Anasayfa > Books / Kargakara > İbrahimi Anlatı (15)

İbrahimi Anlatı (15)

İmdi İbrahimi anlatıdaki bu noktaya Yecüc ve Mecüc bağlamında değindikten sonra Hıristiyanlığın oluşum sürecini izlemeye devam edeceğiz ki Hıristiyanlığın bugünkü halini alması uzun zaman sürecektir.

 Erken Kilise Tarihi

İlk yüzyıllarda Hıristiyan inancında dikkat çeken iki nokta görsel Musevilik’tekinden farklı bir ruhban düzeninin gelişmesi ve inancın mantıksal olarak ifade edilmesidir.

İsa’nın gerek Petrus’a gerekse diğer öğrencilere söylediği bazı sözler kilise önderlerine geçen bir yetki olarak algılanmıştır: “Ben de sana derim ki: Sen Petrus’sun, ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım; ve ölüler diyarının kapıları onu yenmiyecektir. Göklerin melekûtu anahtarlarını sana vereceğim; yeryüzünde bağlıyacağın her şey göklerde bağlanmış olur, ve yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde çözülmüş olur.”[1]

İlk kilise yapısı Sayılar kitabındaki İsrail’in yönetimi örnek alınarak oluşturulmuştur. Birinci yüzyıl sona ermeden önce var olan kilise topluluklarında Diakonos yani hizmet görücü, Presbi-teros yani ihtiyar ve Episkopos yani üst yönetici veya gözetmen görevleri oturmaya başlamıştır. Presbiteryen yaşlılar tarafından yönetilen demektir. Çöldeki İsrail’i ihtiyarlar yönetmiştir. Dolayı-sıyla ihtiyarlık sistemi Sinagog düzeninden alınmıştır. Zaten ilk kilise ibadetleri de Yahudi ibadetlerinden alınmıştır. Bazı kiliseler-de birden fazla Episkoposun görevde olduğu bilinmektedir. Büyük olasılıkla Presbiteros ve Episkopos kavramları aynı görev için de kullanılıyordu: “Hizmetse, hizmet etsin. Öğretmekse, öğretsin. Öğüt veren, öğütte bulunsun. Bağışta bulunan, bunu cömertçe yapsın. Yöneten, gayretle yönetsin. Merhamet eden, bunu güler yüzle yapsın.”[2]

Pavlus, Efeslilere yazarken de elçi peygamber ve öğretmenlerle beraber müjdeci ve Yunancada çoban anlamına gelen önderlerin de olduğunu belirtmektedir: “Bazılarını resul, ve bazılarını peygamber, ve bazılarını incil vaizi, ve bazılarını çoban ve muallim olmak üzre kendisi verdi.”[3]

Pavlus başlatmış olduğu kiliselerde sorumluluk taşıdığını düşündüğünden onlara sürekli müdahale etmiştir. Bu kiliselere bir nevi önderlik etmiştir. Yuhanna da mektuplarında kendini Presbi-teros yani ihtiyar olarak tanımlar ve kilisede üstün olma hevesinde olan Diotrefis’in kendini tanımadığından yakınır: “Kiliseye bazı şeyler yazdım; fakat aralarında faik olmak sevdasında olan Diot-refis bizi kabul etmiyor.”[4]

2. yüzyılda ilk kiliselerdekinden farklı düzenler ortaya çıkmaya ve adı geçen görevler mevcut bulunan kiliselerde çoğunlukla kabul görmeye başlamıştır. İgnatius gibi kilise babalarının yazılarında da belirttiği gibi Episkopos’un tek yönetici olduğu kilise sistemi giderek yaygınlaşmıştır. Elçi Petrus ve Pavlus’un da Roma ile olan bağlantılarından dolayı o kilisenin Episkopos’u giderek bir önderlik rolü üstlenmeye başlamıştır. Yeruşalim’in yanı sıra Antakya ile İskenderiye’de geniş bölgelerin baş sorumlusu ve bununla beraber bir başpiskopos koltuğuna sahip olmuşlardır. Roma İmparatorlarının Hıristiyanlığa giderek daha fazla ağırlıklarını koymaları ve İstanbul’un da başkent olması ile birlikte İstanbul da böyle bir konuma sahip olmuştur.

