Düzyazı ve mantıksal, ussal olarak kurgulanmış sağduyulu dünya
Dünya yazının belirli bir biçimde kullanılmaya başlanmasıyla düzyazı ve onun anlayışının hakimiyetine girmiştir. Düzyazının bu konumunu iyi anlamak için Derrida’ya ve onun Levy-Strauss üzerine yakın okumalarına bakmakta fayda vardır.
Barbarlığı uygarlıktan ayırdetmek için önerilen bütün ölçütler elendikten sonra, hiç olmazsa şu ölçüt elde tutulabilse fena olmazdı: Yazısı olan ve olmayan halklar var; birileri eski kazanımları biriktirebiliyor ve koydukları hedefe doğru gittikçe daha hızlı ilerleyebiliyorlar; diğerleriyse bireysel belleğin saptayabildiği dar bir kenar kuşağının ötesinde geçmişi akılda tutamadıklarından, her zaman bir kökenin ve kalıcı bir tasarım biçiminin eksikliğini taşıyacak ‘dalgalı’ bir tarihin tutsağı olarak kalıyorlar. Ne var ki, yazı ve evrimdeki rolü hakkında bildiklerimizin hiçbir öğesi böyle bir görüşe temel teşkil etmiyor.
Levy-Strauss burada yazı kullanımının uygar toplum ve ilkel toplum arasındaki temel farklardan biri olduğu ön kabulunun yazı ve insanlığın evrimi hakkında bilinenlere uygun bir görüş olmadığını belirterek bu kabulü reddeder. Bu kabul yazıyı keşfeden ya da kullanan toplumların düz çizgisel bir tarih anlayışına sahip olabilmelerine; yazısız toplumların ise böyle bir tarih mefhumuna sahip olmadıkları görüşüne dayanmaktadır. Oysa ki zamanın bu tarz bir süreç olarak görülüşü zaten varlığın ontolojik yapısına uygun değildir zaten. Dahası tarihin ilerleyen düz bir çizgi olduğu düşüncesi yazının icadından – hatta onu felsefe yaparak kullanan ilk toplum olarak kabul edilen Antik Yunan’dan bile- çok sonraya ait Augustinus’la başlayıp Aydınlama döneminde meşruluk kazanmış bir görüşe dayanan bir düşüncedir. Modernizmin de kabul ettiği bu tarihsel bakış açısı kapitalizmin doğası gereği bahsi geçen insanlığın nihai hedefi kavramının içini bir türlü dolduramadığından artık çürümeye yüz tutmuştur. Bugün geldiğimiz noktada modernizmin de temelini teşkil eden ilerlemeye dayalı düz çizgisel tarih anlayışı neredeyse yerini tekrar yazısız toplumlara ait olduğu öne sürülen ‘dalgalı’ tarih anlayışına bırakmıştır. Yazısız toplumların yazıya sahip uygar toplumlara göre üstün bir yanı vardır: Pozitivizmin günümüzde iyice daralttığı bilimsel bir biçimde kurgulanmış bir tane dünya görüşünün aksine doğaya dair birikmiş, sistemli bir bilgi türüne sahip olmamaktan kaynaklanan daha özgür fantastik ve çeşitli dünya görüşleri. Yani yazı öncesi toplumlarda insanlığın henüz “Doğa üzerindeki etkisi henüz çok sınırlı olduğu için” birey “rüyalarının oluşturduğu ‘şok-emici’ yastıkla korunmuş, hatta bir ölçüde özgürleşmiş bulunuyordu” Oysa “Kuşkusuz, XIX. ve XX. Yüzyıllardaki” modern toplumlardaki gelişim, doğaya kısmen hakim olmayı sağlayan “bilimsel gelişme yazı olmaksızın tasavvur edilemez… bu gerekli koşul elbette olanları açıklamak için yeterli sayılama” sa da.
Derrida’ya göre yazı; sözün kalıcı olmama zaafını gidermekten ve nesneleri temsil etmekten öteye geçerek onların yerini almaya başladığında tehlike olmaya başlamaktadır ki yine Derrida’ya göre bu durum bizzat yazının doğasında olduğundan kaçınılmazdır:
Temsil kendini mevcudiyet olarak ve im de bizzat şey olarak sunmak istedikleri anda yazı tehlikeli olur. İmdi, imin işleyiş sürecinin içine kurgulanmış çaresi olmayan bir zorunluluk vardır: ‘eklenen’ ya da ‘yerine konan’ şey (subsitut) vekillik işlevini unutturarak, kendini sözün dolunluğu yerine koyar; oysa aslında sadece onun bir eksikliğini veya zaafını gidermektedir.
