Türk okurunun henüz “Kitabı nasıl buldunuz?” sorusuna net olarak cevap veremediği bir kitap: Limon Ağacı…
Kitapla ilgili düşüncelerimi paylaşmadan önce belirtmeliyim ki, Limon Ağacı, bir tarihi romandır. Bu ne demek? Okur için; kitabı okumaya başlamadan önce tarihe olan ilginizi bir göz önünden geçirin, demektir. Kitabın arka kapağında bulunan “Okuyan herkesi derinden etkileyen gerçek bir tarihi roman” ibaresini dikkate almanızda fayda var. Bu açıklamaya rağmen, kitabı okuduğunuzda hala fikriniz karmaşıksa bu sizin bileceğiniz iş elbette.
Bana kalırsa kitap muhteşem bir temaya sahip. Üstelik Filistin-İsrail arasında geçen savaşları, ki hepimizin bildiği gibi büyük ölçüde Müslüman-Yahudi kavgası olan bu savaşları, bir de Amerikalı yazar Sandy Tolan’dan okumak ayrı bir keyif verici. Kendisi okurun tebriğini hak ediyor…
Batı Kudüs’ten yola çıkan Arap kuzenler Beşir, Yaser ve Gıya eskiden kendilerine ait olan topraklara doğru yolculuk yapmaktadırlar. Arapların Altı Gün Savaşı’nda İsrail’e yenilmesi sonucu Kudüs şehrinin sınırları değişmiş ve her yer nöbet tutan askerlerle dolmuştu. Şimdi sakince uzaklaştıkları bu topraklarda sadece birkaç hafta önce savaşan askerler, toplar ve tüfekler vardı. Yolculukları artık Yahudilere ait olan El-Ramla’ya doğruydu. Burası üç kuzenin doğup, çocukluklarını geçirdikleri fakat sonrasında terk etmek zorunda kaldıkları topraklardı…
Yıl 1967 olmuştu ve Filistin tarihine göre normal sayılabilecek bir hayat hakimdi şehirde. Dalia, Nazi katliamından kaçıp ailesiyle El-Ramla’ya yerleşmiş bir Yahudi kızıydı. Tıpkı geldikleri yer gibi burada da istenmiyorlardı. Kahire radyolarından sürekli olarak şehri terk etmeleri için tehditle karışık uyarılar yapılıyordu. Elbette ki tüm bunlar, çoğu Yahudi tarafından gülünç karşılanıyordu… Beşir’in kuzenleri ile birlikte yaptığı bu yolculuğun amacı doğdukları evlerini görmek, şimdi orada ne olduğunu bilmek istemeleriydi. Zorla uzaklaştırıldıkları ana vatanlarını asla unutmayan gençler, özlemle ve merakla yolculuklarını yapmışlardı.
Yolculuk sonunda Yaser bir zamanlar yaşadığı evi bulmuştu. Kapıyı çalmıştı ve yaşlı bir kadın kapıyı açıp, ardından yüzüne kapatmıştı. Gıya’nın evinin olduğu yere vardıklarında ise oranın, artık bir okul olduğunu görmüşlerdi, kapısında makineli tüfeği ile koruması olan bir okul…
Genç kuzenler geçmişlerinin izlerinin silinişini hüzünle karşılamışlardı. Son olarak Beşir’in evine, yani çocukluğuna ulaştılar. O ana kadar yaşadıklarından sonra Beşir içinden şunları geçirdi:
“Her şey nasıl karşılanacağımıza bağlı. Sonucunun ne olacağını bilemezsin, özellikle Yaser’e olanlardan sonra. Bu, kapının diğer tarafında kim olduğuna bağlı.”
Kapının diğer tarafında Dalia vardı. Bir sürgün sonucu bu topraklara gelen, bir başka hikaye…
Söylenenlere göre, kitapta anlatılan yolu takip ettiğinizde Beşir’in ya da Dalia’nın evinde bulunan gerçek Limon Ağacı’nı görebilirsiniz. Hikaye genç kuzenlerin hüznüyle başlıyor ve Dalia’nın kapıyı açtığı andan itibaren hüzün bir çığ gibi git gide büyüyor… İçeriğinde bolca tarih, dostluk, aşk, barış arzusuyla yanıp tutuşan bir umut bulacağınız bu kitap, elbette ki oldukça realist.
Bir bakıştan, aşktan tüm insanların dost olabileceğine inancı olan birkaç insanın ümidine kök salan Limon Ağacı, bedeninize hüznü salacaktır. Konusuyla, gerçekliğiyle mükemmel bulduğum bu roman için eleştirileri haksız buluyorum. Fakat bir nesne olan kitap için okurun haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Daha iyi bir çeviri, Türkçe kurgulama ile çok daha büyük kitleye ulaşma ihtimali vardı Limon Ağacı’nın.
Romanda vurgulandığı gibi, hala umut var.
Keyifli okumalar…