KURGU SARMALI
I
“Biliyorsun, kaybetmesi gereken biri vardı ve o da sen oldun.”
Ergenlik dönemimde –sanırım on yedi yaşlarındayken– bir öğle vakti uykuyla uyanıklık arasında yatağımdayken babam başucumda böyle demiş gibi gelmişti bana. Sonra gözlerimi açıp baktığımda kimseyi görememiştim. Ya kafamda duymuştum bu sözleri ya da gerçekten babam yatağımın başucunda söyleyip gitmişti bunları. Eğer bunlar babamın sözleriydiyse başka bir soru daha çıkıyordu ortaya: Bana mı seslenmişti yoksa kendisine mi? Bunu da hiç bir zaman bilemeyeceğim çünkü ona hayattayken sormadım veya soramadım. Belki sormak aklıma bile gelmedi. Belki şimdi önemsiyorum o anı ya da önemsediğimin farkına varıyorum. Ama şu anda kendi kendime soruyorum bunu kişisel bir tarihçi gibi…
Ona göre kaybeden ben miydim yoksa o muydu? Bana söylemiş olabilirdi, çünkü hayatımın hiç bir döneminde tam anlamıyla esenliğe kavuşmayacak olan ruhum hakkında ilk kez belirli bir teşhisin konulduğu ilk aylardı onlar. O zamana kadar zamanla geçeceği düşünülen ve sırasıyla çocukluk, ergenlik diye isimlendirilerek kanıksanabilen; böylece çevredeki diğer oğullarla aynı kategoride değerlendirilebilmemi sağlayan tuhaflıklarıma bir hastalık ismi verilmişti artık: Depresyon. Bu da belki artık babamın tek oğlunun hastalıklı bir tip olduğu gerçeğiyle yüzleşmesine sebep olmuş; işte bundan dolayı kendini kaybetmiş bir adam olarak yorumlamış olabilirdi. Çünkü bütün babalar oğullarının kendilerini geçmesini, en azından kendi ölçütlerine göre aynı seviyeye ulaşabilmelerini umarlar. Çoğu zaman kabaca soyun devamı olarak görülen erkek çocuklar bu anlamın dışında babanın yarım kalan işlerinin, gerçekleştirilememiş arzularının yerine getirilmesi göreviyle de sorumlu tutulurlar babalar tarafından. Kısacası ölümlü ruhlarının bir türevi, bir devamı olarak düşünülürler. Sonuçta o anda –yazın en sıcak günlerinde– diğerleri gibi sokakta arkadaşlarıyla değil de ilaçlar yüzünden yatakta sersem bir vaziyette yatan bir oğul, bir baba için hayal kırıklığı olarak algılanmış olabilirdi.
Hastalığımdan hiç kurtulamayacağımı düşünmüş ya da sezmiş ki gerçekten hayatım boyunca mecazi anlamda yataktan bazı kısa anlar dışında kalkmamış, hiç bir zaman uzun bir dönem tam bir ruhsal bütünlük içinde olmamış olduğumu şimdi ben de hissediyorum –olduğu için bana söylemiş olabilirdi bu kutsal kitaptan alıntı gibi duran cümleyi. Bir ihtimal de cümlede bana hitap etmiş olması. Belki hiç de o anki durumuma kendi bireysel başarı ya da başarısızlığı açısından bakmamış müşfik bir baba olarak tek oğlu için üzülerek söylemişti bu cümleyi. Böyle bir cümlenin hiç söylenmemiş olması, bu duyumun beynimdeki bazı nöronların bir anlık kısa devresinin bir sonucu olması ihtimali de orta yerde duruyor tabi ki.
Belki bir gün bu yazdıklarımı birileri okursa gerçekte söylenip söylenmemiş olduğu bile belli olmayan bir cümleyi bu kadar çok kurcalamamı garip bulacaktır. Sonuçta din adamlarının meali üzerinde bir türlü anlaşamayıp kanlı bıçaklı olduğu hatta ayrı mezheplere bölündüğü bir ayet, “cogito ergo sum” gibi felsefe tarihinde çığır açmış bir önerme ya da “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir; İleri!” gibi ülke tarihine damgasını vurmuş bir cümle değil bu. Ama bence bir oğul için –en azından bu dünyada– babasının kendisi hakkında söylediği sözler bunlarda çok daha fazla önemli ve belirleyicidir. Sanırım farkına varılmasa da baba dediğimiz kişiler bu dünyada bizi iyi ya da kötü olarak yargılayabilen tek merci. Burada Tanrı’nın, toplumun, vicdanlarımızın o da olmadı, arkadaş, eş ve dostun da bizleri yargılayabileceği söylenecektir. Bunları da sırasıyla şöyle cevaplamak istiyorum:
Tanrı yeryüzündeki bütün eylemlerimize sessizlikle karşılık vererek o ilahi yargısını ölümden sonrasına erteliyor sürekli. Bu arada bu sessizlik insanlarca kızgınlıktan sevgiye türlü şekillerde algılansa da hiç bir zaman bu sessizliğin gerçekte ne ifade ettiği konusunda emin olunamıyor. Beri yandan, küçük bir azınlık dışında ki buna ben de dahilim insanların çoğu kendileri cinayetten, tecavüze, rüşvetten yolsuzluğa ne yaparlarsa yapsınlar, Tanrının onları anlayışla karşılayacağı, çünkü günahlarının kendi ruhlarından ziyade koşullardan kaynaklandığı fikriyatı içinde yaşıyor. Oysa baba bize bir alaycı bakış, acı bir söz, hatta tokat kadar yakın. Bana öyle geliyor ki Hristiyanlığın kutsal üçlemesinde Tanrıya babalık vasfının verilmesi de bu yakınlığı vurgulayarak kavramsal düzeyde de nefesinin insanların ensesinde hissettirilmek istenmesinden kaynaklanmış biraz da.
Gelelim toplumun insanları yargılamasıyla babanın yargılaması arasındaki derin farka.
Toplumun yargısı asla bir babanınki kadar ikna edici değildir; çünkü son yüzyıllarda insanlık, toplumun değişimini ve bu değişimin hızını neredeyse eliyle tutabilecek kadar yoğun biçimde hissedebiliyor. Dün suç olan bugün makul karşılanıyor; dün devlet ve halk düşmanı olarak cezalandırılanlar, bugün ya devrim ya demokrasi şehidi olarak algılanabiliyor. Kaldı ki artık insanların eylemleri aynı anda daha pek çok şekillerde de algılanabiliyor toplumlarda. Yani artık hukukun cezalandırdığı bazı adi suçluların bile efsane haline geldiği bu medya çağında muğlak bir toplumun yargısını, dölü olduğunu bildiğimiz, belli bir şahsiyeti olan kanlı canlı bir adamın yargısından üstün tutamayız.
Kendi vicdanımızın yargısına gelirsek, tek cümleyle modern insan vicdanına hükmedebilen, ona karşı her zaman bahaneler bulabilen ve onu susturabilen insan artık. Kıçıkırık eş, dost ve arkadaşların bizim hakkımızdaki yargılarını babalarınkiyle karşılaştırmayacağım bile.
Kısacası bu dünyada bizim hakkımızda babalarımızınkinden daha yakın, kesin, etkileyici ve belirleyici bir yargı yok gibi görünüyor. Aslında bütün bu temellendirmelere girmeme gerek de yoktu, çünkü en azından ben babamın benim hakkımdaki fikirlerini Tanrı’nınkilerden, toplumunkinden ya da süper egomunkinden daha fazla bilmek isterdim. Bunun sebebi, babamla aramızda hiç bir zaman doğru düzgün bir iletişimin olmamış ve onun benim hakkımdaki düşüncelerinin belki sonsuza kadar benim için bir bilinmeyen olarak kalacak olması sanırım.
Bilmiyorum belki bu durum bir çok Türk ailesinde böyledir ama babam ve benim aramdaki iletişimi ve ilişkiyi hep annem sağlamıştı. Babamın yapmamı ve yapmamamı istediklerini hep annemden öğrendim neredeyse. Mesela eve erken gelmem, içki içmemem gerektiğini hep annem aracılığıyla bana bildirmişti. Hayatımın belli dönemlerinde babamın benim hakkımdaki duygu ve düşünceleri hakkında değişik değişik bir çok spekülasyonlarım oldu ama genel olarak beni sırf kan bağımızdan dolayı sevdiği ama asla beğenmediği izlenimine kapılmışımdır. Ama bana hiç bir zaman açık açık “seni seviyorum” ya da “istediğim gibi bir evlat olamadın” da demedi. Bu yazdıklarım “Freudyen” bir bakışla bütün başarısızlıklarını babasına yükleyen bir “Loser” daha diye yorumlanabilir. Buna tek cevabım: Hayır.
Kişiliğim üzerinde babamın bir etkisi mutlaka olmuştur; ama kendi kararlarının sorumluluğunu babasının sırtına yükleyerek kendisini inkar eden ve işin içinden sıyrılanlardan biri değilim ben. Ben yalnızca artık çok geç de olsa gerçekte ses olarak havada titreşip titreşmediğini bilmediğim bir cümleyi anlamak isteyen ve neden bunu bu kadar çok anlamak istediğini de kendi kendine açıklamak isteyen bir ayrıntı düşkünüyüm. Beni ben yapan uyumsuzluğumun temelinde yatanlardan biri de bu kılı kırk yarıcılık olabilir.
Gerçekler ayrıntılarda gizlidir derler. Beri yandan bazen ayrıntılar insanı gerçeklerden ya da varlığın genel algılanışından koparabiliyor. Demek istediğim, bir tablonun hangi ayrıntısının daha önemli ya da simgesel bir anlam taşıdığını gerçekte kim bilebilir. Tıpkı yaşam dediğimiz bütünün hangi parçasının daha çok önemsenmesi gerektiğini bilemeyişimiz gibi. Kimse ömür denen bu kocaman zaman, mekan ve tin bütünlüğünün tamamına odaklanabilecek kadar büyük bir göze sahip değil. Herkes gerçeğin belli ayrıntılarına yönelmekte uzlaşıp ona göre yaşıyor. Tanrı, para seks, sevgi, uyuşturucu, saygınlık, aile, alkol, sosyalizm, aşk… Bunlardan daha küçük ayrıntılara takılıp kalanları kim suçlayabilir? Sonuçta her şey sonsuza kadar bölünemiyor mu?
Bu noktada konuyu daha fazla dağıtmadan kendi babamdan bahsetmeliyim. Yoksa işin içinden çıkamayacağım.
II
Mesudiye’nin sevilen avukatı Mustafa Bey, kasabada herkesin sevdiği ve saydığı bir insandı. Kasabada zengin fakir herkes hukukisinden özeline kadar bütün meselelerini ona danışırdı. Babamın bu saygınlığa sahip olmasının bir çok sebebi vardı. Bir kere kesinlikle iyi bir avukattı; öyle ki doğduğu bu topraklarda kök salmayı tercih etmemiş olsa, memleketin sayılı hukuk profesörlerinden biri olabilirdi. Bunun yanı sıra bir derdi için kendine gelenlere zengin fakir demeden elden geldiğince yardıma çalışırdı. Kimi zaman bazı davalardan para almaz kimi zaman da müvekkilleri için üst düzey tanıdıklarının gücünü hiç çekinmeden kullanırdı. O tam bir halk adamı tipiydi, hemen herkesin seviyesine inip derdine ve neşesine ortak olabilirdi. Boyacıyla boyacı, mühendisle mühendis olabilirdi.
Görünüş olarak da insanların saygınlığını topluyordu. Uzun boylu ve sağlam yapılı yakışıklı bir adamdı babam. Bu durumunu sanki taçlandırmak istercesine zevkli giyinir, ütüsüz pantolon, bembeyaz gömlek giymeden kapıdan dışarı adımını atmazdı. Hepsi bu kadar da değildi; O aynı zamanda kasabanın en saygın ve en zengin zatlarından rahmetli Bekiroğlu Ethem Bey’in de tek oğluydu.
Ben dedemi hiç hatırlamıyorum; fakat onun ve babamla aralarındaki ilişkinin benimle ve babamla aramızdaki ilişkiyle yoğun bir paralelliği olduğunu babaannemin ve annemin anlattıklarından çıkarsayabiliyorum. Dedemi siyah beyaz fotoğraflarından ve hakkında yaratılmış efsaneden tanıyorum diyebilirim aslında. Fotoğraflarından görünen o ki dedem babamdan hem enine hem boyuna daha iri bir adammış. Bu durum bana hep soyumuzdaki erkeklerin giderek daha kötüye gittiğini düşündürmüştür hep, hem fiziken hem de ruhen. Sanırım ben kısa boyum ve sallantılı kişiliğimle bu çöküşün son halkası olacağım.
Sonuç olarak dedem cumhuriyetten önce neredeyse kasabanın ve ona bağlı köylerin topraklarının yarısından fazlasına sahip bir ağaymış ve bu ayrıcalıklı konumunu cumhuriyetten sonra da korumayı ve artırmayı becermiş. Bunu da saf menfaate dayalı mantığından kaynaklanan her siyasi görüşe anında uyum gösterebilme yeteneğiyle becerdiğini düşünüyorum. Çünkü CHP’den Adalet Partisi’ne her hükümet döneminde siyasilerle iyi ilişkiler kurmuş. Aile hayatında ise tam bir despot olduğunu babaannemin ve annemin anlattıklarından biliyorum.
Ethem bey yatağa düşüp elden ayaktan çekilene kadar karısına ve oğluna şiddet uygulamaktan çekinmemiş. Bazen neredeyse doksan yıl boyunca bu dingin ve sağlıklı hayatı sürdürmüş olmasının sebebinin bu boşalımlar olduğunu da düşünmüyor değilim. Başkaları karşısında kendisinde her hakkı gören geniş bir vicdan, mutlaka insanlara huzuru da beraberinde getiriyordu. Ama işin bir başka yanı da ailesine bu denli sert davranmasının yine bu baskıya maruz kalanlarca anlayışla ve hatta haklı bir tutum olarak kavranması. Örneğin ondan daha uzun yaşayan babaannemi dövme hakkına sahipti; çünkü ona kasabanın en güçlü adamının karısı olma ünvanını bahşetmişti. Babama gelince, işte o da ölümünden sonra büyük bir servete onun sayesinde kavuşmuştu.
Babam ve dedem arasındaki ilişki babamın çocukluktan çıkıp ilk gençlik çağına girmesiyle sürekli bir çatışmaya dönüşmüş. Fakat bu çatışmada dedem asla uzlaşma ve ödünden yana olmadığından hiç bir sonuç çıkmamış. En sonunda babam bu baskı ortamından okumak için İstanbul’a giderek kurtulabilmiş. Orada belki de sırf dedemin çıkarcı anlayışına isyan olarak pek çok solcu eyleme bulaştığını, neredeyse ahlaksızlığa varan bir sefahat hayatı yaşadığını da biliyorum. Ama dedem ölüm döşeğindeyken İstanbul’daki bütün yaşantısını bir kalemde silip sanki tahta oturma sırası gelmiş bir veliaht gibi kasabaya geri dönmüş. Annemle evlenmesi de sırf dedemin isteğiyle gerçekleşmiş. Ölüm döşeğindeki bir padişahın son isteğini yerine getirme fedakarlığı. Ve böylece annem için de babamla evlenmesini sağladığı için dedem büyük bir diktatör olarak ölmüş. Böylece ben de varlığımı babamdan çok dedeme borçlu oluyorum. Babam içinse annem, kızkardeşim ve ben, büyük bir servet için ödenmesi gereken bir bedel oluyoruz.
Benim babamla aramızdaki ilişki onun babasıyla arasındakinden çok farklı bir haldeydi. Babam dedem gibi zorba bir tanrı değil, sessiz, neredeyse umursamaz bir tanrı olmuştu benim için.
Arkadaşları ya da tanıdıklarının gözünde sevecen, iyi aile babası iken evde bizimleyken ketum ve umursamaz bir insana dönüşüyor, işlevsel olan bir takım direktifler dışında hemen hemen hiç konuşmuyordu. Sanki annemle aralarında bütün sorumluluklarını yerine getirmesi karşılığında annemin ya da biz çocukların ondan duygusal bir yaklaşım beklememeleri konusunda gizli bir antlaşma vardı.
“Bilişsel terapistim” Haldun Bey bunların hepsinin benim şahsi ve temelsiz fikirlerim olduğunu söylerdi. Evet, belki de babama atfettiğin bu özellikler benim kendi kuruntularımdan ibarettir. Ama sonuçta gerçek olmasalar da dünyayı hissettiğimiz gibi algılamaya yazgılı değil miyiz?
Babam ve benim aramızda geçen ve benim için en değerli hatıram onu bir kez olsun istemeden de olsa kızdırabildiğim bir anıdır. Bir kez olsun beni görmezden gelemediği bir an olmuştu.
Sanırım ilkokula yeni başladığım günlerde elimde kalem, gördüğüm her yere resimler yapıyordum; duvarlara, yerlere. Ve bir gün babamın çalışma odasının üzerindeki ajanda bana resim yapmak için inanılmaz çekici gelmişti. Kahverengi deri kapağı, sarı sayfaları ve o yoğun kağıt kokusuyla içine bir şeyler çizmem için beni tahrik etmişti sanki. Onu aldım ve boş bulduğum yerlerine Cin Ali’ler, dağlar tepeler, evler çizmeye başladım. Belki birkaç saat içinde ajandanın tamamını doldurmuştum. Sonra ajandayı hiç bir şey olmamış gibi yine aynı yerine koydum.
Babam eve gelinceye kadar onu çoktan unutmuştum bile. Babam ajandasının o halini görünce annemi çağırdı. Bunu kimin yaptığını sordu. Annem de bilmediğini söyledi. Sonuçta suçlular iki kişiden biriydi ya ben ya da bir yaş küçük kız kardeşim. Babam kararını hızla verdi ve beni çağırdı. Yanına gittim; bana ajandaya benim mi resim yaptığımı sordu. O anda neden bilmiyorum hiç düşünmeden yalan söyledim. “Ben yapmadım” dedim. İşte bunun üzerine öfkeden gözleri buğulandı ve kulağımdan tuttuğu gibi beni sobanın yanına götürdü ve bir yanağımı yanan sobaya doğru yaklaştırdı. Tekrar sordu: “Ajandayı sen mi karaladın?” diye.
Bu arada annem “Yapma Mustafa” diye sayıklayarak ağlıyor ama hiç bir şey de yapamıyordu. Babam onu duymuyordu bile. Bense bu durumdan garip bir biçimde zevk alıyordum, artık hiçbir şey söylemiyordum bile. Yalnızca babamın yanağımı sobaya yapıştırmasını bekleyerek susuyordum. Böyle yapması hepimiz için daha iyi olacaktı sanki.
Neden sonra beni bıraktı ve hırsla çıkıp gitti evden. O günden sonra ise ne yaparsam yapayım bir daha bana asla öfkelenmedi. Sanki o günden sonra yok olmuştum. O günden sonra içip içip evde kussam da, evden para çalıp kumarda kaybetsem de, arabayı kaçırıp çarpsam da beni karşısına alıp konuşmadı. Dediğim gibi büyük devlet başkanlarının yerel başkanlarla elçileriyle ilişki kurması gibi annem aracılığıyla bildirdi bana isteklerini. O babasıyla sürekli çatışmış; babasından sürekli baskı görmüş ve sonunda ölürken de olsa babasıyla uzlaşmıştı. Benimle ise çatışmaktan başka bir biçimde kurmuştu ilişkisini: “Umursamazlıkla”.
Sonunda üniversiteyi kazanıp kasabadan ve ondan uzaklaştım. İlk yıldan itibaren hiç bir tatilde oraya geri dönmedim. Çünkü uzaktan orada yaşadıklarımı düşündükçe nasıl katlandığımı ve tekrar bu tarz bir yaşantıya nasıl katlanabileceğimi bir türlü anlayamıyordum.
Okulda beşinci yılımdayken annem gelmem gerektiğini, babamın çok hasta olduğunu ve beni görmek istediğini söylediğinde de gitmedim. Gitseydim tıpkı onun babasıyla uzlaştığı gibi ben de onunla uzlaşacaktım, belki beni sevdiğini bile söyleyecekti. Ama ölürken de olsa fark etmesini istediğim şey, benim ve onun uzayda farklı yönlere giden ışınlar kadar biraraya gelemeyecek nesneler olduğumuzu ispatlamaktı. Ben onun devamı olmayacaktım “hiç bir şey” olmak pahasına. Bir ay sonra da ölüm haberi geldi. Cenazeye de gitmedim. O öldükten yıllar sonra askerlikten izin alıp kasabaya döndüğümde kasabalılar bana alnında nankör yazan biri gibi bakmışlardı. Gerçi herkes eski arkadaşlarım, babamın arkadaşları, kadınlar, erkekler benden selamını esirgememişti ama bakışlarındaki, tavırlarındaki gizli anlamları hissetmemek mümkün değildi.
Annem için bile bu böyleydi. Bu konuyu hiç açmasa da biliyordum. O beni annelik güdüsüyle belki anlıyordu ama kızkardeşim Esma için ben artık tam bir yabancı olmuştum. O da zaten neredeyse mirasın yarısını almış ve evlenmişti. Daha sonra bir daha kasabaya adımımı atmadım. Bu durumda kaybeden kimdi? Bilmiyorum.
III
Bütün bunları yazarken fark ediyorum ki yazı yazmak gerçekten de zor bir uğraş. Çünkü insan yazı yazarken sadece kendisine değil bütün bir insanlığa hesap veriyor ister istemez. Bugüne kadar tarihte kimsenin yalnızca kendisi için bir şeyler yazmış olabileceğini düşünemiyorum. Örneğin Kafka’nın ölmeden önce dostu Max Brod’a yazdıklarını yakmasını vasiyet ettiği söylenir. Mesele gerçekten Kafka’nın bunu isteyip istemediği değildir, mesele yazarken insanın farkında olmasa da kağıt üzerinde insanlıkla yüzleşmek zorunda kalmasıdır. Günlüğüne kimseye söylemeye cesaret edemediği bir şeyleri yazan on yedilik bir kızın bile zihninin karanlık bir köşesi yazdıklarının okunması için yanıp tutuşmaktadır. Seri bir katilin için için yakalanmak istemesi gibi.
Sadece yazarken mi insanlıkla hesaplaşma halindeyiz? Yaşarken de bu böyle değil midir? Attığımız her adımda, bulunduğumuz her eylemde yine o beynimizin örümcek ağıyla kaplı yeri yaptığımızın ‘insan’a uygun olup olmadığını soruşturup durmaktadır. Bu yüzden değil midir çocukluğumuzdaki bir çok doğrudan ve samimi davranışı insanlık hakkında birikimimiz arttıkça, toplum ve tarihle haşır neşir oldukça yapamaz oluruz.
Felsefe bölümünde okurken üniversite hocalarımızdan biri “Bu bölümde okuyorsunuz ama okul bittiğinde şimdi yapabileceğiniz bir çok şeyi yapamaz hale geleceksiniz” demişti. Şimdi onu çok daha iyi anlıyorum. Herkes için farklı olabilir ama üniversite eğitimi alan birisi okuldan çıktığında büyük ihtimalle kapıcılık artık yapılamayacak bir iş bir haline gelmiştir. Çünkü artık bilinç dediğimiz şey yaptıklarımızın toplumla uyuşup uyuşmadığını yeni yeni bilgilerle sorgulamaya başlamıştır.
Çocukluğumda –henüz babamın elimden tuttuğu günlerde– bir keresinde babamla beraber 23 Nisan kutlamaları yapılan bir alana gitmiştik. İlkokul çocukları kim bilir ne azapla öğrendikleri halk oyunlarını sergiliyorlar, bizim gibi çocuklu anne babalar ve veliler de onları izliyordu.
Siyah elbiseler içinde Kafkas oyun ekibi oynamaya başladı. Onların o hareketleri neden bilmem çok hoşuma gitmişti, sanırım kendi aralarında bir çocuk oyunu oynadıklarını sanmıştım. (O yaşlarda bir çocuk için dünya bir oyun değil midir. Zaten oyun kavramı o kadar geniş ki hayatı bir oyun olarak gören birine ne denebilir.)
Babamın elini bırakıp koşarak oyun ekibinin arasına karışmış ve onlar gibi oymamaya çalışmıştım. Bu o kadar hoşuma gitmişti ki çevredekilerin ilgi odağı olduğumu fark etmemiştim bile. Önce okul öğretmenlerinden biri beni tutup oyun ekibinden uzaklaştırmış sonra da babam beni eve götürmüştü. Bundan bahsediyorum çünkü bu eylemi rahatça yapabilmemin sebebi büyük ihtimalle henüz resmi bayram kutlaması kavramına sahip olmamamdı.
Sonuçta yazarken de yaşarken de kendimizden öncekilerle ve çağdaşlarımızla bir hesaplaşma içindeyiz sürekli. Ama yazmayı yaşamaktan ayıran çok büyük bir fark var. O da yaşanılanların geçip gitmesi yazılanların kalıcı olabilmesi. Yaşadıklarınızın ve aykırılıklarınızın bazen kimse farkına varmayabilir ama bunları yazıya döktüğünüz zaman birilerinin belki de bütün dünyanın okuması ve bilmesi olasılığı ile karşı karşıyasınızdır.
Peki ben neden yazı yazıyorum şimdi. Aslında yazı yazmaktan hiç bir zaman hoşlanmamışımdır. Konuşmayı yazmaya hep daha çok tercih etmişimdir. Öğrencilik dönemlerimde yazım hep kötü, yazılı ödevlerim de hep mümkün olduğunca kısa olmuştur. Öğretmenlik yapabildiğim dönemlerde de not tutturmayı hiç sevmezdim. Günlük tutmayı da hep bir genç kızlık hastalığı olarak görmüştüm. Hatta askerdeyken pembe bir hatıra defteri olan bir çavuşla en çok alay edenlerden biri de ben olmuştum. Acemi birliğinden dağılırken ilkokulun son günüymüş gibi defterine yazı yazmamızı istemişti. Hani şu “Kalbin kadar temiz ve saf bu sayfayı bana ayırdığın için teşekkür ederim ” diye başlayan yazılardan. Oysa şimdi oturmuş alnımdan ter damlayarak ve kendimi zorlayarak bunları yazıyorum yaz sıcağında. Bunu yapmamın asıl sebebi doktorumun beni terk etmesi. Evet, psikiyatristim de beni ortada bıraktı ve yaşadıklarımı anlatabileceğim kimse kalmadı artık. Bir yıllık beraberliğimizin sonunda bir hafta önce bana dedi ki:
“Tahir Bey, terapilerimizin artık bir işe yaramadığını ve size yardımcı olamadığımı görüyorum. Bu yüzden bundan böyle artık terapi yapmayacağız.”
İşte tam olarak bunları söyleyerek beni bir piç gibi bıraktı Haldun Bey. Halbuki o benim en son sığınağımdı. Belki de babamın yerine ikame ettiğim insandı ve o da tıpkı heyecanını yitirmiş bir sevgili gibi acımasızca birkaç kelimeyle bırakıvermişti ellerimi.
Belki biraz vicdan azabıyla gözlerime bakıp ne diyeceğimi bekledi. Ona kalbimdeki bıçak saplanma hissini belli etmemeye çalışarak haklı olduğunu, zaten terapiler için buraya gelmenin de bana çok zor geldiğini, zamanını benden daha çok ihtiyacı olan ve faydasını görebilecek hastalara ayırmasının daha iyi olacağını söyledim. O da içi rahatlamışcasına yine de terapiden vazgeçmemem gerektiğini, belki daha çok faydalanabileceğim bir doktor bulmamın uygun olacağını söyleyerek karşılık verdi. Durumumuz bir daha görüşmemek üzere ayrılan sevgililerin dostça ayrılmasına benziyordu. Ne yapalım yürümemişti işte. Sonra son bir vicdan borcuyla bana yeşil bir reçete yazıp tokalaşmak için elini uzattı. Bugüne kadar benim için yaptıkları için ona teşekkür edip elini sıktım ve odadan çıktım.
Sokağa çıktığımda kalbim göğüs kafesimden çıkacak gibiydi ve gözlerim dolu doluydu. İşte bunca yalnızlığım, yabancılığım ve korkularımla tek başıma kalakalmıştım. Sonunda beni ilginç bir vaka olarak gören Haldun Bey bile kapının önüne koyuvermişti. O an beni bırakan o değildi, babamdı, ailemdi, sevgililerimdi, arkadaşlarımdı; para karşılığı konuşabildiğim birisinden hepsine bütün bir insanlıktı beni kapının önüne koyan.
Şimdi ne yapacağımı kime sığınacağımı bilmeden yürümeye başladım sokakta. Sokakta yürürken yanımdan geçip giden bu iki bacağı üzerinde yürüyebilen canlılar ve onların kullandığı otomobil denilen bu cihazlar tümüyle yabancıydı o an bana. Hiç birisiyle yüzeysel ya da fiziksel olmanın ötesinde bir ilişki kuramazdım artık. Onlar damarlarında kan dolaşan canlılarsa ben onların içi boş bir maketiydim.
Ayaklarım beni her zaman gittiğim bara götürdü. Şimdi yeraltındaki bu barın loş ışığı altında bir sandalyede oturmuş bir dikişte yarıladığım Arjantin bira bardağını tutuyordum.
Bu tarz barları hep sevmişimdir. Çünkü ilk gençliğimden beri kendimi uygun hissettiğim yegâne yerlerdir buralar. Bu barlar derken, şehir insanlarının piyasa yapmak için gittikleri şık mağaza vitrinlerini anımsatan barlardan bahsetmiyorum. Yalnızca içki içmek için gidilen ve içki içmeden sigara dumanlı, havasız atmosferine tahammül edilemeyen üçüncü sınıf içkili lokantalardan bahsediyorum.
Buraları severim çünkü buralarda hissettiğiniz gibi olabilirsiniz rahatlıkla. Üzgünseniz üzgün, gerginseniz gergin, mutluysanız da mutlu görünebilirsiniz. Ağlamaklı bir haliniz varsa üzgün olduğunuz için gelmişsinizdir buraya, gerginseniz belki alkoliksinizdir ve birkaç bira içip rahatlayacaksınızdır. Oysa kafe, çay ocağı ya da diğer şık barlarda bu görünüşlerin bir bahanesi yoktur üzgün ya da gerginseniz neden oradasınızdır; evinizde bunu kendi başınıza başkalarına yansıtmadan yaşamanız varken. Ama işte bu barlarda kimse sizden Ayhan Işık gibi dört köşe olmanızı beklemez. Parasını verdiğiniz ve rezalet çıkarmadığınız sürece istediğiniz kadar dibe vurabilirsiniz buralarda.
Şimdi oturduğum Sakarya sokaktaki bar da böyle barlardan biriydi işte. Aslında burası böyle deyip geçiştiremem, son on yıldır bir çok tadilata uğrasa da, hatta ismi ve sahipleri değişse de her santiminde bir anımın olduğu bir yerdi. Hani derler ya burada yaşadıklarımı anlatsam roman olur diye; o kadar olmasa da bu şehre geldim geleli önemli kararların çoğunu aldığım yerdir burası.