O dönemlerde beş patriklik vardır:

  1. Yeruşalim Patrikliği: Bu patrikliğin önemi diğer kiliseler üzerindeki etkisi yönünden değil de daha çok tarihsel açıdandır. Tarihte evrensel kilise içinde Yeruşalim Patrikliği bir baba figürü olarak görülmüştür.
  2. Antakya Patrikliği
  3. İskenderiye Patrikliği: Buradaki kilise de alegorik bir yorumlama anlayışı oâkimdir. Kutsal Kitap’taki kelimelerin gerçek anlamlarını değil daha çok altında yatan derin anlamları bulmaya çalışmışlardır. Yani Kitabı Mukaddes’in sadece ne dediğini değil ne demek istediğine de bakmışlardır. Bu yüzden İskenderiye Kilisesi, Kutsal Kitap yorumlama konusunda çok fazla ilerlemiştir.
  4. Roma Patrikliği: Bu patriklik iki açıdan önemliydi. Her şeyden önce Roma İmparatorluğu’nun merkeziydi. Aynı zamanda da Pavlus ve Petrus’un önderliği de buranın önemini artırıyordu: “Ben de sana derim ki: Sen Petrus’sun, ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım; ve ölüler diyarının kapıları onu yenmiyecek-tir.”[5] İsa’nın söylediği bu sözler yüzünden zamanla diğer kiliseler arasında bir üstünlüğü oluşmuştur. İlk dönemlerde diğer kiliseler üzerinde bir yetkisi ya da üstünlüğü olmamış; sadece eşitler arasında ilk olarak görülmüştür.

Roma Katolik Kilisesi’nin papalık sisteminde ise piramit şeklinde bir bağ oluşmuştur. Böylece Roma Kilisesi diğer bütün kiliselerin üzerinde yetkili olmuştur. Bu zamanla oluşmuş bir sistemdir ve tarihsel olarak Roma Kilisesi’nin bütün kiliseler üze-rinde önderlik etme iddiası bazılarınca doğru görülmemektedir. Çünkü Petrus yüzünden bir ayrıcalığı olmuşsa ve eşitler arasın-daki ilk olarak görülmüşse de bu, diğer kiliselerin verdiği bir öncelikti; yani bu öncelik Roma Kilisesi’nin anladığı şekildeki gibi bir öncelik değildi.

  1. İstanbul Patrikliği: Bu kilise önderlik açısından biraz geç kalmıştı. Çünkü bu kilise biraz geç kurulmuştu. Önceleri küçük bir kasabaydı ve kasaba kilisesiydi. Ama daha sonra imparatorluğun yeni başkenti olunca bu kilise de canlanmış ve aktif bir kilise haline gelmiştir. Bu yüzden de daha sonraki zamanda İstanbul’daki patriklik Ekümenik[6] Patriklik olarak tanınmıştır.

İsa, Yeni Ahit’in birçok yerinde birlik ve beraberliği vurgulamıştır. Son akşam yemeğinde, “‘Allah’ın Rabbi bütün yüreğinle, bü-tün canınla, bütün fikrinle seveceksin.’ Büyük ve birinci emir budur. Ve buna benziyen ikincisi şudur: ‘Komşunu kendin gibi seveceksin.’ Bütün şeriat ve peygamberler bu iki emre bağlıdır”[7] diyecektir. Yine Yuhanna kitabında bu minvalde Tanrı’ya, “Bana verdiğin izzeti ben de onlara verdim ki, biz bir olduğumuz gibi, onlar da bir olsunlar”[8] diyecek ve öğrencilerine şöyle buyuracaktır: “Size birbirinizi seviniz diye, yeni bir emir veriyorum; sizi sevdiğim gibi siz de birbirinizi seviniz. Eğer birbirinize sevginiz olursa, benim şakirtlerim olduğunuzu bütün insanlar bununla bilecekler.”[9] Lakin Hıristiyanlara göre inanlıların çok önceden söyledikleri gibi kilise henüz yoldadır (in via) ama vatan da (in patria) değildir. Yani Mesih’e iman edenler topluluğu hâlâ yoldadır; henüz ait olduğu vatanına ve amacına kavuşmamıştır. Tarihi tamamlayacak olan göksel yargıç gelmeden ve Mesih izleyicilerine kurtuluşun bu son aşamasını sağlamadan kilise bu yolda ilerlemeye devam edecektir. Çünkü İsa’nın bunca vurgulamasına karşın Hıristiyanlar arasındaki bölünmeler daha en başında ortaya çıkacaktır. Daha önce de değindiğimiz gibi genç kilisenin karşılaştığı ilk tartışma doğal olarak Yahudi inancı ile ilgili olmuştur. Mesih inancı sadece çok sayıda Yahudi tarikatından bir tanesi miydi yoksa ayrı bir inanç mıydı? Yahudiliğin bir tarikatıysa o zaman çeşitli milletlerden gelen bu inanlılar Tanrı’nın anlaşma yaptığı bu gruba dahil olduklarını göstermek için sünnet olmalı ve Şeriatı tutmalıydılar. Elçilerin İşleri ve Pavlus’un mektuplarında bu konularla ilgili bazı sert tartışmaları görmüştük. Sonuç olarak Pavlus insanın herhangi bir iyi iş ya da sevapla kurtulamayacağını sadece Mesih’te sağlanan lütufla ve imanla kurtulabileceğini savunmuştur.

