Anasayfa > Books / Kargakara > Müntehir ve Maktul Şairler Üzerine Günceler 39

Müntehir ve Maktul Şairler Üzerine Günceler 39

Hallac-ı Mansur’la benzer kaderi paylaşanlardan biri de 14. yüzyılda yaşamış Azeri ya da Türkmen Hurûfi divan şairi Seyyid Nesimi’dir.  Doğum tarihinin 1369-1370 yılları arasında olduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri hakkında kabul gören görüş ise kardeşinin mezarının burada olması nedeniyle Azerbaycan’ın Şamahı şehridir. Şiirleri dönemin birçok şairini etkilemiş olan Nesimi’nin Azerbaycan Türkçesiyle ve Farsça yazdığı divanlarının yanı sıra Arapça şiirleri de vardır. Yaşadığı dönemde Fazlullah Nâimî’nin kurucusu olduğu Hurûfilik hareketi geniş ölçüde yaygınlaşmıştır; Nesîmî de Nâimî’den öğrendiği Hurûfiliği kabul etmiş ve bu mezhebin önde gelen savunucuları arasında yer almıştır. Fazlullah’ın öldürülmesi üzerine Azerbaycan’dan ayrılıp Türkçe şiirleriyle tanındığı ve belki rivayete göre Hacı Bektaş Veli’den etkilendiği için Anadolu’ya gelen Nesimî’nin, I. Murad devrinde Bursa’ya ulaştığı ve burada iyi karşılanmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Hacı Bayram-ı Veli ile görüşmek için Ankara’ya gitmiş, fakat Hurûfilik’le ilgili fikirleri sebebiyle huzura kabul edilmemiştir. Nesimi şiirini daha ziyade fikirlerini yaymak için kullanmıştır. Bu şiirleriyle halkın bir kısmının yanı sıra Dulkadiroğlu Ali Bey’le kardeşi Nâsırüddin ve Karayülük Osman, Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah gibi devlet adamlarını da etkilemiştir. Ali Şîr Nevaî’nin Nesîmî hakkında övgü dolu sözler söylemesi onun Orta Asya Türk dünyasında da tanınmış bir isim olduğunu göstermektedir. Bütün bunlara rağmen Anadolu’da fikirlerini yayacak ortam bulamayan Nesimî o tarihte Hurûfiler’in Suriye’deki en önemli merkezi olan Halep’e gidecektir. Hurufilikten kaynaklanan“Tanrı’nın insan yüzünde tecelli etmesi” ve “vücudun bütün organlarını harflerle izah” gibi fikirlerinin yanı sıra  Şiirlerinde Hallâc-ı Mansûr’u andıran ifadeler kullanması sünni çevrelerde tepkiyle karşılanacaktır. Misalen gazellerindeki ifadelerden bazıları şöyledir: “Can ü teni Nesimi’nin sensen ü senden özge yoh/ Ol ki ne senden, anı gör can ile tende are gel!”[1], “Müddei yanar dimiş, gamda Nesimi, beli,/ Gamda yanan yarı çün yar seve, yanaram.”[2] Bir süre sonra Halep uleması, görüşlerinin İslam’a aykırı olduğunu ileri sürerek öldürülmesi için fetva verir. Mısır Çerkez kölemen hükümdarı Muavyed Şeyh’in onayını alan saltanat naibi Emir Yeşbek tarafından boynu vurulup derisi yüzülmek suretiyle 1417 yılında öldürülür. Hallac- ı Mansur’a yapılanlara benzer biçimde cesedi sokaklarda gezdirilip teşhir edildikten sonra asılır ve bir hafta teşhir edilir. Sonrasında vücudu parçalanarak birer parçası inançlarını bozduğu düşünülen Dulkadiroğlu Ali Bey’le kardeşi Nâsırüddin ve Kara Yülük Osman’a gönderilmiştir. Hallac-ı Mansur gibi Seyyid Nesimi de bugünkü Anadolu aleviliğinde ulu sayılan zatlardan biridir. Aleviler arasında Yedi Ulular olarak bilinen Yedi Ulu Ozan’dan birisi olarak görülmektedir.