İşte oradaydım ve kalabalıktı. Hava kararmış ve sokaktan bara inen merdivenlere güneş ışığı değil sokak lambalarının ışığı vurmaya başlamıştı. Bir Sezen Aksu şarkısı ve bardaki insanların konuşma sesleri uyumlu bir şekilde birbiriyle harman olmuş gibiydi. Gözlerim hala dolu doluydu ve kalp çarpıntımın geçmesi için biramı hızlı hızlı yudumluyordum. İki üç yudumda birayı bitirmiştim ama lanet olası kalbim bana mısın dememişti. Belki kalp krizi geçirmiyordum ama insana ölümü özleten ölüm ve hayat arasındaki ince bir çizgi gibiydi bu çarpıntı. Bir şekilde sona ermeliydi. Boş bira bardağını top sakallı garsona göstererek bir bira daha istedim. Kalkıp tuvalete gittim ve bir Xanax alıp yüzümü yıkadım. Döndüğümde yeni biram masamdaydı.
Bir yandan içiyor bir yandan da beynimin karanlık dehlizlerinde dolaşıyordum. Peki ne vardı bu dehlizlerde. Doğru düzgün tutarlı akıl yürütmeler yoktu. Bir kısır döngü gibi kendi kendini yineleyen hisler vardı. Artık hiç bir zaman iflah olamayacağım; anlamsız korku ve suçluluk duygularımdan asla kurtulamayacağım hissine ait birbirinin türevi cümleler. İkinci biradan sonra panik durumundan biraz çıkmış, düşüncelerime az çok hakim olabilecek vaziyete gelmiştim.
Evet, Haldun Bey de beni bırakmıştı. Bu bir hastalıksa hastalığımla, yok değilse kendi berbat varoluşumla baş başa kalmıştım işte. Bundan sonra başka bir doktor veya tedavi seçeneği de yoktu benim için ya da en azında ben buna inanmıştım. Çünkü ergenliğimden bu yana götürülmediğim, gitmediğim hastane, doktor; kullanmadığım ilaç kalmamıştı nerdeyse. Haldun Beyi kurtarıcım olarak görmüş, o da beni bırakırsa bunun sonum olacağına daha tedavi sürerken karar vermiştim ve işte her zamanki gibi kötü kehanet kendini gerçekleştirmişti. Kendimi insanlık tarafından terk edilmenin de ötesinde çemberin dışına itilmiş hissediyordum. Haldun Bey de biliyordu intihara meyilli olduğumu ve buna rağmen bana kapıyı göstermesi “Bazen ölmenin de zamanı gelir” demek değil de neydi?
İçimden bir ses “Eve gidip bütün bunların, bu çırpınışların hepsine bir son vermelisin” diyordu “Otuz yıllık hayatının tek bir anında olsun kesin bir karar vermeli ve bunu uygulamalısın. Kaybetmesi gereken biri vardı ve o da sen oldun…”
Nasıl intihar edeceğimi düşünmeye başlamıştım bilmem kaçıncı biramı yudumlarken. Elimdeki bütün xanax’ları içecek ve bir daha uyanmayacaktım. Bu kararı verince garip bir rahatlama hissettim. Böyle oluyordu demek ki; insanlar böyle karar veriyordu intihar etmeye.
Masam duvar kenarında buradaki en sevdiğim posterin yanındaydı. Stanley Kubrick’in “Shine” filminden bir sahneydi bu afiş. Jack Nicholson bar taburesinde barmenin karşısında oturmuş kameraya bakarak ağız dolusu gülüyordu. Barmen ise çok şey bilen adam mağrurluğuyla asil bir gülümseyiş takınmıştı. Bu postere her bakışımda Jack Nicholson’a kahkahanın yakıştığını ve hayatımın hangi anında böyle bir kahkaha attığımı düşünürdüm. İnsanın kendi hayal dünyasında da olsa böyle mutlu olabilmesi özenilecek bir şeydir benim için. Filmi izleyenler bu sözümü anlayacaktır. Gülümseyerek bardağımı Jack ve garsonun şerefine kaldırdım ve Jack’in mutluluğuna içtim.
Bu masada otururken aklıma ismini hatırlayamadığım ve Hacettepe Resim Bölümü’nde araştırma görevlisi olan o adam geldi. Çünkü o da hep bu masada otururdu. Ankara’ya –bir süre beraber olduğum hemen hemen her şey gibi bağımlısı olduğum, hem güzel hem satranç bilir bu şehre– yeni geldiğim ve bu bara yeni takılmaya başladığım zamanlardan hatırlıyordum onu. Ne zaman bu bara gelsem o da benim şimdi oturduğum bu masada ve bu sandalyede otururdu.
Uzun boylu, esmer, yakışıklı, her zaman tıraşlı ve iyi giyimli biriydi. Bacak bacak üstüne atar, hafiften gülümseyerek merdivenden bara inenleri izler ve içer dururdu. Onu burada her gördüğümde hayatından memnun birisi olduğunu düşünürdüm. Çoğu zaman yalnız otururdu, bazen de başka başka kişiler olurdu yanında. Etrafında oturanlar değişse de o bu masanın demirbaşı olarak aynı sandalyede otururdu hep. Onu görürdüm ama tanımazdım; ta ki Meral bizi tanıştırana kadar. Burada Meral’le nasıl tanıştığımı da anlatmam gerek.
IV
Felsefe bölümünü kazanıp bu şehre geldiğim ilk aylardı. Kasabadan ve ailemden uzakta olmak beni hem korkutuyor hem de heyecanlandırıyordu. Korkuyordum, çünkü o zamana kadar kasabada herkesin sevip saydığı bir adamın oğlu olarak etrafımda beni koruyan bir haleyle dolaşmıştım. Şimdiyse ilk defa kimsenin beni tanımadığı yabancı bir şehirdeydim. Heyecanlıydım, çünkü içindeyken farkına varamadığım bir karabasandan kurtulduğumu hissediyordum.
Yurtta kalmaya başlamıştım. O aralar ilk arkadaşım yurtta aynı odayı paylaştığım İlker diye bir çocuk olmuştu. İlker makine mühendisliğinde okuyordu. O bir senedir burada olduğu için şehri benden daha iyi biliyordu. Daha sonraları müptelası olacağım mekanlara beni ilk götüren de o olmuştu. O da, ben de sinemayla çok ilgiliydik ve saatlerce oturup sinema üzerine konuşabiliyorduk. Gündüzleri bir çay ocağına takılır tavla, satranç oynardık. Bu çay ocağı daha çok sol görüşlü ya da anarşist tabir edilen gençlerin takıldığı bir yerdi. Burası da daha sonra şehir merkezinde gidip oturduğum birkaç sığınağımdan biri olacaktı.
Bir gün yine oturmuş İlker’le çay içiyorduk. Tam karşımızda tek başına oturan otuz yaşlarındaki kadın çok dikkatimi çekmişti. Biz İlker’le gelip buraya oturduğumuzdan beri hiç gözünü ayırmadan bana bakıyordu sanki. Ne zaman gözüm o tarafa kaysa delici bakışlarıyla karşılaşıyordum. Öyle ki utandığımdan o tarafa bakamamaya başlamıştım. Bir süre sonra İlker’le konuşmaya dalmış o kadını unutmuştum ki dizimde birinin elini hisettim. Deminden beri bana bakan kadın yanıma oturmuştu. Çirkin bir kadın değildi ama güzel de denemezdi. Güzel olmamasının sebebi de yüzü ya da vücudu değil, mimiklerindeki gariplik, gözlerindeki tuhaf parıltıydı.
“Adın, burcun?” diye sordu birden.
Ben de şaşkın şaşkın, hızla cevapladım bu soruyu: “Tahir, Terazi.”
“Ben de Meral.” dedi “Boğayım…”
“Memnun oldum” diye karşılık verdim. El sıkıştık. İlker’le de tanışıp el sıkıştılar. Kadının bu ani taaruzu karşısında o da şaşırmıştı. Bana “Neler oluyor” der gibi bakıyordu.
Kadın neyle uğraştığımı sordu. “Okuyorum” dedim.
“Ne okuyorsun?” diye sordu. “felsefe” dedim.
Biz Meral’le konuşurken yan tarafta oturan başka bir kız da İlker’e tavla oynamayı teklif etti ve onlar da tavla oynamaya başladılar. Böylece Meral’le baş başa kalmıştık.
“Ben de resim mezunuyum.”dedi Meral.
Bana nerede kaldığımı, nereli olduğumu sordu; cevapladım.
O doğma büyüme Ankaralıydı. Resim bölümünü bitireli iki sene olmuştu ve işsizdi. Annesinin ona aldığı evde yalnız yaşıyordu; yine annesinin verdiği parayla.
O zamanlar Ben henüz yirmi yaşındaydım o ise otuz yaşındaydı. Çaktırmamaya çalışsam da kendimi tacize uğruyormuş gibi hissediyordum. Çünkü bir eli devamlı bacağımın üzerindeydi ve bana yiyecekmiş gibi bakıyordu.
Onu güzel bulmamıştım ama çirkin de bulmamıştım. O zamanlar bakir olduğumu ve bundan kaynaklanan cinsel açlığımı düşünürsek normal bir kadın vücuduna sahip olması bile yeterliydi zaten. Ereksiyon olmuştum ve keten pantalonumdan belli olacak diye korkuyordum.
Neden sonra “Meclis parkına gidelim mi?” diye sordu.
“Niye?” diye sordum. “İçki içeriz,”dedi.
İlker’e baktım. Tavla oynadığı kızla muhabbeti iyice koyulaştırmıştı. Beni fazlaca umursadığı yoktu.
“Peki” dedim “gidelim”.
Sonra çıkıp gittik. Meclis Parkı’na ilk defa geliyordum. Meclisin arka tarafında ağaçlık bir parktı burası. Orada burada çimlerin üzerinde oturan çoğu metalci, siyahlara bürünmüş gençler içki içiyorlardı. Biz de yakındaki bir Tekel bayiinden bir şişe şarap ve iki plastik bardak alıp ağaçların arasında gözden uzak bir yerde oturduk ve içmeye başladık.
İçtikçe benim de kanım kaynamış ve çekingenliğimden sıyrılmaya başlamıştım. Artık sarmaş dolaş olmuş, durmadan öpüşüyorduk. Ben iyiden iyiye hoşlanmaya başlamıştım ondan. O ise benimle alay ediyor gibiydi.
“Genç Tahir’le yaşlı Meral’in aşkı dilden dile dolaşacak” dedi. Ben de yaş farkının önemsizliğinden dem vurdum. Şarap bitince “Gel bana gidelim” dedi. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordum.
O an garip bir korku sardı içimi. Yeni bir şehirde hiç tanımadığım bir kadın beni evine çağırıyordu. Yurda gitmem gerektiğini söyledim. Gerçekten şaşırdı, belki ilk defa böyle bir teklifi reddediliyordu. Birden yüzü asılmıştı.
Telefonunu istedim. Bir kağıda yazıp verdi. Beraber çay ocağına kadar geldik. O eve gitmesi gerektiğini söyleyip kapıdan ayrıldı. İçeri girdiğimde İlker ve o kız da yoktu. Ben de yurda gittim,İlker yurtta da yoktu.
O akşam İlker yurda gelmedi ve ben de uyuyana kadar kadının evine neden gitmediğime dair bahaneler arayıp durdum. Neden korkmuştum? Böbreklerimin çalınmasından mı? Hayır, galiba kendimden korkmuştum: beceriksiz olmaktan.
Ertesi gün öğlen İlker yurda geldi. Kızın evinde kalmıştı. Bana gece kızı nasıl usülüne göre düzdüğünü anlattı ballandıra ballandıra. O gün ben de Meral’i aradım. Görüşüp görüşemeyeceğimizi sordum. Bana dışarı çıkmayacağını ama istersem evine gelebileceğimi söyledi. Adresini aldım ve yola koyuldum. Oraya varana kadar heyecandan gözlerim neredeyse hiç bir şey görmedi, yalnızca renkler görüyordum çevremde sanki.
Apartmana girip evinin kapısına geldiğimde kalbim gümbür gümbür atıyordu. Zili çaldım. Kapıyı açıp beni içeri aldı. Oturma odasına geçtik. Odanın her tarafı gerekli gereksiz bir sürü eşyayla doluydu. Her tarafa yayılmış kitaplar, resimler, boş bira şişeleri ve dolu kül tablaları. Beni bir koltuğa oturttu ve kendisi de beyaza boyadığı tuvalinin karşısındaki sandalyeye oturdu.
“Nasılsın?” diye sordu, “İyiyim.” dedim.
“Sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim.” dedi asık bir suratla. Bana karşı son derece ilgisiz ve soğuk davranıyordu. Dünkü teklifini geri çevirmemin bedelini ödüyordum. Onun bu sertliğini nasıl kıracağımı bilemiyor susarak onun tuvali boyamasını izliyordum.
Neden sonra dönüp bir şey içip içmeyeceğimi sordu. Kahve olup olmadığını sordum. Varmış. Beraber mutfağa gittik. Mutfak haftalardır temizlenmemişti. Tezgahın üzeri kirli bulaşıklarla doluydu. Kirli bardakların arasından iki kupa alıp yıkarken su ısıtıcıyı çalıştırdı.
“Heykellerimi görmek ister misin?” diye sordu. “İsterim” dedim.
Mutfak kapısı balkona açılıyordu. Balkonda birkaç kırık dökük heykel vardı. Birkaç büstün dışında ilgimi bir cenin heykeli çekmişti.
“Bu çok ilginçmiş” dedim. “Evet, benim için de özeldir.” dedi. Özel bir anlamı olup olmadığını sorduğumda öldürdüğü çocuklarına ithaf ettiği bir heykel olduğunu söyledi. Bu arada su ısınmıştı. Neskafelerimizi alıp odaya geçtik.
Amma da uzatıyorum. Nereden nereye vardım. Bütün yapmak istediğim bütün bunları neden yazdığımı açıklamaktı. Ama nasıl olduysa iş öyle dallanıp budaklandı ki ilk sevişme deneyimimi anlatmaya kadar vardı. Sanki bir roman yazarmış gibi; desem de, biraz düşününce sanırım bütün bunlar birbiriyle fena halde ilgili. O gün olanlar bunları yazmamdan, bugün olduğum şeye kadar beni köklü bir biçimde etkilemiş olabilir. İlk seviştiğim kadın başka biri olsaydı ben de başka bir adam olabilirdim belki. Neden olmasın. Neyse…
(…)
Bir gün yine bu bara geldiğimde adamın yanında Meral de vardı. Ben de selam verip yanlarına oturmuş, o adamın masasında oturanlardan biri de ben oluvermiştim. Resim Bölümü’nde araştırma görevlisi olduğunu da o gün öğrenmiştim. Hatta o gece Meral’i yatağa onun atacağını düşündüğüm için onu biraz kıskanmıştım da.
Daha sonra o adamla yine bu barda karşılaştık ama bir daha ne selamlaştık ne de beraber oturduk.
Aradan bir vakit geçtikten sonra onu burada otururken görmez oldum. Neden sonra bir gün yine Meral’le karşılaştığımızda bana onun intihar ettiğini söyledi. Hatta yanında onun anısına düzenlenmiş bir resim sergisinin kataloğu vardı. Katalogda onun da resimleri vardı. Resimlerini görünce onun derininde yatan o korkunç ve anlaşılamamış yalnızlığının ve umutsuzluğun yüzüne değil, resimlerine yansıdığını anladım. Resimlerinin pek çoğu kendi asık yüzlü otoportreleriydi. Burada otururken ne kadar da kendinden emin ve hayata bağlı görünüyordu halbuki. Onun yalnızlığını korkunç kılan da buydu herhalde; kimsenin göremeyeceği kadar derinlerde olması. Dışarıdan bakıldığında belli bir işi olan, insanlarla ilişkileri varmış gibi onlarla yan yana görülen adamın umutsuz yalnızlığı. Belki onuru yüzünden o gerideki ben’ini kimseyle paylaşamamıştı da. Bu barda otururkenki gülümseyiş maskesinin ardında eriyip bitmişti kimse farkında olmadan.
İşte tam da kendimi umutsuz hissettiğim ve intihara karar verdiğim bu anda onun oturduğu sandalyede otururken o gelmişti aklıma, ismini bile hatırlayamadığım biri.
V
Birkaç bira daha içip çıktım bardan. Eve varınca ilk iş banyoya gidip yüzümü yıkamak oldu.
Yüzüme bakınca içimi bir tiksinti kapladı. Gözaltları torba torba olmuş, gözleri kan çanağına dönmüş, yüzü şişmiş, saçı başı darmadağın, yanakları bazı köpekler gibi sarkmış bir berduştu karşımdaki.
Nasıl olmuştu da bu noktaya gelmiştim. Hangi hatalar beni bu geceye getirmişti, ya da bu durumda olmam varoluşumda gizli makus son muydu. Köklerimden geri dönemeyecek kadar uzaklaşmıştım. Ölmüş babam beni asla affedemeyecekti artık. Ben onun yarım bıraktığı yolu, kullanmadığı bir olasılığı mı kullanmıştım? Peki nereye varmıştım? İşte buraya… Herkese karşı tek başına bir hiç olmaya.
Elimde kalan bir avuç hapı yutup yatağa uzandım. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, soğuk soğuk terliyordum. Her yanımı korkular sarmıştı… Ölecek miydim? Gerçekten yok mu olacaktım? Peki ya yaşasaydım, belki her şey düzelecek miydi? Ne kadar garip bir çelişkiydi bu; intihar etmek ve ettiğine pişman bile olamamak ya da intihar etmemek ve intihar etmediğine pişman olmak. Gözlerim kapandı, derin bir uykuya daldım sonunda..
İşte bu sabah gözlerimi açtığımda öğleden sonraydı, ölmemiştim; yalnızca başım ağrıyor, midem bulanıyordu. Bir duş aldıktan sonra işte bunları yazıyorum.
Ne demiştim? Doktorum beni terk ettiği için yazıyorum bütün bunları demiştim değil mi? Haldun bey seanslarımızdan birinde bana yazı yazmanın en iyi terapi yöntemlerinden biri olduğunu söylemişti. İnsan yazarak kendi gerçeğine ulaşabilirmiş. Ben de işte bunu deniyorum. Çünkü aslında gerçekten ölmeye cesaret edemiyorum. Kendimi kandırmamalıyım. Dün gece gerçekten cesaretim ve kararlılığım olsaydı bu gün sağ ve bunları yazıyor olmazdım. Belki kalkar kalkmaz kendimi pencereden aşağı atardım. Üstad Bilge Karasu ‘Lağımlaranası Beyoğlu’ kitabında “Ölümle oyuna başlandığı anda sözün, oyalanmanın, yeri yoktur.” demiş. Oysa ben oyalanıyorum ve yazıyorum.
Cengiz Dağcı’nın ‘Yurdunu Kaybeden Adam’ diye bir kitabını okumuştum. Orada da tıpkı benim gibi doktoru tarafından terk edilen ve anılarını yazmaya koyulan bir adam vardı. Aslında tam olarak okudum diyemem o kitabı. Yalnızca biraz başını okumuş, sonra da sonunu okumuştum. Kitabın sonunda anılarını yazmayı bitirmiş ve kendi hakkında bir karara varabilmişti. Son cümlesi şöyle diyordu:
“Son fırtına ağacı devirdi. Bizler, uçurduğu birkaç yaprak, boşlukta yolunu şaşırmış, ümitsiz şaşkın, meçhul bir geleceğe doğru, yalpa vurup duruyoruz.”
Bunun gibi neredeyse bir tür oluşturacak kadar çok roman var galiba. Roman karakteri büyük bir bunalıma girer, bunalımının tutanaklarını tutmaya başlar –sanki mecburmuş gibi– sonunda bir kurtuluş, sonuç ya da kararla sonlanır roman. Artık yazacak bir şey kalmamıştır, belki de yazmaya gerek kalmamıştır. J.Paul Sartre’ın Bulantı’sındaki karakter bir trene, Knut Hamsun’un Açlık’ındaki karakter de bir gemiye biner ve giderler.
Olur ya belki ben de yazdıklarımı bitirdiğimde bir sona ulaşmış olurum.
VI
Yazı yazmak, yaşamanın karşısındaki ölüm dışındaki ikinci seçenek gibi görünüyor. Benim gibi yaşama uyum sağlayamadığı halde ölmeyi tercih etmeyenlerin ya da cesaret edemeyenlerin önündeki ikinci seçenek.
Uyumsuz bir insan, hayatının bir noktasında yazmaya, yazılarıyla avunmaya karar verir ve yaşadığı acıyı sayfalara dökmeye başlar. Böylece geçmişini yeniden yaşayarak hayatına bir yoğunluk katmaya çalışır ya da yaşadığı anı yazarak yaşantısını elle tutulur bir hale getirdiğini düşünür. Böylece yaşantısının gidişatını görüp kavrayabilecektir. Bir süre sonra hayatında meydana gelen bazı küçük değişikliklerin bir devrime dönüştüğünün farkına varır. Hayatı gibi kendisinin de değiştiğini fark eder. Artık yazı yazmaya başladığı andaki uyumsuz değildir, bu noktada yazı yazmayı bırakıp yeniden yaşamaya başlayabilir.
Burada şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır:
Yazmaya başladığı için mi değişmiştir yoksa yazdığı için sadece değişiminin farkına mı varabilmiştir?
Bir de bu kişinin yazarak kendine uyum sağlayabileceği daha farklı hayali bir dünya inşa etmeye çalıştığını varsayalım. Bu bir roman veya hikâyedir diyelim. Anlatıda kendisiyle ya da kendisinin bir yanıyla özdeşleştirdiği karakterinin başına kendi durağan hayatında gerçekleşmeyen heyecanlı olaylar getirir. Böylece gerçekte olmayan başka bir ben’e sığınarak hayattan kaçmış ve kurtulmuş olur. Anlatı sona erdiğinde yazar rahatlamıştır. En azından bir yaratımı meydana getirdiği için kendisiyle gurur duymaktadır. Neden duymasındır ki, yazdıklarını kimse okumayacak da olsa televizyonlardaki, gazetelerdeki bir sürü moda olay ve düşüncelerle beyni pelteye dönmüş modern insan sürüsünden değersiz bir yaratımla sıyrılabilmek az şey midir. Fakat yaratımın mutluluğu da tükenip gittiğinde devam eden uyumsuzluk onu yeniden yazmaya itecektir.
Bu sözlerimden uyumsuz olmayan, yaşamıyla ya da varlıkla barışık birinin yazı yazamayacağı anlamı çıkmasın. Tabi ki yazar. Ama benim yazmaktan kastım ‘bugün yirmi üç nisan neşe doluyor insan’ türünden samimiyetsiz şiirler ya da bir takım fabrikalarda seri olarak üretildiğini düşündüğüm Dan Brown imzalı ticari metinler değil. Coşku içinde olan, beyni durmadan serotonin ve dopamin salgılayan kişi oturup bu coşkusunu yazıya dökmek yerine her anının tadını çıkarmaya bakar bana kalırsa. Bir de yazma eyleminin bunca zor ve sancılı bir süreç olduğu düşünülürse. Öyle ki bir roman yazma sürecini anlatan romanlar sadece bir olay örgüsü üzerine kurulu romanlardan çok daha fazla ilgimi çekmiştir her zaman.
Avare avare barlarda sürttüğüm o günlerin birinde işi gücü olan ve bu yüzden bana biraz tepeden bakan bir arkadaşım “boş boş duracağına bir şeyler yazsana” demişti:
“Benim senin gibi boş vaktim olsa oturup senaryo yazardım. Millet dizi senaryolarından milyarları götürüyor.”
Ama ben milyarlar kazanmak için nasıl yazılabildiğini anlamıyorum. Samimi olarak varlıkla ilgili bir sorunu olmayan birisi para kazanmak için oturup bir şeyler, bir şiir, bir roman, bir felsefe metni yazabilir mi? Belki…
Ama yazılan neye benzer! Nasıl ki bir yazarın sırf kendisi için yazmasını aklım almıyorsa sırf başkaları için yazmasını da aklım almıyor. Sanırım edebi bir eseri güzel kılan şeylerden biri de samimiyet olsa gerek.
Böyle düşünmüş olsam da milyarlar kazanma fikri yüzünden bir dizi senaryosu yazmaya kalkıştığımı da itiraf etmeliyim. Şöyle bir başlangıç denemesi yapmıştım:
“Habil ve Kabil”
Havaalanına onu karşılamaya gittiğimde kollarının altında iki Singapurlu kadın vardı. Paparazzilere gülümsüyor, fotoğraflar çektiriyordu. Saçını kazıtmış bir de küpe takmıştı kulağına; MFÖ’nün “deli” şarkısındaki gibi. Beni görünce sevinçle yanıma geldi.
– Merhaba Tahir. Nasılsın görüşmeyeli?
Onun yanıma gelmesiyle magazin basınının menziline ben de girmiştim.
– İyiyim, Haluk. Seni de iyi gördüm.
“İyi de laf mı bomba gibiyim” dedi ve yanındaki kızları benimle tanıştırdı.
“Bak bu Martha, bu da Fatima. Nasıl, güzel kızlar değil mi?” “Evet” dedim;
– Güzel kızlar… İstersen artık gidelim.
– Nereye?
– Eve tabii. Babam bekliyor.
“Öyle mi?” dedi suratını asarak; “Sen git. Ben daha sonra gelirim.” Bu hengamede ona ısrar etmek istemedim:
– Sen bilirsin ama geç kalmasan iyi olur.
“Tabi” dedi; “Merak etme.”
Belki bugün eve gelmeyecekti, bunu biliyordum. Ama buradan hemen uzaklaşmak istiyordum ve hızlı adımlarla uzaklaştım.
Eve geldiğimde babam asık bir suratla televizyon izliyordu. Ayşe Hanım ise her zamanki gibi evde yoktu. Kim bilir hangi gece klubündeydi. Yanına gidip sessizce koltuğa oturdum. Babam bana dönüp bakmadan “O nerede?” diye sordu.
– Akşam gelirim, dedi.
Cevap vermedi. Kımıldamadan televizyon izlemeye devam etti. Mutsuz olduğunda yaptığı şey buydu: Televizyon karşısında somurtmak. Aslında hiç bir şey izlemiyordu, sadece öylece televizyonun önünde oturuyor ve her şeyle irtibatını kesiyordu. Bu onun gerçeklerden kaçış yoluydu. Dediğim gibi mutsuz olduğunda kaçtığı yerdi televizyon karşısı ve bu aralar hep televizyon karşısındaydı.
Öylece oturdum ve ben de onun bu oyununa katıldım. Hiç bir kanalda on saniyeden fazla kalmıyordu. Bu duruma yarım saat dayanabildim ve kalkıp odama geçtim. Yatağa uzandım.
Tam uykuya dalıyordum ki babamın bağırışıyla kendime geldim: “Tahir, buraya gel!”
Yanına gittiğimde ekranda Haluk ve sevgilileri vardı. Havaalanında yapılan çekimlerdi. “Bundan haberin var mıydı?” diye sordu babam.
– Evet, baba…
– Niye bana söylemedin?
Sustum. ”Biz bunu mankenlerle kırıştırmasın diye göndermedik mi? Bu ne kepazelik. Şunun haline bak! Kafa dazlak, kulakta küpe.” dedi. Bu sırada Haluk’la yapılan röportaj gösteriliyordu.
– Bu güzel bayanlar kim, Haluk Bey?
– Sevgililerim.
Muhabir yapay bir şaşkınlıkla sordu:
– İkisi de mi?
– İkisi de. Neden şaşırıyorsun. Dinimiz dört kadına kadar izin vermiyor mu?
Babamın yüzü kıpkırmızı olmuştu.
– Ünlü manken Demet Sezer’den ayrıldıktan sonra Uzakdoğu seyahatine çıkan Doğan Moda’nın veliahtı ünlü Playboy Haluk Sarar, yanında iki güzelle ülkeye döndü.
Sonra görüntüye ben girdim. Babam bana bir bakış atıp tekrar ekrana döndü.
– Haluk Sarar gecenin ilerleyen saatlerinde Rayna’daydı.
Bu görüntülerde de Haluk kâh dans ediyor kâh kızlarla öpüşüyordu.
***
Eğer yazmaya devam etseydim hikâye Haluk’un babasıyla maddi, manevi her alanda savaşması ve Selim’in bu savaşta arada kalması şeklinde gelişecekti. Haluk’un babasına düşmanlığının ardında babasının zamanında gerçek annesine çok kötü davranmış olması yatacaktı. Öyle ki babası geçmişte öz annesini defalarca aldatmış, terk etmiş, hatta dövmüş olacaktı. Son olarak da boşanmış ve üvey anne Ayşe’yle evlenmişti. Öz anne de kanserden ölmüştü. Haluk babasına karşı savaşında babasının ticari düşmanlarıyla bir olup rakip bir moda şirketi kurmaktan üvey annesini baştan çıkarmaya kadar varacaktı.
Ama ne ben yazmaya çalıştığım bu renkli dünyayı tanıyordum ne de bu anlatıyı yazacak kadar güdülenmiştim. Sandığım kadar kolay olmadığı gibi, içki içmekten daha cazip de değildi. Sonuçta bu hikâyeyle ilgili kafamda bir çok imge beliriyordu ama bunu kağıda dökecek gerçek yetenekten yoksundum.
Hem neden yazacaktım sanki? Böyle bir metin görüntüye aktarılmadığı sürece ne para ne de doyum sağlayabilirdi bana. Görüntüye çevirebilecek bağlantılarım olsaydı da metne ihtiyacım kalmazdı; kafamdaki kelimeye dönüşmemiş imge ve fikirler yeterli olurdu bana.
Tekrar ediyorum; yazmak, yaşam karşısında intihar dışındaki ikinci seçenek gibi geliyor bana.
Albert Camus Sisifos Söyleni’ni intihara mantıklı bir yanıt bulmak için yazmadı mı? Goethe’nin de intihar fikrinden genç Werther’in acıları sayesinde kurtulduğu söylenir. Hani yazarların yazmak için yaşadıkları söylenir ya, o zaman yaşamak için bir bahaneye dönüşmüyor mu yazmak. Yine o zaman yazmak için yaşamak, yaşamak için yazmakla eşanlamlı olmuyor mu? Bütün bunların dışında yazmak büyü yapmaya da benziyor. Belki insanlar günlük tutarken yaşadıkları günleri de değiştiriyorlar ve yazdıklarını yaşamaya başlıyorlardır.
Belki iyice saçmalamaya başladım ve kendimi kandırmaya uğraşıyorum. Ama bu söylediklerim üzerine yazı yazılmış kağıtlarla –hani şu muska dediğimiz kağıtlarla– hayatlarını değiştirmeye çalışanların bunca çok olduğu toplumumuzda çok da abes olmasa gerek.
Sonuç olarak yazacağım; çünkü tutunacak başka bir dal bulamıyorum.
VII
“İntihar
Gerçek intiharlar soğukkanlılıkla karar verilenlerdir. Diğer intiharları bunlardan ayırıyorum. Örneğin anlık bir öfkeyle kalkışılan ve başarılan intiharları bunlardan ayırıyorum. Soğukkanlılıkla düşünülüp tasarlanarak uygulanan intihara gerçek dememin sebebi diğerlerinden daha değerli bulmam; yoksa diğerlerinin intihar olmadığını söylemiyorum. Bunları daha değerli bulmamın sebebi ise hayatın görünüşlerinden değil bizzat kendisinden kaynaklanmaları; anlık bir acı çekişten değil bizzat hayatın temelinin acı olduğunun kavranmasından kaynaklanmaları. Kısaca gerçek intiharın temelinde akıl, diğerlerinin temelinde ise duygular yatıyor denebilir. Akıl duygudan değerli midir bilmem ama hayatı kavramada duygular gibi aldatıcı değildir. Şöyle ki, üzgünken dünyayı üzüntü kaynağı olarak gören kişi kendi üzüntüsünün sebebi ortadan kalkınca dünyaya olan tavrını da değiştirir. Yani dünyayı duygularla kavramaya çalışırsak aynı dünya kişiden kişiye ve hatta aynı kişide zamana göre değişik görünüşler alacaktır. Oysa bu görünüşlerin altında bir tane dünya vardır. İşte an gelir insan dünyayı olduğu gibi görür. Bu fark ediş genelde gençlik çağı geçince olur. Bu yüzden soğukkanlı intiharlara gençlik dönemlerinde pek rastlanmaz. Bazı duyarlı ruhlar, hayat kendilerine birçok mutlu olma olanağı tanısa da bir tek yoksunluk durumuyla karşılaşınca —gençlik dönemlerinde— intihar edebilmektedirler.