Denebilir ki bugün gelinen noktada düzyazı mı günlük dilin; yoksa günlük dil mi düzyazının temsilcisidir belli değildir. Çünkü düzyazının hayatı bu kadar kuşattığı dünyada günlük dil de düzyazının gramer kurallarına kendini uydurmaya hatta çoğu dilbilimci açısından düzyazının bir imi olarak görülmeye başlanmıştır.
İmdi şiir aslında varlığın yaşantısını dile getirirken uzun zamandan beri egemenlerin elinde olan düzyazı ve günlük dil hapsini kırarak hakikati bu kalıba uydurmak yerine üzerine kurulu düzenin sindiği bu kalıbı eğip bükerek onu hakikate uydurmaya çalışmaktadır. Sonuç olarak şairin olması gerekiyorsa tek toplumsal sorumluluğu toplumun kurulu düzenine onun temel dayanaklarından biri ve koruyucusu olan dil üzerinden saldırmaktır denebilir. Bu yüzden şiir “çoğu kez, bir çeşit anlamsızlık sayılabilen çokanlamlılığı, serbest çağrışımı amaçlar.
Bunun için de günlük dilin ve düzyazının simgeye dayalı anlam düzenini yıkmak zorundadır.” yani “Simge Dilini Parçalamak” . Çünkü simge “ ‘Belli bir insan topluluğunun uzlaşması’” ; yani “Sözcükler de özellikle sözlüksel anlamları bakımından üzerinde uzlaşılmış birer somut im (işaret, gösterge), başka bir deyişle birer simgedir.” “Şiir” ise “sözcüklerin işte bu sabitlenmiş, bu simge özelliklerinin yıkılmış, yerle bir edilmiş halidir.
Şiir dili… verili dile saldırıyla başlar. Şiir, sözcüklerin simgesel, yani dile yerleşmiş bağlantılarının tahrip edilmesi, sözcüklerin bu bağlantılarının koparılması demektir.”
Sonuç olarak şairin siyasi bir etkisi varsa o da doğrudan maddi bir devrim değil alımlayıcısı üzerinde düşünsel bir devrim yaratarak dolaylı olarak devrime katkıda bulunmaktır ki bu devrim de siyasi devrim gibi “diyalektiğe dayanmaktadır:
(Dili ) Parçalama-yeniden kurma”
Nedir bu düşünsel devrim; dilin parçalanması ve yeniden kurulması derken kastedilen? Kısaca ‘sağduyu’ diyebileceğimiz; bizi kurumsal düzene bağlı kalmaya iten ayak bağından kurtulmaktır. Burada ‘sağduyu’ derken kastettiğim şey felsefi temelleri ilkin Aristoteles tarafından atılmış ve Descartes’ten beri kartezyen bir nitelik almış olan mantıksallık ve ussallıktır düpedüz. Aristoteles düşünmenin yolunu; yöntemini bulduğunu söyleyerek aslında düşünmeye kurallar koymuştur ve bu kurallar bugüne kadar insanlık tarafından kabul görerek düşünmenin tek meşru yolu olarak görülegelmiştir. Nihayet akıl ilkeleri adı verilen özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü halin olanaksızlığı ve daha sonra bunlara eklenecek olan yeter sebep ilkelerine dayanmayan her türlü akıl yürütme insanlığın zihninden kovulmuştur. Descartes da bu düşünme formatına zihin-beden ikiliğini ekleyerek bireyin nasıl düşünmesi ve hatta kendini nasıl duyması gerektiğine dair o pratik hayatı ‘yürüten’ zihniyeti yani ‘sağduyuyu’ insanlığın zihnine iyice kazımıştır. Böylece insanlara dışına çıkamayacakları bir düşünme tarzı dikte edilerek kaos kozmoztan kovulmuştur. Altıok, işte dünya karşısındaki “kavramlaştırmaya ve sistemleştirmeye yönelik” bu tavrı Şiir ve Bilgi adlı yazısında hem ifşa hem de itham etmiştir:
Bu tavır gerçekliği bilinç ve bilgi öğelerine dönüştürüp kavramayı içerir. Ama insanoğlu bunu yaparken gerçekliği bozar ve onu donmuş kavramlara indirger. Böylece yaşamın devinen canlı özü yok olur. Çünkü gerçekliği düşünce düzeyine getirmek onun boyutlarını küçültmek demektir. Burada insan zekası ve bilinci gerçeklik karşısında onu anlamak için adeta kesip biçen bir şablon görevi yapar. Bu durum bilim için olduğu kadar felsefe için de geçerli bir yöntemdir. İnsanın bilme isteğiyle gerçeklik arasındaki bu ilişki sonucunda insan yaşamı ussallaştırarak kavradığını sanır. Oysa gerçeklik donuk kavramlara sığdırılamayacak kadar derin ve değişkendir. Bu durum bize kavrama ve sisteme dayalı her bilginin içinde bulunduğu çıkmazı gösterir. Çünkü sistemli bilgi ister bilimsel, ister felsefi olsun yaşam ve gerçekliği değil kendi iç tutarlılığını önemser. Yaşama değil kendi tanımlarına ve kavramlarına dayanır. Bu onun sadece sistem içi bir eleştiriye açık olduğunu gösterir.
