KURGU SARMALI
I
“Biliyorsun, kaybetmesi gereken biri vardı ve o da sen oldun.”
Ergenlik dönemimde –sanırım on yedi yaşlarındayken– bir öğle vakti uykuyla uyanıklık arasında yatağımdayken babam başucumda böyle demiş gibi gelmişti bana. Sonra gözlerimi açıp baktığımda kimseyi görememiştim. Ya kafamda duymuştum bu sözleri ya da gerçekten babam yatağımın başucunda söyleyip gitmişti bunları. Eğer bunlar babamın sözleriydiyse başka bir soru daha çıkıyordu ortaya: Bana mı seslenmişti yoksa kendisine mi? Bunu da hiç bir zaman bilemeyeceğim çünkü ona hayattayken sormadım veya soramadım. Belki sormak aklıma bile gelmedi. Belki şimdi önemsiyorum o anı ya da önemsediğimin farkına varıyorum. Ama şu anda kendi kendime soruyorum bunu kişisel bir tarihçi gibi…
Ona göre kaybeden ben miydim yoksa o muydu? Bana söylemiş olabilirdi, çünkü hayatımın hiç bir döneminde tam anlamıyla esenliğe kavuşmayacak olan ruhum hakkında ilk kez belirli bir teşhisin konulduğu ilk aylardı onlar. O zamana kadar zamanla geçeceği düşünülen ve sırasıyla çocukluk, ergenlik diye isimlendirilerek kanıksanabilen; böylece çevredeki diğer oğullarla aynı kategoride değerlendirilebilmemi sağlayan tuhaflıklarıma bir hastalık ismi verilmişti artık: Depresyon. Bu da belki artık babamın tek oğlunun hastalıklı bir tip olduğu gerçeğiyle yüzleşmesine sebep olmuş; işte bundan dolayı kendini kaybetmiş bir adam olarak yorumlamış olabilirdi. Çünkü bütün babalar oğullarının kendilerini geçmesini, en azından kendi ölçütlerine göre aynı seviyeye ulaşabilmelerini umarlar. Çoğu zaman kabaca soyun devamı olarak görülen erkek çocuklar bu anlamın dışında babanın yarım kalan işlerinin, gerçekleştirilememiş arzularının yerine getirilmesi göreviyle de sorumlu tutulurlar babalar tarafından. Kısacası ölümlü ruhlarının bir türevi, bir devamı olarak düşünülürler. Sonuçta o anda –yazın en sıcak günlerinde– diğerleri gibi sokakta arkadaşlarıyla değil de ilaçlar yüzünden yatakta sersem bir vaziyette yatan bir oğul, bir baba için hayal kırıklığı olarak algılanmış olabilirdi.
Hastalığımdan hiç kurtulamayacağımı düşünmüş ya da sezmiş ki gerçekten hayatım boyunca mecazi anlamda yataktan bazı kısa anlar dışında kalkmamış, hiç bir zaman uzun bir dönem tam bir ruhsal bütünlük içinde olmamış olduğumu şimdi ben de hissediyorum –olduğu için bana söylemiş olabilirdi bu kutsal kitaptan alıntı gibi duran cümleyi. Bir ihtimal de cümlede bana hitap etmiş olması. Belki hiç de o anki durumuma kendi bireysel başarı ya da başarısızlığı açısından bakmamış müşfik bir baba olarak tek oğlu için üzülerek söylemişti bu cümleyi. Böyle bir cümlenin hiç söylenmemiş olması, bu duyumun beynimdeki bazı nöronların bir anlık kısa devresinin bir sonucu olması ihtimali de orta yerde duruyor tabi ki.
Belki bir gün bu yazdıklarımı birileri okursa gerçekte söylenip söylenmemiş olduğu bile belli olmayan bir cümleyi bu kadar çok kurcalamamı garip bulacaktır. Sonuçta din adamlarının meali üzerinde bir türlü anlaşamayıp kanlı bıçaklı olduğu hatta ayrı mezheplere bölündüğü bir ayet, “cogito ergo sum” gibi felsefe tarihinde çığır açmış bir önerme ya da “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir; İleri!” gibi ülke tarihine damgasını vurmuş bir cümle değil bu. Ama bence bir oğul için –en azından bu dünyada– babasının kendisi hakkında söylediği sözler bunlarda çok daha fazla önemli ve belirleyicidir. Sanırım farkına varılmasa da baba dediğimiz kişiler bu dünyada bizi iyi ya da kötü olarak yargılayabilen tek merci. Burada Tanrı’nın, toplumun, vicdanlarımızın o da olmadı, arkadaş, eş ve dostun da bizleri yargılayabileceği söylenecektir. Bunları da sırasıyla şöyle cevaplamak istiyorum:
Tanrı yeryüzündeki bütün eylemlerimize sessizlikle karşılık vererek o ilahi yargısını ölümden sonrasına erteliyor sürekli. Bu arada bu sessizlik insanlarca kızgınlıktan sevgiye türlü şekillerde algılansa da hiç bir zaman bu sessizliğin gerçekte ne ifade ettiği konusunda emin olunamıyor. Beri yandan, küçük bir azınlık dışında ki buna ben de dahilim insanların çoğu kendileri cinayetten, tecavüze, rüşvetten yolsuzluğa ne yaparlarsa yapsınlar, Tanrının onları anlayışla karşılayacağı, çünkü günahlarının kendi ruhlarından ziyade koşullardan kaynaklandığı fikriyatı içinde yaşıyor. Oysa baba bize bir alaycı bakış, acı bir söz, hatta tokat kadar yakın. Bana öyle geliyor ki Hristiyanlığın kutsal üçlemesinde Tanrıya babalık vasfının verilmesi de bu yakınlığı vurgulayarak kavramsal düzeyde de nefesinin insanların ensesinde hissettirilmek istenmesinden kaynaklanmış biraz da.