Unutamadığım intiharlardan biri de ünlü bir televizyon spikerinin oğlunun bilinçsiz intiharıydı. Haberlerden öğrendiğim kadarıyla X’in oğlu eve gelmiştir, onuruna yediremediği bir olay yaşamıştır; belki hakarete uğramış belki de evlenmeyi düşündüğü kız tarafından terkedilmiştir ve vitrin camına kafa atmadan önce şöyle der: ’Ben böyle yaşayamam!’
Analiz edersek şöyle demiştir: “Yaşayabilirim ama böyle değil.” Sonuç olarak duygusal intiharda reddedilen hayatın kendisi değil görünüşlerinden biri ya da onun özne üzerindeki bir anlık etkisidir. Örneğin burada kişi hayata değil hayatın karşısında kendi kaldığı duruma itiraz etmektedir .
Özetle duygusal tavır dünyaya iyi ya da kötü değeri atfeder. Oysa dünya kendi başına iyi ya da kötü değil, bütün bu değerlendirmelerin uzağında ve kayıtsız; kısaca ‘değersiz’ ve anlamsızdır. İşte mantık intiharı da bu anlamsızlığa verilen yanıttır.
Dünyanın soğukkanlılıkla değerlendirilebilmesi için onu görmemizi engelleyen birtakım perdelerin aradan çekilmesi gerekir. Dünyayı görmeye engel olan bir çok perde vardır; herhangi bir nesneye duyulan istek, kişinin benimsediği ya da sırtına vurulan sorumluluklar kişi tarafından dünyanın anlamı olarak konumlandırılır. Oysa belli bir olgunluğa varan insan bütün amaçlarının eğreti bir yapısı olduğunu fark eder. Kendi kendisini yaratmamıştır ve varolanlar arasındaki konumundan kaynaklanan bütün istek ve sorumlulukları tesadüfidir. Hayatının anlamı olarak belirlediği şeyleri asıl belirleyen neden-sonuç ilişkileri olmuştur.” diye yazmışım en son, bütün evrene yukarıdan bakıyormuş budalalığıyla. Sanırım bunu yazmamın sebebi intihar meselesine kafayı takmış olmamın yanı sıra bu aralar sanki her zamankinden daha fazla intihar vakası yaşanıyor olması ve sanki bütün bunların ya benim çevremde ya da bana göz kırpan bir açıda oluyor olması. Belki de intiharı bir paradigma olarak belirledim ve varlığı bu kalıbın dışında göremediğim için böyle düşünüyorum. Tıpkı bir atom fizikçisinin etrafındaki her şeyi birbirini itip çeken atomlar gibi görmesi gibi.
Geçen gün içmeye erken başlamıştım ve daha hava kararmadan kelle olmuştum. Oturduğum bardan çok sıkılmıştım çünkü çok tenhaydı. Bir köşede oturan ben ve yeni yetme birkaç liseli gençten başka kimse yoktu. Onların yalınkat siyasi muhabbetleri de canımı sıkıyordu. Hele kulağında birkaç küpesi olan birinin Hitler’in Yahudileri katletmesine gönderme yaparak büyük Türk milleti için Kürtlerin de katledilmesi gerektiğini yüksek sesle beyan etmesi daha da bir tiksinti yarattı bende. O an ona bir çok şey söylemek isteyip de oturduğum masadan fark edilmeyen bir bakış fırlatmaktan öteye geçemediğim için tiksintim kendi üzerime de yayılıyordu. Ne yalan söyleyeyim, içinde kadın görebileceğim bir yere gitmek için de çıktım o bardan. Çıkmış sokakta biraz hava almak için yürüyordum ki Zeynep’i gördüm. Elinde içinde bira olması muhtemel siyah bir torba vardı . Oldukça üzgün ve dalgın görünüyordu. Karşı karşıya geldiğimiz halde beni fark etmedi.
Zeynep bir aralar çok kısa bir süre –belki bir ay– beraber olduğum bir kızdı. Gözgöze gelince başımla selam verdim. Bir an öylece yüzüme baktı. Neden sonra beni hatırlayabildi.
“Merhaba Tahir.” dedi “N’apıyorsun? Her zamanki gibi içki mi içiyorsun?”
Ona selam verirken böyle haşin bir tavır takınacağını tahmin etmiştim aslında. Üzerinden aylar da geçmiş olsa onu terk ederek büyük bir hakarette bulunmuştum. Ayrıca bildiğim kadarıyla düzenli bir işi vardı ve artık ben onun için de yerinde sayan bir serseriydim.
“Hiç…” dedim, “Öyle dolaşıyordum. Birkaç bira da içtim. Sen nasılsın? Biraz durgun görünüyorsun”
– Moralim bozuk.
– Belli oluyor, kötü görünüyorsun. Bir şey mi oldu?
– Evet… Ertan intihar etmiş.
Ertan Zeynep’in bir arkadaşıydı. Zeynep’e aşıktı ve ona defalarca sevgili olmayı teklif ettiği halde reddedilmişti. İşte o dönemler ben Zeynep’le beraber olmuştum. Aslında Ertan hakkındaki bütün bilgim Zeynep’in bana anlattıklarına dayanıyordu. Belki de bütün hepsi beni etkilemek için uydurulmuştu. Yani kendisine aşık olan birisinden ve kendisinin ona yüz vermeyişinden bahsederek hem beni hem kendini onurlandırmaya çalışmış olabilirdi. Ben öyle olmalıydım, çünkü yıllarca peşinden koşmuş daha güvenilir bir erkek varken bilmem neden bir gece barda tanıdığı beni tercih etmişti. O onurlanıyordu, çünkü peşinden koşan sırılsıklam bir aşığa sahipti. “Nasıl yani?” diye sordum şaşırarak.
– Ne demek “nasıl yani?..” İntihar etmiş işte. Pencereden atlamış.
– Ölmüş mü?
– Evet.
“Peki ama neden yapmış bunu?” diye sordum ama Zeynep’in ‘sanki bilmiyormuşsun gibi’ diyen bakışları bu soruyu sormamam gerektiğini anlamama yetti. Bazı kadınların her şeyin kendi etraflarında döndüğü takıntısına sahipti o da. Muhtemelen bu intiharın sebebinin kendisi olduğunu düşünerek bir yandan soylu bir acı çekiyor bir yandan da uğruna intihar edilen bir kadın olmanın gururuyla tatmin oluyordu. Sanırım bu kurguda benim rolüm de zamanında haksız yere fazla değer verilmiş kötü adamlıktı. Eğer o kaypak intihar teşebbüsümde ben de ölseydim onun için intihar edenler kontenjanımda yerimi alırdım herhalde. Benim için de ondan sonra kendine gelememiş bir aşık olarak bahsederdi sağda solda. Torbasındaki biralar da saf aşığının ölümünün yası –ya da kutlaması– için alınmıştı anladığım kadarıyla.
“Çok üzüldüm” dedim en ufak bir üzüntü hissetmediğim halde. Çünkü aklımda o an Ertan’ın intiharından çok, torbasındaki biraları Zeynep’le beraber içmek vardı.
“Eve gidiyorum. İstersen sen de gel.” deyince hemen kabul ettim. Böyle bir teklifi istiyor ama ummuyordum. Sonra evine gidip oturduk ve bira içmeye başladık.
“Sen neler yapıyorsun?” diye sordu ki bu aralar duymaktan ve cevaplamaktan hoşlanmadığım soruların başında gelen soruydu bu. “İş arıyorum.” dedim hala hayatla ilgili bazı kıpırdanışlarım olduğu izlenimini yaratmak için. “Senin bir dersanede çalıştığını sanıyordum.” dedi. Bunu nereden öğrendiğini sordum. Hala benim neler yaptığımı bilen ve Zeynep’e bunu söyleyecek birileri kalmış mıydı çevremde. “Bir yerlerden” deyip kestirip attı.
“İşten çıkarıldım.” dedim. Bu aralar sorulmasını istemediğim ikinci soruyu sordu: “Neden?” Ona bilmediğimi söyledim. Gerçekten de tam olarak bilmiyordum. Zaman zaman işe geç gelmem, bazı derslerde öğrencilere kışkırtıcı gelecek konulardan bahsetmem mi, yoksa çoğu zaman üstüm başımın dökülüyor olması mıydı sebep. Belki de bunların hepsiydi. Sonuç olarak ilk dönem çalışmış ikinci dönemin başında müdür tarafından çağırılmıştım. O da bana patronların benimle çalışmak istemediklerini söyleyip önüme imzalamam için bir istifa dilekçesi uzatmıştı. Ben de istifa dilekçesi imzalamak iş hayatının rutin işlerinden biriymiş gibi sorgusuz sualsiz imzalayıvermiştim kağıdı. Bu tavrım müdürü de biraz şaşırtmıştı belki ama uzun uzun dil dökmek zorunda kalmadan benden böyle çabuk kurtulduğu için mutlu da olmuştu galiba. Nasıl olup da neden işten çıkarıldığımı bilmediğimi sordu. “Bilmiyorum işte” dedim konuyu kapatmak için; “Boş ver…” Daha fazla konuşmak istemememin arkasında özel bir neden, ya da söylemek istemeyeceğim bir şey olduğunu düşünerek daha fazla üstelemedi o da.
Bir süre sessizce içmeye devam ettik. Aslında konuşacak çok şeyimiz de yoktu. Bir elin parmaklarını geçmeyecek defa buluşmuş, içmiş ve sevişmiştik. Hepsi buydu. O bana evleneceği adam olarak bakmış, bense bu ilişkiye hiç bir anlam yüklememiştim. Daha sonra beni adam etmeye çalışmaya başlaması, evlenmekten bahsederek önüme bir takım sorumluluklar çıkartması yüzünden onunlayken aldığım kaba zevk de onu kandırıyor gibi olmanın suçluluğu karşısında eriyip gitmişti. Onun da benden adam olmayacağını fark ettiği sırada ayrılmak istemiştim ve ayrıldığımızdan beri ilk defa karşılaşıyorduk. Zaten ondan sonra, yani Ece’den sonra kimseyle uzun vadeli planlar yapacak bir duygusal bağlılık kuramamıştım. Sayfalar sonra adını anıyorum. Hayatımda aşık oldum diyebileceğim ve bir zamanlar hayatımı üzerine kurmayı düşündüğüm kadının, ki o da beni terk etmişti bir zamanlar. Peki şimdi niye buradaydım? Vakit geçirmek için mi? Ne olursa olsun yalnız kalmaktan korktuğum için mi? Neden bu evde Zeynep’le olduğumu tam olarak bilmiyordum ama niye burada olmadığımı biliyordum: Onu sevdiğim için burada değildim. Neden sonra sessizliği o bozdu: “Müzik dinlemek ister misin?”
– İyi Olur.
Teybe bir kaset koydu. Ahmet Kaya’ydı. Küçük odayı Ahmet kaya’nın puslu sesi kapladı. Mezarından “bugün de ölmedim anne” diye haykırıyordu sanki. Bir an bu şarkı beni askerlik günlerime götürdü. Pencereden insansız dağlara bakıp kim bilir neler düşünerek bu şarkıları dinlediğim karakol aklıma geldi. O zamanlar dışarıda ya da şehirde olmanın ne demek olduğunu bile unutmuştum ve çıkınca sivil hayatın beni kucaklayacağına, yeniden doğacağıma dair hayaller kurardım. Sanki asker olmadan önce fark etmediğim bir çok olanak vardı da ben o zaman fark etmiştim onları. Askerlik bitince yepyeni bir hayat kurabilecek kadar aklım başıma gelmiş gibi hissetmiştim; ama sanırım insanın askerdeyken böyle düşünmesini sağlayan hormonlar terhis olduktan bir ay sonra beyin tarafından salgılanmamaya başlıyordu. İşte şimdi işsiz güçsüz bir halde eski bir sevgilinin evine sığınmış o askerlik günlerini özlüyordum; sivil hayatın hayalleri sivil hayattan daha güzeldi, bunu anlıyordum. Neredeyse bu düşünceler içinde bilmem kaçıncı biramı yudumlarken Zeynep’i bile unutmuş tatlı bir nostaljiye kaptırmıştım kendimi. Zeynep bira şişesini benimkine çarptırdı. “Heey…” dedi “dalıp gittin” Burada onun yanındaysam onunla ilgilenmem gerektiğinin farkına vardım o an.
”Sen neler yapıyorsun?” diye sordum; hem aklıma ilk gelen soru olduğu hem de onun da bana bunu sormuş olduğu için. “Aynı.” dedi “çalışmaya devam ediyorum.”
Bir ilaç firmasında temsilci olarak çalışıyordu. Hani eli yüzü düzgün gençlere ilaçlar hakkında biraz bilgi ve ellerine çantalar verip doktorların peşine saldıkları meslek. “Sevgilin var mı?” diye sordu.
– Hayır yok. Ya senin?
“Benim var.” dedi sanki övünür gibi.
– Senin adına sevindim.
– Kim biliyor musun?
– Kim?
– Mehmet bey…
– Mehmet bey?
– Patronum.
Hatırladım. Benimle beraberken kendisine ne kadar sıcak davrandığını söylediği o babacan patronuydu bahsettiği. Ben de ona patronunun ona asılıyor olabileceğini söylerdim. Ben böyle söyleyince neredeyse bana kızar, nasıl böyle bir şey düşünebileceğimi, adamın babası yaşında olduğunu söylerdi. Söylediklerimde haklı çıkmıştım. Ama buna sevinmedim nedense. Ben bir şey söylemeyince açıklama yapma gereği hissetti.
– Sen beni terk edince boşlukta kaldım. Ne yapacağımı bilemiyordum. İşte o dönem Mehmet bana çok ilgi gösterdi. Sonra… Sonra da sevgili olduk işte. Hem biliyor musun o çok olgun birisi ve beni gerçekten çok seviyor.
Bir zamanlar babası yaşında olduğu için ilişkisi olamayacağını düşündüğü adam, şimdi olgun olduğu için ideal bir eş durumuna gelivermişti. Hep böyle değil midir zaten, bir zamanlar çok yanlış bulduğumuz davranışlar içine girdiğimizde savunulabilir ve –hatta saçma önyargılar bir kenara bırakılırsa– doğru davranışlar haline gelivermez mi? Ve bu ilişkinin başlamasının zeminini hazırlayan da ben olmuştum. Olsundu benim için fark etmezdi. Belki şu anda bira içip Ahmet Kaya dinleyerek intiharını andığımız Ertan’ın ölümünün sebebi de bendim. O da olsundu. “Sen mutluysan sorun yok” dedim “ama yanlış hatırlamıyorsam o adam evli değil miydi?” “Evet” dedi; “Şu anda evli. Ama sadece kağıt üzerinde bir evlilik onlarınki. Yakında boşanacaklar. O sorumluluk sahibi bir insan, beni yarı yolda bırakmayacaktır. Ayrıca dediğin gibi benim için sevinmelisin hiç olmadığım kadar mutluyum.”
İçimden zaten bütün evliliklerin kağıt üzerinde olduğunu söylemek geldi; büyük ihtimalle bu adamın onu kullandığını söylemek. Ama bunları söyleseydim onu kıskandığım için mutluluğunu gölgelemeye çalıştığımı düşünecekti. Zaten ben de dahil insanlara kendileri fark etmedikleri sürece hatalarından bahsetmek çoğunlukla hatalarına daha fazla sarılmalarını sağlar. Şimdi beni niye evine çağırdığını anlıyordum. Eski sevgilisi olan bana benden sonra ne kadar mutlu olduğunu gösteriyordu. Göstersindi. Elimdeki biramı bitirip yeni bir bira daha açtım. Ama o benim bu konuda tepkimi göstermem için konuşmayı uzatmaya çalıştı. Eğer ben duygularımı ortaya dökmezsem tam bir zafer kazanamayacaktı.
“Sen hep bir yabancıydın biliyor musun Tahir” dedi “Sevişirken bile.”
– Öyle miydim. Neyse artık her şey sona erdiğine ve sen de mutluluğu yakaladığına göre bütün bunların bir anlamı kalmadı.
– Ece ne yapıyor?
Sonunda bam telimi bulmuştu işte. Kanayan yarama zevkle dokunmuştu. “Evlenmiş” dedim. Duyarsız yüz ifademi alkolün de yardımıyla korumaya çalışarak. “Üzüldüm” dedi. Cevap vermedim. Yavaşça yanıma sokulup kolunu boynuma attı. Taze ve pürüzsüz beyaz teni, kızıl saçları ve parfüm kokusu onun kişiliğini örtüyor ve onu sadece bir kadın olarak algılamamı sağlıyordu. Şimdi artık beni yendiğine göre, bana acımaya başlayabileceğine karar vermişti galiba. Bana yönelen üzgün bakışları baygın bir şehveti de içinde taşıyordu. Ona döndüm ve öpüşmeye başladık. Onun erkekleri avutma yöntemi sevişmekti ve ben de buna razıydım; söyleyecek bir şey yoktu. Alkol güdümünde bir seks terapisine girmek üzereydik ki cep telefonu çaldı. Açtı, “Merhaba canım…Evdeyim… Tabii gel… Bekliyorum.” Telefonu kapatıp bana döndü: “Mehmet’ti. Buraya geliyormuş. Kusura bakma Tahir; gitsen iyi olacak. Hem yanlış bir şey yapmak üzereydik.”
– Haklısın
Çıktığımda kendimi gerçekten berbat hissediyordum. İnsanın hiç aklında olmasa da güdülendiği bir şeyi son anda hele ki bir tesadüf yüzünden yitirmesi, yitirdiği şeyi hakkıymış gibi hissetmesine yol açıyor. Keşke hiç böyle bir karşılaşma yaşamasaydım dedim. Halbuki bir kaç bira içmek dışında bir kaybım olduğu da söylenemezdi.
VIII
Bugünlerde sanki insanlar daha sık intihar ediyor ya da bana öyle geliyor. Gazeteyi açıyorum ve bir haber benim için iliştirilmiş bir not gibi gözüme takılıveriyor. “Bilmem neredeki bir felsefeci kendini uçurumdan aşağı atarak intihar etti.” Bu haberi okuyunca düşüncelere garkoluyorum. Bir Felsefeci mi? Ben yaşlarda benim gibi bir felsefeci neden intihar etmişti? Soğukkanlı bir intihar mıydı bu yoksa anlık bir cinnet mi? Uçurumun başındayken acaba neler düşünmüştü? Bütün bu sorular kafamı kurcalıyordu çünkü bu aralar yalnızca intiharı düşünerek rahatlayabiliyordum; intihar benim kavuşamadığım güneşim gibi. Parıltısıyla insanı çeken, yaklaşınca sıcaklığıyla insanı iten bir güneş ki yakın ve uzak intihar haberlerini duyunca güneşi bütün kavuruculuğuyla kucaklama basiretini gösterebildikleri için intihar edenlere saygı duyuyorum.
Peki uçurumdan atlayan bu adamın intiharı da kendisi gibi felsefeci miydi? Uçurumun başına gece mi gitmişti gündüz mü? Cesaret toplamak için önce biraz içki mi içmişti yoksa ayık kafayla soğukkanlı ve kararlı bir şekilde uçurumun başında rüzgara karşı durmuş muydu? Karanlık ve delici bir bilinçle son bir sigara mı içmişti? Yukarıdan dalgaların vurduğu ıslak; kaygan ve sert kayalıklara bakarken ’güneşin yakıcılığına’ nasıl direnmişti? Param ve zamanım olsa bunları öğrenmek için o şehre giderdim herhalde. Ama ne zamanım ne de param var. Aslında sorun zamansızlık da değil; her ne kadar bir dersanede öğretmenliğe başlamış olsam da ve bu iş bütün zamanımı alsa da –neredeyse haftanın her günü– her an işi bırakabilecek gibiyim.
Dersanedeki ortama bir türlü ayak uyduramıyorum. Şu bir türlü kurtulamadığım kalp çarpıntılarım ve korkularım burada da peşimi bırakmıyor. Öğretmenler odasında bir köşeye çekiliyor, kimseyle konuşmuyorum. Birisi bir şey sormadıkça ağzımı açmıyorum. İnsanlar karşısındaki korkumun anlaşılmaması için korkunç bir çaba sarf ediyorum ki bu da dersanedeki her günümün bir ıstıraba dönüşmesine neden oluyor. Yine de işimi sürdürmeye çalışıyorum. Bunu da Haldun beyin sözleri yüzünden yapıyorum. Bana korkularımla mücadele etmezsem hastalığımdan kurtulamayacağımı söylerdi. Yine de insanın her gününün tahammül edilen bir bela olması berbat bir şey. Sonuç olarak bu yolculuk için param olsaydı bu intiharı ve sahibini anlamak için anlamsız hayatımdan biraz zaman çalabilirdim. Sonuçta bu olay yalnızca bir gazete kupürü olarak kalacak içimde: ’Bir felsefecinin nedeni gizli kalan intiharı’
Bugünlerde… Hangi günlerde? Yeniden bir dersanede felsefe öğretmeni olarak çalışmaya başlayalı bir buçuk ay kadar olmuş bu sonbahar günlerinde; sıkça çay ocağına takılıyorum. Çay ocağında yalnız oturan adamım. Aslında çok sıkıcı bir durum. İnsan böyle bir yerde arkadaşlarıyla oturmalı; kız arkadaşını beklemeli ya da bir çay içip kalkıp gitmeli. Oysa ben yalnız geliyor yalnız başıma saatlerce oturuyorum; kim olduğu, ne iş yaptığı meçhul bir yabancı olarak. Kimim ben, neden oradayım? Beni her gün hemen hemen aynı yerde oturuyor görenlerin içinden geçen bir soru budur herhalde. Büyük ihtimalle kızları kesmek için oralarda oturan eskilerden kalmış zavallı bir yalnızım onlara göre. Evet, zavallı bir yalnız. Çünkü şehir hayatında yalnızlığın bir bahanesi yoktur; suçluluk veren bir durumdur belli bir yaştan sonra. “Bu yaşa gelmiş ve kafelere yalnız geliyor; hala bir arkadaş grubu kuramamış” derler. Bu yaşta yalnız kalmış biri ‘hem zavallı hem tehlikelidir’ cemiyet’ için.
Sonuç olarak halen başına hiç bir şey gelmeyen bir roman kahramanıyım ve sanırım başıma bir şey gelsin diye bekliyorum. Evde ya da iş yerinde gelmeyeceğine göre başıma ne gelecekse buralarda gelebilir. Romanların çoğunda olaylar böyle gelişmez mi? Roman kahramanı günlük işlerle uğraşmaktadır, rutin bir hayatı vardır; ama bir gün bir şey olur: Bir aşk, bir cinayet, bir söz, bir karşılaşma, kapıdan giren bir yabancı; olayların fitilini ateşleyen bir şey.
Kafelerde her zaman her şey yolundadır. Birkaç gün sonra mahkemeye çıkacaksınızdır, birikmiş borçlarınız vardır, hayat anlamsız gelmektedir ve intihar günbegün çekicilik kazanan bir seçenek olarak durmaktadır; ama eğer cafedeyseniz henüz bir çay içecek kadar vaktiniz var demektir. İşte bu çay ocağında da her zaman her şey yolundadır. Mekânın sahibi olan bilmem kaç kardeşten biri kasanın orada oturup müşterileri izler, ben de kenarda bir yerde insanları izleyerek vakit öldürürüm.
İnsanlar; özellikle anarşist olduğunu düşünen gençler birbirleriyle burada buluşuyorlar. Eskiden beri gediklisi olmuş arkadaşlar burada vakit geçiriyorlar. Şanslı bazıları ortamdaki birçok kişiyi tanıyor, biraz onun biraz bunun yanında vakit geçiriyorlar. Birkaç tuhaf yalnız kişi –ben dahil– bir şeyler bekleyip duruyoruz; belki bir kıvılcım bekliyoruz; monoton hayatları alevlendirecek sıra dışı küçük bir kıvılcım. Böyle bekleyerek birileriyle beraber olanlardan arda kalan boşluğu dolduruyoruz burada. Belki ne kadar şanslı olduklarını hissetmeleri için birer deniz feneri görevi görüyoruz. Periyodik olarak buraya geliyor ve yüzümüzün bir süre sonra herkes için aşina olmasına çabalıyoruz.
Bir kıvılcım çakmıyor. Her şey olması gerektiği gibi geçip gidiyor.
IX
Birkaç gün önce iş çıkışı yine buraya gelip oturmuştum. Ama bu defa farklıydı. O gün ben de bir arkadaşımı bekliyordum: Meral’le buluşacaktım.
Hasbelkader geçenlerde barda karşılaşmış ve bugün burada buluşmak için sözleşmiştik. Birbirimizi çok sevmesek de, arkadaş kalacak kadar bir yakınlığımız vardı. Arada sırada orada burada karşılaşıp bira içer, tutunamayanlığımızdan bahsederdik. Çünkü ikimiz de tutunamamıştık; ikimiz de olmak istediğimiz şeyler olamamıştık. Ne ben kendimle ve dünyayla barışık bir hayat kurabilmiştim, ne de o tanınan bir ressam olabilmişti. Bazen de sevişiyorduk; böylesine sevişmek denirse; aslında yemek içmek gibi bir ihtiyaç gideriliyordu.
Gözlerimle kalabalığı tarıyordum. Hayatın onlara verip de bana vermediği anlam neydi? Neydi bu gülümseyişlerin altında yatan cevher? Nasıl oluyordu da hepsi kim olduklarını, ne yapmak istediklerini biliyordu ve buradaydı da ben hep eğreti ve yabancı kalıyordum aralarında. Neydi beni ve birkaç kişiyi bu kalabalıktan ayıran. Örneğin şurada oturan gözlüklü şişman adamı, gözlerini çevresinden ayırmadan elindeki ayvalık tostunu iştahla yiyor ve kendisinden çevresine fışkıran ilginin kendisine de duyulmasını istiyor; ve şuradaki takım elbiseli sinsi küçük gözlü orta yaşlı adam, bir yandan İddaa kuponu dolduruyor bir yandan da kaçamak kaçamak onaltılık kızları kesiyor. Bir gün genç bir kız olgun bir erkeğe ihtiyaç duyar diye bekliyor belki. Belki bugün belki yarın, öyle çılgın bir kız çıkar mı bilinmez. Ya ben?! Bir de şurada takım elbiseli, uzun saçlı ve özenli sakal-bıyık tıraşıyla iyi bir işte çalıştığı belli olan genç var. Hep burada sevgilisiyle buluşur. Ya ben? Neyse ki bugün bir arkadaşımı bekliyorum.
Oturmuş görebildiğim genç kızlara bakıyordum. Hepsi kendi meşreplerinden genç oğlanlarla konuşuyorlardı. Bu kadar çok ne konuşuyorlardı ki? Belki o gün dersanede ya da okulda başlarına gelenleri ya da sistemin ne kadar berbat olduğunu. Sonuçta bir sistemle yeni karşılaşanlar onun çarpıklıklarına daha duyarlıdırlar, zamanla kapitalizmi benimsemese bile kanıksayıp uyum sağlamaya bakarlar. Artık benim durumumda olduğu gibi. Onlara verecek bir ışığım yok; hiçbir coşkusu olmayan bir örümceğim ve yine de umutsuzca örüyorum ağlarımı.
Karşıda oturan iki kız ve bir oğlan gözüm takılmıştı. Aslında önce dikkatimi çekmemişlerdi. Sonradan orada oturduklarını ve onlara bir müddet dikkat ettiğimi hatırladım, çünkü kızlardan biri gelip yanımdaki masaya oturdu. Diğerleri gitmişlerdi galiba. ‘Benim yanıma’ oturmamıştı aslında sırtını dayayabileceği duvar kenarındaki boş bir yere oturmuştu; hasbelkader benim masamın yanındaki boş masaya. Burası böyle bir kafeydi; kenarlarda insanın sırtını dayayabileceği sandalyeler, ortalarda da kambur oturmak zorunda kalınan tabureler vardı. İşte kız da sırtını dayamaya gelmişti ama ben örümceğin dikkatini çekmişti hemen. Gençti, güzeldi ve dokunabileceğim kadar yakındı. İlgilenmemiş görünerek çayımı yudumlamaya devam ettim. Kimse tek başına oturan yalnız ve tehlikeli bir erkeğin şans eseri yanına oturan kıza yiyecekmiş gibi baktığını görmemeliydi. Kimse düşünceleriyle de olsa beni eleştirememeliydi. Evet, yanımda genç ve güzel bir kız vardı ama bundan bana neydi değil mi; ben buraya sadece çay içmeye gelen işinde gücünde biriydim. Sizler; kızlar ve sevgilileri için bir tehdit oluşturmuyorum. Kendi halinde biriyim ben. Burada bir rezalet çıksa bile emin olun bu benden kaynaklanmayacaktır çünkü ben sürekli kendimi dizginlemekle meşgulüm.
Tabi ki bu yalanlara ara sıra bana uğrayan gözler inanmalı. Yoksa ben kim olduğumu az da olsa biliyorum. Yeni bir kadına deli gibi ihtiyacım var; bu hayatın anlamlı ve sevgi dolu bir şey olduğuna beni yeniden inandırabilecek bir dişiye. Ne kadar aşağılık bir ihtiyaçsa da bu var bende. Gayet insani olan bu ihtiyaç neden aşağılık olsun ki diyeceksiniz. Çünkü bu ihtiyacın giderilmesi başkalarının inisiyatifinde. İnsana kendini başkalarına beğendirmek için çaba sarf ettiren bir ihtiyaç bu. Karşı cinsin bir ‘hayır’ demesiyle hayal kırıklığına dönüşebilen bir ihtiyaç.
Sonuç olarak bu kız yanımda oturuyordu ve gerçekti. Belki bir sözcükle –aramızda güzel bir ilişkinin başlangıcı olacak bir sözcükle– yeni bir maceraya girebilirdim. Başıma gelmesini istediğim şeyin olmasına katkı sağlayabilirdim. Ama ne demeliydim? “Tavla oynar mısınız?” demeye cesaret ettim sonunda. Kız iri ve şaşkın gözleriyle baktı bana. “Oynayalım” dedi sonra gülümseyerek. Bu sanki tam olarak olmasını beklediğim şeymiş gibi istifimi bozmadan kalktım, bir tavla alıp geri döndüm ve tavlayı masaya koydum. Karşısındaki tabureye oturdum.