Tabii ki insanların düşünme tarzları da onların eylemlerini belirleyeceğinden artık sosyalleşmiş her bireyin nasıl düşünüp nasıl eyleyeceği önceden bilinebilir, tasarlanabilir, öngörülebilir ve hatta farkında olmasalar da iktidar tarafından kontrol edilebilir bir hal almıştır. Bunun en çarpıcı alegorisini George Orwell’in 1984’ünde görürüz. Levi-Srauss’a göre “yazılı iletişimin birincil işlevinin köleleşmeyi kolaylaştırmak olduğunu kabul etmek lazım.” dır. Gerçi artı değere dayalı sınıfsal ayrımlar yazının doğuşundan çok önce çıkmıştır ama “üç dört bin yıl önce yazı sistemlerinin ortaya çıkışı” bu durumda olağanüstü bir sıçrama yaratmıştır. Doğuşundan itibaren düzyazı “insanların aydınlatılmasından önce sömürülmesini kolaylaştır”mıştır “sanki… Yazı ve hainlik aralarına birlikte gi” tmiştir . Levy- Staruss “… yazının esas işlevinin ‘çıkar gözetmez’ bilimden ziyade köleleştirici gücün işlevini kolaylaştırmak olduğunu ima” eder.
Ne de olsa, binlerce yıl boyunca hatta bugün bile dünyanın büyük bir kısmında, yazı, üyelerinin çoğunlukla bunu kullanmayı bilmediği bazı toplumlarda kurum olarak mevcuttur. Doğu Pakistan’da (Bugün Bangladeş –Çn.) Çittagong tepelerinde kaldığım köylerin tüm halkı okuma-yazmadan habersizdir; ama herkesin, bireyler ve topluluk nezdinde mesleğini icra eden bir ‘katibi’ vardır. Hepsi yazıyı bilir ve gerektiğinde kullanırlar, ama dışarıdan ve sözlü yöntemlerle iletişim kurdukları yabancı bir ‘arabulucu’ gibi. ‘Katip’ ise nadiren devletin veya grubun bir; bilgisinin yanı sıra iktidarı da vardır, öyle ki çoğu kez katiplik ve tefecilik işlevleri aynı kişide birleşir; sadece mesleğini icra etmek için okuma-yazmaya ihtiyacı olduğundan değil, böylelikle iki açıdan diğerlerini etkileyebilecek konumda bulunan adam olduğundan dolayı.
Yazı, bilgileri sağlamlaştırmaya yetmediyse de, belki egemenlikleri güçlendirmek için vazgeçilmez bir şeydi. Kendimize daha yakın yerlere bakalım: Avrupa devletlerindeki XIX. Yüzyılda gelişen zorunlu eğitim-öğretim lehindeki sistematik icraati, askeri hizmeti ve proleterleşmenin yayılışıyla atbaşı birlikte gidiyordu. Böylece alfabesizliğe karşı mücadele, iktidarın yurttaşlar üzerindeki kontrolunun güçlenmesiyle çakışıp karışıyor; zira herkes okuma bilmeli ki, İktidar “kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” diyebilsin.
Nihayet Levy-Strauss’a göre “alfabesizlikle mücadele, vb.nın … devletin iktidarını sağlamlaştıran bir alet olarak iş gördüğü tartışılamaz. Hatta belki de bu zorunluluk özsel ve aşılamaz bir şeydir.”
Dolayısıyla gündelik dil de gündelik hayat da böylece ‘sağduyu’nun aracı ve taşıyıcısı durumuna gelmiştir. Nizamettin Uğur’un deyişiyle “ Gündelik dil ve düzyazı dili göreli olarak hayli tutucudur. Bizi kendine, verili anlam dünyasına mahkum eder.”