İşte daha önce de değindiğimiz gibi ilk imanlılar arasındaki ilk sorun bu şekilde çıkmıştır. Ama Pavlus ve Barnabas bu konuyu görüşmek üzere Yeruşalim’e gitmişler ve ikisinin görüşleri orada destek bulmuştur. Bununla birlikte birçok Yahudi Mesih inanlısı yer yer geleneksel uygulamaları sürdürmeye devam etmişlerdir. Ama 66 yılında Yahudilerin Roma’ya karşı başlattıkları özgürlük savaşı çıkınca topluluk Yeruşalim’i terk etmiş ve Erden Nehri doğusuna Ürdün Krallığına göç edip bir süre orada yaşamışlardır. Bu Yahudi kökenli Hıristiyanlar daha sonra iki gruba ayrılacaklardır:

 Ebiyoncular: Adlarını fakirler anlamına gelen İbranice bir sözcükten türetmişlerdir. Bu grup, İsa’yı büyük bir peygamber ve Mesih olarak kabul etmiş, fakat Tanrı’nın Oğlu olduğuna iman etmemiştir. Bu nedenle de Pavlus’un öğretisinden hoşlanmamış-lardır. Çünkü Pavlus, Şeriatı tutmakla değil, ancak Tanrı Oğlu’na imanla ve lütufla kurtulunabileceğini söylüyordu. Bunlardan bazı-ları bakire doğuşu kabul ettiği halde çoğu İsa’nın Meryem ile Yu-suf’un doğal oğulları olduğunu ve vaftizde Mesih’in ona bir güver-cin olarak indiğini savunmuşlardır. Ayrıca İsa’nın bilinmeyen Baba’yı duyurduğuna inanmışlardır. Ebiyoncular Mesih’in asla acı çekemeyeceğini dolayısıyla da İsa çarmıha gerilmeden ve dirilme-den önce ondan ayrıldığını da öğretmekteydiler. Öğretilerine göre insan kurtuluşunu iyi işleriyle ve dinsel eylemleri ile kazanabili-yordu. Çok tutucu ve katıydılar. Pavlus’u şeriatten ayrılan biri olarak reddetmişler ve toplantılarında Matta’nın bir İbranice versiyonunu okumuşlardır. Ebiyoncular Ürdün’ün doğusuna, hatta Arap Yarımadası’na kadar gitmişler ve birkaç yüzyıl boyunca ken-di kimliklerini koruyabilmişledir. Bazılarına göre, Peygamber Mu-hammed’in rastladığı Hıristiyanlar Ebiyonlar’dır. Ortodoks Hıristiyanlara göre bu da Muhammed’in gerçek bir Hıristiyan’la karşı-laşmadığı ve İsa ile ilgili doğru bilgiler öğrenmediği anlamına gelmektedir.

Nasıralılar: Bu grup İsa’ya Tanrı Oğlu olarak iman etmiş, fa-kat Yahudi kimliklerine sadık kalmışlardır. Bugünkü Mesihçi Ya-hudiler Nasıralılar’a çok benzemektedirler. Bu grup aynı zamanda Pavlus’un öğretişlerini ve lütufla kurtuluşu da kabul etmişlerdir. Nasıralılar, Ürdün’ün doğusuna yerleşip bir süre ayakta kalabil-mişlerdir. Hatta bu gruptan bugüne kadar bile Irak’ta kalmış Hıristiyanlar olduğu söylenmektedir. Bugün Irak’ta Asurlu Hıristi-yanlar ve Kildani Hıristiyanları olmak üzere iki grup Hıristiyan bulunmaktadır. Bunların Aziz Thomas veya Nasıralılar’dan geldiği düşünülmektedir.

