IX
Birkaç gün önce iş çıkışı yine buraya gelip oturmuştum. Ama bu defa farklıydı. O gün ben de bir arkadaşımı bekliyordum: Meral’le buluşacaktım.
Hasbelkader geçenlerde barda karşılaşmış ve bugün burada buluşmak için sözleşmiştik. Birbirimizi çok sevmesek de, arkadaş kalacak kadar bir yakınlığımız vardı. Arada sırada orada burada karşılaşıp bira içer, tutunamayanlığımızdan bahsederdik. Çünkü ikimiz de tutunamamıştık; ikimiz de olmak istediğimiz şeyler olamamıştık. Ne ben kendimle ve dünyayla barışık bir hayat kurabilmiştim, ne de o tanınan bir ressam olabilmişti. Bazen de sevişiyorduk; böylesine sevişmek denirse; aslında yemek içmek gibi bir ihtiyaç gideriliyordu.
Gözlerimle kalabalığı tarıyordum. Hayatın onlara verip de bana vermediği anlam neydi? Neydi bu gülümseyişlerin altında yatan cevher? Nasıl oluyordu da hepsi kim olduklarını, ne yapmak istediklerini biliyordu ve buradaydı da ben hep eğreti ve yabancı kalıyordum aralarında. Neydi beni ve birkaç kişiyi bu kalabalıktan ayıran. Örneğin şurada oturan gözlüklü şişman adamı, gözlerini çevresinden ayırmadan elindeki ayvalık tostunu iştahla yiyor ve kendisinden çevresine fışkıran ilginin kendisine de duyulmasını istiyor; ve şuradaki takım elbiseli sinsi küçük gözlü orta yaşlı adam, bir yandan İddaa kuponu dolduruyor bir yandan da kaçamak kaçamak onaltılık kızları kesiyor. Bir gün genç bir kız olgun bir erkeğe ihtiyaç duyar diye bekliyor belki. Belki bugün belki yarın, öyle çılgın bir kız çıkar mı bilinmez. Ya ben?! Bir de şurada takım elbiseli, uzun saçlı ve özenli sakal-bıyık tıraşıyla iyi bir işte çalıştığı belli olan genç var. Hep burada sevgilisiyle buluşur. Ya ben? Neyse ki bugün bir arkadaşımı bekliyorum.
Oturmuş görebildiğim genç kızlara bakıyordum. Hepsi kendi meşreplerinden genç oğlanlarla konuşuyorlardı. Bu kadar çok ne konuşuyorlardı ki? Belki o gün dersanede ya da okulda başlarına gelenleri ya da sistemin ne kadar berbat olduğunu. Sonuçta bir sistemle yeni karşılaşanlar onun çarpıklıklarına daha duyarlıdırlar, zamanla kapitalizmi benimsemese bile kanıksayıp uyum sağlamaya bakarlar. Artık benim durumumda olduğu gibi. Onlara verecek bir ışığım yok; hiçbir coşkusu olmayan bir örümceğim ve yine de umutsuzca örüyorum ağlarımı.
Karşıda oturan iki kız ve bir oğlan gözüm takılmıştı. Aslında önce dikkatimi çekmemişlerdi. Sonradan orada oturduklarını ve onlara bir müddet dikkat ettiğimi hatırladım, çünkü kızlardan biri gelip yanımdaki masaya oturdu. Diğerleri gitmişlerdi galiba. ‘Benim yanıma’ oturmamıştı aslında sırtını dayayabileceği duvar kenarındaki boş bir yere oturmuştu; hasbelkader benim masamın yanındaki boş masaya. Burası böyle bir kafeydi; kenarlarda insanın sırtını dayayabileceği sandalyeler, ortalarda da kambur oturmak zorunda kalınan tabureler vardı. İşte kız da sırtını dayamaya gelmişti ama ben örümceğin dikkatini çekmişti hemen. Gençti, güzeldi ve dokunabileceğim kadar yakındı. İlgilenmemiş görünerek çayımı yudumlamaya devam ettim. Kimse tek başına oturan yalnız ve tehlikeli bir erkeğin şans eseri yanına oturan kıza yiyecekmiş gibi baktığını görmemeliydi. Kimse düşünceleriyle de olsa beni eleştirememeliydi. Evet, yanımda genç ve güzel bir kız vardı ama bundan bana neydi değil mi; ben buraya sadece çay içmeye gelen işinde gücünde biriydim. Sizler; kızlar ve sevgilileri için bir tehdit oluşturmuyorum. Kendi halinde biriyim ben. Burada bir rezalet çıksa bile emin olun bu benden kaynaklanmayacaktır çünkü ben sürekli kendimi dizginlemekle meşgulüm.
