O bilmezdi başkasını. Hem ben de bilmem. İnsan kendisinden başkasını nasıl bilebilir ki? Kimin kendisi için yarattığı bir şaşkınlığı yok ki? Zaman zaman şaşırdığımız olmuyor mu kendimize. Sahi; sen hiç mi şaşırmadın kendine? Hayret ya Hu!
O gün daha çok şaşkındı. Uzun uzun izledi geceyi. Uzun uzun ağladı gök yüzüne karşı. Hoş; bir başkasının yüzüne karşı hiç ağlamamıştı. Bunu hak eden birisi varsa eğer, en azından o gök yüzü olmalıydı. Kayan yıldızları görmedi. Saymadı körlüğünü. İçinde öyle ağır bir yük taşıyordu ki, yerinde duramıyordu bir türlü. Siz hiç büyük bir acının tadına bakmadınız mı? Elbette baktınız. Oysa acıyı ağzında geveliyordu. Dişlerinin arasında ezdikçe eziyor, dilinin etrafında gezdirip, yutuyordu. Suyunu çıkarıyordu acının. Böbreğinde ki taşları dökerken de bunu yapardı. Bazı acılar vardır ki, şiddetle çakan şimşek, düşen yıldırım gibi darmadağın eder. İşte o taşlar dökülürken, kaybettiği kendini ancak narkoz ile bulabilirdi. Morfin de fena değildi. Ama taşlar fenaydı. Küçük ama ağırlardı! Şimdiyse, yine büyük bir acının sağını solunu kurcalıyor, dokunmaması gereken yaralarını oyuyordu. Taşların da fena olmadığını geçirdi aklından. Tattığı en büyük acı neydi şimdiye kadar? Aklından geçirdi ama uğraşmadı sıraya koymak için. Hemen yolcu etti bu fikri. Gözü ellerine takıldı kısa bir süreliğine. Tırnaklarının uzunluğu ile yüzleşince, şaşırdı. Hızlı adımlarla yürüyordu terasta. Bir uçtan bir uca mekik dokuyordu. Sokağa fırlaması, nefesi kesilinceye dek koşması, yorgunluktan bitap düşene kadar vücuduna yorgunluk aşılaması an meselesiydi. Öte yandan çok bitkin hissediyordu kendini. Çıkmaz bir sokaktaydı. Kahrolası bir düşüncenin içerisine hapsolmuş iğrenç bir böcek gibi hissetti kendini. Kendinden tiksindi, nefret etti, düşman oldu kendine. Sokaktan geçen insanların sesleri cılız bir tını olarak vızıldıyordu. Gülüşmeler, bağrışmalar… Daha çok nefret etti kendinden. Neden onlardan biri olamıyordu şuan? Neden o kalın sesli, sesinden de iri yarı olduğu anlaşılan genç, o değildi? Neden yanında ki cılız ses? Hiç fark etmezdi. O an bir cır-cır böceği olmaya bile hayır diyemezdi. Defalarca sordu kendine. Defalarca düşman oldu… O gece en büyük düşmanını kazanmıştı. Kendini…
Bir insanın en büyük düşmanı; kendisinden başkası değildir. Çünkü yenilemeyecek en büyük düşman, insanın kendisidir.
Düşmanı ile olan mücadelesine daha fazla dayanamayacağını ve eninde sonunda yenileceğini biliyordu. Kendini yere sermesi an meselesiydi. Çünkü hiç acımıyordu kendine. İşin ironisi ise; zayıf yanlarını ondan daha iyi bilen hiç kimse yoktu. Bütün kozlar kendi elindeydi. Düşmanının elinde… Bir anda şiddetli bir korkuya kapılıp, panikledi. Ne kadar zamanı kalmıştı? Tam olarak kestiremiyor, sadece “az” diyebiliyordu. Çok az zamanı kalmıştı. Yarım kalan bir veda yazısı bırakmak istemiyordu. Son kez anlaşılma fırsatını elinden kaçırmaktan ürperdi. Son isteği buydu; anlaşılmak için canını vermesi gerekiyorsa, ağzından yada kaleminden çıkan sözcüklerin daha inandırıcı olması için noktalarını kırmızı bir kanla koyması gerekiyorsa, bunu yapmaya hazırdı. Umrunda bile değildi. Hızla indi merdivenleri. Yine o masanın üzerine yürüdü. Yine o kalemi ellerine doladı. Yine aynı nida ile girdi söze;
“Ama bu; bir sonun başlangıcıdır. Hissettiğim ve korktuğum bir son. Sonralarıysa özlediğim.. Dertler, sıkıntılar, kavgalar.. Sebebini bir türlü anlayamadığım, hor gördüğüm bu dövüşler niye? Bir türlü yer bulamadım kendime. Gidecek yerim de hazırdı, kalacak yatağım.. Lakin orada ki kendimi, bir türlü sevemedim. O yüzden kovdum herkesi. O yüzden gözlerinin içine baka baka sevmediğimi söyledim. Sevdiklerime.. Kızıyordum çünkü içten içe. Hazmedemedim.. Cümlelerin bile sonunu getiremem ben. Öyle sabırsızım. Hemen bir kaç nokta gelir oturuverir sonlarına. Anladığın kadar..
Ağırdan almalıymışım her şeyi. Bu kadar acele etmeye ne gerek vardı? Oldu-bittiye geldi sevdalarım. Çocukluğum, gençliğim.. Yetmişinde yürüyenler, bir gözleri toprağa bakarken, bir ayakları çukurdayken; “yirmi yaşındayım” deyip çıldırtıyorlar beni! Hay ben sizin içinizde ki çocuğa… Bense yirmi dokuzun son yokuşunda, bir ihtiyar taşıyorum omuzlarımda. İçi geçmiş, çürümüş bir ceviz gibiyim. Kabuğumdan başka her şeyim yalan.. O da kırılır nasıl olsa, iştahı kabarınca hayatın. İşte tam oralardayım. Kabuğumun çatlağında..
Ben biraz siyahım, haberin var bundan. Karanlığım, koyuyum, acıyım. Hep öyleydim. Bu biraz da ayık kalmakla ilgili. Hani; rüya ile gerçek birbirine çok yaklaşır da, ufak bir acı ile kontrol edersin ya gerçeği, işte onun gibi. Ağlamak, gülmek, üzülmek; yaşadığımı hissettiriyordu bana. Canlılığıma şahitlik ediyordu. Elbette bazen dengesi şaşıyor terazinin. Dozu kaçabiliyor keyfin gözüne. O zamanda kaşınmaya başlıyor, bir deli mantar gibi, hastalık gibi görüntüler.
Herkesin sevdiği bir yer var. Bir şarkı, bir resim.. Bende siyahı sevdim oldum olalı. Doğdum doğalı.. Anılarda saklıydı her şey. Herkesin sevgisi orada..”
Bazı konularda haklıydı ve uzun bir süre daha haklı kalmaya devam edecekti.
Herkesin en sevdiği; anılarındaydı. En nefret edilenler de olabilirdi orada. Aynı şey değildi bu. Ama en sevilenler, orayı hiç terk etmezlerdi.