(…) Bu düşüncenin oluşmasında Nazilerin iktidara gelmek için ve iktidarda kaldıkları süre boyunca kitle iletişim araçlarını faşizmin amaçları doğrultusunda etkin bir biçimde kullanmalarının gözlenmesi etkili olmuştur. Faşistlerin mesajları bir uyarıcı işlevi etkisi görüp kitlelerde anında bir etki yaratıyordu. Bunun dışında Amerika Birleşik Devletleri gibi görünüşte demokratik ülkelerde bile medya kitle kültürü ve popüler kültür ürünleri aracılığıyla izleyici kitlelerin en alt düzeydeki ortak beğenilerine hitap ederek onları tüketici ve seçmen olarak yönlendirdiği görülmüştür.
(…)”
Kitle İletişim Kuramları (Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar), Levent Yaylagül, Dipnot Yay., Ankara, 2014, s. 55
“Bu kurama (bilişsel uyum kuramı, blog.not.)göre insanların sahip oldukları tutumlar, inançlar ve değerler, kendi arasında tutarlı ve uyumludur. Bunlar arasında bir uyumsuzluk ve tutarsızlık meydana geldiğinde insanlar, çatışmaları azaltmak suretiyle dünya görüşlerini kendi içinde tutarlı hale getirmeye çalışırlar. İnsanlar medyadan ya da herhangi bir enformasyon kaynağından kendi tutum ve düşünceleriyle tutarlı olmayan mesajlar aldığında yapacakları birkaç şey vardır. Ya kendi düşünceleriyle tutarlı olan mesajları alırlar, ya da kendilerininkiyle çelişen mesajları reddederler; ya uyumsuzluk konusunun önemini azaltırlar ya da kendisininkiyle uyumsuz olan mesajı kabul edip kendi tutum ve davranışını aldığı bu mesajla uyumlu hale getirirler. Böylece izleyiciler, medyadan gelen mesajları algılamada seçici davranırlar.
Algı seçiciliği kuramında iki alan, “seçici maruz kalma” (selective exposure) ve ”seçici hatırlama” (selective retention) birbirine benzer. Bazı insanlar bilerek bazı televizyon kanallarını izler, bazı dergileri ve gazeteleri okurlar. Bazı insanlar kendi düşüncelerine karşı olan ve onların düşünceleri ile uyuşmayan televizyon kanallarını izlemez, gazeteleri ve dergileri okumazlar. Bunlardan bilerek kaçınırlar. Bu davranış seçici maruz kalma davranışıdır. Seçici hatırlamaya göre ise insanlar medyadan edindikleri enformasyon ve düşüncelerden kendi istediklerini hatırlarlar, istemediklerini hatırlamazlar(Agee, Ault ve Emery, 1 985 :32).
(…)”
agy s. 59, 60
“(…) Okulun (Frankfurt Okulu, blog. not.)kitle kültürü ve kitlelere karşı olumsuz yaklaşmalarının temelinde Avrupa’ da yükselen faşist hareketler ve iktidarların kültür (ve bilinç) endüstrilerini kullanarak kitleleri kolayca yönlendirebilmelerini gözlemlemeleri (de) yatmaktadır. (…)”
agy s. 100
“(…)
Marcuse, faşist sistemin kapitalizmin kendisini tehlikede gördüğü dönemlerin politikası olduğunu düşünmektedir. Ancak faşizm kapitalizmi kurtaramaz. Çünkü faşizmin kendisi kapitalist çelişkinin terörist örgütlenişidir. Ancak faşizm toplumda bir kez yerleştiği zaman o toplumdaki devrimci potansiyeli yıkabilir.