Tabi ki bu yalanlara ara sıra bana uğrayan gözler inanmalı. Yoksa ben kim olduğumu az da olsa biliyorum. Yeni bir kadına deli gibi ihtiyacım var; bu hayatın anlamlı ve sevgi dolu bir şey olduğuna beni yeniden inandırabilecek bir dişiye. Ne kadar aşağılık bir ihtiyaçsa da bu var bende. Gayet insani olan bu ihtiyaç neden aşağılık olsun ki diyeceksiniz. Çünkü bu ihtiyacın giderilmesi başkalarının inisiyatifinde. İnsana kendini başkalarına beğendirmek için çaba sarf ettiren bir ihtiyaç bu. Karşı cinsin bir ‘hayır’ demesiyle hayal kırıklığına dönüşebilen bir ihtiyaç.
Sonuç olarak bu kız yanımda oturuyordu ve gerçekti. Belki bir sözcükle –aramızda güzel bir ilişkinin başlangıcı olacak bir sözcükle– yeni bir maceraya girebilirdim. Başıma gelmesini istediğim şeyin olmasına katkı sağlayabilirdim. Ama ne demeliydim? “Tavla oynar mısınız?” demeye cesaret ettim sonunda. Kız iri ve şaşkın gözleriyle baktı bana. “Oynayalım” dedi sonra gülümseyerek. Bu sanki tam olarak olmasını beklediğim şeymiş gibi istifimi bozmadan kalktım, bir tavla alıp geri döndüm ve tavlayı masaya koydum. Karşısındaki tabureye oturdum.
Hiçbir şey konuşmadan oynamaya başladık. O da ben de sadece oyuna konsantre oluyormuş gibi davranıyorduk. Arasıra başımı kaldırıp alıcı gözle süzüyordum onu. On dokuz yirmi yaşlarında esmer bir kızdı. Kocaman kocaman iri gözleri ve narin bir burnu vardı. Neden sonra ne iş yaptığını sordum. Hukuk fakültesi birinci sınıf öğrencisiydi. Sonra o bana ne iş yaptığımı sordu. Öğrenince felsefeden hoşlandığını kendisinin de felsefe okumak istediğini söyledi. Bana okuduğu kitaplardan bahsetti, ben de dilim döndüğünce fikirlerimi söyledim. Nietsche, Camus ve Sartre’den bahsettik. Varoluşçuluk hakkında bir kaç inci yumurtladım. Sanırım bu incileri pek beğendi. Ondan ve konuşmasından hoşlanmıştım. Yaşına göre çok olgun gibi bir hali vardı. Yapmacıksız konuşuyordu ve konuştuğu şeyleri önceden düşündüğü ya da yaşantılarına dayandırdığı belliydi. Benden daha doğal bir insan olduğunu düşündüm, çünkü ben bütün cümlelerimi belki farkında bile olmadan onu etkilemek için kuruyordum sanki, o ise benimle değil kendisiyle konuşur gibi rahattı. Nasıl oldu bilmiyorum sanırım o da benden hoşlanmaya başlamıştı. Çünkü tavla bittikten sonra da konuşmaya devam ettik. Hava kararıncaya kadar ordan buradan konuştuk. Neyse ki Meral de gelmemişti. Neden sonra tam ben onu bir bara içki içmeye davet etmeyi düşünüyordum ki bu teklif ondan geldi. Bir barda içmeye başladık, artık ona açık açık asılıyordum. Güzelliğinden, zekiliğinden dem vurmaya başlamıştım; o ise benim bu iltifatlarıma hiçbir yanıt vermiyordu. Bir ara rahatsız edici bir suskunluğun içine düştük. Ben o anda fazla ileri