Levy-Strauss’a göre“… insanda evrensel olan her şey doğa düzeyine aittir ve tipik özelliği de kendiliğindenliktir; bir norma bağlanmış olan her şey ise kültüre ait olup yöreselin ve bireyselin özelliklerini gösterir.” Yazı ise doğal olmayan, üzerine kültürün inşa edildiği en önemli temel taşlardan biridir.
İmdi düzyazının hakimiyetindeki dünyada değişik düşünme tarzları -belki de varoluşa daha yakın tefekkür biçimleri- patolojik diye adlandırılıp kurulu düzene eklemlenebilmiş ve hep baskı altında kalmaya mahkum olmuştur. Sağduyu ise insanın düşüncesini gündelik hayata kilitleyecek ve kişiden gündelik hayata uygun düşünmesini; risk almayacak sekilde gündelik hayata uygun eylemesini talep edecektir. Gündelik hayat ya da düzyazındal hayat ise hep çıkar hesapları ve küçük gereklilik kiplerinin dünyasıdır. Saf mantığın egemen olduğu dünyada düşünme ve eylemler hep pratik olarak gerekip gerekmediğine göre değerlendirilir. Hayat basit bir gelir gider muhasebesine indirgenmiştir. “Acısını ve umutsuzluğunu elinden geldiğince en aza indirgemeyi bir yaşama gereği olarak düşünen insanlar, tıpkı kış günü bir evde soba yanan tek sıcak odaya sığınan bir aile gibi yaşamın çok dar bölümüne sıkışıp kalmışlardır.” Bu dünyada “şiir çıldırtıcı sesler çıkaran sirenler gibi insanları enginlere çağırıp boğmaya çalışan yarı insan yarı balık bir yaratık olmuştur. Mitologyada dendiği gibi bu yaratığa kim yaklaşır ve onu kim dinlerse yok olup gidecektir.”
Dolayısıyla sanat ve şiir de ekonomik bir metaya dönüşecek kimlere ne kadar çıkar sağlayıp sağlamadığına göre bir konuma yerleştirilecektir. Buradan bir adım daha atıp sanatın hepten gereksiz olduğu sonucuna varmaya yalnızca bir adım vardır. Doğru ya günlük hayatta pratik bir yarar sağlayan yol, bina, köprü, araç gereç vb yapmak varken şiire ne gerek vardır. Oysa farkına varılmaz ki hayata gereklilik kipiyle bakmanın varacağı nihai son aslında insanın evrendeki uyumsuz varoluşunu sürdürmesinin gereksizliği fikridir. O halde mantığa dayalı sağduyu bizzat insanın varoluşuna karşıdır.
… insanın yaşamı ve gerçekliği kavrama çabası, yaşama ve gerçekliğe karşı neredeyse düşmanca bir etkinliğe dönüşmektedir. İnsanın bilme çabası elbette yedeğinde hakim olmayı getirir. ne var ki yukarıda sözünü ettiğimiz düşmanlık bu hakim olma duygusundan ya da yaşama içgüdüsünden değil, insanın zihinsel etkinliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü insanın zihinsel etkinliği ussallaştırmaya yöneliktir. Yaşamı kavramak bakımından bu durum tür olarak insanın en büyük talihsizliğidir. İnsanın bilme ve kavrama isteğiyle gerçekliğin us-dışı konumu arasındaki çelişki trajik olanın temelinde yer alır. Demek ki zihinsel etkinlik her kapıyı açan bir anahtar değildir.
Kısacası bu güdümlü düşünme yoluyla insanlık çok şeyi başarabilir. Tarımı, hayvancılığı verimli hale getirilebilir; bilimsel başarılar geometrik olarak artabilir ve teknoloji o kadar gelişebilir ki aya bile çıkılabilir; lakin insanlık semirdikçe semirse de insan hakiki, sahih varoluşunu duyamaz hale gelir yani gerçekte varolamaz ve dasein olarak kalmaya mahkum olur. Çünkü estetik yaşantı yani insanın varoluşuyla içten bağı gereksizleşmiş; insan kendi hedefi belirsiz etkinliklerinin kölesi olmuştur. Duygudan yoksun kuru mantık insanı kendine ve varlığa yabancılaştırmış; insan sahiciliğini yitirmiştir. Oysa “Us ve duygu birbirlerine danışırlar, tamamlarlar birbirlerini. Bunlardan birinden vazgeçip yalnızca ötekini tanıyan kimse, kendimizi yönetmemiz için bize verilmiş olan desteklerin tümünden yoksun kalır.”