Kapitalist toplumlarda egemen sisteme karşı ilk gerçek tehdit işçi sınıfından gelmez. Bu tehdit ancak üniversite gençliğinden ya da gettolarda yaşayanlardan gelebilir. Kapitalist toplumlarda toplumsal yapıyı dönüştürme potansiyeline sahip olan sol hareketler her zaman bölünmüş bir durumdadır. Hiçbir zaman sol bütünsel bir yapı içerisinde hareket edememiştir. Solda bulunan insanlar her zaman çok farklı alternatiflerin, hedeflerin, strateji ve taktiklerin peşinden koşmuşlardır. (…)”
agy s. 104
“(…) Feodal toplumlarda devletin en önemli ideolojik aygıtı kilise idi. Bugün ise eğitim kurumları ve medya en önemli ideolojik aygıtlar haline gelmişlerdir. Bu kurumlar sistemle uyumlu işgücünün yeniden üretimini gerçekleştirir.
Devletin İdeolojik Aygıtları, insanların içinde yaşadıkları dünya ve toplum hakkında yanlış fikirlere sahip olmalarına neden olur. (…)”
agy s. 118
“(…)
Aslında yapısalcı kültür ve dil incelemelerinin kökeni 1928’de Vladimir Propp’un yaptığı Masal’ın Biçimbilimi (1990) adlı çalışmaya kadar götürülebilir. Propp bu çalışmasında masalları ve popüler halk hikayelerini tematik olarak yapısal bir şekilde inceler. Hikayelerin ve masalların çok farklı kahramanları ve konuları olmasına rağmen binlerce hikaye ve masalın aslında yapısal olarak birbirlerinin benzerleri olduğu sonucuna ulaşır. (…)
(…)
(…) Mitler, toplumun bilinç altını ortaya çıkarmaya yarar. (…)”
(…)
Barthes, çağdaş kapitalist toplumlarda da mitler üretildiğini belirtir. Bu mitler kitleleri baştan çıkarır ve birer taklitçiye dönüştürür. (…)”
agy s. 121-123
“(…) Hall, Althusser’i takip ederek medyanın gerçeği inşa etmesine rağmen gerçeği yansıtıyormuş gibi yaptığını belirtir. (…)”
agy s. 129
“(…)
Kapitalist toplumlarda en büyük kültür endüstrisi olan medya kapitalist sınıfın mülkiyetindedir ve kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülmesinde ekonomik ve ideolojik işlevleri vardır. Bu işlev halkı bilgilendirmek, eğitmek ve eğlendirmek adı altında egemen değerleri halka aktararak onları toplumun kurumsal yapısı ile bütünleştirecek kültürel ve ideolojik formasyonları aşılamak şeklinde gerçekleştirilir. Bu yaklaşıma göre, kapitalist toplumlarda medyanın en temel ideolojik işlevi sınıf çıkarlarının ve çelişkilerinin gizlenmesidir. Maddi servetin kapitalist sınıfın elinde toplandığı ve geniş halk yığınlarının sefalet ücretlerine mahkum edildiği burjuva toplumlarında egemen değerleri topluma aktarmak için medya her gün toplumu yirmi dört saat ileti bombardımanına tutar. Medya bunu yaparken de egemen sınıfın çıkarlarını toplumun genel çıkarları olarak yansıtır.
(…)”
agy s. 148, 149
“(…)
b. Yansızlık Miti: Toplum , hükümetin, medyanın, eğitimin ve bilimin toplumsal çıkar kavgalarının dışında olduğuna inandırılır. Oysa bu toplumlarda medya tamamen ticari bir yapı arz eder. Mevcut ekonomik sisteme bağlı ve bağımlıdır. Aynı şekilde insanların bilimin yansızlığına inanmaları istenir. Ancak eğitimin amacı da egemen sınıfın amaçları doğrultusunda insanları şartlandırmaktır.
c. Değişmeyen İnsan Tabiatı Miti: Zihin yönlendirenlere göre ne insanın tabiatı ne de dünya değişmez bir yapıdadır.
