Anasayfa > Books / Kargakara > Müntehir ve Maktul Şairler Üzerine Günceler 40

Müntehir ve Maktul Şairler Üzerine Günceler 40

Osmanlı çöker ve onun küllerinden Anadolu’da yepyeni bir cumhuriyet kurulur. Fakat cumhuriyet döneminde de aydın katliamı süregidecektir. Bunların ilklerinden ve en önemlilerinden biri öykücü, şair, öğretmen, yazar ve gazeteci Sabahattin Ali’dir. Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907’de Edirne Vilayeti’nin Gümülcine Sancağı’na bağlı Eğridere kazasında piyade yüzbaşısı Cihangirli Selahattin Ali Bey’in oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu’na giren Ali beş yıl burada okuyacaktır. Bu sırada yazı yaşamına şiirle başlayan Sabahattin Ali hece vezniyle yazdığı; halk şiirinin açık izleri görülen bu şiirlerini 1926 yılında Balıkesir’de çıkan ve Orhan Şaik Gökyay tarafından yönetilen Çağlayan dergisinde yayımlar.  Öğretmenlik yaptığı 1926-1928 yılları arasında Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde de yazmaya devam etmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya gidecek ve iki yıl da orada okuyacaktır. Ali’nin ölümsüz eserlerinden biri olan Kürk Mantolu Madonna romanı yazarın Almanya yaşantısından izler taşımaktadır. Aydın ve sonra Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapan Ali’nin genç cumhuriyet hükümetiyle çatışması 1932 yılında Konya’da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanmasıyla başlayacaktır. Bu olay yüzünden bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatacaktır. Bugün şarkı olarak dillerden düşmeyen Aldırma Gönül şiiri de Sinop Cezaevi’nde yazılmıştır. 1933 yılında Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşur.  Sabahattin Ali, cezaevinden çıktıktan sonra Ankara’ya gider ve Millî Eğitim Bakanlığı’na başvurarak yeniden göreve alınmasını ister. Dönemin bakanı Hikmet Bayur’un eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini istemesi üzerine 15 Ocak 1934 tarihinde Varlık dergisinde Atatürk’ü öven Benim Aşkım adlı şiirini yayımlamak zorunda kalacaktır. Böylece aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü’ne alınır; sonrasında Ankara II. Ortaokul’da öğretmenlik yapmaya başlar. Zorunlulukla yazdığı Benim Aşkım bir yana Dağlar ve Rüzgâr (1934) adlı kitabı edebiyat çevrelerinde büyük ilgi uyandıracaktır. Örneğin Yaşar Nabi Nayır, bu kitap hakkında Hakimiyeti Milliye‘de şu övücü satırları yazmıştır.

Bu kitabın mümeyyiz vasfı halk edebiyatı tarzında bir deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali’nin tecrübeli muvaffak neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmamış olduklarını hissetirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edayı tattırabiliyor. Komplike imajlardan kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük bir sadelik vermiş.