Gelelim toplumun insanları yargılamasıyla babanın yargılaması arasındaki derin farka.
Toplumun yargısı asla bir babanınki kadar ikna edici değildir; çünkü son yüzyıllarda insanlık, toplumun değişimini ve bu değişimin hızını neredeyse eliyle tutabilecek kadar yoğun biçimde hissedebiliyor. Dün suç olan bugün makul karşılanıyor; dün devlet ve halk düşmanı olarak cezalandırılanlar, bugün ya devrim ya demokrasi şehidi olarak algılanabiliyor. Kaldı ki artık insanların eylemleri aynı anda daha pek çok şekillerde de algılanabiliyor toplumlarda. Yani artık hukukun cezalandırdığı bazı adi suçluların bile efsane haline geldiği bu medya çağında muğlak bir toplumun yargısını, dölü olduğunu bildiğimiz, belli bir şahsiyeti olan kanlı canlı bir adamın yargısından üstün tutamayız.
Kendi vicdanımızın yargısına gelirsek, tek cümleyle modern insan vicdanına hükmedebilen, ona karşı her zaman bahaneler bulabilen ve onu susturabilen insan artık. Kıçıkırık eş, dost ve arkadaşların bizim hakkımızdaki yargılarını babalarınkiyle karşılaştırmayacağım bile.
Kısacası bu dünyada bizim hakkımızda babalarımızınkinden daha yakın, kesin, etkileyici ve belirleyici bir yargı yok gibi görünüyor. Aslında bütün bu temellendirmelere girmeme gerek de yoktu, çünkü en azından ben babamın benim hakkımdaki fikirlerini Tanrı’nınkilerden, toplumunkinden ya da süper egomunkinden daha fazla bilmek isterdim. Bunun sebebi, babamla aramızda hiç bir zaman doğru düzgün bir iletişimin olmamış ve onun benim hakkımdaki düşüncelerinin belki sonsuza kadar benim için bir bilinmeyen olarak kalacak olması sanırım.
Bilmiyorum belki bu durum bir çok Türk ailesinde böyledir ama babam ve benim aramdaki iletişimi ve ilişkiyi hep annem sağlamıştı. Babamın yapmamı ve yapmamamı istediklerini hep annemden öğrendim neredeyse. Mesela eve erken gelmem, içki içmemem gerektiğini hep annem aracılığıyla bana bildirmişti. Hayatımın belli dönemlerinde babamın benim hakkımdaki duygu ve düşünceleri hakkında değişik değişik bir çok spekülasyonlarım oldu ama genel olarak beni sırf kan bağımızdan dolayı sevdiği ama asla beğenmediği izlenimine kapılmışımdır. Ama bana hiç bir zaman açık açık “seni seviyorum” ya da “istediğim gibi bir evlat olamadın” da demedi. Bu yazdıklarım “Freudyen” bir bakışla bütün başarısızlıklarını babasına yükleyen bir “Loser” daha diye yorumlanabilir. Buna tek cevabım: Hayır.
Kişiliğim üzerinde babamın bir etkisi mutlaka olmuştur; ama kendi kararlarının sorumluluğunu babasının sırtına yükleyerek kendisini inkar eden ve işin içinden sıyrılanlardan biri değilim ben. Ben yalnızca artık çok geç de olsa gerçekte ses olarak havada titreşip titreşmediğini bilmediğim bir cümleyi anlamak isteyen ve neden bunu bu kadar çok anlamak istediğini de kendi kendine açıklamak isteyen bir ayrıntı düşkünüyüm. Beni ben yapan uyumsuzluğumun temelinde yatanlardan biri de bu kılı kırk yarıcılık olabilir.
Gerçekler ayrıntılarda gizlidir derler. Beri yandan bazen ayrıntılar insanı gerçeklerden ya da varlığın genel algılanışından koparabiliyor. Demek istediğim, bir tablonun hangi ayrıntısının daha önemli ya da simgesel bir anlam taşıdığını gerçekte kim bilebilir. Tıpkı yaşam dediğimiz bütünün hangi parçasının daha çok önemsenmesi gerektiğini bilemeyişimiz gibi. Kimse ömür denen bu kocaman zaman, mekan ve tin bütünlüğünün tamamına odaklanabilecek kadar büyük bir göze sahip değil. Herkes gerçeğin belli ayrıntılarına yönelmekte uzlaşıp ona göre yaşıyor. Tanrı, para seks, sevgi, uyuşturucu, saygınlık, aile, alkol, sosyalizm, aşk… Bunlardan daha küçük ayrıntılara takılıp kalanları kim suçlayabilir? Sonuçta her şey sonsuza kadar bölünemiyor mu?
Bu noktada konuyu daha fazla dağıtmadan kendi babamdan bahsetmeliyim. Yoksa işin içinden çıkamayacağım.