Anasayfa > Books / Kargakara > Kurgu Sarmalı 2

Kurgu Sarmalı 2

II

Mesudiye’nin sevilen avukatı Mustafa Bey, kasabada herkesin sevdiği ve saydığı bir insandı. Kasabada zengin fakir herkes hukukisinden özeline kadar bütün meselelerini ona danışırdı. Babamın bu saygınlığa sahip olmasının bir çok sebebi vardı. Bir kere kesinlikle iyi bir avukattı; öyle ki doğduğu bu topraklarda kök salmayı tercih etmemiş olsa, memleketin sayılı hukuk profesörlerinden biri olabilirdi. Bunun yanı sıra bir derdi için kendine gelenlere zengin fakir demeden elden geldiğince yardıma çalışırdı. Kimi zaman bazı davalardan para almaz kimi zaman da müvekkilleri için üst düzey tanıdıklarının gücünü hiç çekinmeden kullanırdı. O tam bir halk adamı tipiydi, hemen herkesin seviyesine inip derdine ve neşesine ortak olabilirdi. Boyacıyla boyacı, mühendisle mühendis olabilirdi.
Görünüş olarak da insanların saygınlığını topluyordu. Uzun boylu ve sağlam yapılı yakışıklı bir adamdı babam. Bu durumunu sanki taçlandırmak istercesine zevkli giyinir, ütüsüz pantolon, bembeyaz gömlek giymeden kapıdan dışarı adımını atmazdı. Hepsi bu kadar da değildi; O aynı zamanda kasabanın en saygın ve en zengin zatlarından rahmetli Bekiroğlu Ethem Bey’in de tek oğluydu.
Ben dedemi hiç hatırlamıyorum; fakat onun ve babamla aralarındaki ilişkinin benimle ve babamla aramızdaki ilişkiyle yoğun bir paralelliği olduğunu babaannemin ve annemin anlattıklarından çıkarsayabiliyorum. Dedemi siyah beyaz fotoğraflarından ve hakkında yaratılmış efsaneden tanıyorum diyebilirim aslında. Fotoğraflarından görünen o ki dedem babamdan hem enine hem boyuna daha iri bir adammış. Bu durum bana hep soyumuzdaki erkeklerin giderek daha kötüye gittiğini düşündürmüştür hep, hem fiziken hem de ruhen. Sanırım ben kısa boyum ve sallantılı kişiliğimle bu çöküşün son halkası olacağım.
Sonuç olarak dedem cumhuriyetten önce neredeyse kasabanın ve ona bağlı köylerin topraklarının yarısından fazlasına sahip bir ağaymış ve bu ayrıcalıklı konumunu cumhuriyetten sonra da korumayı ve artırmayı becermiş. Bunu da saf menfaate dayalı mantığından kaynaklanan her siyasi görüşe anında uyum gösterebilme yeteneğiyle becerdiğini düşünüyorum. Çünkü CHP’den Adalet Partisi’ne her hükümet döneminde siyasilerle iyi ilişkiler kurmuş. Aile hayatında ise tam bir despot olduğunu babaannemin ve annemin anlattıklarından biliyorum.
Ethem bey yatağa düşüp elden ayaktan çekilene kadar karısına ve oğluna şiddet uygulamaktan çekinmemiş. Bazen neredeyse doksan yıl boyunca bu dingin ve sağlıklı hayatı sürdürmüş olmasının sebebinin bu boşalımlar olduğunu da düşünmüyor değilim. Başkaları karşısında kendisinde her hakkı gören geniş bir vicdan, mutlaka insanlara huzuru da beraberinde getiriyordu. Ama işin bir başka yanı da ailesine bu denli sert davranmasının yine bu baskıya maruz kalanlarca anlayışla ve hatta haklı bir tutum olarak kavranması. Örneğin ondan daha uzun yaşayan babaannemi dövme hakkına sahipti; çünkü ona kasabanın en güçlü adamının karısı olma ünvanını bahşetmişti. Babama gelince, işte o da ölümünden sonra büyük bir servete onun sayesinde kavuşmuştu.
Babam ve dedem arasındaki ilişki babamın çocukluktan çıkıp ilk gençlik çağına girmesiyle sürekli bir çatışmaya dönüşmüş. Fakat bu çatışmada dedem asla uzlaşma ve ödünden yana olmadığından hiç bir sonuç çıkmamış. En sonunda babam bu baskı ortamından okumak için İstanbul’a giderek kurtulabilmiş. Orada belki de sırf dedemin çıkarcı anlayışına isyan olarak pek çok solcu eyleme bulaştığını, neredeyse ahlaksızlığa varan bir sefahat hayatı yaşadığını da biliyorum. Ama dedem ölüm döşeğindeyken İstanbul’daki bütün yaşantısını bir kalemde silip sanki tahta oturma sırası gelmiş bir veliaht gibi kasabaya geri dönmüş. Annemle evlenmesi de sırf dedemin isteğiyle gerçekleşmiş. Ölüm döşeğindeki bir padişahın son isteğini yerine getirme fedakarlığı. Ve böylece annem için de babamla evlenmesini sağladığı için dedem büyük bir diktatör olarak ölmüş. Böylece ben de varlığımı babamdan çok dedeme borçlu oluyorum. Babam içinse annem, kızkardeşim ve ben, büyük bir servet için ödenmesi gereken bir bedel oluyoruz.
Benim babamla aramızdaki ilişki onun babasıyla arasındakinden çok farklı bir haldeydi. Babam dedem gibi zorba bir tanrı değil, sessiz, neredeyse umursamaz bir tanrı olmuştu benim için.
