“Ben kendisini ezelden beri bizzat vücuda getiren , bir Tanrı tasavvur etmek istiyordum; fakat meydana getirme deyince insanın aklına hemen bir çoğalma geleceği için, bu Tanrı’dan derhal ikinci bir varlık belirmişti ki, bunu biz ‘Oğul’ adıyla tanıyoruz. Ondan sonra bu iki varlık meydana getirme işine devam etmek zorunda bulunduklarından, bunlar da gene bizzat üçüncü bir varlık halinde belirmişlerdi ki, bu da aynı şekilde vücut bulduğu için, üçü birden aynı derecede canlı ve ebedi bir varlık teşkil ediyordu. Fakat bununla Tanrılığın kadrosu tamamlanmıştı ve onlar artık kendilerine tamamı tamamına benzeyen başka bir varlık yaratamazlardı. Ancak, meydana getirme faaliyeti durmadan devam ettiği için, bunun üzerine bu sefer içinde bir karşı koyma duygusu besleyen ve gene tıpkı kendileri gibi hiçbir kayda tabi olmamakla beraber, aynı zamanda da hem kendi birliklerine bağlı, hem de yetkileri kendileri tarafından sınırlandırılmış bulunacak olan, dördüncü bir varlık yaratmışlardı. İşte bu, artık bütün yaratma kudreti kendisine geçerek, bundan sonraki varlıkların hepsi kendisinden çıkacak olan, Lucifer’di. Bu da, hepsi tıpkı kendisine benziyen, hiçbir kayda tabi olmayan, fakat varlığına bağlı ve yetkileri kendisi tarafından sınırlandırılmış olan bütün melekleri yaratmak suretiyle, sonsuz faaliyetini hemen ispat etmişti. Fakat etrafını saran bu ihtişamın içinde, o yüksek ana kaynağını unutarak, bunu bizzat kendisinde bulabileceğini sanmış, bunun üzerine de, bize tanrılığın fikir ve maksatlarına uymuyormuş gibi görünen ne varsa, hepsi bu ilk nankörlükten fışkırmıştı. Ondan sonra o ne kadar kendi benliği içinde toplandıysa, gerek kendisi gerekse ana kaynaklarına yükselmenin tatlı duygusundan mahrum ettiği bütün o ruhlar için, bu o kadar fena olmuştu. İşte böylece, bize meleklerin ayrılması şeklinde gösterilen şey vukubulmuştu. Bunların bir kısmı Lucifer’le birlikte bir araya toplanmış, diğer bir kısmı tekrar onun ana kaynağına doğru dönmüştü. Bütün yaratıkların böyle hep bir araya toplanmasından -zira bunların hepsi Lucifer’den çıkmıştı ve ona uymak zorundaydı- bizim madde şeklinde gördüğümüz, hep ağır, sert ve karanlık olarak tasavvur ettiğimiz, fakat doğrudan doğruya Tanrı’dan değilse bile onun zürriyetinden gelen ve bu bakımdan babaları ile ataları gibi her şeye kadir ve ebedi olan, bütün o varlıklar doğmuştu. Lakin -eğer ona böyle dememiz caizse- bütün kötülük, sadece Lucifer’in o tek taraflı hareketinden doğduğu için, bu yaratıklar pek tabii olarak en iyi bir şeyden mahrum bulunuyordu; çünkü bunlar, bir araya toplanma sayesinde kazanılan şeylerin hepsine malik oldukları halde, ancak yayılma sayesinde meydana getirilebilen şeylerin de hepsi onlarda eksikti; böylece bütün yaratıklar, bir araya toplanmalarının hep devam etmesi yüzünden, birbirlerini kemirip, babaları Lucifer’le birlikte kendilerini yok ederek, tanrılıkla aynı derecede ebedi olmak hususundaki bütün emellerini kaybedebilirlerdi. Bu hale Elohim’ler bir süre seyirci kalmışlardı ve bu sırada, ya ortalığın temizleneceği ve kendilerine yeni bir yaratma için