gittiğimi, yeni tanıdığım bir kızın arkadaşça yakınlığını suistimal ettiğimi düşünüyor gözlerimi bira bardağından ayırmıyordum. Ama öyle beklenmedik bir soru sordu ki neredeyse ağzımdaki birayı saçacaktım ortalığa. “Benimle sevişmek ister misin?” diye sordu kocaman açılmış gözlerini merakla yüzüme dikerek. Ben de bunun gerçekte ne anlama geldiğini anlamak için yüzüne bakakaldım bir an ve sonra verilebilecek en politik cevabı verdim; “evet” demek yerine: “Bunu hangi erkek istemez ki…” Hayal kırıklığına uğramış ya da reddedilmiş gibiydi. “Herkese değil sana sordum” dedi. “Evet” dedim ben de “…hem de çok”. “O zaman burada daha fazla oyalanmayalım” dedi. Sanki yapılması zorunlu ve ertelenemez bir eylemden bahseder gibiydi, daha elini bile tutmadığım kız. Yüzünde sonradan anlamlandırmaya çalışacağım bir hüzün vardı. Biraları içtikten sonra kalkıp çıktık bardan. El ele filan tutuşmuyorduk sokakta yürürken. Onu tavlamamıştım; peki sadece güdülerimizi mi takip ediyorduk onun evine giderken, bilmiyorum. Ama içimde böyle güzel bir kızla sevişecek olmanın sevinciyle beraber bir şeylerin olması gerektiği gibi, olmadığına dair tuhaf bir tedirginlik de vardı. Bir şişe şarapla onun evinde bulduk kendimizi, sonra da yatağında. Karanlık odada sevişirken o yalnızca gözlerini kapadı ve her şeyi bana bıraktı. Nefes nefese yanına yığıldığımda da arkasını dönüp uyumaya başladı ya da benim onun uyuduğumu düşünmemi istedi. Bense bir sigara yakıp içtim. Sonra ben de yatıp uyudum, ona dokunmadan.
Uyandığımda hala yanımdaydı. Demek ki dün gece yaşadıklarım düş değildi; o benimle olmuştu. Yüzü öyle masumdu ki… “İşte” demiştim “hak etmediğim ama aradığım kadınla ilk sabahım.” Onu uyandırmamaya çalışarak yatakta oturdum. Bir sigara almak için halıya uzandım ve işte o an fark ettim; ellerim kan olmuştu. Yorganı kaldırdım ve ne olduğunu gördüğüm halde bir süre anlamlandıramadım yatak örtüsündeki kırmızılığı. Bileklerini kesmişti ve her taraf kan içindeydi. Boynunu, bileklerini yokladım; nabzı yoktu. Midemde, göğsümde dışarı çıkmaya çalışan bir sıcaklık hissediyordum. Bu masum yüz bir ölüye aitti. Neden benimleyken yapmıştı bunu?
Son bir umutla elimi göğsünün sol tarafına koydum. Kalbi atmıyordu ve teni soğuktu. Halbuki tıpkı uyuyormuş gibiydi. Yorganı tekrar üzerine çektim ve bir sigara yaktım. Sigara içerken yüzünü seyrettim. Hatta küçük dudaklarına bir buse kondurdum belki gülümseyerek gözlerini açar diye. Ama gerçekti işte: Ölmüştü.
Sigaramı içtikten sonra kalktım. Böyle durumlarda insanın aklından bir anda binlerce düşünce geçiyor. Onlaran bir tek “İyi ki çıplak yatmıştım yoksa iç çamaşırlarım kan içinde kalacaktı…” diye soğukkanlı bir düşüncenin geçtiğini hatırlıyorum içimden.