Hiçbir şey konuşmadan oynamaya başladık. O da ben de sadece oyuna konsantre oluyormuş gibi davranıyorduk. Arasıra başımı kaldırıp alıcı gözle süzüyordum onu. On dokuz yirmi yaşlarında esmer bir kızdı. Kocaman kocaman iri gözleri ve narin bir burnu vardı. Neden sonra ne iş yaptığını sordum. Hukuk fakültesi birinci sınıf öğrencisiydi. Sonra o bana ne iş yaptığımı sordu. Öğrenince felsefeden hoşlandığını kendisinin de felsefe okumak istediğini söyledi. Bana okuduğu kitaplardan bahsetti, ben de dilim döndüğünce fikirlerimi söyledim. Nietsche, Camus ve Sartre’den bahsettik. Varoluşçuluk hakkında bir kaç inci yumurtladım. Sanırım bu incileri pek beğendi. Ondan ve konuşmasından hoşlanmıştım. Yaşına göre çok olgun gibi bir hali vardı. Yapmacıksız konuşuyordu ve konuştuğu şeyleri önceden düşündüğü ya da yaşantılarına dayandırdığı belliydi. Benden daha doğal bir insan olduğunu düşündüm, çünkü ben bütün cümlelerimi belki farkında bile olmadan onu etkilemek için kuruyordum sanki, o ise benimle değil kendisiyle konuşur gibi rahattı. Nasıl oldu bilmiyorum sanırım o da benden hoşlanmaya başlamıştı. Çünkü tavla bittikten sonra da konuşmaya devam ettik. Hava kararıncaya kadar ordan buradan konuştuk. Neyse ki Meral de gelmemişti. Neden sonra tam ben onu bir bara içki içmeye davet etmeyi düşünüyordum ki bu teklif ondan geldi. Bir barda içmeye başladık, artık ona açık açık asılıyordum. Güzelliğinden, zekiliğinden dem vurmaya başlamıştım; o ise benim bu iltifatlarıma hiçbir yanıt vermiyordu. Bir ara rahatsız edici bir suskunluğun içine düştük. Ben o anda fazla ileri gittiğimi, yeni tanıdığım bir kızın arkadaşça yakınlığını suistimal ettiğimi düşünüyor gözlerimi bira bardağından ayırmıyordum. Ama öyle beklenmedik bir soru sordu ki neredeyse ağzımdaki birayı saçacaktım ortalığa. “Benimle sevişmek ister misin?” diye sordu kocaman açılmış gözlerini merakla yüzüme dikerek. Ben de bunun gerçekte ne anlama geldiğini anlamak için yüzüne bakakaldım bir an ve sonra verilebilecek en politik cevabı verdim; “evet” demek yerine: “Bunu hangi erkek istemez ki…” Hayal kırıklığına uğramış ya da reddedilmiş gibiydi. “Herkese değil sana sordum” dedi. “Evet” dedim ben de “…hem de çok”. “O zaman burada daha fazla oyalanmayalım” dedi. Sanki yapılması zorunlu ve ertelenemez bir eylemden bahseder gibiydi, daha elini bile tutmadığım kız. Yüzünde sonradan anlamlandırmaya çalışacağım bir hüzün vardı. Biraları içtikten sonra kalkıp çıktık bardan. El ele filan tutuşmuyorduk sokakta yürürken. Onu tavlamamıştım; peki sadece güdülerimizi mi takip ediyorduk onun evine giderken, bilmiyorum. Ama içimde böyle güzel bir kızla sevişecek olmanın sevinciyle beraber bir şeylerin olması gerektiği gibi, olmadığına dair tuhaf bir tedirginlik de vardı. Bir şişe şarapla onun evinde bulduk kendimizi, sonra da yatağında. Karanlık odada sevişirken o yalnızca gözlerini kapadı ve her şeyi bana bıraktı. Nefes nefese yanına yığıldığımda da arkasını dönüp uyumaya başladı ya da benim onun uyuduğumu düşünmemi istedi. Bense bir sigara yakıp içtim. Sonra ben de yatıp uyudum, ona dokunmadan.
Uyandığımda hala yanımdaydı. Demek ki dün gece yaşadıklarım düş değildi; o benimle olmuştu. Yüzü öyle masumdu ki… “İşte” demiştim “hak etmediğim ama aradığım kadınla ilk sabahım.” Onu uyandırmamaya çalışarak yatakta oturdum. Bir sigara almak için halıya uzandım ve işte o an fark ettim; ellerim kan olmuştu. Yorganı kaldırdım ve ne olduğunu gördüğüm halde bir süre anlamlandıramadım yatak örtüsündeki kırmızılığı. Bileklerini kesmişti ve her taraf kan içindeydi. Boynunu, bileklerini yokladım; nabzı yoktu. Midemde, göğsümde dışarı çıkmaya çalışan bir sıcaklık hissediyordum. Bu masum yüz bir ölüye aitti. Neden benimleyken yapmıştı bunu?
Son bir umutla elimi göğsünün sol tarafına koydum. Kalbi atmıyordu ve teni soğuktu. Halbuki tıpkı uyuyormuş gibiydi. Yorganı tekrar üzerine çektim ve bir sigara yaktım. Sigara içerken yüzünü seyrettim. Hatta küçük dudaklarına bir buse kondurdum belki gülümseyerek gözlerini açar diye. Ama gerçekti işte: Ölmüştü.
Sigaramı içtikten sonra kalktım. Böyle durumlarda insanın aklından bir anda binlerce düşünce geçiyor. Onlaran bir tek “İyi ki çıplak yatmıştım yoksa iç çamaşırlarım kan içinde kalacaktı…” diye soğukkanlı bir düşüncenin geçtiğini hatırlıyorum içimden.
Odası bir sürü karmakarışık eşya yüzünden küçücük görünüyordu. Üstüne bir sürü kıyafet atılmış iki koltuk, giysi dolabı, oraya buraya saçılmış kitaplar, dolmuş ama boşaltılmamış küllükler, duvarlarda posterler.
Kitaplığa yaklaştım. Güzel, yani benim zevkime göre kitapları vardı. Sonra fotoğraf albümünü buldum. Arkadaşları ve eski sevgilileriyle çekilmiş fotoğrafları vardı. Ama birden bir fotoğrafa gözüm takıldı. Fotoğraftaki erkeği tanıyordum. Dikkatle baktım, evet oydu. Şimdi ölü olarak yattığı yatakta birbirlerine sarılarak kameraya bakıp gülümsemişlerdi. Ece’nin kocasıydı bu. Bu insan deryasında bir şekilde yine karşıma çıkmıştı Ece.
Gerçek aşk hiçbir zaman yakasını bırakmıyor insanın.
Evden çıkıp gittim ve o geceden kimseye bahsetmedim. Bir daha o çay ocağına da gitmedim. Daha sonra bu olaya ne gazetede ne de televizyonda rastlamadım. Belki sadece polis dosyalarında yer almıştı bu intihar, belki de fellik fellik beni arıyorlardı bir azmettirici olarak.
Bir azmettirici olabilir miydim? Halbuki o gecenin sabahıyla ilgili ne kadar umutluydum; sonunda yalnızlıktan kurtuluyorum diye. Sabah uyanınca beraber kahvaltı yapacaktık ve…
Bir yandan da bunun içinde olmak hoşuma gitmişti. İntihar edecek bir genç kızın son erkeği olmak. İşte yazacak bir şey. İnsan yazmak için yaşamaya başlayınca kötü de olsa bir şeyler olsun istiyor. Kimin başına gelebilir ki yanı başında uyuduğu kişinin intiharı.
Bir bakımdan da aşağılayıcı bir durum gibi görünüyor bu. Belki o gece onu mutlu edebilseydim ölmeyecekti. Belki de onu tatmin edememiştim.
Zaman zaman da onu benim öldürdüğümü düşünüyorum:
Karanlık…
Kendimi anlatamam ya da karanlığım diyebilirim. Sizin kendinizden geçtiğiniz yerde ben başlıyorum. Kimileri buna cinnet diyor ya da şey… ani delilik demeye gelen yabancı bir kelime vardı… ’spontane şizofreni’ gibi bir şey ama şimdi hatırlayamıyorum. Bunları ani delilik geçiren bir gencin odasında yazıyorum. Bileklerini kestiğim kız arkadaşı yatakta yatıyor, kendi de işte bunları yazıyor. Adı Tahir’miş. Kız gerçekten güzelmiş; esmer, iri memeleri olan simsiyah saçlı güzel bir kız. O kadar taze ki dün bu yatakta onunla seviştiğime inanmak gerçekten zor. Neden bilmiyorum, bileklerini kesip sıcak kanını içmek geldi içimden ama bu bedenin sahibi Tahir’in midesi kaldırmadı bunu. Şu anda mide bulantıları geçiriyoruz. Bu bedeni terkettiğimde ona yazık olacak. Derdini kimseye anlatamayacak.
‘Peki olay sırasında neredeydin diye soracaklar o da ‘hatırlamıyorum’ diyecek.
Cesedin her yerinde ve bıçakta parmak izleri olacak; kızın vajinasında spermi, kendi ağzında kızın kanı olacak. Ama o hiçbir şeyi hatırlamayacak. Belki bunun bir kabus olduğunu sanacak ve uyanmak için bileklerini kesecek. Ben o sırada dünyanın karanlık bir noktasında olacağım.
Evet, karanlık dışında başka bir ismim daha olabilir: Sorumsuzluk. “Ben sizin sorumsuzluğunuzum.”
Bu arada yazmam gerekiyor: Kızın adı Rüya’ydı.
X
“Merhaba” dedi kadın. Bense ‘merhaba’ diye karşılık verdim şaşkın şaşkın. Benimle aynı yaşlarda oldukça güzel kumral bir kızdı. Kıyafeti de oldukça seksiydi,yakasını iki düğme açtığı beyaz bir gömlek ve dizinin üstünde kalan kot etek giymişti.Bunlar bu underground bara göre bile fazla dekolteydi.Böyle güzel bir kızın durup dururken benim yanıma gelip selam vermesi beni fena halde şaşırtmıştı.Aylardır cumartesi günleri iş çıkışında bu bara gelip kafamı dağıtmak için bir köşede birkaç bira içiyor;sonra da kimseyle bir şey konuşmadan evimin yolunu tutuyordum. Nihayet evde birkaç bira daha içip televizyon seyrederek geceyi sonlandırıyordum. Hayatımı değiştirecek bir mucize beklemeyi de çoktan bırakmıştım. Şimdiyse tanımadığım bu güzel kız karşıma dikilmiş “merhaba” diyordu.Gerçekten şaşkındım.
Bar o akşam da her cumartesi olduğu gibi tıka basa dolu ve renkli lambaların loş ışıklarına rağmen karanlıktı.Havalandırmanın yetersiz kaldığı sigara dumanı sisinde herşey ve herkes kişiliğini yitiriyordu sanki.Ben de zaten bu bara biraz olsun düşüncelerimden kurtulup yok olmaya geliyordum .Sahnedeki grubun çaldığı gürültülü rock müzik yüzünden doğru düzgün konuşmak mümkün değildi. “Çok tuhaf görünüyorsun.” dedi kız kulağıma yaklaşıp sesini yükselterek. Dikkatle süzdüm kadını. O kadar samimi bir tavrı vardı ki önceden tanıyormuş hissine kapıldım bir an. Gülümseyişi, bakışları hiç yabancı gelmiyor gibiydi. “Neden?” diye sordum kulağına doğru eğilerek.Bu sırada kadını parfümünün tanıdık ve etkileyici kokusunu duydum burnumda. Daha önce bir yerlerde duymuş olmalıydım bu kokuyu. Koku da en az kendisi kadar sevecendi. “Giysilerin” dedi “Hiç buraya uygun değiller.” Siyah takım elbiseme baktım;sanki ne giydiğimin farkında değilmiş gibi.Etrafta takım elbiseli kimse yoktu gerçekten.Herkes spor giyinmişti.Bu kadar dikkat çekici olduğumu düşünmek canımı sıktı.İçimden bundan sonra işten çıkarken üstümdekileri değiştirip öyle gelmeyi geçirdim.Ama takım elbiseyi ne yapacaktım?Çantaya felan koysam kırışırdı.Özel çantasını da yanımda taşıyamazdım ya.Sonra “neler düşünüyorum ben” diyerek silkelendim, “boş versene” “Şey…İşten geliyorum da.’ dedim.Kız bilgiç bilgiç gülümsedi. “Demek her cumartesi işten çıkıp soluğu burada alıyorsun.” dedi.Demek önceden beri beni izliyordu. Belki defalarca göz göze gelmiştik, belki bu yüzden tanıdık geliyordu. Ne diyeceğimi bilemediğim zamanlarda yaptığım şeyi yapıp ceketimin iç cebindeki sigara paketine uzandım. “Evet.”dedim sonunda “O kadar dikkat çekiyorum demek.” “En azından benim dikkatimi.”dedi kadın çocuksu bir edayla “Belki üç aydır her cumartesi akşamı görüyorum seni.Adım Melike.ya seninki?”
-Benimki de Tahir
Bir sigara kıza uzattım, bir sigara da kendim alıp yaktım sigaraları. Teşekkür etti.
Ondan sonrası bir Bukowski hikayesi gibi içki güdümünde kendiliğinden gelişti. Ne kadar bira içtik bilmiyorum, ya da ne zaman öpüşmeye başladık. Birbirimiz hakkında bir şey de konuşmadık, aslında konuştuk mu onu da hatırlamıyorum. O bir kadındı ben de bir erkek, bütün ilgimiz bundan ibaretti sanki ve bedenlerimiz kelimeye ihtiyaç duymuyordu. Onu eve davet ettiğimi de hatırlamıyorum. Sabaha doğru bar kapanırken beraber çıkmış ve taksiye binip evime gelmiştik hepsi bu.
Seviştikten sonra yatakta kan ter içinde yığılıp kalmıştık.Uzun zamandır yani Rüya’dan beri hiçbir kadınla değil sevişmek elele tutuşmamıştım bile.Ama şimdi birkaç saat önce tanıştığım bir kızla yatağımda çırılçıplaktım.(…) Uzun kestane rengi saçları yastığa yayılmıştı.Pencereden giren dolunay ışığının altında çıplak bedeni fildişindenmiş gibi bembeyazdı.Bu kız kesinlikle bu güne değin seviştiğim en güzel kadındı. “ Uzun zamandır bir kadına dokunmamıştım.”diye itirafta bulundum. Hep gülümsüyordu ve gülümsediğinde gözleri ve dişleri parlıyordu sanki. “Senin gibi yakışıklı birinin uzun zaman abaza kaldığına inanmıyorum.”dedi. “Yakışıklı mı?Genelde kadınlar beni itici bulur.’dedim. Benimle dalga mı geçiyordu yoksa. Küçük beyaz elleri esmer tenimde gezinirken daha bir beyaz benim kara ellerim onun beyaz teninde daha bir karaydı sanki. Kendimi beyaz mermer üzerindeki bir örümcek gibi hissettim.”İlk bakışta soğuk birine benziyorsun ama itici olduğun söylenemez.Seni çekici bulmasaydım burada seninle olmazdım.” dedi. “Soğuk da laf mı?” dedim içimden “ömrü hayatım boyunca insanlardan korkarak yaşadım ben.” Bunca iltifat rahatsız etmişti beni.Çocukluğundan beri kendini silik biri olarak gören benim için çok fazlaydı bunca iltifat ve bir çocuk gibi şımardığımı hissettiğim için kendime de kızmaya başlamıştım. Vasati bir cinsel ilişkiden sonra ben dahil tanıdığım bütün erkeklerde olurdu bu birlikte olduğu kadına unutamayacağı bir anı yaşattığı heyecanı. Sağolsun kadınlar da genelde erkeğin böyle hissetmesi için bir iki lakırdı ederler. Halbuki kadın yada erkek eli kolu tutan, sağlıklı bütün hayvanlar dürtüleri uyanınca benzer şeyleri az çok aynı şekilde becerip durmaktadır asırlardır. Evet, aynı yatakta yatan bir kadın ve erkek birbirine hissetmese de güzel şeyler söyleyebilirler ama fazla abartınca inandırıcılığını hepten yitiriyordu bu sözler. Ayrıca bir erkek olarak iltifat etmesi gereken bendim.Doğrulup yatağın kenarına oturdum. “Ne oldu?” dedi şüpheyle.
-Yok bir şey.Bir sigara içeceğim.
-Bana da versene.
Yerden sigara paketini aldım.Yalnızca iki tane kalmıştı. “Şanslıyız” diye mırıldandım “iki sigara kalmış.”Sigaraları yaktım.‘Sevgilin var mı?’ diye sordum. “Evet” dedi hiç tereddüt etmeden. “O zaman…” diye söze girecek oldum .Sonra boş verdim.Ama o kendini bu duruma dair bir şeyler söylemek zorunda hissetti sanırım: “Ama sen de istersen ben artık senin sevgilin olmak istiyorum.” dedi. “Beni tanımıyorsun ki.”dedim. (…) “Seni tanımak istiyorum.”diye fısıldadı kulağıma. “Ya sevgilin” dedim “Onu nasıl böyle kolayca silebiliyorsun.Ona karşı hiçbir şey hissetmiyorsun galiba” Böyle demiştim çünkü Ece de beni o herifle terk edip gittiğinde kendimi nasıl bir paçavra gibi hissettiğimi hatırlıyordum.Şimdi benim yüzünden bir başkasının öyle hissetmesini istemezdim. “Onu iki yıldır görmedim” dedi “Bu arada başka erkekler de hep oldu hayatımda;bir gecelik ilişkiler.Ama senin sevgilim olmanı istiyorum.” Başını önüme doğru eğmiş gözlerimin içine bakıyordu acıklı mı sevecen mi anlayamadığım bir şekilde..
-İki senedir görüşmüyorsunuz, sen onu boyuna aldatıyorsun ve hala ondan sevgilim diye bahsediyorsun. Bu biraz garip değil mi?
-O başka bir şehirde ve mektuplaşıyoruz sadece.Daha doğrusu yalnızca o mektup gönderiyor.Ben ona cevap da yazmıyorum artık.
-Peki neden sevgilin olduğunu söylüyorsun?
-Çünkü o öyle düşünüyor.
-Anlamıyorum neden ona ondan ayrılmak istediğini söylemiyorsun.
“Bilmiyorum” deyip kendini sırtüstü yatağa bıraktı. “Eğer benden hoşlanmadıysan bunu açıkça söyle.Hemen şimdi çıkıp gidebilirim.”dedi.Her şeyi çok fazla sorguladığımı düşündüm. Güzel bir kızlayken bunun tadını çıkarmak yerine armutun sapının,incirin çekirdeğinin peşine düşmüştüm.Gerçi söylediklerinin iler tutar yanı yoktu ama ne fark ederdi inceldiği yerden kopsundu. Hem onun sevgilim olmasını ben de çok istiyordum.Sigaramı söndürüp ona sokuldum. “Kusura bakma.Böyle ani olaylara alışkın değilim.”dedim. (…) Belli belirsiz titrediğini hissettim.Yüzüne baktığımda gözyaşlarını gördüm. Neden ağladığını sordum. “Bana güvenmiyorsun.”dedi hıçkırarak “Oysa ben sana dürüst olmaya çalıştım yalnızca.” Ona daha yeni tanıştığımızdan, ona güvenmemi nasıl beklediğinden,bir gecelik ilişkiler yaşadığını kendisinin söylediğinden bahsetmedim. Yalnızca ona sarılıp saçlarını okşadım. İtiraf etmeliyim ki bu minyon düzgün vücutlu kızın kollarımın arasında ağlaması beni üzmek yerine tahrik ediyordu.O gece bir defa daha seviştik ve bu sefer ki daha güzeldi. Ece Ayhan’ın bahsettiği karaduygululuk bu olsa gerek.
XI
O geceden beri Melike’yi düşünüyordum. Anlattığına göre resim bölümünden mezun olmuştu,iki yıldır iş arıyor,ama bulamıyordu. Her sene KPSS kurslarına girip öğretmen olmak için sınavlara giriyor ve yeterli puanı tutturamadığı için kazanamıyordu.Tek çocuktu. Babası o çocukken ölmüştü ve annesiyle oturuyordu. Ne kadar güzel ve sıcaktı. .Kadınsız geçen bu kadar zamandan sonra…Ama içimde bazı şüpheler vardı.Belki de beni bir gecelik bir fantezi olarak kullanmıştı:Takım elbiseli soğuk adamla bir gece. “Öyle olsa ne olur sanki” diye düşünüyordum sonra;ben de güzel bir gece yaşamamış mıydım? Hem de ne gece,mucize gibi.
Ama onunla ilgili büyük hayaller kurmamalıydım.Yeni bir hayal kırıklığı yaşamak istemiyordum.
Öğretmenler odasında iki kişiydik.Karşımda Kemal iddaa bülteni okuyordu. Kemal buradaki tek arkadaşımdı.O olmasaydı bu dersaneye alışmam çok daha güç olurdu sanırım. Çünkü burada çalışmaya başladığım günden beri benimle ilgilenmiş ve yabancılık çekmemem için elinden geleni yapmıştı. “Roda-Nijmegen maçı ne olur?” diye sordu Kemal.
-En ufak bir fikrim yok
-Bence Roda alır bu maçı. Deplasmanda iyi değiller o yüzden evlerinde bu maçı almak için her şeyi yapacaklardır. Rövanşlı bir maç bu.
Cevap vermeden elindeki kalemi sallamaya devam ettim. Her ne kadar Kemal’i sevsem de onun ilgi alanlarımızın uyuştuğunu söyleyemem. Hiçbir zaman da ona gerçek anlamda açılmadım. Buna rağmen bana bunca yakın davranmasının sebebi de işyerindeki dedikodu ortamından uzak olduğum için bana güvenebilmesi, benimle diğer öğretmenler hakkında gönlünce konuşabiliyor olmasıydı.‘Neyin var?” dedi” Bugün her zamankinden daha düşüncelisin, Demokritos.’
Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. “Bu adam benim her şeyden bahsedebileceğim bir adam mı?” diye tekrar karar vermek istiyordum. Çünkü bazen yaşadıklarımı birine anlatmak için korkunç bir istek duyuyordum.Ama gözlerinde merak vardı ;çözme isteği, dostluk değil.Ona Melike’den de bahsetmeyecektim. Bahsetseydim bile neler diyeceğini tahmin edebiliyordum. Bir gecelik bir ilişkiyi bu kadar kafama takmamam gerektiğini felan söylerdi herhalde.Oluruna bırak türünden bir şeyler . Kadınlar onun elinin kiri gibiydiler.Kadınlar konusunda gerçekten becerikli biriydi.Her zaman bir veya birkaç kadınla birden ilişkisi olurdu ve hiçbir zaman bağlanmazdı onlara. “Yok bir şey.Sadece biraz sıkılıyorum hepsi bu.” deyip savuşturmaya çalıştım sorusunu. Elindeki gazeteyi masasının üzerine bıraktı. “Bence senin derdin ne biliyor musun?Kendini çok fazla sıkıyorsun.Sürekli geçmişi düşünüp duruyorsun.Bence artık kendini biraz rahat bırakmalısın.Bazı şeyleri akışına bırakmalısın.’diye her şeyi özetleyen bir kelamda bulundu.
-Ne demek şimdi bu?
-Ne bileyim ben.Sürekli Ece’yi düşünüp duruyorsun.Bunu söylemesen de ben biliyorum. “Yok beni niye terk etti;yok ben nerede hata yaptım da onu kaybettim” deyip duruyorsun kendine.Artık geçmişi unutmalısın tamam mı?O iş bitti artık .Bunu anla.Emin ol başka kadınlarla da mutlu olabilirsin.Böyle zombi gibi yaşamaktan vazgeç artık.’
İşte boş bir anımda Ece’den bahsetmemin ceremesini görmüştüm. “Zombi gibi mi yaşıyorum?”diye sordum.
-Evet ya.Hem de zombilerin kralısın. “Gel takılalım” diyorum “yorgunum gelemem.” “Seni bir kızla tanıştırayım” diyorum “boş ver canım sıkkın.”Buna daha ne kadar devam edeceksin?’
-Sadece hissettiklerimi söylüyorum.
-Boş versene .Hissettiklerini söylüyormuş.Uyan artık oğlum.Zaman akıp gidiyor ve ben senin neyi beklediğini anlamıyorum.Ece’yi mi bekliyorsun yoksa.Çıkıp gelecek ve dizlerine kapanıp “beni affet” diye yalvaracak değil mi?Allah bilir ya öyle bir şey olsa sen yine onunla olursun bile.
Doğruydu;zaman akıp gidiyordu.Ama Ece’den beri ayrılalı beri duygu dünyam donup kalmış gibiydi.Hep aynı şeyleri yapıyordum, birbirinin aynı günleri yaşayıp duruyordum. İşten eve;evden işe gidip geliyordum. Değişen tek şey mevsimlerdi.Oysa şimdi karşımda bir fırsat vardı:Sevebileceğim bir kadın.Bu belki de kaderin bana her şeye yeniden başlamam için sunduğu bir şanstı. “Haklısın” dedim “Zaman akıp gidiyor.” “Ha şunu bileydin.” deyip iddaa bültenini tekrar eline aldı ve hiçbir şey konuşmamışız gibi tekrar maç yorumlarını okumaya başladı.Duvardaki saate baktım.Mesai bitimine yarım saat vardı.Bugün zaman her zamankinden daha yavaş geçiyordu sanki.Oysa bir an evvel çıkıp gitmek istiyordum.Pencereden dışarı baktım.Karşı apartmandaki dersanenin bir sınıfında birkaç öğrencinin ders dinlediği görülüyordu.On sekiz-on dokuz yaşlarındaydılar.ÖSS sınavına girip üniversiteli olmak için uğraşıyorlardı.”Sonra ne olacak?” diye düşündüm. Üniversiteyi kazanacak,okulu bitirecek,bir iş bulacak ve evleneceklerdi.Ama nedendi bütün bu çabalar?İnsanlar aslında ne istiyorlardı?Para mı?Güç mü?Aşk mı?Mutluluk mu?Yoksa hepsi mi?Belki de bu da hayvanlardaki gibi içgüdüsel bir davranıştı.İnsanlar içgüdüsel olarak büyüyor;iş buluyor;evleniyor;çoluk çocuğa karışıyor ve nihayet onları da büyütüp çekip gidiyorlardı belki de;biyolojilerinin gereğini yerine getirdiklerini bilmeksizin.Tanrı inancını ilk gençlik çağında yitiren bana göre birkaç mutlu anın hezeyanını yaşamak içindi bunca uğraş.İnsanlar durmadan daha çok şey istiyorlar; “ölmeden ne kadar çok şeye kavuşursam o kadar iyi olur.” diye sürekli yeni anlar biriktiriyorlardı.Skor tabelasında en üst sırayı almak için oynanan tuhaf bir atari oyunu gibiydi hayat.Kim daha çok kadınla yatacak;kim daha çok para kazanacak ve kimin öldüğünde daha çok puanı olacak diye oynanan garip bir simulasyon.Peki insan ölüp gidecekse ne anlamı var başarının.İnsanın kendisini ölüm bilincinden uzaklaştıran tuhaf bir içgüdüsü vardı galiba.Ama sanırım ben bu güdümü kaybetmiştim .Hala yalnız kaldığım anların çoğunda intiharı düşünüyor ve bu imkanın beni rahatlattığını hissediyorum. Hala yeşil reçeteli ilacımı kullanmaya devam ediyorum.Bu ilaçlar dünyayı değiştirmiyor;yalnızca iç bunaltıcı hayatıma katlanabilmeme yardımcı oluyorlardı.Hayatım bir ip cambazınınkine benziyordu;düştüğünde kimsenin haberi olmayacak bir ip cambazı. Kaybolmuş bir adamdım ben.Hayatın anlamını antidepresanlarda arayan bir aptal.
XII
İşten çıkınca hiç adetim olmadığı üzere metroya binmek yerine Tandoğan’dan Kızılay’a doğru yürümeye başladım.Hava bir kış gününe oldukça sıcaktı;bahar havası gibiydi.Sokaklarda sokak lambalarının altında telaşlı bir kalabalık vardı.Sanki herkes kendini biran evvel evine atıp televizyon karşısına geçmek istiyordu.Normal zamanlarda ben de öyle yapardım.Ama neydi bu günü anormal kılan?Hayatıma bir kadının girebilecek olma ümidi mi?Hayatıma gerçekten bir kadın mı girecekti?Belki de Melike çoktan beni unutmuştu ve şimdi bir başkasıylaydı.Neden kendimi bulutların üzerinde hissediyordum ki sanki.Beri yandan belki de aradığım kadındı o.Beni bir zombi olmaktan kurtaracak kadındı belki .Böyle düşünceler içinde yürürken ayaklarım beni Sakarya Sokağı’na getirmişti.Bu akşam çok tedirgin hissediyordum kendimi;onu görecek miydim yoksa hayal kırıklığına mı uğrayacaktım.Derken attım kendimi bardan içeri.Bar tenhaydı.Daha önce hiç bu saatte,hafta içi gelmemiştim buraya.Böyle tenhayken bambaşka bir yer gibiydi .Etrafıma bakınırken bana gülerek bakan bir çift göz fark ettim:Melike’ydi.Ama yanında başka biri daha vardı;bir erkek.O da gülerek bana bakıyordu. Yanlarına gidip selam verdim.”Merhaba Tahir” dedi Melike sıcacık bir gülümsemeyle “otursana”
-Rahatsız etmeyeyim.
-Saçmalama Tahir.Ben de belki gelirsin diye sana bakıyordum.
Endişelerimin dağılmasından mutlu, ceketimi sandalyenin arkasına asıp oturdum.Demek o da beni bekliyordu.Melike karşısındakini işaret ederek “tanıştırayım” dedi “Ali ,benim eski okul arkadaşım” Ali de gülümseyerek elini uzattı;tokalaştık. Sivri yüzlü top sakalı uzun ince yapılıydı. “Memnun oldum” dedim
-Ben de memnun oldum.”
Melike elini elimin üzerine koydu. “Tahir benim yeni sevgilim.Hani demin bahsediyordum ya.”dedi.Ali “Gerçekten çok şanslı bir adamsın,Tahir” dedi gülümseyerek. “Neden?” diye sordum.Gülerek karşılık verdi Ali:“Bir de neden diye soruyor.Yıllardır bu kızın peşinden koşuyoruz ama sen gelip bir gecede hepimizin elinden kapıp gidiyorsun.Daha ne olsun.”Melike bana sarıldı bu lafın üzerine. “Asıl şanslı olan benim.Sevgilimin ne kadar yakışıklı olduğunu görmüyor musun?” dedi. “Görmez olur muyum?Birbirinize çok yakışmışsınız.’ dedi Ali. Bu garip konuşmadan sıkılmaya başlamıştım.Kendimi amcalara pipisini gösteren küçük çocuklar gibi hissediyordum.Ali denen bu herifin rahat tavırları ve Melike’nin onun yanında bana çocukmuşum gibi davranması can sıkıcıydı. Daha bu kadar samimi değildik. “Ben bir tuvalete gideyim” diyerek kalktım.Tuvaletteki aynada gördüğüm takım elbiseli,günlük tıraşlı,solgun derili,uykulu gözleriyle herkese benzeyen sıradan bir adamdım.Yüzümde karakteristik olan hiçbir şey yoktu.Kim takım elbise giyip tıraş olsa bana benzerdi herhalde.Zaten durmadan başkalarıyla karıştırılırdım. “Böyle sıradan bir yüzüm olacağına dikkat çekici şekilde çirkin olmayı tercih eder miydim?” diye çok düşünmüştüm bir aralar .Yüzümü yıkayıp tekrar aynaya baktım;değişen bir şey yoktu.Aynı uyuşuk ifadeyle karşı karşıyaydım.Tuvaletten çıkıp masaya giderken onlar gülerek konuşuyorlardı.Yoksa benimle dalga mı geçiyorlardı. Fakat bu evhamların ne gereği vardı şimdi.Ne kadar huylu bir adam olmuştum. Kimsenin bana karşı ard niyetli olduğunu gösteren bir şey yoktu ortada.Neden böyle paranoyalara kapılıyordum sanki.Uzun sürmüş yalnızlığım mı beni bu hale getirmişti; kendime ve kimseye güvenim kalmamıştı.Benim oturmamla Ali’nin kalkması bir oldu. “Ben artık kaçayım arkadaşlar.”diyerek önce Melike’yle tokalaştı.Sonra elini bana uzattı.Gayri ihtiyari “otursaydın” diyerek elini sıktım. “Sağ ol ama oturamam Tahir” dedi “Hem arkadaşlarla buluşacağım hem de siz çifte kumruları yalnız bırakayım.Tanıştığımıza çok sevindim.”