d. Sosyal Çatışmanın Mevcut Olmadığı Miti: Her türlü toplumsal mesaj üretim merkezleri toplumda meydana gelen her türlü çatışmayı gerek oluşumu, gerekse kökeni itibarıyla bireysel bir sorun olarak sunarlar. Enformasyon yöneticileri için, çatışmaların toplumsal (sınıfsal) kökeni yoktur. Her türlü filmde olduğu gibi ”iyi” ve ”kötü” çocuklar
vardır.
e. Medya Pluralizmi Miti: Buna göre toplumda enformasyon çeşitliliği vardır. Böyle bir ortamda kişisel tercihler ön plana geçmektedir. Özetle; kapitalist toplumlar çoğulcu toplumlardır ve seçme özgürlüğü vardır.
(…) Haber alma ve yayma işi çok pahalı bir iştir. (…)
(…)
(…) Reklamlar insanlara hazır davranış ve rol kalıpları sunarlar(Harms ve Kellner, 2006). (…) Kapitalist toplumda uyumadan geçirilen bütün zamanlar iş zamanıdır. (…)
(…)
Reklamlar insanlara sadece malları satmazlar mallarla birlikte bir kimlik de satarlar. (…)
Günümüz toplumlarının kültürü büyük oranda reklam şirketleri tarafından biçimlendirilmektedir. Reklamların amacı tüketimi teşvik etmektir. Tüketilecek şeyler çoğaldıkça insanlar tüketebilmek için daha çok çalışmakta daha çok çalıştıkça da daha çok yabancılaşmaktadırlar. (…)”
agy s. 162-165
“(…) Kapitalist toplumlarda bilinçle ilgili tüm etkinlik alanları birer endüstriye dönüşmüştür. (…)
(…) İletişim ve kültür endüstrileri insanların neyi göreceğine ve duyacağına ve ne hakkında konuşacağına bu endüstrilerin sahiplik ve mülkiyet yapısı ve bunların kiraladıkları ücretli profesyonel çalışanlar tarafından karar verilir.
(…)”
agy s. 169, 170
“(…) Örneğin; Türkiye’de siyasi tutuklulara yapılan işkenceler ya da işçi sendikalarına yapılan saldırılar yalnızca insan hakları savunucuları ve çok az politik güce sahip gruplar tarafından medyanın gündemine getirilecektir. ABD yönetimi Türkiye’de 1980’de kurulan sıkıyönetimi başından beri desteklemiştir. Amerikan iş çevreleri de komünizme düşmanlığını açıkça ilan eden, yabancı sermaye için teşvikler getiren, işçi sendikalarını baskı altına alan ve Amerikan dış politikasını sadakatle destekleyen (bunlar genelde birbirleriyle yakından ilgili meziyetlerdir) rejimlere hep sıcak yaklaşmışlardır. Türkiye’de hükümetin kendi yurttaşlarına uyguladığı şiddete yer vermeyi seçecek medya kuruluşları ise bilgi kaynakları bulup bunları desteklemek için ek masraf yapmak zorunda kalacaktır. Ayrıca hükümetin iş çevrelerinin ve tepki üretebilen sağcı odakların şiddetli eleştirilerine hedef olacaklar ve bu şekilde Don Kişot gibi yel değirmenlerine saldırdıkları için reklam verenler de dahil olmak üzere iş dünyasının gözünden düşeceklerdi. Bu kurumlar egemen Amerikan çıkarının değersiz bulduğu kurbanlar
üzerinde durdukları için yalnız kalacaklardı.
(…) Ayrıca hükümet ve medya dışı büyük şirketler, reklam vermeme, TV yayın ruhsatını iptal etme, hakaret davaları açma ve dolaylı veya dolaysız olarak başka tür saldırılarda bulunma tehdidiyle medya üzerinde kolaylıkla baskı uygulayabilecek konuma (ve servete) sahiptir.