yedi_ulu_ozan_by_mahlukat

İmparator Neron gibi Osmanlı padişahları da şiire düşkündürler. Devleti temsil eden imparator ve padişahların bu şiir hevesinin sebebi de büyük ihtimalle iyi şiirler yazarak yüceliklerini bu alanda da ortaya koymaktır. Lakin manidardır ki   sultan şâirler arasında şiirlerinde şahsî duygularını ifade etmede en başarılı sayılanı hiçbir zaman iktidara tam olarak gelemeyecek olan Cem Sultan’dır.  Anlaşılan hakiki şiir hiçbir zaman iktidardan beslenmemiş hep iktidarın uzağında kalmıştır. Bunun sebebi de doğası kurulu düzenle hiçbir zaman uzlaşmayan şiirin onun bir parçası olamamasıdır.  Cem Sultan ya da Sultan Cem 22 Aralık 1459’da Edirne’de Fatih Sultan Mehmed’in en küçük oğlu olarak Çiçek Hatun’dan doğmuştur. 3 Mayıs 1481’de Fatih Sultan Mehmed’in ölümü üzerine Amasya’da bulunan Şehzade Bayezid’e ve Konya’daki Cem’e haberciler gönderilir. Cem Sultan’ın en büyük destekçilerinden olan Veziriazam Karamanlı Mehmet Paşa, sultanın vefatını bir süreliğine gizlemeye çalışmışsa da bunu başaramamıştır. Duruma kızan Yeniçeriler ayaklanıp sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa’yı öldürürler ve Şehzade Bayezid’in, İstanbul’da bulunan oğlu Korkut’u saltanat naibi ilan ederek tahta çıkarırlar. Cem Sultan’a gönderilen haberci ise yolda Şehzade Bayezid’in kayınbabası ve Anadolu Beylerbeyi olan Sinan Paşa tarafından yakalanıp öldürülür. Böylece Cem Sultan babasının vefatını dört gün sonra öğrendiğinde iş işten geçmiş; Şehzade Bayezid, İstanbul’a varmış ve devlet idaresini eline almıştır. Cem Sultan, babasının meşhur Kanunnâme’sine koydurttuğu “Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola karındaşlarını nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulemâ dahi bunu tecviz etmişlerdir…” hükmü gereği öldürüleceğinden emin olduğundan, Konya civarında topladığı bir miktar askerle Bursa’ya doğru harekete geçecektir. Böylece Cem Sultan’ın ölümüne kadar sürecek taht kavgası başlamış olacaktır. Aslına bakılırsa onunki bir iktidar mücadelesinden ziyade hayatta kalma mücadelesidir. Cem Sultan 4000 kadar askeriyle birlikte 27 Mayıs 1481’de İnegöl önlerine gelir. Bunun üzerine Sultan II. Bayezid, Ayas Paşa idaresindeki bir orduyu Cem Sultan’ın üzerine gönderir. 28 Mayıs’ta yapılan muharebeyi kazanan Cem Sultan Bursa’da padişahlığını ilan eder; kendi adına hutbe okutarak para bastırır ve çeşitli fermanlar yayımlar. Sultan, II. Bayezid’e gönderdiği arabulucularla, özellikle büyük halası Selçuk Sultan ile kendisinin Anadolu’da, Sultan Bayezid’in de Rumeli’de padişah olmasını ve Osmanlı topraklarının eşit olarak paylaşılmasını ve böylece kan dökülmemesini talep edcek, ne var ki Bayezid buna “Hükümdarlar arasında akrabalık yoktur” şeklindeki Arap atasözüyle karşılık verecektir. Bundan sonra Sultan II. Bayezid, ordusuyla birlikte Cem Sultan’ın üzerine yürür ve Yenişehir Ovası’nda 20 Haziran 1481 tarihinde yapılan savaşı kaybeden Cem Sultan, Konya’ya döner. Ancak Gedik Ahmet Paşa komutasındaki kuvvetlerin takibi sürünce, Cem Sultan yanına ailesini de alarak Osmanlı topraklarını terk etmek zorunda kalacaktır. Ramazanoğulları toprakları olan Adana’dan, Memlûk Sultanlığı toprakları olan Halep’e geçer ve nihayet Kahire’ye varır.   