Ötekiyle ilişkilerimiz artık global bir yaşantı üzerine, bir öznenin bir başka özne tarafından somut olarak kavranışı üzerine kurulu değil ya da ara sıra ve sınırlı biçimde öyle. (Bu ilişkiler) büyük ölçüde yazılı belgeler üzerinden dolayımlı kurgulamaların sonuçları… Günümüz bağlamında da, çağdaşlarımızın büyük çoğunluğuyla türlü türlü aracılar –yazılı belgeler veya idari mekanizmalar- üzerinden iletişiyoruz; kuşkusuz bunlar temas alanımızı genişletiyor ama aynı zamanda onlara bir tür ‘yad-gerçeklik’ (sahtelik inauthenticite) niteliği de veriyor… (yazının icadıyla başlayan büyük devrim ) insanlığa pek çok nimet getirirken, öbür yandan temel önemde bir şeyi ondan geri aldığını da anlamak mutlaka gereklidir.
Burada düzyazınsal dünyada insanın kaybettiği şeyler bellidir: kendi varoluşuyla ve başka insanlarla sahici ilişkisini; bütün bunların yanısıra bunlara dair deneyimini kaybetmiştir. Çünkü bu ‘yad- gerçeklik’, sahtelik durumunda insan bir nevi yaşantısızlık içine girmiştir. Terry Eagleton bu duruma “deneyimin ölümü” adını verir ve onu çok güzel bir biçimde serimler:
Heidegger’den Benjamin’e pek çok düşünür, deneyimin kendisinin dünyadan kaybolmakta olduğu uyarısında bulunmuştur. Şaşılacak biçimde, gezegenimizde tehlikede olanlar yalnızca çevre, hastalık ve siyasal baskının kurbanları ve şirketlerin gücüne direnecek kadar cüretkar olanlar değil, deneyimin kendisi’dir.
Eagleton’a göre ‘sağduyu’ya dayalı modernizm insanı efsane, büyü, akrabalık, gelenek, dayanışma gibi pek çok ussal olmayan unsurlardan mahrum ettiği gibi “kendimizden mahrum etmeyi de başarmıştır… içimizi boşaltmıştır.”
Modern dünyada insanın yine bir takım yaşantıları olacaktır; ama bunlar anonim ve herkese aittir; biricik ve öznel olma özelliklerini yitirmişlerdir. Sonuçta herkesle aynı yaşantıları yaşamak herkes olmaktır ve herkes olmak da aslında hiçkimse olmaktır. Ayrıca artık yaşantı ve deneyimler alınıp satılır birer metaya dönüşmüştür.
Deneyim halihazırda oradadır, bir pizza gibi kullanıma hazırdır, bir kaya parçası gibi nesneldir ve her birimizin ihtiyacına olan şey onu almaktır…Niagara Şelalesi, Dublin Kalesi ve Çin Seddi kendilerini bizim için deneyimlerler. Önceden yorumlanmış olarak karşımıza gelirler, böylece bizi külfetli bir emek sarf etmekten kurtarırlar. Önemli olan bir yerin kendisi değil, onu tüketme eylemidir. Bir deneyimi bir tişört gibi alırız.
…Olayla ilgili önemli olan şey, onun sonucudur… Bir zamanlar bütün zengin özgüllüğü içinde ticari bir mal olmaya direnmenin bir yolu olan deneyim, şimdi onun bir başka çeşididir yalnızca… Eğer ticari malın biçimi deneyimimizi yoksullaştırdıysa, postmodernizm bu mahrumiyeti ticarileşmiş bir deneyimle onarmayı amaçlar. Böylece ‘deneyim’ sözcüğü, tıpkı “Bir yumurta haşlama deneyimi yaşıyorum” cümlesindeki gibi, gittikçe küçülerek boş bir gösteren haline gelir, buradaki “deneyimi yaşıyorum” sözcüklerini atmanın cümlenin anlamına hiçbir etkisi olmayacaktır.
İşte kuru mantık tarafından kurgulanmış dünyada insan kendisini yönetecek bütün desteklerini yitirmiş; elinde kalan bastonu olarak usuyla, el yordamıyla yaşar bir hale gelmiş; kendi varoluşundan uzaklaşmıştır.
Uygarlık, has olanın yerine geçerek modanın ve çeşitli çıkarların hizmetine giren has olmayan her şey tarafından işgal edilmiştir.