(…)”
agy s. 177, 178
“(…)
Golding ve Murdock’a göre (1979: 15) kapitalist toplumlarda üretim araçlarını kontrol eden kapitalistler, düşüncelerin üretimi ve dağıtımını sağlayan araçları da kontrol etmektedirler. Yani, düşünce üretim araçlarının mülkiyeti kapitalistlerin elinde yoğunlaşmıştır. Bunun neticesinde kapitalist sınıfın dünya görüşü ve değer yargıları topluma yayılır. Böylece kapitalist sınıf düşünce üretim araçlarına sahip olmayan sınıfların üzerinde egemenlik kurar. Kapitalist sınıfın bu ideolojik tahakkümü varolan toplumsal ve sınıfsal eşitsizliklerin meşrulaştırılmasını ve sürdürülmesini sağlar. Golding ve Murdock, Marx’ın ve Engels (1992)’in Alman İdeolojisi’nde ortaya koyduğu ”üretim araçlarını kontrol eden sınıfların düşünce üretim araçlarını kontrol ettiği” yönündeki görüşünü desteklemektedirler.
(…)”
agy s. 180
“(…)
Örneğin, Ariel Dorfman ile birlikte Mattelart (1975), Amerikanın en büyük kültür endüstrilerinden olan Walt Disney’in bütün dünyaya ihraç ettiği Donald Duck’ın ideolojik içerik analizini yapmıştır. Burada ekonominin önemsiz ve görünmez hale getirildiğini, insanların bütün faaliyetlerini boş zaman ve eğlenceye göre düzenlediklerini, özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde geçen hikayelerde burada yaşayanların aptal ve geri insanlar olarak gösterildiklerini ve ayrıca bu insanların modern insanlar için birer tehlike arz ettiklerini ve kapitalist zenginliğin ve tüketime dayalı maddi beklentilerin toplumun itici gücü olarak sunulduğunu göstermiştir.
(…)”
agy s. 185
“(…) Bugün dünyanın en zengin 359 kişisinin zenginliği, en alttaki 2.9 milyar insanın gelirine eşittir. En zengin üç kişinin geliri dünya sıralamasındaki son 48 ülkenin ulusal gelirlerine eşittir. İnsanların gıda, su, eğitim, tıbbi yardım gibi sorunlarını çözmek, açlığı, kötü beslenmeyi ve salgın hastalıkları yok etmek için 255 en zenginin gelirinin % 4’ü yeterlidir. Avrupalıların bir yılda parfüm için harcadıkları para 13 milyar dolardır ve bu para sağlık ve gıda ihtiyaçlarını karşılamaya yeterlidir. Bu, sorunların teknik olarak çözülebilmesini sağlayacak kaynağın olduğunu ancak kapitalist mülkiyet düzeninin buna izin vermediğini göstermektedir.
(…)
20. yüzyıl tarihine bakıldığında dünya sistemi açısından şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. 1914- 1945 yılları arası İngiltere’nin boşalttığı dünya liderliği için Almanya ile ABD arasındaki mücadelelerle geçmiştir. Bu mücadelede SSCB belirleyici bir faktör olarak yerini almıştır. İki dünya savaşı arasındaki dönemde etkili olan en büyük olay 1929 dünya ekonomik buhranıydı. Bu buhran ancak II. Dünya Savaşı ile atlatılabildi. II. Dünya Savaşını çevre ülkelerdeki bağımsızlık hareketleri izledi. 1917 Bolşevik ihtilali ile kurulan SSCB’nin amacı merkezi bir planlama ile sanayileşme ve kalkınmayı gerçekleştirmekti. Bu büyük oranda da gerçekleştirildi. 1929 Ekonomik buhranı ve SSCB’nin etkisiyle II. Dünya Savaşı sonunda Batılı kapitalist ülkelerde Keynesci Refah Devleti anlayışı gerçekleştirildi. II. Dünya Savaşı sonucunda dünya üç sosyal projenin yan yana ve iç içe yaşadığı bir dünya sistemine tanıklık etti. Buna göre; (a) Batılı ülkelerde refah devleti anlayışı, (b) Bunun çevresinde Bandung Konferansı ile harekete geçen ulusal kalkınma ideolojisi, (c) SSCB’nin özerk kapitalistsiz kapitalizm dönemi (Amin, 1993 ve 2000).