Memlüklü Sultanı Kayıtbay onu törenle karşılasa da ona  aradığı askeri desteği vermeyecektir. Cem Sultan oradan da Hac mevsiminde Hicaz’a gidecek ve hacca giden ilk Osmanoğlu olacaktır. Hicaz’da yazdığı şiirlerinde saltanat kavgasından tamamen vazgeçtiği, hac farizasını yerine getirmenin verdiği iç huzurunu taç ve tahta bile değişmek istemediği görülür. Hac’dan sonra tekrar Kahire’ye gelene Sultan çeşitli telkin ve tahriklerle yeniden talihini denemek isteyecek ve 27 Mayıs 1482’de Konya’yı kuşatacaktır. II. Bayezid’in yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırarak Ankara’ya gider. Buradan Mısır’a dönmek niyetindedir; fakat yollar tutulmuştur. II. Bayezid’in bütün masraflarının karşılanması şartıyla Kudüs’te ikamet etmesi teklifini reddeden Cem Sultan’a başta Karamanoğlu Kasım Bey olmak üzere etrafındaki bazı kimseler saltanat mücadelesine Rumeli’de devam etmesi tavsiyesinde bulunurlar. Rumeli’ye geçmek için de Rodos şövalyelerinin gemilerini kullanacak olan Sultan’ı Rodos şövalyelerinden Saint Jean şövalyelerinin reisi Pierre d’Aubusson Rodos’a davet eder. Bundan sonra Cem Sultan’ın, Avrupa devletleri ve Osmanlı arasında bir pazarlık malzemesine dönüşeceği esir hayatı başlayacaktır  maalesef. 30 Temmuz 1482’de Rodos’a gelen Cem, d’Aubusson ile bir anlaşma yapacaktır. Buna göre şövalyeler Cem Sultan’a yardım edecekler, karşılığında Osmanlı’nın Rodos’tan aldığı adalar geri verilecek, daimi bir sulh olacak ve Cem’in masraflarına karşılık şövalyeler Osmanlı’dan 150 bin altın alacaklardır. d’Aubusson bir yandan Cem’le bu anlaşmayı yaparken bir yandan da Avrupa kralları ve Papa’ya da mektuplar göndererek Cem’in Rodos’da olduğunu bildirecek; durumdan istifade ile bir haçlı ordusu meydana getirilmesini ve Türklerin Avrupa’dan çıkarılmasını teklif edecektir. Avrupalılar bu kıymetli rehinenin muhafaza edilmesi için Fransa’nın uygun olduğuna karar vermişlerdir. Cem, Rodos’tan Sicilya’ya oradan da bir süre kalacağı Nice’e getirilir. Cem’in Fransa’ya getirildiği bu dönem trajik hayatına evladının ölümünü de ekleyecektir. Daha üç yaşında olan oğlu Oğuz, 1482’de amcası II. Bayezid tarafından boğdurulması emredildiyse de zehirlenerek öldürülür. Cem önce Lyon’a daha sonra da Pouêt adlı kaleye getirilir. Cem Sultan’ın Papa VIII. Innocentius’a teslim edilmesine karar verilir ve böylece Cem Sultan 6,5 yıl süren Fransa macerasından sonra Marsilya yolu ile Toulon’a oradan da 14 Mart 1489 günü Roma’ya gelir. Burada uzun süre papanın tutsağı olan Cem nihayet Fransa Kralı VIII. Charles’in ısrarlı talepleri üzerine, Cem ona teslim edilmek üzere Napoli’ye doğru yola çıkarılır. Ancak muhtemelen öncesinde Papa tarafından zehirlendiği için yolda fenalaşır.  Uygulanan bütün tedavi yöntemleri netice vermeyince şehzade, “Ailesinin Mısır’dan İstanbul’a getirilip gözetilmesi, kendisine hizmet edenlerin memnun edilmesi ve ölüsünün mutlaka Osmanlı ülkesine getirilmesi” şeklindeki vasiyetini yazdıracak; 14 yıllık esir hayatından sonra 25 Şubat 1495’te Napoli’de hayata gözlerini yumacaktır. Cem Sultan’ın şair yönüne baktığımızda şiir ve edebiyatla çok küçük yaşlardan beri meşgul olduğunu görürüz. Çevresinde, adına “Cem şâirleri” denen bir grup şâir bulunmuştur. Cem Sadisi, Haydar Bey, Sehâî, Kandî, Şâhidî gibi dönemin ünlü şairlerinden oluşan bu gruptan bazı şâirler, Cem’i gurbette de yalnız bırakmamışlardır. Şiirlerinde yaşadığı sıkıntıları, oldukça duygulu bir anlatımla dile getiren Cem’in Fal-i Reyhan adlı 48 beyitlik manzum bir çiçek falı bulunmaktadır. Hüsrev ü Şirin adlı bir mesnevisi ve ayrıca biri Farsça diğeri Türkçe olmak üzere iki divanı vardır. Hayatı savaşlarda, sürgünlerde ve esaret içinde geçen Cem’in Divan’ındaki şiirlerinin ana izleği de hüzündür doğal olarak.