-Ben de.
-Görüşürüz Melike
-Görüşürüz Ali.Kendine iyi bak.
O gün tanıştığımız gecenin bir tekrarı gibi gelişti. Gecenin ilerleyen saatlerinde yine ter içinde yatağımda uzanıyorduk.Odada soluk sesinden ve duvar saatinin tik tak sesinden başka ses yoktu.Sessizliği ben bozdum: “Biz ne yapıyoruz Melike?” “Mutlu değil misin?” diye sordu dudaklarını bir çocuk gibi bükerek. Nasıl oluyordu da hem bu kadar dişi hem bu kadar çocuksu olabiliyordu bilmiyorum.
-Çok mutluyum ama çevrende o kadar erkek varken neden benimle olduğunu anlayamıyorum.Beni tanımıyorsun bile.
-Sevmek için tanımak şart mı?
-Belki haklısın ama benim anlayamadığım bende sevgilim olmak isteyecek kadar ne bulduğun.Yani beni aylarca izlemişsin.Bende o kadar dikkatini çeken şey neydi?
.
Yüzünde muzip bir gülümseyişle cevapladı:‘Çok yakışıklısın’
-Yapma sen de.İş yalnız yakışıklılıksa o barda benden çok daha yakışıklı tipler var. Yakışıklılığın kadınlar için bir şey ifade etmediğini bilecek kadar büyüdüm artık.
Aniden düşünceli bir yüz ifadesi takınarak üzerime çıktı, gözlerimin içine baktı:“Çünkü neden bu kadar yalnız olduğunu ve neden böyle acı çektiğini merak ediyorum.Gözlerinde öyle bir acı var ki sanki bütün dünyayı sırtında taşıyormuş gibi görünüyorsun.Bu halin seni diğerlerinden farklı kılıyor ve nedense beni sana çekiyor. ”
Kendimi tuhaf hissettim.Bunlar güzel sözler miydi yoksa bir hilkat garibesini ilginç bulan birinin sözleri mi?Belki bu hilkat garibesi bir süre sonra ilginçliğini yitirip çöpe atılacaktı.Sözlerine devam ederken elleri de göğsümde geziniyordu:“Neden bu kadar tedirginsin.Nedir seni bu denli korkutan.”
-Bilmiyorum.Bir sevgilim olmayalı çok uzun zaman oldu.
-Benden mi korkuyorsun?
-Hayır.Hayal kırıklığına uğramaktan korkuyorum.
Güldü. “Yanlış anlama ama senin gibi bir erkekle daha önce karşılaşmamıştım.”
-Neden?
-Çünkü bugüne kadar hep bir gece de olsa benimle olmak isteyen erkeklerle beraberdim.Oysa sen sürekli bir şeyleri sorgulayıp duruyorsun ve yaşadığın anın tadını çıkaramıyorsun.
“Doğru.Çünkü ben anlarda yaşayan insanlardan biri değilim.’dedim ve sustum.Hep başı ve sonu olan bir hikaye gibi bütünlüğü olan bir hayatım olsun istemiştim.Ama umduğum yada yaratmaya çalıştığım sonun ne olduğunu kendim de bilmiyordum.
-Aslında haklısın.İnsan yalnızca anı yaşamamalı.Artık ben de anı yaşamaktan yoruldum ve gerçek bir ilişki yaşamak istiyorum.İşte bu yüzden seninleyim.Seninleyken içimi tuhaf bir huzur kaplıyor.
Belki de ilk kez durgunluğum yada sıkıcılığım bir kadın karşısında işe yarıyordu eğer yalan söylemiyorsa.Oysa bir çok kız da beni bu yüzden terk etmişti. Yeter artık.Geçmiş artık geride kalmıştı ve her şeyi oluruna bırakmanın zamanı gelmişti.İşte güzel ve sevecen bir kadın kendini her şeyiyle bana teslim etmişti.Yatağımda çırılçıplak ve sıcacıktı.Yalnız ve uzun gecelerimi unutturuyordu bana.Terli bedenini okşamaya başladım. Gözlerini kapayıp kendini bana bıraktı.Çok güzel kadife gibi bir teni vardı ve çok güzel kokuyordu, tanıdık, çocukluktan kalma neye ait olduğu hatırlanamayan bir şey gibi “Seni seviyorum” diye fısıldadı. Ne zamandır duymamıştım bu cümleyi. “Ben de seni seviyorum.”dedim.
‘Seninle sevişirken herşeyi unutuyorum.Bu dünyanın en güzel şeyi.’
‘Bence de.’
‘Sen benim hayatımın erkeğisin.Sonsuza kadar senin kadının olmak istiyorum.’
Vs vs vs…
XIII
İşten gelmiş televizyon karşısında bira içiyordum.Telefon çaldı. “Muhakkak Melike’dir” diye düşünerek açtım telefonu. “Merhaba Tahir.Beni tanıdın mı?” diye soruyordu ahizenin diğer tarafındaki tanıdık ses.Bir süre önce kurtulduğum kalp çarpıntımı bir defa daha duyumsadım.Ece’ydi bu. Kaç yıl sonra sesini ilk defa duyuyordum. Sesim titreyerek cevapladım: “Evet.Tanıdım.”
-Nasılsın?
-İyiyim.Sen nasılsın?
-Ben de iyiyim.Seni aradım çünkü Ankara’dayım.İstersen görüşelim diyecektim.
-Tamam, görüşelim.
-Sana geleyim mi?
-Gel.
-Tamam o zaman bir saat sonra görüşürüz.
-Tamam.
Telefonu kapatırken kalbim gümbür gümbür atıyordu. Neler oluyordu?Yıllar sonra neden geri gelmişti?Tam da her şeyi yoluna koymaya başladığımı düşündüğüm sırada. Şimdi duygularım yeniden karman çorman olmuştu.Televizyonu kapatıp başımı ellerimin arasına aldım, düşüncelerimi toplamaya çalıştım.Bu anı içten içe farkında bile olmadan ne kadar uzun zamandır beklemiştim. Hatta böyle bir şey olursa ona karşı nasıl soğuk ve ketum davranacağımı bile tasarlamıştım.Oysa şimdi böyle bir tavır takınacak gücüm olmadığını fark ediyordum çaresizce.Onu hiç unutamamıştım. İçimde kuluçkada yatan bir virüs gibi etkinleşmişti ona karşı zaafım. Bir sigara yakıp biramı içmeye devam ettim. Olduğumuz şeydik hepimiz, ve asla olmayı tasarladığımız şey değildik. Dediği gibi yaklaşık bir saat sonra kapı çalındı.Heyecan içinde kapıyı açtım. İşte Ece yıllar sonra yine bütün güzelliğiyle karşımdaydı. Bazı güzellikler, kişiseldir ve sizden başka kimse onları fark edemez. Çünkü bu güzelliklere kişisel zaaflarınız ve anılarınız bulaşmıştır. İşte bu yüzde herkes için yüzdeki simetriyi bozan bir kusur bazen sizin gözünüzde o yüzün güzelliğini tamamlayan olmazsa olmaz bir fırça darbesidir. İşte Ece’nin vücudu da benim için böyle bir anlam ifade ediyordu. Dişlerindeki hafif çarpıklık, burnundaki ben ve sayamayacağım pek çok ayrıntı kimseye bir şey ifade etmeyebilirdi ama benim için onlar olmasa Ece artık Ece olmazdı. Belki biraz kilo almıştı, sarıya boyattığı saçlarının dip boyası gelmişti, ve yüzünde bazı çizgiler belirmişti ama yine de oydu işte ,Ece’ydi. “Merhaba,Tahir.” dedi gülümseyerek.
-Merhaba,Ece.İçeri girsene.
Üzerinde bir kot pantalon ve siyah bir kazak vardı ki bu kot pantalonu da kazağı da hatırlıyordum. İkisinde de en özlenen anılarım gizliydi. Bu tanıdıklık öyle bir his uyandırdı ki bende sanki aramızdaki anlaşmazlıklar hiç yaşanmamış,hiçbir şey değişmemiş, hiç ayrılmamıştık. İçeri girdi ve botlarını çıkardı. İşte o botlar üniversite yıllarında yıllarca bu kapının yanında durmuş olan o eski botlarıydı. Aklımdan şimşek hızıyla “yoksa bu kıyafetleri mahsus mu giydi” diye bir düşünce geçti. İçeri girdikten sonra evi şöyle bir süzdü. “Ev hiç değişmemiş” dedi. “Evet.” dedim mutlulukla bu durum benim bir başarımmış , “Belki geri gelirsin diye hiçbir eşyayı yerinden oynatmadım” der gibi. “Nerede oturacağız.” diye sordu.
-Odaya geçelim ,salon biraz soğuktur.
Beraber odaya girdik. Odadaki iki koltuktan birine oturdu. “Bir şey içer misin?” diye sordum sorumlu bir ev sahibi tavrıyla. “Aslında ben içeriz diye şarap getirmiştim” dedi ve çantasından bir şişe şarap çıkarttı tıpkı eski günlerdeki gibi.Mutluydum. “Ben iki bardak getireyim” deyip mutfağa gittim kuyruğumu sallayarak.Biraz sonra karşılıklı koltuklara oturmuş şaraplarımızı yudumluyorduk. Ne düşündüğümü anlamak ister gibi bakıyordu yüzüme. Ben ise ikilem içindeydim:Bir yanda Melike’yle bütün geçmişimden kurtulma fırsatı bir yanda da Ece kılığında göz kırpan geçmişim vardı.Sessizliği Ece bozdu: “Ne düşünüyorsun?”
-Hiçbir şey.
-Biliyor musun,seni çok özledim.
-Ben de seni özledim.
Uzanıp elimi tuttu. “Buraya bir daha başlayabilir miyiz diye sormak için geldim.”dedi. Ne diyeceğimi bilemedim.
Ne yapıyorum ben? Bu bahsettiğim gerçekten ben miyim? Yani profesyonel bir yazarmış gibi kendime yukarıdan bakıyorum. Gerçekten bu cümleleri bu biçimde mi kuruyordum yoksa bunlar benim diyalogların kağıt üzerinde görmek istediğim halleri mi? O an ki duygularımı anlatmak için kullandığım bu kelimeler gerçekte neyi karşılıyor. O anı mı yoksa şimdi bunları yazarken böyle hissetmiştim galiba diye uydurduklarımı mı? Bakıyorum da Ece’den hiç ama hiç bahsetmemişim. Ya o kız! Hani şu aynı yatakta ben uyurken intihar eden . Adı neydi? Dur bakayım.Evet, buldum Rüya’ydı. Sürekli kafamı meşgul ettiği halde, neredeyse ondan hiç bahsetmemişim. Buraya yalnızca belli bir akışı olan olayları budalaca bir sadelikle aktarmaya başlamışım. Oysa beni asıl belirleyen şeyler hezeyanlarım: çok anlık, saniyelik düşüncelerim. Bir otobüste, metroda tanımadığım birisinin yüzüne bakarken aklıma gelenler. Bazen karşıma oturan her erkeği ezmem gereken bir düşman, her kızı da düzmem gereken bir fahişe olarak görmem. Yada puslu bir havada dışarı baktığı görülen suratımın arkasında yıllarca geride, kilometrelerce uzakta olabilmem.
Geçenlerde bir barda canlı müzik dinlerken huzur içinde hatırlıyordum Ece’yi. Onla ilgili hatıralarım bir yüzüğün içinden geçen iğne kadar acıtıyordu canımı.Aşık olduğum ve uzun süre beraber olduğum tek kadındı Ece. Aşkın ne demek olduğunu tam olarak anlatamam belki ama bana aşk denilince aklıma tek gelen ona dair hissettiğim kesif duygu olur. Ortada bir ayrılık ve umutsuzluk olmadan anlaşılamayacak bir duygu. Onun nesini severdim bilmiyorum aslında sevmediğim yönleri sevdiklerimden çoktu. Ama tarif edilmez bir şekilde hoşlanmadığım beni sinirlendiren yanlarıydı asıl beni ona bağlayan; ukalalığı, bencilliği ve her an gidecekmiş hissi veren özgürlüğü.Üniversitenin son yıllarında beraber yaşamıştık bu evde. Ama o bölümünü benden çok önce bitirip iş güç sahibi olmuştu. Bense halen üniversiteli hayalperest bir serseri olarak kalmıştım. Paylaşacak bir şeyimiz kalmamaya başladı yavaş yavaş. Çünkü o bütün gün çalışıyor, bir sürü yeni insan tanıyordu. Ben de birkaç ders için okula gitmek dışında neredeyse bütün vaktimi barlarda geçiriyordum. Birkaç defa onu başka kızlarla aldattım da. O bana soğuk davrandıkça onu kıskanıyor, kendimi karşısında küçük görüyor, kendime karşı da küçüldükçe küçülüyordum. Bir gün bana İstanbul’dan iş teklifi aldığını söyledi,ilişkimiz nasıl devam edecekti. Edemeyecekti. Ayrılmalıydık. Ayrıldık da . Tek sebebin mesafe olmadığını biliyordum, onu bir gün Kızılay’da başka biriyle gördüğümde bundan emin olmuştum. Başka biri dediğim de aslında okuldan tanıdığım biriydi, ara sıra selamlaştığım biri. Bir kaç ay sonra da Ece’nin arkadaşlarından onunla evlendiklerini öğrenecektim. İşte bunları düşünerek biramı yudumlarken yanıma birisi yaklaştı. Benimle aynı yaşlarda pejmürde kılıklı ,esmer, zayıf biriydi. Kendisinin de yalnız oturduğunu belki laflarız diye yanıma geldiğini söyledi. “olur” deyip buyur ettim masama. Bana çok mutsuz göründüğümü yoksa sevgilimden yeni mi ayrıldığımı sordu. Oysa onun beni mutsuz gördüğü anda belki de en huzurlu anlarımdan birindeydim. Bir ayrılık yaşadığımı ama bunun üzerinden çok suların geçtiğini söyledim. Hayal kırıklığına uğramıştı. Yanıma gelmeden önce benimle duygudaşlık kurabileceğini düşünmüştü sanırım. Çünkü daha sonra kendisinin kısa süre önce sevgilisinden ayrıldığından bahsetti. Nedenini sorduğumda hüzünlü bir gülümseme takındı: “cinsel yolla bulaşan bir hastalık kaptım” bu hastalığın ne olduğunu sorunca “HPV” diye bir virüs taşıdığını söyledi. Daha önce hiç duymamış olduğum hastalığından bahsetti Bu hastalık erkeklerde penisteki bir virüs olarak ortaya çıkıyor, cinsel yolla bulaşıyordu. O da bu hastalığını fark ettiğinde sevgilisine de bulaştırmıştı bu virüsü ve sevgilisi rahim kanseri olmuştu. Karşımda oturan zayıflıktan gözleri büyümüş neredeyse kurukafaya dönmüş olan adam bunları öyle bir soğukkanlılıkla anlatıyordu ki sanki bütün bunlar onun değil bir başkasının başına gelmiş gibiydi. Belki kendi huzurumun bedelini ödemek için ona birkaç bira ısmarladım. O da bana neredeyse hayatını anlattı. Yanıma oturmasının sebebi de tanımadığı birine acılarını anlatıp rahatlama isteğiydi herhalde. En başından alırsak babası bir alkolik annesi de bir şizofrendi ve anneannesinin yanında büyümüştü. Üniversiteyi kazanıp Ankara’ya gelmiş ve çok hareketli bohem bir hayat yaşamıştı. Sayısız kızla düşüp kalkmıştı. Ona bu illeti bulaştıran kızın kim olduğunu ve fark etmeden kaç kıza hatta erkeğe bu hastalığı bulaştırdığını bile bilmiyordu. Onu dinlediğimde kendimi şanslı hissetmiştim. Bundan neden bahsettiğimi bilmiyorum; belki hepsi de yalandı. Sanırım işte şimdi evime gelmeden önce Ece nostaljisi yaptığım son gece olması yüzünden. İşte şimdi karşı karşıyaydık ama düşündüğüm tepkilerin hiç birini veremiyordum.
“Peki kocan ? O n’oldu? Adı neydi ? Ahmet miydi?’ diye sordum. “Ayrıldık” dedi tek kelimeyle.
-Neden?
– Bunun ne önemi var.
-Önemi yok mu?
-Evet,yok.
Cevap vermedim. Ayağa kalktı, elimden tutup beni odadaki yatağa doğru çekmeye başladı. Ben de kalktım,onunla yatağa gittik. Yatağa uzandı;beni de üzerine çekti. “Hadi öp beni” dedi .Onu öpmeye başladım.Uzun uzun öpüştük. Kontrolümü kaybetmiş eteğini çıkarıyordum ki birden durup doğruldum. Bu kadar basit olmamalıydı. En azından bazı sorularıma cevap vermeliydi, ikna olmuş gibi olmamı sağlamalıydı “Rüya diye bir kız tanıyor musun?” diye sordum. Birden yüzünün düştüğünü fark ettim. Bir şeyler biliyor olmalıydı. Ama “hayır” dedi yine tek kelimeyle. Eğer bir şey bilmiyor olsaydı tek kelimeyle kesip atmaz bunu niye sorduğumu sorgulardı ama hayır deyip o da doğruldu ve çantasını uzatmamı istedi. Çantasını yerden alıp verdim .İçinden sigara çıkarıp bana da uzattı. Birer sigara yaktık .“Emin misin?” diye sordum. Sigarasından derin bir nefes aldı:, “Aslında ,tanıyorum” dedi.
-Nereden tanıyorsun?
-Ahmet’in bir arkadaşıydı.
-Kıçıkırık bir arkadaşı mıydı sadece?
-Bunları bana neden soruyorsun? Peki sen onu nereden tanıyorsun?
-Arkadaşımdı.
-Benim hakkımda bir şey mi söyledi sana.
-Hayır.
-Onu tanımayıp tanımadığımı neden sordun?
-Çünkü o Ahmet’i tanıyordu ve …belki sen de biliyorsun intihar etti. Ben de senin bu konuda bir şeyler bilip bilmediğini merak ettim.
-Hayır, o kadar iyi tanımıyordum .Sadece Ahmet’in bir arkadaşı olduğunu biliyordum hepsi bu.
“Peki” dedim. Sessizce sigaralarımızı içtik. “Ahmet seni terk mi etti?” diye sordum. Acı içinde gözlerime baktı,gözleri dolu dolu olmuştu. Hala onu seviyordu,her halinden belliydi bu. Onun acısını unutmak için bana koşmuştu,beni özlediğinden değil. Onun kafasında zavallı bir serseri olarak kalmıştım sanırım, geri dönünce sorgusuz sualsiz onu kabul etmemi hatta bu lutfü için minnettar olmamı bekliyordu ama sorular soruyordum işte. “Onu hala seviyorsun değil mi?” diye sordum.Cevap vermeden yavaşça kalkıp üstünü başını topladı,sonra da sessizce odadan çıktı. Peşinden gitmedim. Dış kapının kapandığını işittim. İşte sonunda tamamen çıkıp gitmişti hayatımdan.>>
diye yazmışım ta ki dün hasbelkader bir internet sitesinde ona rastlayana kadar. Porno bir sitede gizli kamera çekimlerine bakıyordum ve onu gördüm;Rüya’yı. Kalbim o an duracak gibi oldu,yine o bildik bıçak saplanmıştı göğsüme. Öylece kalakaldım. Bir cep telefonu kaydıydı bu. Daha dikkatle ve heyecan içinde izliyordum. Filmin çekildiği odayı tanımaya başladım. Fondaki kitaplığı, kitaplıktaki kitapları,yatağı tanıyordum. Bu oda onunla ilk ve son kez seviştiğimiz ve ölü bedeniyle uyandığım odaydı. Yatağa bir adam oturmuş, Rüya’nın saçlarını okşuyor Rüya da ona (..) yapıyordu. Çok zevk alıyor görünüyor hatta arasıra kameraya bakıp gülümsüyordu. Odada cep telefonuyla çekimi yapan başka biri daha vardı. Neden sonra görüntüye sanırım yanlışlıkla adamın yüzü girdi ve kayboldu. O an kafamda bir şimşek çakar gibi oldu: emin olmak için o sahneyi durdurdum:Ahmet’ti bu. Şehvetle değil kendimden iğrenerek izliyordum bunları ama izlemekten de kendimi alamıyordum. Ve belki beş dakikalık görüntü kaydı zamanın boyuna değil enine doğru uzanıyor, sündükçe sünüyordu.Ve çekimin bir yerinde çekim yapanın sesini işittim:Ece’ydi.Şimdi anlamıştım Ece’nin neden Rüya’nın kendisinden bahsetmediğini söylediğimde rahat bir nefes aldığını. Belki Rüya’nın intiharının sebebi de bu görüntülerdi. Görüntü bittiğinde dünya da ben de daha da kirliydik artık. İyi bir insan olmadığımı biliyorum, iyi olmanın ne demek olduğunu bilmesem de. Ama bildiğim bir başka şey bataklıkta yürüyen birinin temiz kalamayacağı ve biz durmadan kirlenen bir dünyanın göbeğindeyiz şu anda ve çağın bu kirlenmişliği virus gibi her yerden yayılıyor insanlığın üzerine; televizyondan, internetten, gezetelerden ve onlarla etkileşime giren herkesten. Sonuç olarak iyi olmanın da insanların elinde olmadığını biliyorum,iyi yada kötü olmanın bir tercih olmadığını. Birisi belki yıllardır hpv virüsü taşıdığını ve bunu sevgilisine bulaştırdığını öğrenir. Artık herkes için tehlikeli bir adamdır ve en sevdiği insanı da öldürmüştür. Burada iyi yada kötü olmak için bulunulmuş bir tercih yoktur olsa olsa bir hata vardır.Sonuçta bizi yalnızca kendimiz kirletmiyoruz, en azından yaşadığımız hayat da buna yardımcı oluyor.
XIV
İki aydır Melike’yle beraberiz ve bu gün annesiyle tanışacağım.İlişkinin bu denli ciddileşmesi beni mutlu ettiği gibi korkutuyor da. Ya bütün bunlar birden sona ererse diye korkuyorum. Onun sayesinde geçmişimin kısır döngüsünden kurtuldum ve yeniden yaşamaya başladım gibi geliyor bana. Ama ya tutunduğum bu son dal kopuverirse.
diye düşünerek pencereden sokağı izliyordum.Sokağın başında Melike’yi görünce bütün düşüncelerim dağıldı ve yerini içimi ısıtan bir sevince bıraktı.Onu her görüşümde böyle oluyordu nedense;kalbim hızlı hızlı atmaya başlıyor;ama bu çarpıntı beni yerime mıhlamak yerine coşturuyor ve hatta bazen ereksiyon oluyordum.Bu duygu ya aşk ya şehvet ya da her ikisi birdendi.Ne olursa olsun bu duygu beni her yanımdan kavrayıp hayata bağlıyordu.Biraz sonra Melike beni pencerede gördü ve gülümseyerek el salladı.Kapıdan içeri girince deli gibi sarıldık birbirimize;sanki iki gündür değil de iki aydır sevişmemiş gibiydik
Şimdi kanepenin üzerinde çırılçıplak oturmuş sigara içiyorduk.”Size ne zaman gideceğiz?” diye sordum
-Hemen gidebiliriz.
-Annenden seni isteyim mi?
“İste!Hem zaten beni sana vermezse ben sana kaçarım.”dedi ve sarılıp öptü beni.
Evden çıkarken takım elbisemi giymiş saçımı briyantinle taramıştım.‘Nasıl,iyi miyim?’diye sordum.
-Tam bir damat gibisin.
-Öyle olmam gerekiyor.
İki aydır hemen her gün görüşüyorduk.Bazen barda bazen de evimde buluşuyorduk.Böylece eskiden ne kadar geç gelsem o kadar iyi dediğim evim onunlayken çıkmak istemediğim bir kaleye dönüşüvermişti. Uzun geceler boyu bu kalede şarap içiyor,sohbet ediyor, sevişiyorduk.
Evlerinin kapısına geldiğimizde içimi tuhaf bir heyecan kaplamıştı;ne de olsa uzun zamandır bir aile ortamına girmemiş, memlekete kendi annemi görmeye bile gitmemiştim yıllardır. .Melike annesinin çok tatlı,anlayışlı bir kadın olduğundan bahsetmişti. Benden de annesine bahsettiğini söylemişti. Her ne kadar resmiyette sadece bir tanışma görüşmesi de olsa kendimi kız istemeye gelmiş gibi hissediyordum.
Kapıyı kısa ve tombulca bir kadın açtı. “Hoş geldiniz çocuklar” diyerek bizi içeri aldı. “Hoş bulduk” dedim.Karşımda böyle yaşlı ve güleryüzlü bir kadın bulmak içimi ısıtmıştı.Salona geçtik.Salon büyük bir kitaplık,bir televizyon,bir masa,birkaç sehpa, sandalye ve koltukla doldurulmuş dar ama samimi bir yerdi.Ayşe Hanım çok sigara içiyor olmalıydı ki içeride sigara dumanından bir sis vardı neredeyse.Melikeyle ikili koltukta yan yana oturmuştuk;Ayşe Hanım ise karşımızdaki koltuğa oturmuştu.Yaşlı kadın beni enikonu süzüyordu. “Ee yavrum nasılsın;iyi misin?”diye sordu.
-İyiyim teyze;siz nasılsınız?
-Allah’a şükür biz de iyiyiz yavrum.
Bir süre üçümüz de sustuk.Ayşe Teyze’nin görmüş geçirmiş bir hali vardı ve bana öyle bakıyordu ki sanki ruhumun en derin noktalarını görebiliyordu.Pencereden giren güneş ışığının aydınlattığı sigara dumanı sisi içinde nurani bir yaratık gibi görünüyordu. “Ben üstüme rahat bir şeyler giyip geliyorum.” diyerek salondan çıktı Melike ve beni annesiyle baş başa bıraktı. “Oğlum,sen de üzerine bir eşofman felan giy istersen.”dedi yaşlı kadın. Duraksadım,kız istemeye gelmiş gibiyken şimdi yatılı misafire mi dönüşüyordum. “Teşekkür ederim teyzecim;ben rahatım.”dedim
-Sen bilirsin,yavrum.
Kadın ayağa kalktı. “Çay içer misin,evladım?”diye sordu. “Zahmet olmazsa” dedim.“Ne zahmeti yavrum;yeni demlemiştim zaten” diyerek o da çıktı salondan.Kadının ‘yavrumları’ ‘evladımları beni oldukça gevşetmişti.Kendi evimde gibi hissetmeye başlamıştım.Gözüme televizyon kumandası ilişti;kumandayı alıp televizyonu açtım.O sırada içeri pijamasıyla Melike girdi.”Ee, nasıl buldun evimizi?”diye sordu.
-Güzel bana memleketteki evimizi hatırlattı.
Yanağıma bir öpücük kondurdu ve yanıma oturdu: “Rahatsın değil mi?”
-Evet ,evet çok rahatım.
Bir süre sonra annesi elinde üstünde çay bardakları olan bir tepsiyle geldi.Çayları içerken sohbet ettik .Hemen her şeyden bahsettik:benden,Melike’den,Ayşe Hanım’dan,akrabalardan ve hatta siyasetten.Bu süre zarfında daha da rahatlamıştım.Ayşe Hanım’dan hoşlanmıştım;Melike’yle beraber olmak bu yaşlı ve tonton kadını tanımaya vesile olduğu için de iyi olmuştu şimdi.Sırf bu kadınla sohbet etmek için bile bu eve gelinebilirdi.Onun da bana kanının kaynadığı hissediyordum.Melike de sevdiği iki insanın böyle yakınlaşmasından mutlu görünüyordu.
Daha sonra Ayşe Hanım’ın leziz yemeklerinden yedik. Kursağımdan uzun zaman sonra ev yemeği geçmişti.Yemekten sonra beraber televizyon izledik.Ben de bu arada bir eşofman giymiş ve koltuğa kendi evimde gibi yayılmıştım.Bir ara Ayşe Hanım’la tavla oynadık ve yenildim.Saat geç olunca Ayşe Hanım odasına çekilip yattı.Melike’yle ben de Melike’nin odasına geçtik.Melike annesine ayrı yataklarda yatacağımızı ispat etmek ister gibi iki yatak hazırlamıştı. Ama tabi ki aynı yatağa girip birbirimize sarıldık. Böyle olacağını annesi de biliyordu da işte bazı şeyleri herkes bilse de kafasında başka türlü olabileceğini düşünmek ister..”Annemi nasıl buldun?”diye sordu melike
-Çok sevdim.
-Annem çok iyidir.
-Böyle bir kayın validem olacağı için şanslıyım.
-Dur bakalım;daha kaynanalığını görmedin.
-Kötü bir kaynana olacağını sanmam.
(…)
XV
Yaz gelip Ankara kavurucu sıcaklara teslim olduğu zaman Melike’yle Alanya’ya gittik.Sahile yakın bir otelde oda tuttuk.Gündüzleri sahilde bir şezlong kiralıyor , akşama kadar güneşin ve denizin tadını çıkarıyor,akşamları da çarşıdaki barları geziyorduk.Geceleri seviştikten sonra bir de sigara yakınca kendimi cennette gibi hissediyordum .Gittiğimiz her yerde tenha bir yer bulup sevişiyorduk;kalede surların dibinde ,Dim Çayı’nda ağaçların altında. Mutlu olduğumu ve yaşadığımı hissediyordum onun sayesinde.Beynimde deniz ,güneş, alkol ve Melike’min denize koşan bikinili imgesi birbirine karışıyordu.Bu erken balayı belki de mutlu bir hayatın başlangıcıydı.
O günlerden birinde hep yaptığımız gibi plajdan dönmüş ,beraber duş aldıktan sonra birer sigara yakmış yatakta uzanıyorduk. “Ee.” dedim “bu akşam ne yapıyoruz?” “Sen bugün biraz erken çık Tahir” dedi “Benim biraz başım ağrıyor;sanırım başıma güneş geçti.”Elimi alnına koydum.Gerçekten de biraz ateşi var gibiydi. “Bir doktora yada eczaneye gidelim istersen?”dedim. “Gerek yok” dedi “biraz uzanırsam bir iki saat içinde kendime gelirim.Sen dün bir bara git,ben sonra cepten arar gelirim.”
-O zaman sen iyi olunca beraber çıkarız ya da bu gece burada kalırız.”
“Hayır” dedi ısrarla “Benim yüzümden bu odada tıkılıp kalmanı istemiyorum.Kalırsan kendimi suçlu hissederim.Ben zaten geleceğim.” “Peki” dedim. Belki de biraz yalnız kalmak istiyor diye düşündüm.Yirmi dört saat beraberdik ve ben de biraz yalnız kalsam hiç fena olmazdı.Öte yandan bu günlerde Melike’nin ara sıra durgunlaştığı da gözümden kaçmıyordu.
Üzerimi giyip çıktım.Etraf çok kalabalıktı ve insan sokakta zorlukla yürüyebiliyordu. “Yoksa ilişkiden sıkıldı mı?” diye düşünüyordum.Sonra böyle düşünmekten vazgeçmeye çalıştım.Neden işkilleniyordum sanki . Başı ağrıyordu işte,hepsi buydu.En iyisi birkaç bira içip bu şüphelerden sıyrılmaktı.Bu sırada Melike de gelirdi zaten.