Gerçek özgürlük idealiyle canlı temasını kaybederek onun bozulmaya uğramış biçimlerini kabul eden ve bu idealin nasıl bir çaba gerektirdiğini görmeyerek onun kullanışlılığının, getirdiği rahatlığın keyfini çıkaran bir toplum
kendinden daha yüce ve sahici bulduğu varlıklarla değişir sahte özgürlüğünü. Levinas’ın ve Eagleton’un söylediklerinden de çıkarılacağı gibi kendisiyle ve başkalarıyla olan hakiki bağı ile varlıkla ilgili hakiki deneyimini yitiren; ussal düzyazınsal dünya tarafından kuşatılan insanın özgürlüğü de verili eylemlerin seçiminden ibarettir; yani sahtedir; yani insanı boşluğa düşüren kurtulunmaya çalışılan bir özgürlük görünümünden başka bir şet değildir. İşte bu yüzden bu durumdaki insan sahih olmayan varoluşunu ve özgürlüğünü devlete ve/veya Tanrıya adamakta hiçbir sakınca görmeyecek; hatta böylece kendisini daha ‘gerçek’ hissedecektir. Bir kere devlet ve /veya Tanrıyla özdeşlik kuruldu mu ahlakın yerini yasalar ve Tanrı buyrukları alır. Devletin kanunlarına uyduğu için iyi bir vatandaş; dinin kurallarına uyduğu için iyi bir insan olduğunu zanneden bir kitle ortaya çıkar. Artık insan kendi varoluşunun bunalımlarıyla boğuşmaktan kurtulmuştur; ne var ki kendi olmaktan da sıyrılmıştır. O artık kim olduğunu ve ne yapması gerektiği önceden yazıyla belirlenmiş bir vatandaş veya kul yığınının homojen bir parçasından ibarettir. Halbuki “Onun kendi doğasında bulunan ışıktan başka ışık yoktur.” İnsanın gerçek mutsuzluğu varoluşundan kopuşundadır; mutluluk ve huzur için verili dünyadaki afyon olan devlet ve dine sarılsa da aslında farkında olmadan yılana sarılmaktadır; çünkü “Ne bizdedir, ne de başka yaratıklardır mutsuzluk. Elohim’dedir o.” Maldoror olarak dine ve onun kaynağı olan Tanrıya (Elohim) acımasızca saldıran Ducasse Tanrı fikrinin de devlet gibi anlamsız dünyanın kurgulanışındaki temellerden biri olduğunun farkındadır ki Elohim denen “kör araç” ve “acımasız güç” aracılığıyla bu dünyanın insanların saygısını kazanabildiğinden bahseder Poesies II’sinde.
‘Sağduyu’nun egemen olduğu düzyazınsal dünyada sahih varoluşundan koparılan şair de artık kendini bir yabancı gibi hissetmektedir ve şöyle haykırmaktadır: “Ben anlaşılan, doğru değilim, yanıldım,/ Sağgörüsüzüm, yitirdim usumu.” Ducasse ise “İnsan olmasaydık, doğru olabilirdik.” der. Bu kendine yabancılaşan insanın ironik bir eleştirisidir. Çünkü insanı özellikle hayvanlardan ayıran ve kültür dünyasının temelini atan dil beri yandan ‘sağduyu’ aracılığıyla onu kendi varoluşundan koparmıştır da. Burada çözülemez gibi duran bir çelişki vardır. Dilimiz olmasaydı diğer hayvanlar gibi varlığına yabancılaşmamış saf bir tür olarak kalabilirdik; öte yandan bu durum da ‘insan’ değil kendi varoluşundan habersiz, adsız bir primitif olmamız demek olurdu. Buradaki püf noktası insanın özü olan dilin ve yazının kullanılış biçiminde saklıdır. Derrida’nın da demeye getirdiği gibi yazı şeylerin ve ikincileyin sözlerin temsili olmaktan çıkarak onların yerine geçmiştir neredeyse. Düzyazınsal dünya bu durumun örnekleriyle doludur. Bürokrasi yapılmayan toplantı ve işlerin yapıldığına dair evraklarla doludur. Başka bir deyişle bir işin yapılıp yapılmadığından çok yazılı tutanağının olup olmadığı önemlidir artık; yapılan ama tutanağa geçmeyen her türlü iş ise yok hükmündedir. İnsan ilişkileri de yazılı tutanaklardadır; beraber yaşamayan çiftler devlet için kağıt üzerinde evli kalmaya devam ederler; birlikte yaşayan çiftler ise meşru olarak beraber kabul edilmezler devlet tarafından bu ilişki yazılı bir akite dökülmediği sürece. Velhasılı yazılı olarak kayıt edilmemişse hiçbir şey size ait değildir; yazılı olarak kayıt altındaysa hiç görmediğiniz şeylerin bile sahibisinizdir. Yani özetle dediğimiz gibi yazı, varolanlardan tutun da ilişkilere kadar herşeyin temsili olmaktan çıkıp onların yerine geçmiştir neredeyse. Burada sonradan değinmek istesem de belirtmek gerekir ki işte yazının bu temsil ettiği şeyin yerine geçişi karşısında şiir sözün şeyleri berrak bir biçimde temsiline yönelecektir. Şeylerle irtibatını koparmış gibi görünen düzyazınsal dile karşı bir çok şair sözcükler ve şeyleri birbirlerine daha sıkı bir biçimde bağlamanın yollarını aramışlardır.