Böyle başlayan ayrılıklar daha sonra Doğu ve Batı Kilisesi ayrımına kadar çetrefilli bir süreç izleyecektir. Öncelikle Hıristiyanlık, Hellenizmin oldukça etkisinde kalacaktır. Bu da Hıristiyanlığın doğduğu coğrafyanın doğal etkisidir. Mısır, Suriye, Anadolu ve İran’dan çıkma birbirine benzeyen pek çok kült ölmüş ve dirilmiş bir kurtarıcı Tanrı ile bağlantılıydı. Çoğu Diyonisos veya bir diğer ismiyle Bacchus etrafında kurulmuştu. Bu mitolojik öyküye göre Zeus ile Persefone’nin oğlu Zagreus bir boğa biçiminde doğmuştur ve tüm dünyaya hâkim olacaktır. Bunun üzerine Zagreus’u kıskanan Titanlar onu paramparça edip yemişler ancak Athena, Zagre-us’un kalbini kurtarmış ve Zeus onu yutmuştur. Sonra Semele, Zeus’a Diyonisos’u doğurmuş. Ama daha sonra anlaşılmış ki Diyo-nisos bir zamanlar boğa olarak doğmuş olan Zagreus’un reankar-nasyonuymuş. Zagreus dünyaya yeniden Diyonisos olarak gelmiştir. Boğa verimliliğin sembolü olmakla beraber Diyonisos ya da diğer adıyla Bacchus şarap, hayvan ve her türlü sebzenin tanrısı oluvermiştir. Bu Tanrı’ya tapınanlar ibadetlerinde bol bol şarap içerler ve tanrıların yaşamına paydaş olmak için yeni kesilmiş bir boğanın kanlı etinden yerlerdi. İnançlarına göre Diyonisos’un ruhunun kendi ruhlarına sahip çıkması için ibadetin sonunda da hızlı hızlı dans edip kendilerinden geçerlerdi.

Bazı gizemli kült tarikatları ise Orfeus adıyla bağlantılıydı. Orfeus kökenli tarikatların özünde yine Diyonisos mitolojisi bulunuyorsa da bunlar etiksel yönden daha kaliteli ve kontrollüydüler. Onlara göre madde ve beden kötüydü. İnsan ruhunun bu bağlardan kurtulması gerekiyordu. İnsanın tekrar tekrar doğduğuna ve bu şekilde de beden hapishanesinden kurtulduğuna inanıyorlardı. Ancak maddesel bağlardan ayrılmayı başaran ruh sonsuza kadar süren bir mutluluk yaşayabilirdi. Özlenen bu özgürlüğe temizlik ve aşırı sıkı bir disiplinle erişebileceklerini düşünüyorlardı. Bu yüzden de bu tarikata mensup olmak isteyen kişiler giriş töreninde önce çiğ et yerler, daha sonra da bir daha hayatları boyunca hiç et yemeyerek kendilerini kirlenmeden uzak tutabileceklerine inanırlardı.

Platonizm ve Neoplatonizm aracılığı ile Orfeus inançları Yunan dünyasına o kadar girmiştir ki çoğu zaman Mesih inanlısı olmuş Yunanların düşüncelerinde etkin olmaya devam ederek kiliseleri etkilemiştir. Bu tutuma sahip olanlar her tür et ve maddenin kötü, ruhun ise iyi olduğunu savunmuşlardır. Bunun için her insanın ulaşmaya çalışması gereken hedef, ruhu bedensel kirlenmeden kurtarmasıydı. Bu görüşler Hıristiyan tarihi boyunca tekrar tekrar bazı akımlarda ve mistik çevrelerde etkili olmaya devam etmiştir. En adanmış ve etkin Hıristiyan önderler bile bu görüşlerden etkilenmişlerdir.