Geçen gün geldiğimiz bara girdim ve yine geçen sefer oturduğumuz masaya oturup bir bira istedim.Biramı yudumlarken aklıma Melike’nin son günlerdeki bazı tuhaf halleri geliyordu.Mesela af çıkmasıyla ilgili haberlere çok canı sıkılmıştı. Ona “yoksa içerde biri mi vardı” diye sorduğumda ise biraz sustuktan sonra “Hayır” demişti “Yalnızca suçlu insanların salıverilmesine bozuluyorum.”Ama yüzündeki endişenin böyle toplumsal bir tepkiden kaynaklandığına inanmamıştım. Neredeyse altı aydır birlikteydik ve onu az çok tanıdığımı düşünüyordum. Tanıdığım Melike de siyasetle yada toplumsal konularla zerre ilgilenmezdi.İçerden istenmeyen birisinin çıkacağından şüphelenmiştim;ama bunun üzerinde fazla durmamıştım.En son bu barda tuhaflaşmıştı.Çok neşeli bir hali varken birden yüzü asılmış sonra da çok sıkıldığını söyleyerek aceleyle bizi bardan çıkarıp otele sürüklemişti. Bu gün plajda da çok durgun ve düşünceliydi.Ben biramı içerken zihnim Melike’yle ilgili bu yaşantıları bir araya getirip anlamlandırmaya çalışıyordu.Tek istediğim Melike’nin bir an önce buraya gelip beni bu düşüncelerden kurtarmasıydı.Bu sırada birisinin sürekli beni izlediğini fark ettim.Tam karşımdaki masada yüzü bana dönük oturuyordu.Ne zaman o tarafa baksam adamla göz göze geliyorduk. Onunla ilgilenmemeye karar verdim. Başımı belaya sokmak istemiyordum. Yoldan gelip geçenlere bakarak Melike’nin gelişini beklemeye koyuldum. “Merhaba” dedi deminden beri beni izleyen adam.Elinde bira bardağı başucuma dikilmişti.Saçı sakalı birbirine karışmış zayıf ,esmer biriydi.Gözlerinde yorgun ve bir o kadar da ürkütücü bir bakış vardı. “Yanınıza oturabilir miyim?” diye sorunca önce onun bir gay olduğunu düşündüm. “Kız arkadaşımı bekliyorum” dedim. “Biliyorum” dedi“Ben de sizinle bu konuda konuşmak istiyordum zaten.”
-Nasıl yani?
-Kız arkadaşınız hakkında.
-Ne olmuş kız arkadaşıma?
-Anlatacağım ama önce oturabilir miyim lütfen?
-Buyur otur.
Adam oturduktan sonra sakince paketinden bir sigara çıkarıp yaktı. Öyle ki bu sukunetine vurgu yapmak ister gibi ağır çekim yaptı bunu. Nihayet sigarasından büyük bir nefes çekip dışarı üfledikten sonra “Benim adım Adnan” dedi elini uzatarak. “Ben de Tahir” dedim .El sıkıştık. “Niye beraber gelmediniz?”diye sordu.
-Sana ne bundan?
-Öyle demeyin bu beni sandığınızdan çok ilgilendiriyor.
“Ne söyleyeceksen söyle artık.”dedim.Bu tuhaf adamdan hem rahatsız olmuş hem de korkmuştum .Gözlerini gözlerime dikerek “O benim karım” dedi alçak sesle.Şaşkınlıktan ne söyleyeceğimi bilemiyordum ama “Bu da ne demek şimdi?” sorusu çıktı ağzımdan.Adam sakin ve ağır hareketlerle cebinden bir defter çıkarıp masaya bıraktı.
-Bakın şuna.
Defteri açıp bakınca bunun bir evlilik cüzdanı olduğunu anladım.Bir sayfa da Melike’nin diğerinde karşımda oturan adamın fotoğrafı vardı. Karşımda duran adam fotoğraftakinden on yaş yaşlı görünüyordu. Şok içinde bir cüzdana bir adama bakıyordum.O ise bu şaşkınlığımdan mutlu ‘Başkasının karısıyla olduğundan haberin yoktu değil mi?”dedi sırıtarak. “Peki ama aylardır nerelerdeydin?”diye sordum.
-Hapiste.
Tuhaf bir duygu anaforuna kapılmış;ne diyeceğimi ne yapacağımı şaşırmıştım.Anlam veremediğim pek çok şey şimdi netlik kazanıyordu:Melike’nin uzaklardan mektup gönderen sevgilisinin kim olduğu,af çıkmasına dair haberlere niye bozulduğu;bu aralar neden böyle durgunlaştığı ve bugün neden otelden çıkmak istemediği. Bu adamı geçen akşam da burada gördüğümü hatırladım .Yarısı kalmış biramı bir dikişte bitirdim. “Sen dün de buradaydın değil mi?” diye sordum “Neden dün yanımıza gelmedin de bizi uzaktan izledin.” “Aslında” dedi “onun benden kendisinin bahsetmesini istemiştim ,ama görüyorum ki sana hiç bir şey söylememiş. Neyse bırakalım şimdi bunları. Asıl önemli olan şimdi ne olacağı.Ben kocası olarak onu bırakmanı istiyorum. Tamam mı?” Hiçbir tepki göstermedim.Adam da bir şey söylemeden gülümseyerek kalktı ve bardan çıktı. Şile bezinden beyaz paltalon ve gömleği denizden gelen hafif hafif dalgalanırken her şey istediği gibi olmuş biri edasıyla yavaş yavaş yürüyüp gitti ben arkasından aval aval bakarken.
XVI
Otele döndüğümde karmakarışık düşünceler içindeydim, başım ağırlaşmış gibiydi. .Odaya girince Melike’yi hüngür hüngür ağlarken buldum.Ağlamaktan gözleri şişmişti ve içler acısı bir hali vardı.İç çamaşırlarıyla yüzüstü yatmış zangır zangır titreyerek ağlıyordu.Onun bu hali bende merhamet ve şehvet duygularını beraber uyandırıyordu. Yanına oturdum ve saçlarını okşamaya başladım. Öğrendiklerimi bana kendisinin itiraf etmesini istiyordum. “Ne oldu canım neden ağlıyorsun?” diye sordum.Elimi tutup rimelleri akmış gözleriyle bana baktı. “Of,Tahir. Ben ne yapacağımı bilmiyorum.’dedi.
-Hala başın mı ağrıyor?
“Hayır, sorun o değil.Demin annem aradı” dedi ve der demez hıçkırıklara boğuldu.Ona sarıldım. “Yoksa Ayşe Teyze’ye bir şey mi olmuş?” diye sordum “ Sakin ol aşkım.Sakin ol ve ne olduğunu anlat.”dedim.Melike hıçkırmaktan konuşamıyordu. “Annem çok kötüymüş,çünkü..”deyip sustu. Yüzünde vazoyu kırmış küçük bir çocuğunki gibi bir suçluluk ifadesi vardı.“Aslında benim senden uzun süredir sakladığım çok önemli bir şey var.”dedi. “Biliyorum” dedim “Hapiste bir kocan vardı.” “Nereden biliyorsun?”diye sordu şaşırarak.
-Demin barda yanıma geldi.
Birden doğruldu.”Ne dedi sana?”diye sordu merakla.Gömleğimden sigara paketimi çıkarıp bir tane yaktım. “Kocan olduğunu söyledi ve seni bırakmamı istedi benden .” Bana sarılıp yeniden hıçkırarak ağlamaya başladı. “Beni bırakmayacaksın değil mi?”diye sordu.Gözlerimi boşluğa dikmiş saçlarını okşuyordum. “Bunu benden neden gizledin?”diye sordum. “Çünkü beni bırakmandan korktum.”dedi “Çünkü sana aşık oldum.Çünkü sen tanıdığım diğer bir gecelik ilişkilerden farklıydın’
-Onu da seviyor musun?
– Tabi ki hayır,ben sadece seni seviyorum.
-Peki neden boşanmadın o zaman?
“Çünkü” deyip benden biraz uzaklaştı “Çünkü korktum.” “Neden korktun?Ondan mı?” diye sordum.
-Evet.Onu tanımıyorsun sen.Gerçek bir psikopattır o. Boşanmaya kalkarsam beni ve annemi öldürecekti.
-Niye savcılığa falan gitmedin?
-Savcılık ne yapabilirdi ki. Bize koruma mı verirdi! Onun çok parası var,Tahir. Hapisteyken bile bizi öldürtebilirdi.Burası Türkiye.
Ayağa kalkıp caddeyi gören pencerenin önüne gittim.Sokakta insanlar bizim durumumuzdan habersiz eğlenmek için çarşıya gidiyorlardı.Sarışın yabancı bir kadınla esmer yerli bir delikanlı butiğin önündeki tezgahtaki t-shırtlere bakıyorlardı. Onlar gibi tek derdimizin t-shirt seçmek olmasını ne kadar isterdim. Ne yapacaktım,ne yapmalıydım. “Neden hapse girdiğini biliyor musun?” dedi Melike “Neden?” diye sordum.
-Ağabeyimi öldürdü.
Şaşırarak ona döndüm.“Sen neden bahsediyorsun? Senin bir ağabeyin vardı ve o adam onu öldürdü öyle mi? Bana yine yalan söylemiyorsun değil mi?” dedim. “ Ben sana hiç yalan söylemedim” dedi “Evet,bazı şeyleri senden sakladım ama hiç yalan söylemedim Tahir. Bana inanmalısın. Böyle bir meselede yalan söyler miyim?”
-Kardeşini öldürdü ve sen hala onun karısısın öyle mi?
-Evet.Ne büyük bir çıkmazda olduğumu anlamıyor musun?
-Peki ama neden…nasıl?
-Sana psikopat dedim,anlamıyor musun. Her Allahın günü içki içer olur olmaz sebeplerle beni döverdi.O gün de beni dövmüştü. Annemlerin yanına gitmek istedim ama izin vermedi. Ben de hayatımın en büyük hatasını yaptım ve ağabeyimi aradım.
Sözünü bitirmeden yeniden ağlamaya başladı. Yanına gidip ona sarıldım.
-Ağabeyim Melih,beni götürmek için geldiğinde Adnan zil zurna sarhoştu. Melih beni almaya geldiğini söyleyince ona “Çık dışarı;yoksa seni de döverim” demişti.O geceyi hiç unutmuyorum.Bazen rüyalarıma giriyor bazen de durup dururken aklıma geliyor.Ağabeyimi sürüyüşünü;Kafasını duvara vuruşunu hiç unutamıyorum;sonra bir daha vuruşunu ve bir daha ,bir daha…
“Yeter” dedim “daha fazla anlatma” .Anlattıklarını gözümün önüne getirmeye çalışıyor ve dehşet içinde kalıyordum. Melike çığlıklar atarak onları ayırmaya çalışmış;ama o da yumruğu yemişti.. Bugün gördüğüm adamı elinde birisinin kafasını saçından yakalamış duvara vururken ;üstü başı kan içinde hayal ediyordum.Melike o geceyi anlatırken sanki yeniden yaşıyor gibiydi:“Ve Melih’in cansız bedeni yere serildi. Öylece kalakalmıştım.Adnan ise rahatlamış ;sanki tatmin olmuş gibiydi.Yüzündeki o zevk dolu ifadeyi asla unutamam!”Bütün bunları dehşetle dinlemiştim.Böyle bir cani nasıl olur da dışarı salınırdı. Böyleleri idam edilmeliydi.O anda şimdiye kadar yalnızca gazetelerde karşılaştığım hükümetten de nefret ediyordum. Eğer hükümet af çıkarmasaydı bu psikopatla karşı karşıya kalmayacaktık. “Bizi bulmak için eve gidip annemi tartaklamış” dedi ”Kim bilir annem şimdi ne haldedir?’“Olamaz” dedim.“İstersen ayrılalım.Senin de başını belaya sokmak istemem.”dedi.Bu sözler nasıl bir durumda olduğumu anlamamı sağladı. Şimdi ya kaçıp eski amaçsız hayatıma dönecektim yada bu durumun üstesinden gelecektim. “Hayır” dedim gözlerindeki yaşı silerek “Ayrılmayacağız ve bu sorunu beraber aşacağız;tamam mı?” “Ben sensiz yaşayamam” dedi “Hele o hayvanla asla.” Uzun ve yumuşacık saçlarını merhametle ve şehvetle okşadım: ‘Seni seviyorum.’
XVII
Sabahın erken saatleriydi ve sahilde benden başka kimse yoktu.Deniz sahile vuran minik dalgalar dışında dümdüzdü.Bu görüntünün insana huzur vermesi gerekirdi ama benim boğazımda bir türlü yutkunamadığım bir sıkıntı var gibiydi .Neredeyse bütün kaslarım gergin bir halde kumlara oturmuş bir yandan kumları eşeliyor bir yandan da kafamı toplamaya çalışıyordum.Ne olmuştu yani Melike evli olduğunu söylemediyse;bunu beni sevdiği ve kaybetmek istemediği için yapmamış mıydı?Hem de kocası iki yıldır hapiste olan afla çıkmış bir katildi.Adnan denen bu adamın çok tehlikeli bir adam olduğu anlaşılıyordu .”İnsan bir cinnet anında da olsa birini hem de karısının kardeşini nasıl öldürebilirdi?” diyordum kendi kendime. Bunu aklım almıyordu ama aradığım cevabı çok yakında bulacaktım. Sonuç olarak bu adamdan çekiniyordum-hatta kimden saklıyorum buz gibi korkuyordum.Melike de korkuyor olmalıydı ki buradan gitmemiz gerektiğini söylemişti;ama ben karşı çıkmıştım.Hem nereye gidecektik ki.Kaçarak bir şey elde edemezdik. Bu işi bir şekilde halletmeliydik. Karşımızda tek bir engel vardı:Adnan.Ondan korkmama rağmen sevdiğim kadını kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapmam gerekiyordu.Ben bir hiç değildim; en azından Melike’yi tanıdığımdan beri.Ece’den ayrıldıktan sonra ilk defa yeniden yaşadığımı hissetmiştim Melike sayesinde.Belki Ece’yi kaybetmemin sebebi de mücadele etmemem olmuştu.Eğer Ece beni bırakırken o kadar vurdumduymaz davranmasaydım ayrılmayabilirdik.En azından bu defa kaybedeceksem de mücadele ederek kaybetmeliydim. Hatta neden olmasın bu defa sevdiğim kazanmalıydım;bunu kendi onurum için yapmalıydım.Kalkıp denize doğru yürüdüm.Su çok berraktı;dibindeki kumlar görünüyordu.Ufak birkaç balık bile vardı.Elimi uzatıp balıklara dokunmak isteyince birden kayboldular.Aklıma Melike geldi.O da şu anda otel odamızda mışıl mışıl uyuyordu;ama ona sahip çıkamazsam bu balıklar gibi yok olacaktı.Denize ilk adımımı attığımda suyun çok soğuk olduğunu fark ettim.Fakat buna aldırmadım; her ne kadar üşüse de insan alışıyordu. .Hem otele dönünce yanına sokulup ısınabileceğim güzel bir kadınım vardı.Bunu düşününce yüzümde hafif bir gülümseme oluştu.Onunla olmak bana herşeyi unutturuyordu.Şu Adnan meselesini de bir şekilde halledersem herşey çok güzel olacaktı.Neden olmasındı?Soğuk suya dalıp suyun altında yüzdüm biraz.Suyun soğukluğuna alışıyordum.Denizden sokağa baktım.Kaldığımız oteli ve odamızın penceresini görebiliyordu.Orada beni seven bir kadının olduğunu bilmek güzeldi;güç vericiydi.Şimdi siyah iç çamaşırlarıyla yatıyor olmalıydı.Bembeyaz teni ve güzel kalçalarıyla beni bekliyordu.
Sahilde yüz metre kadar ilerde şort mayolu sakallı birinin bana doğru yürüdüğünü fark ettim.Birden kalp atışlarım hızlandı, soğuk suyun içinde anında kızmış bir demir gibi hissettim kendimi;bu Adnan mıydı yoksa.Gözümü dikip adamı izlemeye başladım. Suya girip bana doğru yürümeye başladı. O da gözlerini bana dikmişti.Eğer Adnan ise ne yapacağımı bilmiyordum;sadece yüzünü tanımaya çalışıyordum.Yanıma geldi, hayır Adnan değildi. “Merhaba” dedi .
-Merhaba.
-İzin verirseniz sizinle konuşabilir miyiz?
-Konuşalım.
-Sizi uzun zamandır buralarda görüyorum. Aslında insanlarla konuşmak huyumdan uzun zamandır vazgeçmiştim ama neden bilmem size karşı bir yakınlık hissettim.
-Neden?
-Bilmiyorum, sanırım buralı olmadığınız için. Ben de buralı değilim ve siz de hep çok kaygılı görünüyorsunuz tıpkı benim gibi. Yoksa sizi rahatsız mı ettim?
-Hayır ama burada çok kişi buralı değil zaten.
-İsterseniz gidebilirim.
-Hayır, hiç gerek yok.
-Peki, kusura bakmazsanız bir şey soracağım: Nerelisiniz?
-Ankara
-Sahi mi? Ben de Ankaralıyım. Bu arada benim adım Orhan.
-Benimki de Tahir.
-Tatile mi geldiniz?
-Evet.
-Size ortak yanlarımız olduğunu söylemiştim. İşte siz de tıpkı benim gibi Ankara’dan tatile gelmişsiniz. Mesela ben bu tatili takriben on yıldır sürdürüyorum.
-Sizinki tatil olmaktan çıkmış artık.
-Evet, benimki artık bir yaşam tarzı oldu; alkol ve deniz.
-Benim tatilim sizinki kadar uzun olmayacak.
-Olmaması inanın daha iyi olur. Böyle olması için ciddi bir bunalım gerekir. Benimki gibi. Bu sizi şaşırtmadı değil mi? Zaten insanlar yılda en az bir iki kere bunalıma giriyorlar değil mi? O zaman bunda şaşılacak bir şey yok. Ama bana sorarsanız asıl bunalım hayatın süreğen bir bunalım olduğunun keşfedilmesiyle başlıyor.
-Felsefe mi yapacaksınız?
-Tabi ki. Ben bunun için yetiştirildim sayılır. Karşınızda bir felsefeci duruyor.
-Felsefe! İlginç ben de felsefeciyim.
-Öyle mi? Belki de bu yüzden ilgimi çektiniz. Bana sorarsanız insan felsefeyle çok fazla haşır neşir olmamalı. Çünkü içine girdiğinizde çıkmanız çok zor olabiliyor. Üzerinize yapışıp kalıyor. Tıpkı bunalım gibi. Ondan sıyrılmak istiyorsunuz, bir an için sıyrılıyorsunuz da fakat ufak bir sorunla karşılaşınca tekrar dönüyorsunuz ona.
-Ne iş yapıyorsunuz?
-Hiçbir şey yapmıyorum. Bir şey yapmamak için de mücadele veriyorum. Ben uzun zaman önce anlamsız bir toplum için yaşamaktansa onun sırtından geçinmeye karar verdim. Peki siz ne iş yapıyorsunuz?
-Bu aralar öğretmenlik .Neden toplumun anlamsız olduğunu düşünüyorsunuz?
-Çünkü insanlar anlamsız, dostum; sen, ben dediğimiz şeyler. Anlamsız parçalar anlamlı bir bütün oluşturmazlar. Bunalımın ne olduğunu sanıyorsunuz: Anlamsızlığımızla yüzleşmemiz. Bunu ya açık seçik görürsünüz ya da içinde bulunduğunuz iç sıkıntısının sebebini asla anlayamazsınız.
-Galiba biraz anlıyorum.
-Bence iç sıkıntısının tam ortasındasınız. Burada yalnız ve yabancıysanız iç sıkıntısının doğal mekanındasınız demektir. İlk geldiğim günlerde anladım bunu. Bir gün sahile inmiştim. Çok kalabalıktı benimse geçirmem gereken bir gündüzüm vardı. Yanımdaki bir paket sigara bitmeden yada hava kararmadan plajı terketmeye niyetim yoktu. Sırf vakit geçirmek istiyordum, anlıyorsunuz ya. İnsanlar denize giriyor, eğleniyor ve umut dolu gözlerle bakıyorlardı çevrelerine. Bir sigara yakıp sahil boyunca yürümeye karar verdim. Kalktım, yürüyordum ki birden herkesin benim bir yabancı olduğumu sırtımda bir işaret varmışçasına bildiğini hissettim. Karıncalar arasında kalmış bir örümcek gibiydim. Ben yürüyordum, koskocaman bir et parçasını ağır ağır sürüklüyordum ve herkes benim bu zorluğa nasıl katlandığımı merak ediyordu. İşte o gün iç sıkıntısını tamamen kavradım ve ne size ne de bir başkasına tarif edebilirim bunu. O günden sonra da bu iç sıkıntısı peşimi bırakmadı.
-Peki bir doktora gitmeyi düşündünüz mü?
-Doktor mu? Psikiyatrist demek istiyorsunuz. Ben buraya gelmeden önce de düzenli olarak giderdim doktora. İlaç da kullanıyordum. Bütün bunlar gerçeği değiştirmiyor, sorunu yok etmiyor yani. Çünkü sorun çok derinde: Varolmak. Varolmak beraberinde istemeyi, acıyı ve bunalımı getiriyor. Bunun farkına varmak yada varmamak önemli değil ,hepimiz yaşıyoruz bunu. Uyuşturucularla psikolojik ilaçlar arasında hiçbir fark yok. Hepsi kişiyi var oluşundan uzaklaştırır ki kişinin acıları dinsin. Modern toplumdaki her şey de bu uğurda oluşturulmuş materyaller yığını değil mi zaten.
-Nasıl yani?
-Artık bütün insanlık köleleri sayesinde refah içinde yaşıyor ve var oluşunu rahatça sürdürebiliyor. Sonuçta da var oluşuyla baş başa kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. İşte buna engel olmak için de modern insana hobiler ve zevkler sunuluyor. Bütün üretim neredeyse bunun üzerine kurulu. Kapitalizm sahip ol ve tüket diyor. Sonu gelmez bir oyun oynanıp duruyor. Evet, tam da aradığım kelime buydu: Oyun. Bütün insan eylemlerini kapsayan bir kavram bu. Yaşamak eğlenmek için oynanan bir oyun. Oyun kavramını daraltamazsınız yada zaten sonsuz olan alanını genişletemezsiniz de. Bizler kendimizle baş başa kalmamak için oyun oynayarak vakit geçiren yaratıklarız.
-Peki insanlık bu anlamsızlığından nasıl kurtulabilir sizce?
-İnsanlık diye bir şeye inanmam ben. Sadece sen, ben ve diğerleri vardır. Bunların toplamı da insanlık etmez, dostum. Kurtuluş diye bir şey varsa o da hepimize sunulmuş bir şarap: Ölüm. Gerçekten akıllı olsaydık ölümün ne büyük bir nimet olduğunu anlardık. Çünkü bu ölüm sayesinde varlık ve hiçlik arasında her zaman seçim yapma imkanımız var. Ama intihar saçma geliyor bana. Eninde sonunda ben’lerimize sahip olacak olan hiçliğe ebediyen atlamayı seçmek. Çünkü benim inancıma göre ben’lerimiz hiçlikten varlığa bir daha dönemeyecekler. Böyle geri dönüşü olmayan bir karar vermektense kararsız kalıp anlamsız hayatımı yaşamayı tercih ediyorum.
-Eğer söylediklerinizi doğru kabul edersek intihar mantıklı bir tercih olmuyor mu? Yani anlamsız bir hayatı yaşamaktansa gerçekliğe sıçramak.
“Beni dinlemiyorsunuz galiba.Varlığın saçma oluşu yada var oluşun bunalım vericiliği, işte bu tarafın gerçeği bunlar. Hiçlik var mı ki bir anlamı yada gerçekliği olsun? Hem hiç saçmalığın, kaosun ve şizofreninin size çekici geldiği yada doğanızın bir parçası olduğunu düşündüğünüz olmadı mı? Eğer bundan birkaç ay önce karşılaşmış olsaydık size düşüncelerimden değil halisilasyonlarımdan bahsederdim.Ama artık gitmeliyim. Belki yine görüşürüz.”dedi ve arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Terlemiştim, suya dalıp çıktım. Çıktığımda onu göremedim. Sanki birden yokolmuştu.
XVIII
O günün akşam üstü Melike’yle beraber sahilde yürüdük .Çoğunlukla sessizdik.İkimiz de gergin ve düşünceliydik. “Buradan gidelim,Tahir” dedi “Sinirlerim çok gergin.Ankara’ya dönelim.Annemi de görmek istiyorum.” “Hayır,Melike gitmeyeceğiz.” dedim “Ankara’ya gidince bu heriften kurtulabilecek miyiz sanki.” Başını önüne eğip yürümeye devam etti. “Ve bu akşam yine o bara gideceğiz.”diye ekledim.Korkuyla durup bana baktı. “Hayır,Tahir.Onu tekrar görmek istemiyorum.” dedi
-Ama buna mecbursun.Er yada geç onunla yüzleşmeli ve bu meseleyi halletmeliyiz.
“Korkuyorum’ dedi Melike ve bana sarıldı. “İnşallah her şey yoluna girer.Seni çok seviyorum.”
Sahilden şehir merkezine yürüdük.Bara girdik.Çevrede Adnan yoktu.Ama geleceğini hissediyordum.Köşede bir masaya oturup birer bira istedik. “Senin başına bir şey gelmesinden korkuyorum.”dedi.Cevap vermedim.“Benim yüzümden böyle bir şey olursa kendimi çok suçlu hissederim.” diye devam etti.
-Hiçbir şey olmayacak.Merak etme.
Elimi tuttu.‘Bak, Tahir istersen ayrılabiliriz.’dedi.Bu teklif içimi burkuyordu. Melike’yi kaybetme korkusu ve Adnan karşısındaki korkum iç içe giriyordu.Ama kararımı vermiştim;savaşacak ve bu defa Ece’yi kaybettiği gibi kaybetmeyecektim ve bu dürüst bir oyun olacaktı.İki erkek bir kadın için savaşacaktık. Daha önce böyle saf bir durum yaşamamıştım.Bütün duyguları devlet ve toplumca denetlenen modern insan ben şimdi antik çağlardan beri hüküm süren bildik bir çekişmeyle karşı karşıyaydım.“Melike” dedim sakin ve güçlü görünmeye çalışarak “Bu sorunu aşacağız ve evleneceğiz.Çünkü biz birbirimizi seviyoruz ve kocan bile olsa bir psikopat öyle istiyor diye mutluluğumuzdan vazgeçemeyiz.Anlıyor musun?”Hayranlıkla bana baktı yada ben öyle sandım. “Haklısın sevgilim.”dedi “Seni neden sevdiğimi şimdi daha iyi anlıyorum.”Son defa öpüşüyormuşuz gibi uzun uzun öpüştük.İkimiz de hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyorduk ama kapıdan her gireni acaba Adnan mı diye baştan aşağı süzüyorduk
Bar giderek kalabalıklaşıyordu.Birkaç saat sonra iğne atılsa yere düşmeyecek hale gelmişti.Bu sırada biz de epey bira içmiş ve çakırkeyif olmuştuk.Melike kalkıp kalabalığın arasında dansetmeye başladı. Biramı yudumlayarak onu izlerken ilk tanıştığımızdan bu güne yaşadıklarımızı düşünüyordum.Ne kadar çılgın bir kadındı;bu durumda bile dansedip eğlenmeyi biliyordu,belki bu yüzden bu denli hayat dolu ve çekiciydi. “Belki hiçbir şey olmayacak” diye düşündüm .Belki bir daha Adnan’ı hiç görmeyecektik.
Böyle hayallere dalmışken yanımda birisinin dikildiğini hissettim.Dönüp bakınca Adnan’ın gülümseyen yüzüyle karşılaştım. Teklif beklemeden karşımdaki sandalyeye oturdu. “Çifte kumrular eğleniyor,öyle mi?” dedi gülerek.Melike’nin de onu fark ettiğini ve yüzünün düştüğünü görebiliyordum.Ne diyeceğim bilmez bir halde adamın yüzüne bakakalmıştım .Sakallarından ve ince yüzünde daha da belirginleşen parlak gözlerinden ve duruşundan ne kadar sakin ve güven dolu olduğu belliydi.Yüzünde hiçbir aşırı duygu belirtisi yoktu.Oysa ben içtiğim biralara rağmen öyle gergindim ki heyecandan beynim zonklamaya başlamıştı.Bu sırada Melike de masaya gelip yanımdaki sandalyeye oturdu. “Merhaba Melike” dedi Adnan “Görüşmeyeli çok uzun zaman oldu,öyle değil mi?” Melike soğukça “merhaba” diye karşılık verdi. Sonunda söyleyecek bir şey bulabildim: “Bizi rahat bırakmanı istiyoruz.”Adnan sigarasından yavaşça bir nefes çekti;sonra elindeki şarap kadehinden bir yudum aldı.‘Ben’ dedi sakince “Yalnızca hakkımı almak istiyorum,arkadaşım.Sevgili karımı geri istiyorum.Hepsi bu. Amacım kimseyi rahatsız etmek değil” Heyecandan sesim titreyerek konuştum: “Melike kanunen senin karın olabilir ama beni seviyor;seni değil.Bunu anlamıyor musun?” “Bak,arkadaşım” dedi “Ben kanundan felan bahsetmiyorum.Söylediğim şey şu:O benim karım ve her zaman da öyle kalacak.Sen bunu anlayabiliyor musun?” Melike araya girdi: “Sen gerçekten hastasın,Adnan”
-Hayır, karıcığım ben hasta felan değilim .Sadece hakkını arayan mağdur biriyim; başka bir şey değil.