icimizdeki-seytan

Fakat ne yazık ki Sabahattin Ali bu kitabından sonra şiir yazmayı bırakıp, sadece hikâye ve romana odaklanacaktır. Bu arada İçimizdeki Şeytan romanı milliyetçi kesimde büyük tepki toplayacaktır. Sabahattin Ali, Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açacak, ne var ki dava sırasında davacı olduğu halde çok sıkıntı çekecektir. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamayan Ali üstüne üstük olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınır. Bunun üzerine 1945 yılında İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlayacaktır. Ancak fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünya gazeteleri, Tan olayları sırasında tahrip edilince yeniden işsiz kalır. 1946 – 1947 yılları arası Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la beraber Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarır. Ancak, bu dergiler de tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşacak, dergiler isimlerindeki Paşa ifadesiyle “Milli Şef” İsmet Paşa’nın kastedildiği iddiası ile kapatılacak ve dergilerdeki yazıları dolayısıyla yazarları hakkında soruşturmalar açılacaktır. Sabahattin Ali de bu dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatar. Nihayet bir başka dava nedeni ile 1948’de Paşakapısı Cezaevi’nde üç ay yatan Ali için çok daha zor günler başlayacaktır. Bu defa hem işsizdir hem de yazacak yer bulamamaktadır. Sonunda baskılardan uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar verir ama bu defa da kendisine pasaport verilmez. Bunun üzerine yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı kalmayan Sabahattin Ali Bulgaristan’a kaçmaya karar verecektir. Ali’nin bu kararı karanlık ve şaibeli ölümüyle sonuçlanacaktır. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında bulunmasından sonra, 28 Aralık 1948’de tutuklanan geçimini yurt dışına adam kaçırmakla sağlayan ordudan atılmış astsubay Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanır. Resmi açıklamalara göre Ertekin, “milli hislerini tahrik ettiği için” Sabahattin Ali’yi başına sopa vurarak öldürmüştür. Ancak yazarın yakın çevresi Sabahattin Ali’nin Kırklareli’de Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğünü ve Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti adına ajanlık yaptığı ileri sürülen Ertekin’in ise paravan olarak kullanıldığını iddia etmişse de bu hiçbir zaman kanıtlanamayacaktır. Lakin Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf eden Ertekin’in yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, 15 Ekim 1950’de “milli hisleri tahrik” gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giymesi ve birkaç hafta sonra da çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalması bu iddiaları desteklemektedir. Ertekin, Kennedy suikastinden sonra katil olarak ortaya konulan Oswald’ı hatırlatmaktadır. Zaten bütün devletlerin birini öldürdükten sonra günah keçisi olarak bir Oswald bulması klişeleşmiş bir devlet geleneğidir. Bir şair olarak baktığımızda Leylim Ley, Aldırma Gönül gibi halk dilinden yararlanarak yazdığı şiirleri ülkemizde en çok bilinen ve dillerden düşmeyen şairlemizden biridir Sabahattin Ali. Bu durumda çoğu şiirinin bestelenmiş olmasının da yadsınamaz bir etkisi vardır. Mesela Nükhet Duru’nun sesinden şarkı olarak dinlemeye alışık olduğumuz Eskisi Gibi şiiri gibi:

 Seneler sürer her günüm,
Yalnız gitmekten yorgunum;
Zannetme sana dargınım,
Ben gene sana vurgunum.

 Başkalarına gülsem de,
Senden uzak kalsam da,
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum.

 Dağları aşınca başım,
Geri kaldı her yoldaşım,
Gel sevgilim, gel kardaşım,
Ben gene sana vurgumun.

 Gönlüm seninkine yardı,
Aynı şeyleri duyardı;
Ayaklarımız uyardı…
Ben gene sana vurgunum.

 İtilmiş, tekmelenmişim,
Doğduğum günde yanmışım,
Yalnız sana güvenmişim;
Ben gene sana vurgunum.

 1931[1]