2. yüzyılda Ortodoks Hıristiyan doktrinin karşısındaki en önemli grup İsa’nın Tanrılığını kabul etmeyen Gnostikler olmuş-tur. Öncelikle belirtmek gerekir ki bilmenin imkânsız olduğunu savunan Agnostizm ve Gnostizm birbirinden farklıdır. Gnostizm I. ve II. yüzyıllarda ortaya çıkmış gizemli, dini-felsefesi bir tarikattır. Tinsel gizler bilimi ya da bilgi anlamındaki Yunanca ‘gnosis’ söz-cüğünden adını almış olan bu akım 1. yüzyılda sadece kısmen belli olmuştur. Daha sonraları ise geniş taraftar kitlelerine ulaşmıştır. Hatta başka akımlara da temel olmuştur. Günümüzde bile etki-lerini görmek mümkündür. Paganist Gnostikler de vardı. Bazıla-rında dualizmden, farklı Yunan düşünce ya da Suriye kaynaklı görüşlerden, Mezopotamya astrolojisi ve Mısır inançlarından olu-şan bir görüş karması vardı. Bugün hâlâ Gnostik düşüncenin etki-leri görülebilmektedir. Özellikle günümüzün popüler akımı ‘New Age’ ve Hinduizm, Budizm, Zen gibi Doğu dinleri Gnostizm’e ben-zemektedir. Bütün bu karmaşanın içine bir de Hıristiyanlığın bazı öğretileri katılınca daha geniş bir kitlenin ilgisini çekmiştir. Gnos-tik düşüncenin ilk takipçisinin Elçilerin İşleri 8:9-24 ayetlerinde adı geçen Büyücü Simun olduğu düşünülmektedir: “Fakat şehirde sihirbazlık eden, kendisini büyük bir adam göstererek Samiriye ahalisini hayrete düşüren Simun adlı biri vardı; ve: Allah’ın Büyük denilen kudreti budur, diyerek küçükten büyüğe kadar hepsi ona dikkat ederlerdi.”[10]

İngiliz düşünürü Bertrand Russel, İsa’yı bir insan peygamber sayması açısından İslam Peygamberi Muhammed’in de bir Gnostik olduğunu söylemektedir. Örneğin, kimi Gnostikler’e göre çarmıha gerilen İsa’nın hayalidir, kimilerine göre de insan-İsa’dır. Kimile-rine göre de İsa vaftiz edildiği sırada Kutsal Ruh insan-İsa’nın vü-cuduna girmiş ve tam çarmıha gerileceği sırada ondan ayrılmıştır. İsa’nın ‘Allah’ım, niçin beni bıraktın’ sözünü de bunu kanıtlamak için kullanırlar: “Dokuzuncu saatte İsa yüksek sesle bağırdı: Eloi, Eloi, lama sabaktani? ki tercüme olundukta, Allah’ım, Allah’ım, niçin beni bıraktın? demektir.”[11]

Gnostisizm de kendi içinde temel olarak iki kola ayrılmıştı. Bunlardan ilki madde dolayısıyla bedenin kötü olduğu düşüncesidir. Bu yüzden de bu düşünceye sahip olanlara göre Tanrı’yı hoşnut etmek için bedenlere eziyet etmek gerekir. Bu düşünceden ‘Çileciler’ denen bir grup çıkmıştır. Bu gruptaki insanlar birçok Doğu dinindeki gibi Tanrı’ya ulaşabilmek için acı çekmek, sert kurallarla yaşamak gerektiğini; böylece kötüden arınıp adım adım Tanrı’ya ulaşacaklarını; ilahileşeceklerini düşünmüşlerdir. Bu grup etiksel kuralları aşırı boyutlara vardırmıştır. Bedensel isteklerine eziyet ve şiddet içeren yöntemlerle karşılık vermişlerdir. İkinci grup ise, “Bedenlerimiz zaten kötü o zaman bedenlerimizle yapacağımız hiçbir şeyle Tanrı’yı hoşnut edemeyiz” düşüncesiyle ahlaki kuralları hiçe saymışlardır. “Bedenle ne yaparsan yap önemli değil, zaten kötü ruhun iyi olsun yeter” diye düşünmüşlerdir. Bunun üzerine hiçbir ahlaki kural tanımayan bir grup daha ortaya çıkmıştır. Bu grup ise bedenlerini önemsememiştir. Çünkü ruhları bedenleri tarafından kirletilemezdi. Bu yüzden bu gruba mensup olanlar Hıristiyanların yapması uygun olmayan Pagan dini şölenlerine katılmış ya da cinsel ‘ahlaksızlıkta’ sakınca görmemişlerdir. Bu Gnostik grupların bazıları mevcut kiliselerde kalıp ibadete devam etmişler, bazıları ise kendi topluluklarını kurup orada geldikleri kiliselerden farklı bir ayin düzeni oluşturmuşlardır. Bir kısmı da Roma İmparatorluğu’nun her yerinde rastlanan mistik kültlerin uygulamalarını benimsemişlerdir.