“Bir insana zorla sahip olamazsın.Buna hakkın yok.”dedim.Adnan Melike’e döndü: “Nereden buldun bu züppeyi.Seni elimden bu zibidi mi alacak?”Bu hakaretler zaten gergin olan sinirlerimi iyice bozmuştu.Zorla yutkundum. “Evet” dedim “ O benim karım olacak.” “Nasıl olacak bu?” diye sordu alaycı bir gülümsemeyle. “Peki sen nasıl alacaksın onu benim elimden?”dedim. Gülümseyerek arkasına yaslandı.Melike korkudan buğulanmış gözlerle ikimizi izliyor ve öylece susuyordu. “O senin elinde değil ki sen onun elindesin.” dedi Adnan. “Peki ne yapacaksın bizi ayırmak için ?Beni öldürecek misin?”dedim. Katıla katıla gülmeye başladı. “Öldürmek mi? Öldürmek ha!Siz ikiniz gerçekten de çok içmişsiniz.Müsaadenizle ben de bir içki daha alacağım.”dedi.Oradan geçen bir garsonun kolundan tutup elindeki şarap kadehini uzattı ve bir tane daha istedi.Sonra cebinden sigara paketini çıkarıp önce Melike’ye,sonra da bana uzattı ikimiz de almayınca dudağını bükerek bir sigara yaktı. Onun yavaş hareketlerini sabırsızlıkla izliyordum.Sigarasından bir nefes aldı ve gülümseyerek bana doğru eğildi.Şimdi burun burunaydık.“Çok güzel (…) yapıyor değil mi?” diye fısıldadı kulağıma “Hapiste hep bunu düşünerek (…) çektim biliyor musun?” Hipnotize olmuş gibi donakalmış kulağıma fısıldadıklarını dinliyordum. “(…) olurken yüzünün aldığı o hal” Bir yandan fısıltıyla konuşuyor ara sıra da şehvetle sigarasından çekiyordu. “Seni anlıyorum.Melike’nin tadını bir alan bir daha onsuz yapamaz.Ama ,arkadaşım, buraya kadarmış;ben yokken onu biraz oyalamışsın,ama meydan artık boş değil.Çünkü artık ben geldim, bu kadının gerçek sahibi.Bence senin aradan çekilmen ve günlük hayatına geri dönmen herkes için en hayırlısı olur.Ne dersin?”diyerek sırtımı sıvazladı.Adnan denen bu çelimsiz herifin kendinden bu denli emin ve sakin olması,beni bir hiç yerine koyması beni çıldırtıyordu.Korkuyu ve hiddeti aynı anda hissediyordum.Sonunda daha fazla dayanamadım iki gündür süren bu gerginliğe ve Adnan’ın yakasına yapıştım.Ağzımdan tükürükler saçarak bağırmaya başlamıştım: “Beni dinle,Adnan mısın nesin?Bir daha bizi rahatsız edersen senin ağzını burnunu öyle bir dağıtırım ki bir daha aynaya bakamazsın!Anladın mı?Anladın mı?”Yüzünde bana acırmış gibi bir ifade vardı. Ellerim sımsıkı yakasını kavramışken bile hiç kıpırtısız öylece bana bakıyordu.“Bu şekilde hiçbir yere varamayız,arkadaşım.”dedi ”Bak,herkes bize bakıyor. Rezil olmadan buradan çıkıp bütün bunları başka bir yerde konuşalım istersen?”Gerçekten de bardaki herkes bize bakıyordu.Bizi ayırmak için iki tane görevli gelmişti bile. Adnan’ın yakasını bırakmak zorunda kaldım.Melike ise isteri krizine girmiş ağlıyor ve “yapmayın” diye haykırıp duruyordu.Adnan beni yaka paça dışarı çıkarmaya çalışan görevlilere sesleniyordu: “Durun!Durun!Sadece tartışıyorduk.Sorun yok.” “Lütfen hepiniz barı terk edin.”dedi iriyarı bir bodyguard.Adnan cebinden bir tomar para çıkarıp ona verdi: “Tamam çıkıyoruz.Al, bu da hesap.”Sonra Melike’nin koluna girip kulağına girip kulağına bir şeyler fısıldadı. “Beni neden rahat bırakmıyorsun?” diye haykırdı Melike hıçkırarak. Adnan’ın “Tamam.Ağlama artık bunları dışarı da konuşuruz.” dediğini duydum.Bu sırada barın güvenlik elemanları kollarımdan tutmuş beni dışarı doğru sürüklerken ben de çılgın gibi küfrediyor ve ellerinden kurtulup Adnan’ın üzerine atlamak için çırpınıyordum.Herkesin şaşkın şaşkın beni seyretmesi beni daha da sinirlendiriyordu.Bilincimi yitirdiğimi hissediyordum.Daha önce hiç yaşamadığım bir öfke nöbetine girmiştim.Kendimi vahşi bir hayvan gibi hissediyordum.Ağzımdan tükürükler saçarak ‘bırakın beni.bırakın beni’ diye bağırıp duruyordum.Bıraksalar Adnan’ı hemen orada ellerimle öldürebilirdim;bunu hissediyordum.Burun deliklerim kocaman açılmasına rağmen aldığım nefes kalp atışlarına yetişemiyordu.“Bırakın beni geberteceğim o orospu çocuğunu!” diye bağrıyordum.
Yüksek sesli techno müziği çalıyor; ışıklar ve bana bakan insanların yüzleri gözümün önünde dönüp duruyordu.Adnan’a olan hıncım beni ite kaka sürükleyip küfreden bodyguardlara,garip bir yaratıkmış gibi bana bakan insanlara ve bütün dünyaya yöneliyordu giderek.Aslında bütün ömrünce sınırlanmış ve normal olmaya çalışmış modern bir adamın biriken öfkesini patlamasıydı bu.İçten içe bu öfkenin hoşuma gittiğini ve beni daha güçlü kıldığını hissediyordum.En azından özgürdüm;rezil de olsam, ayıplansam dayak yesem de hayatımda hiç olmadığı kadar özgür hissediyordum kendimi.Hayatım boyunca beni engelleyen sosyal duvarlar Adnan’da ve bu saçma kalabalıkta nesneleşmiş;ete kemiğe bürünmüştü.Dürüstçe döğüşebilirdim.Ama Adnan’ı da Melike’yi de göremiyordum artık kalabalıkta:‘Topunuzun amına koyayım!’
Bodyguardlar artık beni hem barın dışına doğru sürüklüyor hem de küfrederek tartaklıyorlardı.
Nihayet iki bodyguard beni bardan çıkardılar.Ardından Adnan ve onun kolunda Melike’nin de beraber dışarı çıktıklarını gördüm.Melike’yle Adnan’ı kolkola görünce kalbime o eski bıçak gibi sancı saplandı,aklım tamamen başımdan gitti.Zincirlerinden kurtulmuş bir boğa gibi Adnan’ın üzerine atıldım ve onu yumruklamaya başladım.Melike beni Adnan’ın üzerinden almaya çalışıyor ben Adnan’ın üzerine oturmuş boyuna suratını yumruklayıp duruyordum.Adnan’ın yüzü kan içinde kalmıştı.Polisler gelip beni onun üzerinden aldıklarında Adnan tanınmayacak bir haldeydi ben ise kan içindeki gömleğim ve ellerimle daha yeni kurban kesmiş bir kasabı andırıyordum.Daha önce hiç kavga etmemiş olan ben ilk kavgamda bir adamı hastanelik etmiştim.
Bu defa iki polis beni ite kaka sürükleyerek polis aracına bindirdiler.Sokakta bir sürü insan toplanmış hayretle bir yerde yatan adamın kan içindeki yüzüne bir polis aracının arka koltuğunda oturan bana bakıyorlardı. İlginçtir ki bu insanların içinde bir tanesini çok net seçtim, sabah denizde yanıma gelen garip adamı. Öylece bana bakıyordu ama hiçbir ifade yoktu yüzünde. Melike Adnan’ın yanında öylece dikilmiş dehşetle ona bakıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Onu da arka koltuğa yanıma oturttular.Hıçkırarak ‘Bunu neden yaptın?”dedi “Onu öldürecektin.’ Hala sinirliydim ve burnumdan soluyordum.
-Peki senin ne işin vardı onun kollarında.
-Ne demek istiyorsun,Tahir?Zorla koluna girdim;hem heyecandan ne yaptığımı biliyor muydum sanki?
-Onun sana dokunması bile beni çıldırtıyor. Umarım bundan sonra karşımıza çıkmaz.
Ön koltukta oturan polislerden biri ‘Sessiz olun!’ dedi sertçe.
Araba hareket ederken kendime gelmeye başlamıştım. ‘Ya ölürse’ dedim içimden. Eğer Adnan ölürse ben de bir katil mi olacaktım.
Melike’nin elinin elimde olması beni biraz rahatlatıyordu.Herşeyi onun için yapmamış mıydım?Yapmam gerekeni yapmamış mıydım?Erkek gibi dövüşmemiş miydim?O halde ne diye endişeleniyordum sanki.Savaşmaya karar vermiştim ve savaşmıştım.Sonucuna da katlanmalıydım.İçimden sürekli tekrarlıyordum: ‘Onu seviyorum.Onu seviyorum.Onun için herşeyi yaparım.’
XIX
Karakolda bizi komiserin odasına götürdüler. odaya girince komiser bizi şöyle bir süzdü ve onları getiren polise döndü:‘Vukuat mı var?’
-Bu adam barda olay çıkarmış ve birisini de fena halde dövmüş komserim.
-Ne demek fena halde?
-Hastaneye kaldırdık.Durumu ciddi komserim.
Bunu duyan komiser bana daha bir ilgiyle baktı.Sonra ilgisi Melike’ye yöneldi.
-Peki bu hanım kim?
-O da bu arkadaşın kız arkadaşı galiba efendim.O da olay yerindeydi.
Komiser yerinden kalkıp karşıma dikildi.Komiser benden bir karış kısa,tıknaz ve göbekli bir adamdı.Bıyıklı ve orta yaşlı adamın babacan , hatta sempatik bir yüzü olduğu söylenebilirdi.‘Sen kabadayı mısın,delikanlı?’dedi bana
-Hayır,efendim.
Yanağımı hafifçe tokatlamaya başladı.Gözlerini gözlerime dikmişti.beni nasıl bir suçlu kategorisine sokabileceğini anlamaya çalışıyor gibiydi.Müsabakaya yeni başlayan bir güreşçi gibi hasmını tanımaya çalışıyordu sanki. yanağıma attığı hafif tokatlar da tepkimi görmek içindi galiba.‘O zaman nedir bu olanlar?’diye sordu.
Susarak yere bakıyordum. Komiserin aşağılayıcı minik tokatları sinirimi bozsa da hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum.Çünkü karşımda devlet vardı şimdi.Ayrıca ters bir hareketimin başımı büyük bir derde sokacağını biliyordum ;bilincim artık yerine gelmiş ve takriben yarım saat önceki özgürlük hissim yok olmuştu.Boyuna terliyordum.Göz ucuyla Melike’ye baktım; bu dekolte kıyafetlerle onu tanımasam ve burada karakolda böyle rimelleri akmış bir şekilde görsem muhtemelen fahişe olduğunu düşünürdüm.
Komiser çenemi tutup başımı yukarı kaldırdı ‘Anlatsana lan!Ne oldu?’ diye bağırdı.
Komiser benim tehlikesiz biri olduğum kanaatine varmıştı anlaşılan ki bakışlarında alaycı bir hal vardı şimdi.Sesim titreyerek konuşmaya başladım.Ben konuşurken yan masada daktilonun başındaki polis yazmaya başladı.
-Arkadaşım ,karısı ve ben barda oturuyorduk.Sonra…
-Sonra ne?Bu kız arkadaşının karısı mı? Yoksa arkadaşının karısına mı sarktın?
-Hayır efendim.o bana hakaret etti.
-Arkadaşın sana küfretti sonra kavga etmeye başladınız öyle mi?
-Evet,efendim
Komiser Melike’ye döndü.
-Doğru mu?
‘Evet’ diye cevap verdi Melike duyulması zor bir biçimde.
Komiser şüpheci gözlerini Melike’nin gözlerine dikmişti ki telefon çaldı.Komiser gözünü ikimizden ayırmadan almacı kaldırdı.
-Alo…Evet…Tamam…Anlıyorum.
Komiser telefonu kapattıktan sonra kapıda duran polise döndü.beni işaret ederek‘Bu arkadaşı nezarete götür.’dedi.
Cüzdanımı,cep telefonumu,saatimi,sigaramı,çakmağımı,kemerimi ve ayakkabı bağcıklarımı alıp küçük ve karanlık bir hücreye attılar beni. İçerde benden başka kimse yoktu. Yalnızca tahta bir yatak, dışarıyı göremeyecek ve ulaşılamayacak kadar yüksekte küçük bir pencere , sidik ve bok kokusu vardı. Saatimi almalarına canım sıkılmıştı.Zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacaktım.
Yatağa oturup neler olduğunu tekrar düşünmeye başladım. Sahi ne işim vardı burada;bu kadar kısa bir süre içinde neler olup bitmişti.Birisini öldüresiye dövmüştüm.Gömleğimde ve ellerinde pıhtılaşmış kanın kokusunu hala alabiliyordum.’Belki de ölmüştür’ dedim kendi kendime.O zaman ne olacaktı;hapse mi girecektim.Hapiste yapamazdım.Bunun düşüncesi bile katlanılır gibi değildi.Kendimi hiç hissetmediğim kadar çaresiz hissediyordum.Bu dayanılmaz bir çaresizlikti: hiçbir zaman geriye dönüp o anı daha soğukkanlı bir ruh haliyle yaşayamayacak, bundan sonra olayların gelişmesini izleyebilecektim sadece. Kolumdan tutulup duruşmadan duruşmaya hakim karşısına çıkarılıp bir şeyler söyleyebilecektim sadece. .Bu yüzden Adnan’ın ölebileceği düşüncesini başımdan savmaya çalıştım.Niye ölsündü ki…Ölmüş olamazdı..İki yıl hapis yatmış olduğuna göre dayanıklı bir adam olmalıydı.Bir iki yumrukta ölecek değildi ya.Birden içimi merak sardı.Koridor aydınlık olduğuna göre bu katta bir gardiyan felan olmalıydı.Ayağa kalkıp parmaklıklara gittim.
-Hey!Kimse yok mu?
Biraz sonra ayak sesleri duyuldu.Gelen bir bekçiydi ya da onun gibi bir şey.‘Ne var?’dedi kısa boylu bekçi.Bir an onun bir şey bilmeyeceğini düşünsem de şansımı denemeye karar verdi.Ne de olsa burası bir kasaba karakoluydu ve dedikodular çabuk yayılmalıydı.
-Şey,memur bey;benim kavga ettiğim o adama ne olmuş haberiniz var mı?
Adam pis pis sırıttı:‘Ne o;gatil olacam diye mi gorgtun?Hehehe!’
Adamın yüzüne aptal gibi bakakalmıştım.Karşımda karşılıklı olarak hiçbir zaman empati kuramayacağımız kıronun biri vardı ve yerinde olmak istemediği adamla eğleniyordu.Dışarıda adam diye yüzüne bakmayacağım bu hödük dışarıdaydı ;ben ise parmaklıkların arkasındaydım.
‘Merak etme’ dedi bekçi ‘adama bişey olursa habarın olur.Başka bir isteğin arzun?’
-Yok dayı sağol.
-Bir isteğin arzun olursa ben buradayım.
‘Anladım’ anlamında başımı salladım.Canım çok sigara çekse de bu adamdan istememeye karar verdim.Bekçi sallana sallana yürüyerek koridorda gözden kayboldu.
‘İlk defa kavga ettim ve belki birini öldürdüm’ diye düşündüm .Yine aynı düşüncelere dalıyordum.Ne yani bu bir anlık olay bütün hayatımı yok mu edecekti?Bunu anlamak ya da kabullenmek istemiyordum.Hem hapse girersem Melike ne olacaktı? Büyük ihtimalle bir başkasıyla olacaktı ve ben de Adnan’ın rolünü mü üstlenecektim.Kim bilir hapiste çürüyüp af beklerken belki tehdit mesajları gönderecektim Melike’ye tıpkı Adnan gibi.Belki o da yeni sevgilisine benden bahsederken ‘kocamı öldürdü.’diyecekti.Yada büyük ihtimalle uzaktan mektuplar yazan eski bir sevgili olarak bahsim geçecekti Melike ve yeni sevgilisi arasında.Birden melike’ye hiç ama hiç güvenmediğimi fark ettim.Neden her söylediğine inanmıştım ki onun: ‘ne malum Adnan’ın , kardeşini öldürdüğü belki başka bir sebepten içeri girmişti.’diye düşündüm.Belki de Melike’in bir aşığını öldürmüştü yada belki borç yüzünden girmişti hapse.
Kafam takılan bir şey de neden Adnan’ın bana hiç karşı koymamış öylece durup dayak yemiş olduğuydu.Bu tavır Melike’nin anlattığı psikopat Adnan’a hiç uymuyordu.aksine ben onu yumruklarken tuhaf bir biçimde zevk alıyor gibiydim.Şimdi düşününce psikopat gibi davranan kişinin ben olduğumu fark ediyordum. Neydi adamın suçu karısını istemek mi?Hakkını aramak mı? Kafam giderek karışıyordu. ’Karşı koyacak vakit bulamadı belki de’ diye düşündüm içimi rahatlatmak için ”o yüzden bir yumruk bile sallayamadı”.Ama bardayken yakasına yapıştığımda elini bile kaldırmadan sakince yüzüme bakması fotoğraf gibi gözlerimin önündeydi.’Belki kalabalıktan medet ummuştu ayırırlar diye’ dedim kendi kendime;ama kendim de inanmıyordum bu düşünceye.
Tahta yatağa uzanıp gözlerimi tavana diktim.Bir terslik vardı.Bilmediğim bir şey.Dışarıdan disco-barlarda çalınan techno müzik sesi geliyordu.Sokaktan geçen turistler yabancı dilde şakalaşıp gülüyorlardı.’Keşke bir sigaram olsaydı’ diye düşündüm.Biraz sonra uykuya dalmışım.
Otel odamızın kapısını açınca yatakta Adnan’la Melike’nin seviştiğini gördüm.(…)
Birden odanın kapısının açıldığını duydum.Dönüp baktığımda nezarethanedeki bekçiyi gördüm.Koyu kavuniçi kıyafetiyle kapının önünde dikilmiş sırıtıyordu.
Gözlerimi açtığımda hücredeki tahta yatağın üzerindeydim ve bir polis memuru copuyla sırtımı dürtüklüyordu.
‘Uyan hemşerim babanın evi değil burası.Çıkıyorsun.’
Gözlerimi oğuşturarak uyku mahmuru bir şekilde doğruldum.
‘Şansın varmış gardaş.’dedi hücrenin parmaklıklı kapısının önünde dikilen bekçi sırıtarak
-Garının kocası senden şikayetçi olmamış.Ulan ne boynuzlu gavatlar var bu dünyada be.Ben olsam bunu sürüm sürüm süründürürüm şerefsizim.
‘Fazla konuşma bekçi Rıza’ diye tersledi onu genç polis memuru.Bekçi Rıza bozulup sustu ve sırıtışının yerini kin dolu bir ciddiyet aldı.Polis koluma girip beni hücreden çıkardı.
‘Elimi yüzümü yıkayabilir miyim?’ diye sordum
Koridorun sonundaki lavaboya götürdüler beni
‘Çabuk ol ‘dedi polis ‘yukarda bizi bekliyorlar.’
Bir an umutlandım.Melike de yukarıda beni bekliyor olmalıydı.Acele acele elimi yüzümü yıkayıp saçını düzeltti.
İki kat merdiven çıktıktan sonra komiserin odasına geldik.İçeri girdiğimizde hayal kırıklığına uğradım;çünkü odada komiser ve Adnan vardı sadece.Adnan komiserin masasının önündeki koltuklardan birine bacak bacak üstüne atmış oturuyor ve gülümsüyordu. gözümün önüne Adnan’ın kabusumdaki hali geldi biran.İrkilmekten kendimi alamadım.Adnan’ın burnunda bir bandaj vardı ve şişmiş gözlerinin altı mosmordu;ama yaşıyordu işte.Komiser bizi- iki garip adamı- şüpheyle süzüyordu.
Ben ve genç polis memuru ayaktaydık.
‘Adnan bey eski dostluğunuzun hatırına sizden şikayetçi olmadı’ dedi komiser.Elindeki ufak poşeti bana uzattı.’Bunda da eşyaların var.’ torbayı aldım ve içine baktım.Hepsi tamamdı:Cep telefonu,sigara,çakmak, cüzdan,kemer ve ayakkabı bağcıkları.
İyice kontrol et’ dedi komiser yüksek sesle ‘sonra bir eksik çıkmasın.’
Cüzdanımın içine de baktım;herşey yerli yerindeydi.
‘Hepsi tamam ‘dedim.Kemerimi takıyordum ki ‘Sonra giyinirsin’ deyip masanın üzerindeki kağıdı işaret etti komiser ‘Önce şu kağıdı imzala.Eksik bir eşyan olmadığına dair.’
Kağıdı imzaladım.
‘Çıkabilirsiniz.’ dedi komiser.
Arkamı dönmüş kapıdan çıkmak üzereydim ki komiser arkamdan seslendi: “Tahir” Döndüm. “Babanı İstanbul’dan tanırdım” dedi “İyi bir arkadaşımdı. O ne yapıyor, şimdi?” “Öldü.” Dedim pat diye “vefat etti” gibi bir şey demek gelmedi içimden nedense. O da “Allah rahmet eylesin” demek yerine “anlıyorum” demeyi tercih etti ve bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki yüzümde bir şeyler buna mani oldu sanki, “gidebilirsin” dedi sadece.
XX
Karakol binasından Adnan’la beraber çıktığımızda güneş ufka doğru yaklaşmaktaydı.İkimiz de konuşmuyorduk.Hava sıcaktı;deniz ve gökyüzü pırıl pırıldı.Hafif bir meltem esiyordu ılık ılık.‘Şimdi senden özür dilemem mi gerekiyor?’dedim .Adnan gülümsedi.‘Buna hiç gerek yok.Alkol insana her şeyi yaptırabiliyor.’dedi
-Peki şimdi ne olacak?
-Ne ne olacak?
-Yani biz…melike…
-Biliyorsun o benim karım.
Olduğum yerde durdum;Adnan da durup bana döndü.
‘O beni seviyor.’dedim
Adnan güldü.Her gülüşü iğrenç kabusumu hatırlatıyordu bana.
-Seni sevdiğini nereden çıkarıyorsun?
-Bir yerden çıkarmıyorum.Bunu biliyorum.
Adnan elini alnına götürüp yere bakarak bir müddet düşündü. Ne diyeceğini merakla bekliyordum.‘Sanırım bu meseleyi bir şekilde halletmenin zamanı geldi.’dedi sonunda.
-Nasıl?
-Sen nasıl istersin?
“Ona bir şey yapmadın değil mi?” dedim ve nihayet Melike’yi cepten aramak gelmişti aklıma. Cep telefonumu cebimden çıkardım, fakat şarjı bitmişti.
‘istersen buradan ara ’ diyerek cep telefonunu bana uzattı. Telefonunu elinden sertçe alıp ezbere bildiğim numarayı tuşladım, ulaşılamıyordu. “o nerede?”diye sordum, yine sinirlenmeye başlıyordum. ‘Benim nasıl birisi olduğumu sanıyorsun?” dedi “Bir canavar mı?Doğru hapse girmeden önce ben de senin gibi biriydim.Ama artık olgun bir insanım.Çünkü yaşadıklarımdan çok şey öğrendim’
-Senin gibi derken ne kastediyorsun?
‘Belki farkında değilsin ama dün akşam az kalsın beni öldürüyordun.’diyerek yüzünü gösterdi Adnan.
-Ama öldürmedim.senin daha önce yaptığın gibi…
-Evet;ama birincisi ben yaptıklarımın cezasını çektim;ikincisi öldürmedin çünkü öldüremedin.Beni yumruklarken yüzünde ne gördüm biliyor musun? Zevk için insan öldürebilecek birini. İnan bunu anlarım. Hapiste çok gördüm senin gibileri.
-Ben bir psikopat felan değilim.Dün akşam hayatımda ilk defa kavga ettim.Bunun sebebi de senin beni tahrik etmendi.
-İlginç, halbuki tahrik olması gereken kişi ben değil miydim?Elinden karısı alınan mağdur kişi ben değil miydim?Ne dersin?
-Demagoji yapıyorsun.Sen de biliyorsun ki onu tehditle karın olarak tuttun bu güne kadar.Olgunlaştığını söylüyorsun ama zorla güzellik olmayacağını anlayamamışsın daha.
‘Onu gerçekten seviyor musun? Ölmeyi ve öldürmeyi bile göze alacak kadar’ dedi aniden.
Bu ani soru karşısında biran duraladım.Sonra aklıma kendime verdiğim söz geldi:savaşacaktım.Artık Melike’yi sevip sevmememin de bir anlamı yoktu.Önemli olan kendime verdiği sözdü.‘Evet.’dedim.
‘O zaman benimle gel.’deyip yürümeye başladı.
-Nereye gidiyoruz?
-Onu gerçekten istiyorsan yalnızca beni izle.
Yapacak bir şey yoktu ben de onunla yürümeye başladım. Biraz sonra gri bir mercedesin yanına gelmiştik.Adnan direksiyona geçip ön koltuğu açtı.”hadi bin” dedi
-Nereye gideceğiz.
-Amma pimpiriklendin ha.Gidince görürsün nereye gittiğimizi.Yoksa korkuyor musun?
Korkuyordum ama ok yaydan çıkmıştı bir defa.
-Korktuğum falan yok.Sadece sordum.
-Bunu gittiğimiz yerde anlayacağız.
Arabaya bindim. Yaklaşık bir iki saat kadar sahil yolundan gittik,yol boyunca hiç konuşmadık. arabadan indiğimizde güneş ufka iyice yaklaşmış ve etrafı güzel bir serinlik kaplamıştı.Çevrede ne bir bina ne de bir klübe vardı.Asfalt yolun bir tarafında taşlı bir kumsal diğer tarafında ise küçük çam ağaçlarıyla kaplı yamaçlar vardı.Adnan sahile doğru yürüdü;ben de onu takip ediyordum.‘Buraya neden geldik ?’diye sordum.
-Aramızdaki sorunu halletmeye.
-Nasıl?
Eliyle sahilin yüksek kayalarla çevrelenmiş kısmını işaret etti.‘Şu kayaların ardına gidersek yoldan geçen arabalar da bizi göremez.’ dedi
Adrenalinim giderek yükseliyordu.Kendi ayağımla ölümüme geldiğimi düşünmeye başlamıştım.Buraya beni öldürmek için getirmişti.Bu tenha yere gelmemizin başka ne sebebi olabilirdi ki? Kayalıkların arkasında gözden kaybolduğumuzda cebinden bir bıçak çıkaracaktı;belki de bir tabanca.; ceplerinde bir kabarıklık olup olmadığını anlamak için kıyafetlerine daha dikkatli baktım. bir kot pantalon bir de t-shirt giymişti. o önde ben arkada yürüyorduk.
‘Neden o kayalıkların arkasına gidiyoruz?Neden bizi görmemeleri lazım?’diye sordum;sorduğum sorunun budalaca olduğunun ben de farkındaydım. Arkasını bile dönmeden gülerek yürümeye devam etti:‘Beni yine dövmek yada öldürmek istersen kimse engel olamasın diye.’dedi
Benim için artık geri dönüş yoktu.Ne olursa olsun oraya gitmek zorundaydım;ödlek bir tavuk değilsem eğer.Ama şimdiden gözlerim yerde uygun bir kaya parçası aramaya başlamıştı bile.O ise arkasına bile bakmadan yürüyordu.Kendine nasıl bu denli güvendiğini anlayamıyordum .İnsan daha dün dayak yediği birine böyle arkasını dönebilir miydi?Kendi adıma bunu asla yapmazdım.Beri yandan bu tavırda beni aşağılayan Bir yan da vardı:senden hiç çekinmiyorum diyordu sanki bu tavrıyla.
Benim için oldukça uzun sayılabilecek bir süre sonra kayalıklarla denizin arasında kalan kumsala gelmiştik.Evet buradan ne asfalt yol ne de geçip giden arabalar görünüyordu.Koca dünyada iki erkek-iki düşman- baş başaydık. Ömrümde hiç böyle-yani herkesten uzakta- bir düşmanla baş başa kalmamıştım.Burada ne devlet,ne düzen ne de toplum vardı.İlkel zamanlarda karşı karşıya gelmiş iki rakip kabile liderleri gibiydik.İşte sonunda kozlarımızı paylaşacaktık. bütün kaslarım gerilmişti; her an bir bıçak yada tabanca çekilecekmiş gibi tetikteydim.Hatta böyle bir şey olursa yerden alacağım taşı bile seçmiştim.Ama o hiçbir atakta bulunmuyor arkası bana dönük ufku izliyordu.‘ Şimdi ne olacak?’ dedim.
-İki uygar insan gibi konuşacağız.
-Melike nerede?
‘Boş ver şimdi Melike’yi” dedi .Sonra ellerini iki yana açıp derin bir nefes alıp ekledi ‘Şu güzel manzaranın tadını çıkarmak varken…’Manzara gerçekten güzeldi.Güneş denizin içine batarken ufuk sarı,kavuniçi ,kızıl renklere boyanmış gibiydi.Deniz dümdüz bir çarşaf gibiydi;ufak dalgalar da onun saçakları.Kayalığın yüksek yerlerindeyse serçeler tünemişlerdi;ötüşleri dalga sesine karışıyordu.Ara sıra havalanan kuşlar biraz uçtuktan sonra tekrar tüneklerine dönüyorlardı.Ama bu huzur verici mekan benim gerginliğimi azaltmıyordu.Onun tavırlarından da iyice huylanmaya başlamıştım. kumsala oturdu ve cebinden sigara paketini çıkarttı.Sonra bana uzattı.‘Sağol ben buradan yakayım’ deyip kendi sigaramı çıkarttım .Gerçekten de sigaraya çok ihtiyacım vardı;.Ben de onun bir iki adım yanına oturdum.‘Daha önce hiç nezarethane de kalmış mıydın?’diye sordu .
-Hayır.
-Garip bir durum değil mi?Seni hayata bağlayan herşeyden tecrit ediyorlar.
-Ama bunu hak etmiştim galiba.
Adnan güldü:‘Komisere göre çok daha fazlasını hak ettiğini bilmelisin.Şikayetçi olsaydım başına neler geleceğini tahmin bile edemezsin.’‘Haklısın’ dedim ‘Tıpkı af çıkmasaydı senin de şimdi içeride olacağın gibi.’
-Doğru bunu iyi akıl ettin.İkimiz de af sayesinde buradayız değil mi?Gerçekten de çok ilginç bir tesadüf. Sen benim, ben de devletin affıyla buradayız. Aslında biliyor musun ucundan berisinden ben de felsefeci sayılırım. Tabi ben senin gibi üniversite okumadım ama haytın hızlandırılmış kursuna gittim
-Artık sadede gelsek.
-Doğru,evet.saded.Diyeceğim o ki Melike yine benimle beraber ve çok mutlu.Senin bu dünyadan tecrit edildiğin süreçte aramızdaki iki yıllık buzları eritmek için iyi bir fırsat bulduk.Beni hastanede ziyaret etmesi ve refakatçi olarak yanımda kalması gerçekten çok romantik ve…’dedi ve sözünün bu kısmında iki elini yumruk yapıp malum manada ileri geri hareket ettirerek sürdürdü cümlesini ‘ seksiydi. Anlarsın ya!’‘Yalan söylüyorsun’ dedim ‘sana neden inanayım ki.’ Ama içimde bir yer doğru söylediğine inanıyordu.Bunu Adnan benden şikayetçi olmasın diye yapmış olabilirdi Yada…‘Sana benim hakkımda ne anlattı?’diye sordu Adnan.
-Senin onun kardeşini öldürdüğünü.
‘Sen de bu yalanı kılçığıyla yuttun,öyle mi?’deyip kahkahayı bastı.
-Peki senin hikayen ne?
‘Evet birisini öldürdüm ve bu bir kazaydı.’dedi ‘Ah Melike ah…Güzel olduğu kadar da yalancıdır.Demek kardeşini öldürmüşüm ha!Peki onu kardeşiyle aynı yatakta bastığımı da anlattı mı?Gerçekten de tam ona göre biriymişsin. Senin kadar safı az bulunur gerçekten.’
‘ne demek istiyorsun. Yani öldürdüğün onun kardeşi değil miydi?”’
-Peki,olayı bir de benden dinle o zaman.Beş yıllık evliliğimizde ona bir defa el kaldırdım. Sebebi de onun gece gezmeleriydi.Her gece arkadaşlarıyla buluşuyordu: belki sen de tanıyorsundur onları, bir sürü ukala dümbeleği ve ben tıpkı senin gibi aptal bir aşık olduğum için hem onu kıskanıyordum hem de onu kaybetmekten korktuğum için sesimi çıkaramıyordum.Ama işte bir gün canıma tak etti ve evet,onu dövdüm.O da evi terk edip annesine gitti.Bir hafta sonra aptal ben de elimde çiçeklerle annesinin evine gittim.Annesini tanıyor musun?’