Batılı ülkelerdeki refah devleti anlayışı ve üçüncü dünyadaki ulusal kalkınma hareketleri 1970’li yıllardaki ekonomik krize kadar sürdü. SSCB’de 1980’li yılların sonunda ABD’nin gerçekleştirmiş olduğu yeni ve yoğun bir birikim aşamasını temsil eden elektronik sanayi devrimini gerçekleştiremediği için yıkılmış ve geride kocaman bir pazar, hammadde ve işgücü alanı bırakmıştır.
Küreselleşme denilen süreç SSCB’nin yıkılması ile birlikte ABD önderliğindeki çok uluslu şirketlerin dünya üzerindeki hegemonyasının adıdır. Yeryüzündeki bütün devletler ve uluslar bu hegemonyaya tabi kılınmıştır. ABD askeri-endüstriyel imparatorluğu bütün dünyaya egemen olmuştur. Ancak yaşanan bu süreç kapitalist ideologların iddia ettikleri gibi insanlık için bir son nokta değildir, geçici bir durumdur ve insanlık için tarihsel bir uğraktır.
1970’li yılların başında Batı kapitalizmi yeni bir krize girmiş ve bu kriz neticesinde yavaşlamış ve gerilemeye başlamıştır. 1974-75’lere gelindiğinde kriz doruk noktasına çıkmıştır. Bu krize çare olarak neo-liberal politikalar uygulanmaya başlamıştır. Neo-liberal politikalar düşen kar marjlarını yükseltmek için Keynes’çi Refah devleti anlayışı ile batıda işçi sınıfının kazanmış olduğu bir takım sosyal haklar üzerinde kısıtlamaya gidilmeye başlandı. Neo-liberal politikalarla kuralsızlaştırma (deregülasyon) süreci başlamıştır.
Neo-liberalizmin önerdiği ekonomi politikaları sonucunda şunlar ortaya çıkmaktadır; (a) Ulus devletler arasında var olan ekonomik sınırlar kalkacak, ülkelerin pazarları büyük şirketlere açılacak ve uluslararası sermayeye dayalı şirketler yeryüzündeki doğal kaynaklardan herhangi bir sınırlama olmaksızın faydalanacaklardır. (b) Sermaye ve teknoloji onu ellerinde tutanların istek ve ihtiyaçları doğrultusunda herhangi bir engelleme ile karşılaşmaksızın bütün dünya pazarlarında kapitalistin karını en çoklaştırmak için çalışacaktır. (c) Dünyada uygulanacak olan endüstri, finansman, bankacılık, teknoloji ve kültür politikaları egemen batılı çokuluslu şirketler tarafından belirlenecektir (Manisalı, 2000: 1 9).
(…)”
agy s. 188-190
“(…) Küresel kapitalist sistemin getirmiş olduğu demokrasi ve özgürlük küresel sermayedarların ve yerel işbirlikçilerinin demokratik ve özgür bir biçimde bütün dünyayı talan etmeleri özgürlüğüdür. Akşama içecek bir tas çorbası olmayan insanların dünyayı kapitalistlerin gözünden görüp anlamlandırmaları da ideolojilerin sonunu değil, emperyalist ideolojinin gücünü ve egemenliğini göstermektedir.
(…) Küresel sermayenin ürettiği mayoyu giymeyen müslüman kadınlar için küresel sermaye tarafından haşema (hakiki şeriat mayosu) üretilmektedir. Amerikan kolasını protesto edenler için Mekke kola üretilmektedir. (…)”
agy s. 202, 203