Gnostikler evrensel bir din yaratma amacıyla farklı kaynaklardan önemli unsurlar alarak o günün insanına cazip gelecek bir öğreti sunmak istemiş; bunu yaparken de İsa’ya önemli bir rol vermişlerdir. Onu herkese hitap edecek olan bir Kurtarıcı olarak sunmuşlar, ancak bunu yaparken ortaya koydukları yorumlar İncil’de tanıtılan İsa’dan çok farklı bir Kurtarıcı ortaya çıkarmıştır.

Özellikle Pavlus ve Yuhanna, Gnostikler’e karşı yazmışlardır: “Görünmez Allah’ın sureti, bütün hilkatin ilk doğanı odur; çünkü göklerde ve yeryüzünde, görünen ve görünmiyen, gerek tahtlar, gerek hâkimiyetler, gerek riyasetler, gerek hükûmetler, bütün şeyler onda yaratıldı; bütün şeyler onun vasıtası ile, ve onun için yaratılmıştır; hepsinden evvel olan kendisidir, ve bütün şeyler onda kaimdir. Ve bedenin, yani, kilisenin başı kendisidir; her şeyde faik olan kendisi olsun diye, başlangıç ve ölülerden ilk doğan odur. Çünkü bütün doluluğun onda mukim olmasına, ve onun haçının kanı ile sulh etmiş olarak onun vasıtası ile gerek yeryüzünde olan şeyleri, gerek göklerde olan şeyleri, onun vasıtası ile bütün şeyleri kendisile barıştırmağa Baba razı oldu.”[12] “KELÂM başlangıçta var idi, ve Kelâm Allah nezdinde idi, ve Kelâm Allah idi. O, başlangıçta Allah nezdinde idi. Her şey onun ile oldu, ve olmuş olanlardan hiçbir şey onsuz olmadı. Hayat onda idi, ve hayat insanların nuru idi. Nur karanlıkta parlar, ve karanlık onu anlamadı. Allah tarafından gönderilmiş bir adam çıktı, onun adı Yahya idi. Bu adam şehadet için geldi, ta ki, o nur hakkında şehadet etsin de bütün insanlar onun vasıtası ile iman eylesinler. Kendisi o nur değildi, ancak o nur hakkında şehadet etmeğe geldi. Dünyaya gelerek her insanı aydınlatan gerçek nur var idi. Dünyada idi, ve dünya onun ile oldu, ve dünya onu bilmedi. Kendininkilere geldi, ve kendininkiler onu kabul etmediler. Fakat onu kabul edenlerin hepsine, onun ismine iman edenlere, Allah’ın oğulları olmak salâhiyetini verdi. Onlar ne kandan, ne bedenin iradesinden, ne de insanın iradesinden değil, ancak Allah’dan doğdular. Ve Kelâm beden olup inayet ve hakikatle dolu olarak aramızda sakin oldu; biz de onun izzetini, Babanın biricik Oğlunun izzeti olarak gördük.”[13]

Fakat her ne kadar Ortodoks Hıristiyanlık Gnostisizmle mücadele etse de çelişik bir biçimde bizzat kendi içinde Tanrı’nın insan olması ve bu insan olmuş Tanrı ile kutsallaştırıcı eylemler yoluyla birleşilebileceği inancı gibi Gnostisizme zemin oluşturacak mistik öğeler barındırmakta idi. Hatta denebilir ki gnostisizmin Hıristiyanlığın aşkın (transcendent) Tanrısıyla bir olma çabasının ilk denemesini de Gnostiklere karşı yazmış olan elçi (apostolos) Pavlus yapmış ve Gnostiklere yol açmıştır. Hatırlanacağı gibi Pavlus ölümü ilk günahın sonucu olarak görmekteydi. Dolayısıyla insan doğuştan doğası (physis) gereği günahkârdır ve ölüme mahkûmdur; ölüm cezasına çarptırılmıştır. Ama Tanrı kendi iradesiyle insan olarak insana kurtuluş yolunu açmıştır. Bu kurtuluş yolu da Pavlus’a göre İsa’yla bir olmaktır. Böylece insan Tanrı’nın bu lütfu (gratia) sayesinde İsa gibi yeniden doğma ve ölümü aşma olanağına kavuşmuştur. İşte Pavlus’un bu görüşleri Ortodoks Hıristiyan öğreti içindeki mistik bir unsur olarak Hıristiyanlığın sapkın bulduğu gnostisizmin de nüvesi haline gelecektir.