-Evet
-Nasıl, çok sevimli bir kadın değil mi?
Başımı sallayarak onayladım .Yavaş yavaş onun sözlerine inanmaya başlamıştım.Onun sakin tavırları karşısında hem eziliyor hem de saygı duyuyordum.Yine de Melike’yi ona kaptırmaya hiç niyetli değildim.Peygamber olsa fark etmezdi Melike hala beni seviyor olabilirdi yada ne olabiliri seviyordu ki Adnan bizi yüzleştirmek istemiyordu.Hem neden daha iki gün önce tanıdığım bu adama böyle güvenmeliydim ki.
Adnan hikayesini anlatmaya devam ediyordu‘O akşam kapıyı Annesi-Ayşe denen kadın açtı.Beni görünce çok telaşlandı.O zaman bir şeyler olduğunu hissedip içeri girdim.Önce o üniversiteden züppe arkadaşlarıyla içki alemi yapıyorlar zannettim.Fakat Melike’in odasına girince bir de ne göreyim.O herifle bu alt alta üst üste.Ben de atladım herifin üzerine-dün senin bana yaptığın gibi.Arbede sırasında herifin kafası duvara çarptı ve adam pat diye ölüverdi.İşte bütün hikaye bu.’
-Ya seni boşamaması için Melike’yi ölümle tehdit etmen? O da mı yalan?
‘Evet.evet bir yıl kadar önce böyle şeyler söylemiştim.Bu doğru. Ama Biliyor musun?’ dedi
‘İnsan içerideyken çok değişik deneyimler yaşıyor.’ ve üzerindeki t-shirtünü çıkarmaya başladı.Çıkardıktan sonra göğsünün sağ tarafından göbeğine doğru uzanan derin bıçak yarasını gösterdi.’Bu da o deneyimlerden biriydi.Neredeyse ölüyordum.Bir ayım hastanede yoğun bakımda geçti.Beni başka bir cezaevine gönderdiler;F tipi bir ceza evine.’deyip sustu.Söylemek istediğini nasıl anlatacağını bilemez gibiydi.‘Orada hayatımı değiştiren biriyle tanıştım.’diye devam etti sonra. ’hücre arkadaşım ermiş biriydi.Bana inanmıyorsun değil mi? Öyle birisinin hapiste ne işi var diyorsun içinden. Ama öyleydi ermiş bir adamdı ve haksız yere içerde olduğuna kesin eminim.Ondan çok şey öğrendim;en önemlisi sabrı ve suküneti öğrendim ondan. diyebilirim ki onu tanımasaydım içeride ya çıldırır yada intihar ederdim. otuz yıl içerde kalma fikrine dayanabilmemi onun ilmine borçluyum’
“Dur bir dakika.’ diye araya girdim ‘Bana bunları neden anlatıyorsun?Senin içeride ilmini ne kadar geliştirdiğin beni ne alakadar eder. Seni sevmediğini hatta aldattığını bildiğin halde neden hala onu istiyorsun?Neden bizi rahat bırakmıyorsun?’
-Çünkü aşığım.Çünkü benim için hayatta ondan başka bir şey yok.Çünkü iki yıl onun için içerde yattım ben-af çıkmasaydı daha yirmi sekiz yıl daha yatacaktım.Bunu anlıyor musun?
-Bildiğim tek şey Melike’le birbirimizi sevdiğimiz.Ve o bana seni sevmiyorum demedikçe onu bırakmayacağım.
-Biliyor musun istesem seni şimdi öldürebilirim.Ama bunu yapmak istemiyorum;çünkü sen de kendi toyluğumu görüyorum.
‘Beni nasıl öldüreceksin .’ dedim ‘hem beni öldürürsen tekrar hapse girersin.Bunu senin yaptığını hemen anlarlar.Dün yaşadıklarımızdan sonra.’
-Emin ol kimse beni suçlamaz.
-Nedenmiş o?
-Ben de sen benim sözümü kesmeden önce bundan bahsediyordum.
-Şu hapisteki ermiş hikayesi mi?
‘Evet.’ dedi ‘Beni sözümü kesmeden dinleyecek misin?’‘Peki’ dedim.Konuşmanın giderek tuhaflaştığını düşünmeye başlamıştım.Ayrıca ilginç bir hikaye dinleyeceğimi hissediyordum. Beşinci Boyut dizi senaryosu gibi bir şey anlatacaktı büyük ihtimalle.‘Çığlık nedir bilir misin?’diye sordu.
-Bu ne biçim soru şimdi?Çığlık çığlıktır.’
-Benim bahsettiğim çığlığı çok az kimse bilir.Çığlığın değişik bir tarzından bahsediyorum.Korkudan,mutluluktan yada öfkeden atılan çığlıktan değil.Saf çığlıktan bahsediyorum.Acının saf halinden doğan çığlıktan bahsediyorum.
-Neden bahsediyorsun sen?
-Lafımı bölmesen anlayacaksın ama hiç sabretmiyorsun.Dinlemeyi beceremediğin için hiçbir şeyi anlayamıyorsun zaten.Çabucak sıkılıyorsun ve başlıyorsun saldırmaya..’
Sustum. bana yine sigara uzattı.‘Beni dinleyecek misin?’ dedi.
Bu defa uzattığı sigarayı aldım. önce benim sonra kendi sigarasını yaktı. Dalgaların ve kuş seslerinin arasında bir müddet sustuk. Sakince ,lafa girmeden Adnan’ı dinlemeye karar vermiştim.Bunda içtiğim sigaranın tuhaflığının da etkisi olmuştu.‘Sigarayı beğendin mi?’ diye sordu.
-Evet.Tuhaf bir tadı var.
-Çünkü içinde biraz katkı maddesi var:Ot
-Böylesini hiç çekmemiştim.
-Evet biraz serttir.
-Çığlıktan bahsediyordun;hani şu saf çığlıktan.
-Evet doğru.Bu defa lafımı kesmeyeceksin değil mi?Çünkü anlatacaklarım seni de ilgilendiriyor.Belki benden bir şeyler öğrenebilirsin.
‘Anlat,dinliyorum.’ dedim.İçtiğim sigara beni fazlasıyla gevşetmişti.Adnan’ın konuşması ninni gibi geliyordu şimdi.
-Bahsettiğim çığlık dünyanın bütün acılarını sese çevirme yeteneğidir.Aslında bunu ben ve hocam dışında yapabilen var mı bilmiyorum.Bunu becerebilmek için insanın acı çekebilme yeteneği de olması gerekir.Bilinçsizce çekilen acıdan bahsetmiyorum.Herkes acı çeker;ama ya ondan kurtulabilmek için her şeyi yapar ya da onu görmezden gelmeye çalışır.Oysa zor ve olgunlaştırıcı olan acıya katlanabilmek ve onu anlayabilmektir. Acıdan çığlığı devşirebilmek ise sabır ve yetenek işidir.Budha’yı bilirsin değil mi?
-Evet.
“Budha çocukken saraydan hiç dışarı çıkmamış bir prensmiş.Sonra bir gün dış dünyayı tanımak için saraydan kaçmış.Dışarıda saraydaki sefahat hayatında hiç görmediği bir şeyle karşılaşmış:acıyla. Aç,mutsuz,sakat ve hasta insanlarla…Ve anlamış ki gerçek olan acıdır ve onun dışındaki her şey gerçeği örten perdeden ve uyuşukluktan başka bir şey değildir. Bütün öğretisini de bu fikrin üzerine inşa etmiş’ dedi ve sustu.
İyice kendimden geçmiş, kumların üzerine yatmış, sigarayı içiyordum.Adnan’ın susup daldığını görünce onu dürtükledim.‘Niye sustun?Kafayı mı buldun yoksa?’ dedim .Bunları neden anlattığını bilmiyorum ama dinlemek hoşuma gitmeye başlamıştı.
Gülümseyerek bana baktı. ‘Ben değil ama sen bir hoş oldun galiba.Ama bu halin hoşuma gitti.Daha sakin görünüyorsun.Neyse…Ne diyordum.Budha ‘dan bahsediyordum değil mi?Bu hikayeyi çok severim;çünkü kendi yaşadıklarımı hatırlatıyor bana. Hapse girmeden önce ben de sarayda bir Budha’ydım;acıyı tanımıyordum.Ufak tefek ayrıntılara takılır kalırdım.Ama aslında hayatımda her şey vardı:para,sağlık ve öyle yada böyle sevdiğim bir karım.Ama hapiste gerçek acıyla karşılaştım.İstediğin her şey için beklemek zorunda olmak,hatta bazıları için otuz yıl , bir sürü psikopatın içinde hiçbir can güvenliğinin olmaması.Sana gösterdiğim yara da o günlerin hatırasıdır.Neyse ki bütün çektiklerim Allah’a şükür hocamla tanışmama vesile oldu.Bana acıyı kullanmamı öğreten de o oldu.Bana çığlık atmayı öğretti. ’
‘Çığlık atmayı mı?’
‘Senin anlaman için çığlık dedim ama bu bildiğin anlamda çığlık değil. Kuran’da ‘sayha’ diye geçer. Allah’ın bir Semud gibi bir çok kavmi yok etmek için kullandığı şiddetli ses. Bunun nasıl bir şey olduğunu kabaca açıklamak gerekirse çığlığımla acıyı sese çevirip dış dünyaya yansıtabiliyorum. Acının bu şekliyle karşı karşıya kalan-yani çığlığımı duyan kimse hayatta kalamaz ve ben hapisten çıkarken Melike’yi tekrar elde etmek için her şeyi yapmaya karar vermiştim.Sonra karşıma sen çıktın ama neden bilmem senden hoşlandım;bu yüzden çığlığımla öldürdüğüm ilk insan olmanı istemiyorum.Hatta istersen benim öğrencim, dostum bile olabilirsin. Seni anlıyorum şu anda benim senin düşmanım olduğumu düşünüyorsun, aslında haklı olanın ben olduğumu da göremiyorsun. Bu yanılgında Melike’nin de payı olsa da gerçekte çok yalnız olmanın payı daha fazla. Aslına bakarsan ben de en az senin kadar yalnızım. İkimizin de hiç dostu yok değil mi? Sen ve ben gerçekten iyi birer dost olabiliriz . Bunun için karımla aramdan kendi kararınla çekilmeni öneriyorum sana.”
Yalnız olduğum konusunda her ne kadar haklı olsa da bu teklifin ondan gelmesi ve çığlık safsatası gülmeme sebep oldu. Şimdi onu çözdüğümü düşünüyordum;bu adam hapiste kafayı yemişti. Sinirlerim bozulmuştu ve gülmemi durduramıyordum.O ise her zamankinden farklı kızgın bir ifadeyle bakıyordu bana.
‘Demek istersem öğrencin bile olabilirim,öyle mi?’ dedim;gülmekten gözümden yaşlar geliyordu. ‘Biliyor musun çok manyak görmüştüm ama senin kadar orijinalini ilk defa görüyorum.Hapishanede gerçekten kafayı kırmışsın.Çok güzel konuşuyorsun ama ciddi psikolojik yardıma ihtiyacın var bence.’
Elindeki izmariti yere atıp ayağa kalkarken ben hala gülüyordum.Çünkü artık onun bir zavallı olduğuna karar vermiştim.
Adnan’ın yüz kasları giderek gerilmeye başlamıştı. Merakla yüzüne bakıyordum: acı ve öfkeyi aynı anda çekiyor gibiydi.Sonunda çığlık atmaya başladı.Dalgaların ve kuşların sesini bastıran müthiş tiz bir ses çıkarıyordu. Bütün kaslarımın kendi iradem dışında kasıldığını hissediyordum. Ellerimle kulaklarını tıkamaya çalıştım ama bu tiz sese engel olamıyordum. Ses Adnan’ın ağzından değil de beynimin ortasından geliyordu sanki ve başımın her yeri sancıyordu.Gözlerim kararırken gördüğü son şeyler Adnan’ın ayakta duruşu ve iki serçenin denize doğru düşüşüydü.Sonra güneş tamamen battı ve her şey karardı.
XXI
Uyandığımda güneş yeni doğuyordu.Üzerinde yattığım kumları hissediyordum.Gözlerimi açacak gücü bir türlü kendimde bulamıyordum. Gözlerim kapalı küçük dalgaların seslerini dinliyordum. Ne olmuştu bana?Neredeydim?
Gözümü açtığımda burnunun dibinde bir serçe ölüsü vardı. Kafasında kan vardı;galiba kulaklarında. Önce kuşların denize doğru düşüşünü hatırladım;sonra Adnan’ın ‘çığlık’ atışını.Ellerimi kulağıma götürdüm .Kulağım pıhtılaşmış kanla dolmuştu.Yüzüm de kan içindeydi.İyice doğrulup sırtımı kayalıklara verdim. Şaşkınlık içinde yerdeki kuş ölülerine bakıyordum. Kafamı yukarı kaldırıp baktığında yukarıda birkaç serçenin tünediğini gördüm.
Neyse ki biz hala hayattaydık
Ayağa kalkıp denize doğru yürüdüm.Kulaklarımı ve yüzümü deniz suyuyla yıkadım.Bir sigara yakıp dün akşam üstü oturduğum yere oturdum.
Neler olmuştu böyle.Olanı biteni anlamlandırmaya çalışıyordum.
Bir müddet oturduktan sonra yapılacak en iyi şeyin serçeleri gömmek olduğuna karar verdim. Kumları elimle dipten su çıkıncaya kadar kazdım, kuşları kuyuya koyup kuyuyu kapattım.Sonra yola doğru yürüdüm.Bir süre sonra belki sabahın ilk dolmuşu geldi ve bindim.
Otel odasına girdiğimde Melike’yi yatakta beni bekliyor bulmayınca hayal kırıklığına uğramadım.Yatağa oturup pencereden denize baktım ve ‘macera bitti’ dedim kendi kendime ‘Yine kaybettin,Tahir.Ama bu defa elinden geleni yaptın hiç değilse.’
Odada Melike’ye dair hiçbir şey kalmamıştı.Onu cepten aramayı düşündüm.hiç sanmıyordum ama belki bu defa ulaşabilirdim. Komodinin üzerindeki telefonu alıp numarayı çevirdim.Ahizeyi kulağıma götürdüğümde kalp atışım telefonun sinyal sesini bastırıyordu.Ahizeden bildik teyp kaydı duyuldu:’Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor.Lütfen daha sonra tekrar deneyin.’Telefonu kapatıp bu sefer de Ankara’daki ev numarasını çevirdim, telefonu açan olmadı. Yatağa uzandım ve gözlerimi yumdum. İçimdeki kuvvetli bir ses onun Adnan’la olduğunu söylüyordu. İnanmak isteyip istemediğime karar veremediğim bir diğer ses ise Ankara’ya kaçmış olabileceğini söylüyordu.
On beş günlük iznim yarın doluyordu ve gece otobüse atlayıp Ankara’ya dönünce her şeyi öğreneceğimi düşünüyordum. Neden kendimi kandırıyordum ki ben hiçbir zaman kazanan bir adam olamamıştım. Sadece Tahir’dim; sıkıcı,zavallı,anlaşılmaz ve yalnız birisi. Annemi düşündüm;memleketteki annemi ve kız kardeşimi. Ama onlarla paylaşacak hiçbir şeyim kalmamıştı artık ve kendimde,ruhumda kaybettiğim neyi bulabilirdim onlarda. Bana beni geri verebilecek tek kişi babam da ölmüştü işte. Belki bizi bir arada tutan tek anlamlı bağda ortadan kalkmıştı. Yirmi yaşımdan beri onlardan ve her şeyden uzakta yaşamıştım ve beş yıl önce babam öldüğünden beri beni affedebilecek, geri kazanacak hiç kimse kalmamıştı. Ne yaparsam yapayım anneme bile yabancılaşmıştım artık. Melike diye bir kadınla tanışmış;her şeyi kendimi yeniden kurabilecek gibi hissetmiş,bu olaylara sürüklenmiştim ve sonunda sanırım her şey bitmişti;tıpkı bir hikaye gibi.Tıpkı yazmaya başladığımda istediğim gibi. Belki bir iki ay sonra bütün bu olanlar ruhumda bir tortuya dönüşecek,ara sıra hatırlayıp ne tuhaf günlerdi diyecektim. Çünkü Melike’yle bundan sonra beraber olamayacağımızı seziyordum.
Bir süre yatakta uzanıp sokaktan gelen sesleri dinledim yalnızca:esnafın,sokaktan geçen yerli yabancı turistlerin konuşmalarını;kahkahalarını;araba seslerini.Akşamüstü olmuştu;dışarıda Akdeniz’e özgü güzel bir hava vardı. İçimden Alanya’daki bu son akşamının tadını çıkarmak hiçbir şey olmamış gibi sokaklarda gezip dolaşmak geliyordu. Önce şu kan içindeki gömlekten kurtulmalı;sonra da güzel bir duş almalıydım. Böyle düşününce gülümsedim ister istemez.Sonra aklıma Melike geldi; vücudu,sıcaklığı ,onunla sevişmelerimiz. “Benim gibi bir adam için fazla güzeldi’ diye düşündüm.
Sahilde yürüyordum.Güneş batarken sahilde pek kimse kalmamıştı.İnsanlar sahili terk etmiş;görevliler şezlongları toplamaya başlamışlardı.Caddenin karşısına geçip bir marketten bir şişe şarap aldım.Sahilde günbatımını izleyerek şarap içmek gelmişti içinden.
Tan kızıllığında buruk tadını alarak şarabımı yudumladım.Şöyle bir düşününce anlatsam kimsenin inanmayacağı şeyler yaşamıştım.Bir çığlık yüzünden ölüme yaklaşmayı duyumsamıştım ve şimdi içimde tuhaf bir biçimde yaşama sevincinin büyüdüğünü hissediyordum.Hatta kendimi çok iyi hissetmeye başlamıştım.Otel odasındaki kaybetmişlik psikolojisi yok olmuştu. ‘Alanya ‘da son tango’ dedim gülümseyerek.
Güneşin batışını izleyerek bir şişe şarabı bitirdim.Çarşı tarafına bakınca bütün bar ve kafelerin ışıklarının yandığını gördüm.Güzel bir bar bulup içki içmeliydim.Bir an kavga çıkardığım bara gitmeyi düşündüysem de bu fikirden hemen vazgeçtim.İçeri alınmamak yüzünden bu güzel ruh halimin yok olmasını istemiyordum.Ayrıca beni dışarı atan bodyguardların küfürleri ve iğrenç yüz ifadeleri hala aklımdaydı.
Çarşıda yürürken Melike ve Adnan’ı görme ihtimali aklıma geldi.Ama bu durumla yüzleşecek cesareti kendimde buluyordum .Zaten böyle bir şey er yada geç başıma gelecekti.
Alanya ‘da yalnız başına yürüyordum ve hiçbir şey umrumda değildi.Daha önce hiç hissetmediğim bir güven ve sukünet duygusu vardı içimde.
Sokaklarda insanlar neşe içinde bu akşamın tadını çıkarıyorlardı.Sanki herkes eğleniyordu bu akşam ve ben de onlardan biri olduğumu hissediyordum.Başka bir zaman olsa bu kalabalıktan bunalır,kendimi onlara yabancı ve yalnız hissederdim.Yalnızdım ama mutsuz yada umutsuz değildim.Bu insan kalabalığının içinde olmaktan zevk alıyordum;sanki her şeyi çok daha berrak görüyordum ve herşeyin üzerindeydim.
Bir sürü kadın vardı etrafta.Rengarenk kıyafetleri ile yerli ve yabancı kadınlar güle oynaya dolaşıyorlardı sokaklarda.Ara sıra bazılarıyla göz göze geldiğimde onların da bana ilgiyle baktıklarını farkediyordum.İçimden hepsine gülümsemek; ‘ iyi akşamlar’ demek geliyordu.Bu garip coşku neden kaynaklanıyordu; içtiğim bir şişe kırmızı şaraptan mı yoksa yaşadıklarından mı?Bunu bilmiyordum ama kesin olarak bildiğim yeniden doğmuş gibi olduğumdu.
Dar bir sokaktan geçerken içinde ‘the Wall’ çalınan bir bar fark ettim.Neşeyle girdim içeri.Kalabalık ve loş bir mekandı.Barda boş bulduğu bir tabureye oturdum.Yanımdaki taburede sarışın ve güzel bir kız oturuyordu.Çalan grubu görmek için kıza dönük oturmak zorundaydım ve bu durum hoşuma gitmişti.Böyle bir barda güzel bir kızla yan yana kalmak şans işiydi.‘Ne içersiniz’ diye sordu barmen.
‘Bir bira’
Biramı alınca bir de sigara yaktım . Biramı keyifle yudumlamaya başladım.Müzik grubu da iyi çalıyordu: en sevdiğim şarkıları. ’Uzun zamandır bu şarkıları dinlememiştim’ diye düşünüyordum.
Bu arada birkaç kızın-bunlara yanında oturduğum sarışın da dahildi- beni izlediğini seziyordum.
Tam yanımdaki kıza bir şeyler söyleyip lafa girmeye hazırlanıyordum ki biraz ilerde Adnan’la Melike’nin oturduğunu fark ettim.O an kalbim hızla çarpmaya başladı;o eski çarpıntıya yakalanmıştım. Demek akşamüstü birden sahip olduğum iç huzuru buraya kadardı, bu kadar kırılgandı ve beni terk etti yerini kesif bir huzursuzluğa bırakarak. Bir saniyede aklımdan bir sürü imge aynı anda geçiyordu;Melike’yle ateşli gecelerimiz, Adnan’ı dövmem ve Adnan’ın çığlık atarkenki yüzünün o tarifsiz ürkütücü hali.Onlar beni fark etmemişlerdi ,sarmaş dolaştılar ve çok mutlu görünüyorlardı.Melike onunla tanıştığımızda giydiği o mini eteğini giymişti ve bacakları bütün ihtişamıyla ortadaydı.
Oradan hızla uzaklaşmak için biramı bir dikişte bitirip kalktım.Çıkıp gitmek ve bu kalp çarpıntısından biran önce kurtulmak istiyordum.Bardan çıkınca derin bir nefes aldım.Bu sokaktan çıkmak için koşar adım uzaklaşırken arkamdan küçük bir kızın sesini işittim.
‘Bir çiçek alsana be ağabey’ diyordu üstü başı kir içindeki çingene kızı elindeki solmuş gülleri bana uzatarak. Tam geçip gidecektim ki içimde garip bir istek uyandı.
‘Ne kadar?’ diye sordum
-Tanesi beş yüz bin lira,ağabey.
Çıkarıp bir milyon lira verdim
-Ver bakalım bir tane.
-Bozuk yok be ağabey,iki tane versem olmaz mı?
‘İyi.’ Dedim ‘öyle olsun.’iki gülü alıp tekrar bara girdim.Melike ve Adnan’ın oturduğu masaya gittim. Yaklaştığımda ikisi de şaşırmış bir halde bana bakakalmışlardı. Bir şey söylemeden gülümseyerek arkama sakladığım güllerden birini çıkarıp masalarının üzerine koydum.Yine hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp çıkış kapısına yöneldim.
Tam çıkarken birisi sırtıma dokundu. Dönüp baktığımda demin yanında oturduğu sarışın kızı gördüm karşımda,gülümsüyordu. ‘Diğer gül kimin için?’ diye sordu.
Ben de gülümsedim ve ’senin için “ deyip gülü ona uzattım
Sahnedeki grubun çaldığı gürültülü rock müzik yüzünden doğru düzgün konuşmak mümkün değildi.‘Çok tuhaf görünüyorsun.’ dedi kız kulağıma yaklaşıp sesini yükselterek.
XXII
Hemşirenin silkelemesiyle gözlerimi açtım.
-Tahir! Uyan hadi, Tahir
“Tamam” dedim başımdan gitmesi için “Tamam, uyandım.” “Günaydın” diyerek diğer hastaları uyandırmaya koyuldu.Öyle yorgun ve uykulu hissediyordum ki yataktan nasıl kalkacağımı bilemiyordum. Gözlerim tavanda öylece kalakalmıştım. Koridordaki hoparlörden Amelie filminin müziği geliyordu. Şu andaki konumumuza uymayan bir iyimserlik.Neden sonra zorda olsa doğrulup yatağın kenarına oturabildim.Haldun Bey önümden geçerken “günaydın” dedi. Ona bakıp başımı salladım.
Öğleden sonra odasında Haldun Bey’le karşılıklı oturuyorduk. “Hala bütün o yaşadıklarının gerçek olduğuna mı inanıyorsun?” diye sordu.
-Evet, bir yıla yakın zamandır bir hayal aleminde mi yaşadığıma inanmak gelmiyor içimden.
-Tabi ki bütün hepsi hayal değildi ama anlattıklarından ve araştırmalarımızdan anladığımız kadarıyla bu dönemde hayatında olduğunu düşündüğün bazı kişiler ve olaylar gerçekte hiç varolmadılar. Onlar yalnızca senin beyninde varoldular. Birer sanrıydılar yani.
– Hangi kişiler ve olaylar?
-En başından başlayalım istersen. Mesela adının Rüya olduğunu söylediğin o kız hiç varolmadı. Eğer varolduysa bile intihar etmediği kesin. Çünkü polis raporlarında böyle bir intihar vakası yok. Gelelim Ece’ye…
-Ece’nin de hiç varolmadığını söylemeyeceksiniz herhalde.
-Tabi ki böyle bir şey söylemeyeceğim. Hatta Ece Hanım’la telefonda da görüştüm. Üç senedir ne Ankara’ya ne de sizi görmeye evinize gelmiş.
-Size yalan söylemiş olamaz mı?
-Belki. Onu da geçelim. Gelelim şu Melike ve Adnan hikayesine. Bulmaca çözer misiniz Tahir Bey?
-Evet, ama konumuzla ne ilgisi var?
-Aslında yok. Ama bulmacalarda hep çıktığı için söylüyorum. Bulmacalarda ‘ece’nin karşılığı nedir? Altı harfli.
-Melike.
-Yıllarca Ece’yle ilgili takıntılarla boğuştuktan sonra hayatına giren ve hayatını değiştiren kadının ismi onun ismiyle aynı anlama geliyor. İlginç bir tesadüf değil mi?
-Sadece bir tesadüf olamaz mı?
-Olabilir,olabilir. Ama şu sahilde karşılaştığınızı söylediğiniz adam. O yaşadıklarınızın sanrı olduğunun en açık delili. Suya girip çıkınca birden ortadan kaybolduğunu siz söylemiştiniz. Sizce bu mümkün mü?
Sustum.O ise zayıf noktayı bulmuştu ve bunun üzerine gitmeye başladı: “Onun bir sanrı olduğunu kabul edersek neden Rüya,Melike ve Adnan için de aynı durum söz konusu olmasın?”
Hiçbir şey söyleyemiyordum. Söyledikleri mantıklıydı. “Buraya nasıl geldiğini hatırlıyor musun?” diye sordu.
-Hayır.
-Ev sahibiniz kiranızı yatırmayınca evinize gelmiş ve size ulaşamayınca annenizi ulaşmış. Anneniz de sizin için kayıp ilanı vermiş. Sizi Alanya’da bir sahilde tanınmaz bir halde bulduklarında açlıktan ölmek üzereymişsiniz nerdeyse. İşte sanrılarınızın bedeli bu.
-Bütün bunların birer hayal olduğunu kabul edersem gerçek ve hayalin farkını nasıl ayırt edeceğim? Bundan sonra neyin gerçek neyin hayal olduğunu bilmeden nasıl yaşayabilirim?
-Merak etme. Biz sana yardım etmek için buradayız.
XXIII
“Üç ay boyunca yalnızca çölü izledim. Güneşin en hareketsiz ve kavurucu saatlerinde kulübenin dışına bir sandalye atıp ter içinde otururdum. Uçsuz bucaksız gökyüzüne bakıp geride bıraktıklarımı düşünürdüm. Eski arkadaşlarımı, eski sevgililerimi ve serin şehirleri.
Yardımcım Ahmet’le çay üzerine çay içip kanser olasıya sigara içiyorduk. Önümüzde uçsuz bucaksız çöl, arkamızda sonsuzcasına uzanan okyanus.Ama hiçbir zaman okyanusa doğru oturmuyorduk.Çünkü okyanus bana şehri hatırlatıyordu. Gemiye binip dönebileceğim geçmişimi.Sabahları çöl fırtınası olurdu. Göz gözü görmezdi.Sonra işçiler çalışmaya başlardı.
İşçilerin biteviye benzer konuşma seslerini dinleyip dururdum.”dedim muhtemelen stajyer doktorum Sibel Hanım’a. Çok güzel yirmili yaşlarında kumral bir kızdı. Güzelliğinin ve gençliğinin o da farkındaydı ki erkek hastalarına karşı belki gereğinden fazla mesafeli davranmaya özen gösteriyordu. Gözlük takmasının ve saçlarını sürekli topuz yapmasının sebebi de buydu belki. Bakışlarında ilgili ifadenin yanı sıra sizinle sadece bir hasta olarak ilgileniyorum diyen ciddi bir ifade de vardı. Ama beğenilme ihtiyacından da kendini alamıyordu bütün kadınlar gibi. Düzgün bacaklarını olabildiğince sergileyen kısa etekleri de bunun deliliydi. Arkasındaki pencereden masmavi bir gökyüzü görünüyordu ama ben ara sıra onun gözlerime bakmadığı anlarda bacaklarına bakmaktan kendimi alamıyordum.
“Tabi bunların hepsi yalnızca hayalmiş” diye devam ettim sözlerime.
-Bunların hayal olduğunu ne zaman anladın?
“Gözümü hastanede açınca” dedim gülümseyerek.
-Sence bu güzel bir düş müydü?Yani uyanmak istemez miydin?
-Güzel yada kötü değildi. Belki biraz romantikti; yani edebi sinematografik bir dünyaydı. Filme çekilebilecek, yazmaya değecek türden bir yaşam. Başı sonu olan hüzünlü bir hikaye gibi. Bilirsiniz genelde hikayeler öyle olur. Kahramanın başına kötü şeyler gelir ve kahraman uzak bir yolculuğa çıkar. Böylece geçmişinde kurtulmaya çalışır; ama aslında bu mümkün değildir. Çünkü kişi geçmişini ve acılarını da kendisiyle götürmüştür. Uyanmak isteyip istememeye gelince… uyanmak istemezdim. Çünkü en azından yaşadığım bu karakter benim gibi hastalıklı,uyumsuz ya da nasıl desem paramparça bir kişilik değildi. Yani bu kurgusal dünyamda ben ne yaptığını ve neden yaptığını bilen biriydim,hayattan kaçmayan başına gelenlere net tepkileri olan biri. Oysa şimdi karşınızda oturuyorum ve bu konuşmamızın hiçbir anlamı yok.
Sibel Hanım sanırım bacaklarına kaçamak bakışlarımı fark etmişti ki gözlerini gözlerimden ayırmadan ve fark ettirmemeye çalışarak eteğini düzeltti.
“Konuşmamızın bir anlamı yok derken ne demek istediniz.”dedi sinirlenmişti. Hayatından bir saatini beni anlamaya ayırmıştı ve ben bu yaptığını ukalaca anlamsız bulmuştum.
-Demek istediğim bunu neden yaptığınızı anlayamıyorum. Çıkmak istemeyen birini zorla evinden çıkarmaya çalışıyorsunuz. Halbuki ben kendi dünyamda mutluyum ve siz beni sanki daha iyiymiş gibi kendi anlamsız dünyanıza geri çağırıp duruyorsunuz.
SON