindeki ifadesine göre: ‘Teslim olduktan sonra ve itiraflarda bulunduktan sonra beni Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nin 3. koğuşuna koydular. Bu koğuşta 7 ay kaldıktan sonra bir gün cezaevi müdür beni çağırarak yapılması gereken bir iş olduğunu ve bunu yapmamı istedi. İş, Vedat Aydın’ın cenaze törenine katılan insanlara ateş etmekti. 40 itirafçı ile birlikte cenaze törenine katılanlara ateş açtık, ancak onların istediği başarıyı gösteremedik. Olay sonrası tekrar koğuşlarımıza döndük. Birkaç gün sonra bizi tekrardan çağıran Müdür, bizi Emniyet Müdürlüğü’ne götürdü. Burada cenaze törenine ateş açmamız üzerine bir brifing verildi. Eylem amacına ulaşmasa da bizim başarılı olduğumuzu belirten Emniyet Müdürü her birimize bir sertifika vererek ödüllendirdi. Tekrar cezaevine döndük. Müdür, aradan 2 hafta geçmeden bizi tekrar çağırarak eğitim görmemiz gerektiğini belirtti. 3 aylık özel bir eğitim gördükten sonra 3 kişilik bir birim olarak Muş ve Bingöl çevresinde yurtsever insanları araştırıp ortaya çıkarmaya ve bunu raporla emniyete iletmeye başladık. Bir süre böyle çalıştıktan sonra bizden, ortaya çıkarılan bazı insanları öldürmemiz istendi, tim olarak Solhan ilçesine bağlı Oluk köyü muhtarını öldürdük.’”

agy s. 308

“(…) Gazete çalışanları, satıcıları ve bayiilerine yönelik tehdit ve baskıların dışında fiili olarak yapılan saldırılarda gazete çalışanları Hafız Akdemir (Diyarbakır – 8 Haziran 1992), Yahya Orhan (Batman/ Gercüş – 31 Temmuz 1992), Hüseyin Deniz (Ceylanpınar – 10 Ağustos 1992), Musa Anter (Diyarbakır – 20 Eylül 1992), Kemal Kılıç (Akçakale / Urfa – 18 Şubat 1993), Ferhat Tepe (Bitlis – 28 Temmuz 1993), Nazım Babaoğlu (Siverek – 12 Mart 1994) uğradıkları saldırılarla yaşamlarını kaybettiler. (…)

(…) Nazım Babaoğlu, Özgür Gündem gazetesinin Urfa bürosunda Mart 1994 tarihinde ‘İşte tecavüzcü korucular’ başlığıyla Siverek’teki korucularla ilgili haber yapmış, haberde Bucak aşiretine bağlı korucuların bir kadın öğretmenin evini basarak hem öğretmene hem de evinde kalan kız kardeşine tecavüz ettikleri ve olayın ardından koruculardan bazılarının tutuklandığını anlatmıştı. (…)”

agy s. 310

“(…) Hukuk Profesörü Muammer Aksoy’un 31 Ocak 1990 günü Ankara’da öldürülmesi, bir dizi aydın ve gazeteciye yönelecek faili meçhul cinayetlerin başlangıcı oldu. Toplumsal infiale yol açacak bu eylemlerde Hürriyet gazetesi yazarı Çetin Emeç’in 7 Mart 1990’da; İkibine Doğru ve Yüzyıl dergisi yazarı Turan Dursun 4 Eylül 1990’da; İlahiyat Profesörü Bahriye Üçok 6 Ekim 1990’da; Cizre’de Nevruz’u takip eden Sabah gazetesi muhabiri İzzet Kezer 23 Mart 1992’de; Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te; aydın-yazar Onat Kutlar 11 Ocak 1995’te; Ahmet Taner Kışlalı 21 Ekim 1999’da öldürüldü.

(…)”

agy s. 314

“(…) Sendikacılığın özellikle Kürt coğrafyasında çok tehlikeli bir uğraş olduğu, bu dönemde faili meçhul saldırılarla yaşamdan kopartılan kamu sendikacılarının sayısından belli oluyordu.314 Tabloda da görüleceği gibi özellikle öğretmen ve sağlıkçılar ölüm mangalarının fiili saldırılarına maruz kaldılar. (…)

(…)

314 Bu dönemde kamu çalışanlarına verilen cezalar: Görevden uzaklaştırma 12, açığa alma 30, maaş kesme-kınama-uyarı 3860, sürgün 936; kaynak Cumhuriyet gazetesi, 17 Ekim 1999”

agy s. 317

“(…)

İlki, Diyarbakır Eğit-Sen Başkanı Nebahat Akkoç’un Diyarbakır Cezaevi’nde yatmış, çıktığında ise aktif siyasetten kopmamış öğretmen eşine yapılan saldırıdır. Eğit-Sen’in aktif üyeleri Zübeyir Akkoç ve Ramazan Aydın Bilge adlı iki öğretmen, okullarına giderken 13 Ocak 1993’te silahla sokakta öldürüldüler. Maktulün eşi Nebahat Akkoç olayı şöyle özetliyordu:

Eve döndüğüm gün hem bir telefon aldım hem de taziyeye gelen tanımadığım birisi beni bir kenara çağırarak olayın ayrıntıları hakkında konuştu. Dikkatimi çeken telefonda verilen bilgiler ile bana anlatılanların aynı olmasıydı. Anlatılana göre, 34 HK … gerisi çamurla kapatılmış, koyu renkli camları olan bir taksiden inen iki kişi öldürmüş Zübeyir ve Aydın’ı. Birinin adı İ. A., diğerinin adı M. M. imiş. Araçtan inmeyen ama olayın seyrini dikkatle takip eden bir kişi daha varmış. Ancak araçtan inemeyen kişinin kimliği hakkında net bir şey söylenmedi. İ. A. Suriyeli bir PKK’li, M. M. de Diyarbakırlı bir PKK’li imiş. Sonradan itirafçı olmuşlar ve çeşitli cinayetlerde kullanılmışlar. Zübeyir ve Aydın’ı öldüren araç, olaya yakın yerde bulunan bir polis merkezine doğru gitmiş. Hatta sözkonusu merkezin bahçesine girdiğini söyleyenler bile oldu. Evime taziyeye gelen kişi İ. A. ve M. M.’nin olaydan sonra cezaevindeki koğuşlarına gittiklerini, şampanya patlatarak başarılarını kutladıklarını söyledi. Olay akşamı bu iki kişinin uçakla Ankara’ya gönderildiği de anlatıldı. O zaman herkes ciddi bir güvenlik sorunu yaşıyordu. Kimseden açık tanıklık yapmasını isteyemedim. Sonradan da bu kişilere ulaşamadım. Bana anlatılanları ifademde anlattım. Ayrıca AİHM’e dava açtım.315

‘Bir buçuk yılda on altı öğretmen cesedi kucakladım’ diyen dönemin Eğit-Sen başkanı Nebahat Akkoç, kendisine yönelik baskıların eşinin öldürülmesinden sonra giderek arttığını verdiği bir röportajda şöyle anlatıyordu:

Bir süre sonra tehditler almaya başladım. 13 Ocak 1993’te eşimi kontra cinayetiyle kaybettim. Türkiye’de ve Avrupa’da davalar açtım. 1994 seçimlerinde milletvekili adayı olabileceğim söylentisi vardı. Tehditler devam ediyordu. 1994’ün 11 Şubat gecesi on birde kapım çalındı. İki çocuğuma, ‘Babanızı öldürdük, annenizi de götüreceğiz’ dediler. Gece ikide götürdüler beni. Çırılçıplak soydular. Tazyikli su, kaba dayak, her şey… Sordukları da hep aynı şey: ‘Neden aday oluyorsun?’ Daha aday olmamıştım, olmayı aklından geçirmek bile suçtu. Bırakıldıktan sonra bana yapılanları anlattım ama cinsel tacizi anlatamadım. Ancak 6 ay sonra söz edebildim bundan. İşkenceye karşı dava açtım. Şimdi kendimi rahat hissediyorum.316

Hukuk mücadelesine başlayan Akkoç, iç hukuktan sonra kocasının ölümünde devletin ihmali olduğu gerekçesiyle 1993 yılında AİHM’e başvurdu. Bu arada da idari ve adli makamların baskısına maruz kalmaya başladı. Diyarbakır Söz gazetesine verdiği bir demeç nedeniyle disiplin cezası verildi. 1994 yılında gözaltına alınarak 10 gün boyunca gözaltında tutuldu. Gözaltında tutulduğu süre içinde vücuduna elektrik şok verildiğini, buzlu ve sıcak suyla duş, yüksek ışık ve müziğe maruz kaldığını ayrıca güvenlik kuvvetleri kendisine kocasını kendilerinin öldürdüğünü ifade ettiklerini iddia etti. 1997’de bir Hizbullah eylemcisi olduğu iddia edilen bir kişiye bu cinayetten dolayı dava açıldı, ancak sanık daha sonra savcıya verdiği ifadede Hizbullah üyesi olmadığını, Emniyette ifadesinin işkenceyle alındığını söyledi, 1999’da Diyarbakır DGM bu kişiyle ilgili, delil yetersizliğinden beraat kararı verdi. AİHM davası 10 Ekim 2000’de sonuçlandı ve Türkiye, İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2. ve 3. 13. maddesi gereğince ‘yaşama hakkı’ ve ‘işkencenin yasaklanması’ suçundan 90.000 pound tazminat ödemeye mahkum edildi.

(…)

315 Kılıçoğlu, Ademyıldız, & Yeşil, 2011, s. 168-169

316 Pazartesi Dergisi, 1996”

agy s. 319-321

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.