Oysa adını ‘sağduyu’ koyabileceğimiz düzyazınsal zihniyet kurulu düzenin halihazırdaki durumunu kabullenmeyi ve ona göre düşünmeyi/ eylemeyi normalleştirecektir. Bu zihniyetin hakim olduğu dünyada gündelik hayatı dönüştürme çabası azınlıktaki bir avuç anormal devrimciye kalacaktır doğal olarak. Bu yüzden devrimciler arkalarına kitleyi alabilir ve onu yönlendirebilirse başarılı olacaktır ancak ama kitleler sağduyuya sahip oldukları müddetçe en azından algı olarak bu mücadelenin özneleri değil nesnesi olarak kalacaklardır hep. Kurgulanmış dünyaya ait olduğundan “Başkaldırı öznesi değildir halk.” Bireydir başkaldıran; kurgulanmış dünyadan kopabilen birey. Halk ise bu lider bireyleri takip eder ya da etmez.
Peki bu zihniyet ve onun temelindeki mantığın neyi eksik neyi fazladır? Bir kere mantık kuruluşundan beri en temel ilkeyi görmezden gelmiştir: Varolan her şeyin varolduğu ilkesi. Varolan her şey vardır. Yani bahsedebileceğimiz; tasarlayabileceğimiz hiçbir şeyin olmadığını iddia etme hakkına sahip değiliz demeye gelir bu ve bu ilke bize sonsuzluğun; sonsuz düşünme imkanlarının kapısını açar. Örneğin kimse pegasusun bir uydurmaca olduğunu kesinkes iddia edemez. Çünkü aslında gördüğümüz atların hepsinin bizim göremediğimiz kanatları olmadığını nereden bilebiliriz; algıladığımız dünyayı sadece bireysel olarak bizim öyle algılamadığımızı nasıl bilebiliriz. Burada kurulu düzenin bir parçası olan ‘sağduyuya’ sığınmayalım yine; çünkü ben burada ‘deliliğin’, ‘şiirin’ yani ‘varlığın’ mantığından bahsediyorum. Varolan her şeyin varolduğu varoluşun mantığından. Bunları yazdığımı sanırken bir tımarhanede katatonik bir vaziyette duvara bakıyor olabileceğim ve o tımarhanenin dışında pegasusların uçuyor olabileceği ihtimalini dışarıda bırakmayan bir başka mantıktan. Bu mantık ya da düşünme biçiminin dayanağı varlıktır. Varlığı ister Tao, ister Tanrı olarak dile getirin burada önemli olan onda varolan her şeyin mümkün ve gerçek olduğudur ki bu Levinas’ın tabiriyle felsefenin tekil şeyleri bir potada eritme faşizmi demeye de gelmemektedir. “Augustinus gibi bazı erken dönem Hristiyan düşünürler için ayrıntıları dünyada Tanrı’nın bir işareti, onu göstergebilimsel biçimde okumaktansa kendi içinde bir amaç olarak görmek kafirce bir eylemdi.” Gerçi şiir amacı kendi içinde olmasından ötürü bu yüzden kafirce görülebilir; lakin Augustinus’un Hristiyan atmosferinden çıkıp ayrıntıları varoluşla ilişkilendirirsek şiire varırız ki bu bakımdan Augustinus’un bu düşüncesi doğruluğa kavuşur. İşte bu şiirsel mantık hiçbir düşünme yolunu dışarıda bırakmaz ve dışlamaz; Aristoteles mantığı dışında bir akıl yürütüşün tamamen yanlış olacağı iddiasının doğruluğunu bile barındıran bir evrendir bu. Bu bakımdan Tanrıya giden her yolu mübah sayan Hinduizm gibi ‘deliliğin mantığı’ da bizi düzyazınsal mantıktan koparıp varlığa yani kendi sahih varoluşumuza kavuşturacak her düşünme ve söylemi kabul eder. O halde böyle zihinsel bir devrimde akıl ilkeleri denilen ilkelerden çelişmezlik, üçüncü halin olanaksızlığı ve yeter sebep ilkeleri özdeşlik lehine tasfiye edilmelidir ki böylece ilkin bir nesnenin hem var hem yok olabilme ihtimali elimize geçebilsin; çelişik önermelerden her biri aynı derecede doğru olabilme