Hıristiyanlıkta ortaya çıkacak ve sonradan sapkınlıkla suçlanacak diğer bir akım da Karadenizli Marcion’un kurucusu olacağı Marcionculuk olacaktır. Karadenizli Marcion, kilisenin İncil’i çarpıtarak değiştirdiğini iddia etmiş ve bunun için de kiliseyi tekrar kendisinin savunduğu İncil’in sade aslına dönmeye çağırmıştır. Ona göre kilisenin bu hatası İncil’i Yahudi inancı ile bağdaştırmasından kaynaklanmıştır. Marcion, Eski Anlaşma Tanrısı’nın kötü olduğunu ve İsa’nın “iyi ağaç hem iyi hem de kötü meyve veremez” sözünü dünyaya atfederek, içinde bu kadar acı ve kötülüğü barındıran bir yerin kötü bir varlığın eseri olması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu kötü yaratıcıyı da Gnostikler’in de kullandığı Platonik Demiurgos terimiyle tanımlamış ve dünyanın yanı sıra insanın da bu kötü Tanrı’nın eseri olduğunu söylemiştir. Bu konuda belki de Gnostikler’den etkilendiği için, ruh ve beden arasında bir zıtlık da görmüştür. Marcion, Eski Anlaşma’daki Tanrı’yı kanlı, kurban isteyen, savaştan hoşlanan, kötü bir Tanrı olduğu için reddetmiştir. Sıkı bir yasayla insanları yöneten bu varlık sürekli kararlarını değiştirmekte, Âdem’in nerede olduğunu bilmemekte ve Sodom ile Gomora kentlerinde ne olduğunu öğrenebilmek için oraya inmek zorunda kalmaktadır. Marcion’a göre bu Tanrı bir yandan put yapmayı yasaklarken öte yandan Musa’ya tunç bir yılan yapmasını buyurmuştur. Sonuçta Âdem’i Demiurgos yaratmıştı ve bu yüzden de kötülüğün dünyaya girmesinden sorumluydu. Kana susamış Davud’u tutması ve insanların çoğalması için iğrenç cinsel ilişki yöntemini icat etmesi de Marcion’a göre bu Tanrı’nın kötü karakterini göstermekteydi. Hamileliğin verdiği rahatsızlık ve doğumun acıları da Eski Ahit Tanrısı’nın eziyet çektirmeyi ne kadar sevdiğini göstermekteydi.

Marcion öğretilerinde Yahudilerin Tanrısı’na karşılık kendini İsa’da açıklayan ikinci bir Tanrı’nın var olduğunu öğretmiştir. Hatta ona göre belki de iyi olan bu tanrı kendini İsa’da açıklayana kadar varlığı Demiurgos tarafından bile bilinmemekteydi. Sevgi dolu olan bu Tanrı, insanın içinde bulunduğu durumu görmüş ve üzülmüştür. Öbür kötü Tanrı’nın eseri olan insanlara karşı hiçbir sorumluluğu olmamasına karşın insanlara acımış ve onları kurtarmak için İsa da dünyaya gelmiştir. Marcion aynı zamanda Mesih’in bir bedene sahip olmadığını sadece bedeni varmış gibi yaptığını söylemiştir. Doketizm olarak bilinen bu inanca Gnostikler arasında da rastlanmıştır.