cem-sultan-21

Bir şair olarak bakıldığında denebilir ki Cem’in bahtsızlığı kardeş katlinin vacip olduğu bir hanedanda şehzade olarak dünyaya gelmiş olmasıdır.

Nihayet Cem Sultan şairliği yüzünden öldürülmemiş; Fatih’ten sonra Osmanlı’nın Bizans’tan devraldığı saray oyunlarına kurban gitmiştir. Osmanlı’nın katledeceği asıl büyük şair hiç şüphe yok ki 16. yüzyılda yaşamış, seyyid nesimi gibi Yedi Ulu Ozan’dan biri sayılan; Alevi-Türk halk ozanı Pir Sultan Abdal olacaktır.  Alevi geleneklerine bağlı bir dergâh ortamında yetişmiştir. Medrese öğrenimini Erdebil’de görmesine rağmen, diğer bazı halk şairlerinin tersine, Divan Edebiyatı’ndan hiç etkilenmemiştir. Yaşamına ilişkin kesin bilgiler olmamakla beraber, Osmanlı bürokrasisinin baskılarına ve haksızlıklarına karşı başkaldırdığı bilinir. Hızır Paşa tarafından yakalanarak hapsedilmiş sonra da asılmıştır. Sivas’ta idam edilen Pir Sultan Abdal’ın ölümünün, 1547-1551 ya da 1587-1590 yılları arasındaki bir tarih olduğu sanılmaktadır. Ölümünün ve deyişlerinin etkisiyle çevresinde kolektif bir bilinç oluşmuş, onun adına birçok şiir, söz, anı oluşturulmuş; böylece Anadolu halk kültürünün yaşayan bir ögesine dönüşmüştür.

1444907346637

İslam’ın özgün Türk yorumu olarak görebileceğimiz alevilik ortodoks İslam’ın Arap milliyetçiliğine ve bağnaz şekilciliğine karşıdır. Bunu Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde de görürüz: “Oturmuş Arapça Kur’an okursun/ Gel bunun manasın ver indi sofi”[3]

 Pir Sultan Abdal şiirinde aşk izleği de vardır. Sevdiğine “Sen bir padişahsın hükmün elinde” der, “Senin ile davam sendedir sende”. İntihar etmiş bir çok şairin aksine gerçek aşkı bulmuş gibidir ozan ki aynı şiirin başka bir yerinde de şöyle der sevdiği güzele: “Sencileyin çok güzele sarıldım/ Dahi senin sevgin candadır canda”. Pir Sultan Abdal bile olsa bir insan olarak sütten çıkma ak kaşık olmadığının farkındadır şair: “Çok günah işledim inkar eylemem/ İk’ellerim kızıl kandadır kanda”. Ozanın “Kan bulanık aktım aktım duruldum” dizelerinde Nietzsche’nin “İnsan bulanık akan bir ırmaktır” sözlerini yüzyıllar öncesinden duyar gibi oluruz. Pir Sultan’ın bu şiirindeki en dikkat çeken dize ise son dizedir bana kalırsa. Çünkü öldürülmüş bir çok şair gibi Pir Sultan’ın da ölümden korkmadığını söyler bu dize: “Kellem terkidedir yandadır yanda” [4]