özgürlüğüne tekrar kavuşsun. Bu zaman denen ‘duraduran şimdi’de birer ölü olduğumuzun farkına varabilelim ki bu durum bizi varoluşumuzu yaşamaya itsin. İkincileyin üçüncü halin olanağını yani ‘olabilir’i tekrar ele geçirelim ki zihnimizde öteden beri oluşmuş duvarları yıkabilelim ve artık zihnimiz varoluşumuzu eylememizin önünde bir engel olmaktan çıksın. Son olarak her şeyin bir nedeni olduğu anlayışından da kurtularak artık varoluşumuza ve varlığa nedenler arayarak o hayatı anlamlandırma çabası denen; insanlığın bütün zihinsel enerjisinin boşa gittiği o fasit dairenin dışına çıkıp acımasız ve anlamsız varlığın karşısında ağlamadan durabilelim; dolayısıyla artık kendi varoluşumuzla baş başa kalabilelim. Çünkü böylece sağduyuya dayalı o küçük çıkar hesaplı dünyadan da kurtulmuş olacağızdır. Yani insan varoluşundan kaynaklanan güdülerini “bunu neden yapacağım; bu bana ne kazandıracak?” düşünceleriyle boğup durmayacaktır. Her düşüncesine her eylemine bir sebep aramak onun tutuk bir otomata dönüşmesinden başka nedir ki? Sonuçta Lautreamont’un dediği gibi “Yanlıştan çok doğru” vardır ve hatta “Acıklı bir efsanedir yanılgı.” Çünkü şiirsel söylemin mantığında yanılmaya yer yoktur: “Yanılgıya düşmez düşünme yetisi” Varlığın yüzeyinde Aristo mantığı ve onun belirlediği yaşam hüküm sürüyor gibi gözükse de; bazen uzun süreliğine insanı dumura uğratsa da varlığın estetik yaşantısı ile ona dayanan şiir alttan alta hep elinden tutmaktadır insanı ve şiirin dünyasında “Yanılgılardan yoksun bir öznedir insan. Her şey ona gerçeği gösterir. Hiçbir şey yanıltmaz onu” Biraz Hegelvari bir biçimde “Gerçek olan hiçbir şey yanlış değildir; yanlış olan hiçbir gerçek yokyur. Kuruntu ve yalanın karşıtıdır her şey.” diyecektir Ducasse. Çünkü şiirin dünyasında var olan her şey vardır; öyle ya da böyle.
Anlaşılmayacak bir şey yok.
Billurdan daha az saydam değildir düşünce. Uzun süre dayanana etkilerden söz edeceksek, yalanları düşünceye dayanan bir din birkaç dakika bulandırabilir onu. Kısa süren etkilere gelince, bir büyük kentin kapılarında sekiz kişinin öldürülmesi, hiç kuşkusuz, kötülüğün kökü kazınıncaya kadar bulandıracaktır onu. Saydamlığına yeniden kavuşmakta gecikmez düşünce.
“Düşünceler iyileşirler.” İmdi burada durup her ne kadar quantum metafizikçiliği şarlatanlığından hiç hoşlanmasam da böyle bir düşünsel evrenle temelinde Aristoteles mantığı olan evren arasındaki ilişkiyi Newton dünyasıyla quantum dünyası arasındaki ilişkiye benzeteceğim. Aristoteles mantığında gündelik hayat sürer tıpkı Newton fiziğinin atom üstü düzeyde iş görmesi gibi; ama bu dünyada insan varlığa ve varoluşuna yabancı kalmıştır. Oysa tıpkı atom üstü düzeyin aslında atom altı parçacıkların olanaklı sonsuz durumunun bir görünüşü olması gibi düzyazınsal, gündelik dünya da aslında deliliğin mantığının yani basitçe söylersek çılgınlığın sabitlenmiş bir dışavurumundan başka bir şey değildir. Gerçekten de yaşayan ölülerin anlık varoluşlarını kurulu düzenin devamına kurban etmeleri delice ve çılgınca bir şey değil midir? İnsanlık hangi nihai amaca varmak için aynı düşünme ve eyleme biçimlerini; kurumlarını muhafaza etmek için uğraşıp durmaktadır. Burada Sisifosça bir cezanın yaşanışı yok mudur hem de ‘yeter sebepsiz yere’.