Genç cumhuriyetin tek parti dönemi ideolojisini yerleştirmek için baskıcı bir yönetim sergilemiş; muhalif bir aydın olan Sabahattin Ali’de bu baskının kurbanlarından biri olmuştur. Tek parti döneminin yerleştirmeye çalıştığı en önemli ilkelerden biri de laikliktir. Dolayısıyla bu dönem siyasal islamın irtica olarak görülüp baskılandığı bir dönemdir aynı zamanda. Ne var ki halkın kendi mücadelesiyle elde etmediği; yukarıdan dikte edilen bir kazanım olarak laiklik sunni İslam tarafından Anadolu’da yüzyıllarca ezilmiş, hor görülmüş ve kıyımlara uğramış alevi toplumu dışında halk tarafından hiçbir zaman tam olarak içselleştirilmeyecektir. Nihayet 14 Mayıs 1950’de yapılan ilk serbest seçimlerle 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren ve iktidara gelen Demokrat Parti de tıpkı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi siyasi İslamın yuvalanacağı bir odak haline gelecektir. Böylece cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet kadrolarından uzak kalan sunni islamın yeniden devlet kadrolarına sızışı da başlamış olacaktır. Bundan sonra anayasasında laiklik ilkesi yer alsa da yavaş yavaş adı konulmamış bir Türk İslam Devleti’ne dönüşecektir Türkiye Cumhuriyeti. Topluma Osmanlı’dan miras kalan alevi düşmanlığı da hortlamaya başlayacaktır. 1978 Maraş Katliamı’nda ve 1980 Çorum olaylarında sessiz kalan devletin gizli kanlı elleri de olacaktır. Takkiye denen aşağılık yöntemle devlette sessiz sedasız kök salan siyasi islam artık hiçbir partinin açıktan karşı çıkamayacağı bir hal alacaktır. Doksanlı yıllar ise sermaye, devlet ve İslam’ın açıktan uzlaşmaya girdikleri bir dönemdir ki “tanrının sonsuz faşizmiyle iktidarın çakıştığı noktada ‘mutlak bir inanç isteyen geçici putlar’ mutlak cezalandırıcının gölgesi olmaktan çıkıp toplumun cellatlığını üstlenebilmektedirler kolayca”[2] ki Maraş Katliamı ve Çorum Olayları’ndan sonra bu durumun en vahşi tezahürü 1993 Sivas Katliamı olacaktır. Pir Sultan’ın Osmanlı tarafından katledildiği Sivas’ta onun adına düzenlenen şenlikler sırasında aralarında şair Uğur Kaynar, Behçet Aysan ve Metin Altıok’un da bulunduğu çoğu Alevi 33 aydın sunni İslamcılar tarafından Madımak Oteli’nde yakılacaklardır. Bu katliam sırasında devletin güvenlik güçleri olayı sadece izlemekle yetinmiştir. Zaten tekbir getiren kalabalıkların barbarlıklarını görmezden gelip; hak arayan emekçi ve öğrencileri en ağır biçimde cezalandırarak tarafını defalarca belli etmiş olan; ellilerden bu yana sağ hükümetler tarafından yönetilen Türk devletinden beklenen de budur. Fakat daha da üzücüsü bu katliamı dönemin basınında ‘dini’ duyguları hassas bir grubun ateist olduğunu cesurca söyleyen Aziz Nesin’e halkın inancını küçümsediği için girişilen bir linç olarak lanse etmesi olacaktır. Öyle ki olaylardan sağ kurtulan ülkede yetişmiş özü sözü bir ender aydınlardan olan Aziz Nesin ölene kadar bu olayın suçluluğunu içinde taşımak zorunda kalacaktır. Daha birkaç gün önce ise dönemin ismi lazım olmayan askerlerinden birinin itirafları katliamda devletin sadece pasif bir izleyici değil faillerden biri de olduğunu ortaya çıkarmıştır. Sonuçta Pir Sultan hainler tarafından üç kere daha öldürülmüştür.

Sivas katliamı - Madımak olayları nedir Madımak'ta ölenler kimlerdi Sivas katliamını kim yaptı İşte Sivas katliamı - Madımak olaylarının perde arkası___

İmdi bu katliamda öldürülen üç şaire göz atalım. 1956’da Sivas’ın Zara ilçesinde doğan şair Uğur Kaynar El Yazıları Yayıncılık’ta yayın yönetmenliği de yapmıştır. Şiirlerini Çiçekler Halaya Durdu; Gizemya ve Aşkınam kitaplarında toplayan şairin şiirlerine yalın bir halk söyleyişi hakimdir. Kaynar’ın şiirlerinde de Kaan’ınki gibi gece ve acı izleği görülür. Yine De Gül şiirinde “Gecenin kör vaktidir/ fırtınalar yedeğinde yürürüm” der şair, “ayakta ve perişan.” Av olduğunun farkındadır Kaynar ki şöyle yazmıştır aynı şiirinde:

Avcıları soluk tutar,
keklik gibi seker de
pusular sessiz
ve soğuk bakar namlulardan.
Saçmalar yağar taze heyecanıma
Çırpınır sözcükler yürekte mahsur
hasret dizede mahsun[3]

ugurkaynar

Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nde 43 yaşında öldürülen şair Canşenliği’nde öleceğini sezmiş gibidir:

Tan yerlerim ağrıyor
Çürük ay rengi çarpıyor geceyi
Şiir cinatına biniyor
Ben
giderayak[4]

Barış K.

03.08.2015

[1] Agy s. 38

[2] Albert Camus, Giyotin Üzerine (idam), çev: Ali Sirmen, Cem Yay, İstanbul, 1972, s. 60

[3] Baki, Şiirin Kesik Damarları, s. 89

[4] Agy s. 92

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.