 Pir Sultan’ın idam sebeplerinden biri de Osmanlı’nın sunnileştiği şii Safevilerin ise bölgede etki alanını artırdığı bir dönemde alevi inancının önderlerinden biri olarak Safevi devletinden yana tavır koymasıdır. Bu dönemden sonra Osmanlı’nın alevi düşmanlığı sürüp gidecektir. Bu bakımdan Pir Sultan’ın Osmanlı Devleti’ni temsil eden ve kendini astıracak olan Hızır Paşa’ya hitap ettiği Yürü Bire Hızır Paşa şiiri önemlidir.

 Yürü Bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir

der Pir Sultan. Şiirin ilerisinde Safevi şahına duyduğu sempatiyi dile getirir:

Şah’ı sevmek suç mu bana
Kem bildirdin beni Hana
Can için yalvarmam sana
Şehinşah bana darılır

Şiirin devamında ozanın kendini ezilmiş ve öldürülmüş özellikle Alevi din büyükleriyle özdeş tuttuğunu görürüz: “Hafid-i Peygamber’im has/ Gel Yezid Hüseyn’imi kes/ Mansur’um beni dara as” Pir Sultan kendini Musa, İmam Hüseyin ve Hallac-ı Mansur ile özdeşleştirirken Hızır’ı ve onun dolayımında Osmanlı’yı da Firavun, Yezid ve Şeytan’la bir tutmaktadır: “Ben Musa’yım sen Firavun/ İkrarsız Şeytan’ı lain” Pir Sultan haklıdır; öldürülen şairler ölümsüzleşirken, öldürenlerin laneti ya unutulmak ya da olsa olsa nefretle anılmaktır. Mesela Hızır Paşa’nın gerçekten yaşamış olduğunun anlaşılması için Osmanlı arşivlerinin didik didik edilmesi gerekmiştir. Şiirin sonunda Pir Sultan “Üçüncü ölmem bu hain/ Pir Sultan ölür dirilir” diyerek çarpıcı bir biçimde tıpkı peygamberler kuşağı gibi şairlerin de aralarındaki yüzyıllara rağmen birbirinin devamı olduğunu söyler. Doğrudur, Pir Sultan idam edilir ama hep yeniden doğar; Sabahattin Ali olarak, Uğur Kaynar olarak, Behçet Aysan olarak, Metin Altıok olarak. Pir Sultan, “Ben ölünce il durulur” demiştir bu şiirde. İdamından sonra il durulmuş mudur bilinmez ama alevilik düşmanlığı da şair katli de Osmanlı’dan bugüne kadar uzanacaktır.

17. yüzyıla vardığımızda devletle flörtünün bedelini canıyla ödemiş bir başka şairle Nef’i’yle karşılaşırız. Asıl adı Ömer olan Nef’i 1572 yılında Sipahi Mehmed Bey’in oğlu olarak Erzurum’un Hasankale’sinde dünyaya gelir. Nef’i, Erzurum’da öğrenimini sürdürürken genç yaşında zararlı anlamına gelen Zarrî mahlasıyla şiir yazmaya da başlamıştır. 1585 yılında Erzurum defterdarı olan Gelibolulu Müverrih Ali, şiirlerini görüp beğenecek ve şaire yararlı anlamına gelen Nef’i mahlasını verecektir. Padişah I. Ahmet zamanında İstanbul’a gelen Nef’i, devlet hizmetine girer ve bir süre çeşitli memurluklarda çalışır. Daha sonraları II. Osman ve IV. Murad dönemlerinde yıldızı parlayacak ve sarayla yakın bir ilişkiler kuracaktır. Lakin hicviyeleri ile bilinen Nef’î yazdığı hicivlerle dönemin birçok isminin nefretini ve öfkesini üstüne çekecektir. Mesela kendisi de şair olan Şeyhülislam Yahya Efendi Nef’i yi öven ancak içeriğinde Nef’i’ye kâfir diyen bir kıt’a söyler:

Şimdi hayli sühanverân içre
Nef’imanendi var mı bir şair
Sözleri seba’-i mu’allakadır
İmrü’l-Kays kendidür kâfir

Nef’i de buna karşılık olarak;

Müftü efendi bize kâfir demiş
Tutalım ben O’na diyem müselman
Lâkin varıldıktan ruz-ı mahşere
İkimiz de çıkarız orda yalan

diyecektir. Yine bir başka dörtlüğünde kendisine kelp yani köpek diyen Tahir Efendi’ye şöyle karşılık verir:

tahir efendi bana kelp demiş
iltifadı bu sözde zahirdir
maliki mezhebim benim zira
itikadımca kelp tahirdir

resim.ashx

Osmanlı Türkçesinde büyük harf kuralı olmadığı için bu dörtlük iki farklı şekilde okunabilmektedir; Tahir Efendi’nin mensup olduğu Maliki mezhebinde köpeğin güvercin gibi temiz bir hayvan olduğuna inanıldığı için Tahir Efendi’ye teşekkür ettiği ve onun da temiz bir varlık olduğu şeklinde de Nef’inin Tahir Efendi’ye köpek dediği şeklinde de yorumlanabilmektedir. Bu olaydan sonra mahkemeye çağrılıp yargılanan Nef’i de kendisini savunurken şiirin birinci yorumunu kullanıp ceza almaktan kurtulacaktır. Nef’i bu gibi durumlar karşısında uzunca bir süre IV. Murat tarafından korunur, daha sonraları IV. Murat kendisinden hiciv yazmamasını rica eder. Ne var ki Nef’i büyük bir şair olduğu kadar kibirli bir şairdir de. “Tut-i mu’cize-guyem ne desem laf değil”[5], “Levh-i mahfuz-i suhandır dil-i pak-i Nef’i”[6] diyen bir şairin şiirden vazgeçmesi mümkün değildir ve Nef’i’nin de şiirde en başarılı olduğu alan hicivdir. Dolayısıyla her ne kadar padişah IV. Murat’a bu konuda söz verse de, kalemini durduramayacak ve Vezir Bayram Paşa hakkında bir hicviye kaleme alacaktır. Bu hicviyesinden ötürü, 1635 yılında, sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürülen Nef’i’nin cesedi İstanbul boğazı’nda Sarayburnu’dan denize atılmıştır. Sonuç olarak Nef’i’nin ölümü hayatı pahasına kendi olmaktan vazgeçmeyen bir şairin flört ettiği devlet tarafından katlidir.

Barış K.

  1. 08. 2015

[1] Hayati Baki, Şiirin Kesik Damarları (öldürülen şairler kitabı), Promete yay, Ankara, 1994, s. 202. “Nesimi’nin, canı, teni sensin: onda senden başkası yoktur. Sen olmayanı gel de canda, tende ara! Göreceksin ki onda ne varsa sensin” Açıklama: Kemal Edip Kürkçüoğlu, agy s. 204.

[2] Agy s. 205. Açıklaması “İddiacı biri ‘Nesimi gamde yanar.” demiş. Evet, doğru söylemiş. Ben de dost gamde yanan dostu sevdiği için yanarım.” Agy s. 206

[3] Agy s. 175

[4] Agy s. 177

[5] Agy s. 140 “Mucize gibi söz söyleyen –tatlı dilli- bir papağanım; ne söylesem bayağı söz değildir.” Açıklama Abdulkadir Karahan agy s 141

[6] Agy s. 140 “Nef’i’nin temiz kalbi, şiirin levh-i mahfuzudur” Açıklama Abdulkadir Karahan (Levh-i Mahfuz, bir din terimi olarak, yüce alemde olmuş, olan ve olacak her şeyin kendisinde tespit edilmiş bulunduğu levha için kullanılır. Kainatın kaderini kapsayan bu manevi levha üzerinde görüşler farklıdır. Müminin kalbi, levh-i temsil eder, diyenler de vardır.) agy s. 141

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.