Arkadaşları ya da tanıdıklarının gözünde sevecen, iyi aile babası iken evde bizimleyken ketum ve umursamaz bir insana dönüşüyor, işlevsel olan bir takım direktifler dışında hemen hemen hiç konuşmuyordu. Sanki annemle aralarında bütün sorumluluklarını yerine getirmesi karşılığında annemin ya da biz çocukların ondan duygusal bir yaklaşım beklememeleri konusunda gizli bir antlaşma vardı.
“Bilişsel terapistim” Haldun Bey bunların hepsinin benim şahsi ve temelsiz fikirlerim olduğunu söylerdi. Evet, belki de babama atfettiğin bu özellikler benim kendi kuruntularımdan ibarettir. Ama sonuçta gerçek olmasalar da dünyayı hissettiğimiz gibi algılamaya yazgılı değil miyiz?
Babam ve benim aramızda geçen ve benim için en değerli hatıram onu bir kez olsun istemeden de olsa kızdırabildiğim bir anıdır. Bir kez olsun beni görmezden gelemediği bir an olmuştu.
Sanırım ilkokula yeni başladığım günlerde elimde kalem, gördüğüm her yere resimler yapıyordum; duvarlara, yerlere. Ve bir gün babamın çalışma odasının üzerindeki ajanda bana resim yapmak için inanılmaz çekici gelmişti. Kahverengi deri kapağı, sarı sayfaları ve o yoğun kağıt kokusuyla içine bir şeyler çizmem için beni tahrik etmişti sanki. Onu aldım ve boş bulduğum yerlerine Cin Ali’ler, dağlar tepeler, evler çizmeye başladım. Belki birkaç saat içinde ajandanın tamamını doldurmuştum. Sonra ajandayı hiç bir şey olmamış gibi yine aynı yerine koydum.
Babam eve gelinceye kadar onu çoktan unutmuştum bile. Babam ajandasının o halini görünce annemi çağırdı. Bunu kimin yaptığını sordu. Annem de bilmediğini söyledi. Sonuçta suçlular iki kişiden biriydi ya ben ya da bir yaş küçük kız kardeşim. Babam kararını hızla verdi ve beni çağırdı. Yanına gittim; bana ajandaya benim mi resim yaptığımı sordu. O anda neden bilmiyorum hiç düşünmeden yalan söyledim. “Ben yapmadım” dedim. İşte bunun üzerine öfkeden gözleri buğulandı ve kulağımdan tuttuğu gibi beni sobanın yanına götürdü ve bir yanağımı yanan sobaya doğru yaklaştırdı. Tekrar sordu: “Ajandayı sen mi karaladın?” diye.
Bu arada annem “Yapma Mustafa” diye sayıklayarak ağlıyor ama hiç bir şey de yapamıyordu. Babam onu duymuyordu bile. Bense bu durumdan garip bir biçimde zevk alıyordum, artık hiçbir şey söylemiyordum bile. Yalnızca babamın yanağımı sobaya yapıştırmasını bekleyerek susuyordum. Böyle yapması hepimiz için daha iyi olacaktı sanki.
Neden sonra beni bıraktı ve hırsla çıkıp gitti evden. O günden sonra ise ne yaparsam yapayım bir daha bana asla öfkelenmedi. Sanki o günden sonra yok olmuştum. O günden sonra içip içip evde kussam da, evden para çalıp kumarda kaybetsem de, arabayı kaçırıp çarpsam da beni karşısına alıp konuşmadı. Dediğim gibi büyük devlet başkanlarının yerel başkanlarla elçileriyle ilişki kurması gibi annem aracılığıyla bildirdi bana isteklerini. O babasıyla sürekli çatışmış; babasından sürekli baskı görmüş ve sonunda ölürken de olsa babasıyla uzlaşmıştı. Benimle ise çatışmaktan başka bir biçimde kurmuştu ilişkisini: “Umursamazlıkla”.
Sonunda üniversiteyi kazanıp kasabadan ve ondan uzaklaştım. İlk yıldan itibaren hiç bir tatilde oraya geri dönmedim. Çünkü uzaktan orada yaşadıklarımı düşündükçe nasıl katlandığımı ve tekrar bu tarz bir yaşantıya nasıl katlanabileceğimi bir türlü anlayamıyordum.
Okulda beşinci yılımdayken annem gelmem gerektiğini, babamın çok hasta olduğunu ve beni görmek istediğini söylediğinde de gitmedim. Gitseydim tıpkı onun babasıyla uzlaştığı gibi ben de onunla uzlaşacaktım, belki beni sevdiğini bile söyleyecekti. Ama ölürken de olsa fark etmesini istediğim şey, benim ve onun uzayda farklı yönlere giden ışınlar kadar biraraya gelemeyecek nesneler olduğumuzu ispatlamaktı. Ben onun devamı olmayacaktım “hiç bir şey” olmak pahasına. Bir ay sonra da ölüm haberi geldi. Cenazeye de gitmedim. O öldükten yıllar sonra askerlikten izin alıp kasabaya döndüğümde kasabalılar bana alnında nankör yazan biri gibi bakmışlardı. Gerçi herkes eski arkadaşlarım, babamın arkadaşları, kadınlar, erkekler benden selamını esirgememişti ama bakışlarındaki, tavırlarındaki gizli anlamları hissetmemek mümkün değildi.
Annem için bile bu böyleydi. Bu konuyu hiç açmasa da biliyordum. O beni annelik güdüsüyle belki anlıyordu ama kızkardeşim Esma için ben artık tam bir yabancı olmuştum. O da zaten neredeyse mirasın yarısını almış ve evlenmişti. Daha sonra bir daha kasabaya adımımı atmadım. Bu durumda kaybeden kimdi? Bilmiyorum.

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.