yer açılacağı o ebedi devirleri beklemek veyahut da hemen işe karışarak, o sonsuz kudretiyle mevcut yaratıkların yardımına koşmak hususlarından birini seçmek, onların elindeydi. Nihayet onlar ikinci şıkkı tercih ederek, Lucifer’in o hareketinin sonucu olan bütün eksiklikleri, sadece iradeleriyle, bir an içinde tamamlayıvermişlerdi. Sonsuz varlığa yayılma ve kendilerine karşı kımıldanma kabiliyetini bahşetmişlerdi; hayatın kan damarları yeniden tamir edilmişti ve bizzat Lucifer bu tesirden kurtulamamıştı. İşte bu, bizim ışık diye tanıdığımız şeyin belirdiği ve yaradılış adıyla anlatmaya çalıştığımız olayın başladığı evredir. Bu iş, Elohim’lerin hiç durmadan tesirini göstermekte devam eden yaratıcı kudretleri sayesinde o kadar çok dal budak saldığı halde, gene tanrılıkla olan o eski bağı kurabilecek kadar becerikli bir varlığın eksikliği duyulduğundan, bunun üzerine, her bakımdan Tanrı’ya benziyen, hatta onun bir eşi olan, fakat aynı zamanda hem hiçbir kayda tabi bulunmaması, hem de yetkilerinin sınırlandırlmış olması bakımından Lucifer’in durumunda bulunan, insan meydana getirilmişti; bu tezat onun varlığının bütün safhalarında kendini göstereceği gibi, mükemmel bir şuurla kesin bir irade de, karşılaşacağı bütün hallerde ona arkadaşlık edeceğinden, onun aynı zamanda hem en mükemmel hem de en kusurlu ve hem en bahtiyar, hem de en bedbaht yaratık olması gerektiği, önceden tasarlanmıştı. Çok geçmeden bu da tamamiyle Lucifer’in rolünü oynamıştı. iyilik yapandan yüz çevirme, nankörlüğün esasını teşkil ediyordu ve böylece, bütün yaratılış ana kaynaktan ayrılışla tekrar ona dönüşten başka bir şey olmadığı ve olamayacağı halde, o ayrılma ikinci defa olarak pek belirli bir şekilde vukubulmuştu.
Bu nazariyede, ayrılmanın yalnız ezelden beri gerçekleşmiş bulunduğu farz edilmekle kalmayarak, aynı zamanda edebiyete kadar devamının zaruri ve hatta, yaradılışın ve varlığın bütün devirlerinde hep yenilenmesinin gerekli sayıldığı kolayca görülür. Bu düşünceye göre tanrılığın, daha önceden kendisi için bir kılıf olarak hazırlanmış bulunduğu insan şeklini kabul ederek, bu benzemeyle sevinçlerini artırmak ve acılarını hafifletmek üzere, kısa bir müddet onun alın yazılarını paylaşmasından daha tabii bir şey olamaz. Bütün dinlerin ve felsefelerin tarihi bize, insanlar için elzem olan bu büyük gerçeğin, muhtelif uluslar tarafından türlü türlü şekillerde, hatta garip masallar ve resimlerle onların o dar kafalarının alabileceği bir tarzda öğretilmiş bulunduğunu gösteriyor; yeter ki bütün bunlardan hiç olmazsa, bizi alçaltıyor ve eziyormuş gibi görünen, böyle olmakla beraber gene bize yükselmek ve Tanrı’nın maksatlarını yerine getirmek fırsatını veren, hatta bunu bize bir ödev yapan bir durumda bulunduğumuz ve bir yandan ister istemez benliğimizin içine çekilerek kendi yağımızla kavrulurken, öte yandan da benliğimizin dışına çıkarak, nabızlarımız muntazam attığı halde, kendimizi kaybetmekten geri kalmadığımız, anlaşılabilsin.”
Kendi Hayatımdan Şiir ve Hakikat III, Goethe, Çev: Recai Bilgin, Maarif Basımevi, İstanbul, 1954, s. 201-205