Odası bir sürü karmakarışık eşya yüzünden küçücük görünüyordu. Üstüne bir sürü kıyafet atılmış iki koltuk, giysi dolabı, oraya buraya saçılmış kitaplar, dolmuş ama boşaltılmamış küllükler, duvarlarda posterler.
Kitaplığa yaklaştım. Güzel, yani benim zevkime göre kitapları vardı. Sonra fotoğraf albümünü buldum. Arkadaşları ve eski sevgilileriyle çekilmiş fotoğrafları vardı. Ama birden bir fotoğrafa gözüm takıldı. Fotoğraftaki erkeği tanıyordum. Dikkatle baktım, evet oydu. Şimdi ölü olarak yattığı yatakta birbirlerine sarılarak kameraya bakıp gülümsemişlerdi. Ece’nin kocasıydı bu. Bu insan deryasında bir şekilde yine karşıma çıkmıştı Ece.
Gerçek aşk hiçbir zaman yakasını bırakmıyor insanın.
Evden çıkıp gittim ve o geceden kimseye bahsetmedim. Bir daha o çay ocağına da gitmedim. Daha sonra bu olaya ne gazetede ne de televizyonda rastlamadım. Belki sadece polis dosyalarında yer almıştı bu intihar, belki de fellik fellik beni arıyorlardı bir azmettirici olarak.
Bir azmettirici olabilir miydim? Halbuki o gecenin sabahıyla ilgili ne kadar umutluydum; sonunda yalnızlıktan kurtuluyorum diye. Sabah uyanınca beraber kahvaltı yapacaktık ve…
Bir yandan da bunun içinde olmak hoşuma gitmişti. İntihar edecek bir genç kızın son erkeği olmak. İşte yazacak bir şey. İnsan yazmak için yaşamaya başlayınca kötü de olsa bir şeyler olsun istiyor. Kimin başına gelebilir ki yanı başında uyuduğu kişinin intiharı.
Bir bakımdan da aşağılayıcı bir durum gibi görünüyor bu. Belki o gece onu mutlu edebilseydim ölmeyecekti. Belki de onu tatmin edememiştim.
Zaman zaman da onu benim öldürdüğümü düşünüyorum:
Karanlık…
Kendimi anlatamam ya da karanlığım diyebilirim. Sizin kendinizden geçtiğiniz yerde ben başlıyorum. Kimileri buna cinnet diyor ya da şey… ani delilik demeye gelen yabancı bir kelime vardı… ’spontane şizofreni’ gibi bir şey ama şimdi hatırlayamıyorum. Bunları ani delilik geçiren bir gencin odasında yazıyorum. Bileklerini kestiğim kız arkadaşı yatakta yatıyor, kendi de işte bunları yazıyor. Adı Tahir’miş. Kız gerçekten güzelmiş; esmer, iri memeleri olan simsiyah saçlı güzel bir kız. O kadar taze ki dün bu yatakta onunla seviştiğime inanmak gerçekten zor. Neden bilmiyorum, bileklerini kesip sıcak kanını içmek geldi içimden ama bu bedenin sahibi Tahir’in midesi kaldırmadı bunu. Şu anda mide bulantıları geçiriyoruz. Bu bedeni terkettiğimde ona yazık olacak. Derdini kimseye anlatamayacak.
‘Peki olay sırasında neredeydin diye soracaklar o da ‘hatırlamıyorum’ diyecek.
Cesedin her yerinde ve bıçakta parmak izleri olacak; kızın vajinasında spermi, kendi ağzında kızın kanı olacak. Ama o hiçbir şeyi hatırlamayacak. Belki bunun bir kabus olduğunu sanacak ve uyanmak için bileklerini kesecek. Ben o sırada dünyanın karanlık bir noktasında olacağım.
Evet, karanlık dışında başka bir ismim daha olabilir: Sorumsuzluk. “Ben sizin sorumsuzluğunuzum.”
Bu arada yazmam gerekiyor: Kızın adı Rüya’ydı.