Marcion’un savunduğu İncil’e göre İsa gökten inerek yeni bir krallık kurmaya başlamıştı, ama Eski Anlaşma’nın Tanrısı’na sadık kalanlar onu alıp çarmıha germişlerdi. Aslında bunu yaparken bilmeyerek de olsa tapınmakta oldukları Demiurgos’un yenilgisine katkıda bulunmuşlardır. Nitekim İsa’nın ölümü insanları kurtarıp yeni egemenliğe aktarmak için ödenmesi gereken bir bedeldi. İsa böylece aynı zamanda önceden de Demiurgos’a ait olmayan ve bu yüzden de onun gözünde kötü olan ölmüşleri de yeraltı dünyasından kurtarmıştır. Tanrı’nın Demiurgos’un yönetiminden kurtulmak isteyen insandan beklediği tek şey iman yani sevgisine imanla karşılık vermekti. Böylece insanlar artık Demiurgos ve onun yaratıkları olan Yahudilerin şeriatinden özgür olabileceklerdi.

Marcion’a göre Pavlus, İncil’i iyi kavramıştı. Elçi öğretilerinde ve yaşamında Lütuf ile Şeriat arasındaki keskin farkı çok net görmüştü. Lütuf, Tanrı’nın hak edilmeksizin bağışladığı iyilik ve İncil’in özüydü ama kilise tarafından çarptırılmıştı. Marcion’un üstlendiği görev ise bu haberi tekrardan doğru ve saf bir şekilde insanlara sunmaktı. Bunun için Pavlus’un yazdığı mektupları toplamış ve onları kendi görüşlerine göre başkaları tarafından eklenmiş olan parçalardan arındırmıştır. Marcion ayrıca İncil bölümlerinden de sadece bir tanesinin yetkin olabileceğini savunarak kararını Luka İncili’nden yana vermiştir. Luka İncili de diğer düzeltilmiş Pavlus mektupları parçalarına eklerken savunduğu Yeni Ahit’e gölge düşürebilecek bazı kısımlarını da temizleyerek, kendisine göre ilk kutsal kitap olarak kilisesine sunmuştur. Bu yaptığıyla aslında daha önce de değindiğimiz gibi kilise tarihinde ilk Kutsal Kitap sıralaması yapan kişidir. Bunun üzerine kilise de kendince doğru Kutsal Kitap düzenlemesini yapmak için harekete geçecektir.

Çok iyi çalışan Marcion aynı zamanda çok yetenekli bir önder ve organizatördü. İzleyicilerini kendi kurduğu kiliselerde toplamış, üyelerine evlenme ve cinsel ilişki kurma yasağı koymuştur. Hatta önceden karı koca olmuş olan kişilerden de boşanıp bekâr olarak yaşamalarını istemiştir. Marcioncular inançları uğruna şehit olmak üstün bir nitelik olarak görmüşlerdir. Zor şartlara rağmen Marcion özellikle imparatorluğun doğu kesimlerindeki kiliselerde geniş bir izleyiciye sahip olmuştur ve bu durum 5. yüzyıla kadar yer yer devam etmiştir.

Ortaya çıkan bir başka akım da dünyanın sonunun çok yakın olduğuna, İsa’nın tez geleceğine ve yeni Yeruşalim’de kurulacak kusursuz topluma inanılan Montaizmdir. 170’li yıllarda yaşamış olan Montanus vaftiz olduğunda dillerle konuşmaya ve peygamberlik etmeye başlamıştır. Montanus’a göre Yuhanna’da vaat edilen Parakletos onun ağzından konuşuyordu: “Ben de Babaya yalvaracağım, ve o size başka bir Tesellici, hakikat Ruhunu, verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun; onu dünya kabul edemez, çünkü onu görmez, ve bilmez; siz onu bilirsiniz, çünkü yanınızda duruyor, ve içinizde olacaktır.”[14] İsa Mesih’in gelişinin yakınlığı ile ilgili zaten birçok görüş ve böyle bir beklenti de olduğu için bu akım insanların dikkatini çekmiştir. Hatta Pavlus bile bu soruna mektuplarında değinmiştir.

[1]            Matta 16:18-19.

[2]            Romalılar 12:7-8.

[3]            Efesliler 4:13.

[4]            3. Yuhanna 1:9.

[5]            Matta 16:18.

[6]            Ekümenik; bütün dünyada müşterek, ortak olan.

[7]            Matta 22:37-40.

[8]            Yuhanna 17:22.

[9]            Yuhanna 13:34-35.

[10]          Elçilerin İşleri 8: 9,10.

[11]          Markos 15:34.

[12]          Koleseliler 1:14-20.

[13]          Yuhanna 1:1-14.

[14]          Yuhanna 14:16-17.

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.