Düzyazınsal dünyaya karşı şiirsel söylem
Uğur’un da dediği gibi “sözü kışkırtıcı kılmanın bazen uyarıcı olduğu, düşüncenin sınırlarını çatlattığı, kalıplaşmış algılayışları yerinden oynattığı da bir gerçeklik değil midir?” Gerçekten de şiir varlığın yapay kurgulanışının temelindeki mantığa karşı olduğu için “dilin … (verili anlam) dünyasına saldırı ile başlar” Çünkü dil, ticari ve bürokratik iletişimin aracısı olmaya indirgendiğinden sulandırılmış ve lekelenmiştir; düşmüş vaziyettedir. Bu yüzdendir ki örneğin formalist
Şiir sözcükleri solmuş, konuşmaları yiyecekleri kadar yavan ve lezzetsiz hale gelmiş ve deneyimleri sıkıcı bir şekilde rutinleşmiş modern kişiler nezdinde bir tür ruhani terapidir. Faydanın yönettiği, herşeyin sadece başka bir şeyin hatrına var oluyor gibi göründüğü, duyularımızın duygusuzlaştığı, anestezik düzenin şiiridir bu. (‘Duygusuz’ anlamına gelen ‘anestezik’ sözcüğü, sanata değil duyulara ve algıya gönderme yapan bir sözcük olan ‘estetik’in zıttıdır.) Formalizm, yabancılaşmış bir toplumun şiir sanatıdır ve bu yabancılaşmaya tepkisi de, ironik biçimde, yabancılaşmayı yabancılaştırmaktır. Onları yenilenmiş bir halde yaşayıp hissetmeye başlayabilmemiz için otomatikleşmiş olan dilimizi ve deneyimimizi yabancılaştırır. İki olumsuzdan bir olumlu çıkar.
Dolayısıyla “Şiir dile, toplumsal kurallara, ahlaka ve anayasaya karşıdır. Din mi dediniz? Şiir dine karşı bile değildir.” Aslında “Şiir dili, dili özgürleştirmekle ilgilidir… mantıksal gereklilik değil, estetik gereklilik sağlar.”
Altıok şiirin neliğinin yine sadece şiirle; şiirlerden hareketle bulanık da olsa anlaşılabileceği kanısındadır. “… şiir ne olduğu düzyazıyla anlatılamayan, sadece duyulan ve sezilen bir varoluş biçimine sahiptir. Şiirden şiire değişir ve ortak bir paydada toplanıp genelleştirilemez.” Çünkü ona göre deyim yerindeyse her şiir kendine ve şairine ait farklı bir poetika taşır içinde: “… her şiirin kendi özü ve biçiminden gelen güzellikleri vardır. Bunun için şiir konusunda yapılan değerlendirmeler belli bir şiire belli bir yaklaşım olmaktan öteye geçemezler.” Haklıdır da; iş şiirin ne olduğu sorusuna topyekün bütün şiirleri kapsayacak bir yanıt aramaya geldiğinde bu araştırmanın zemini ayakta duramayacak kadar kayganlaşır. Bu yüzden okur akıldan çıkarmamalıdır ki benim bu yazımın arka planında da benim kendi şahsi şiir anlayışım yani poetikam yatmaktadır ve şiir hakkındaki bu söylemlerim bütün şiirlere genellenemez. Şair Ülkü Tamer’e kulak verirsek yine bir şiirle şöyle cevaplar “şiir nedir?” sorusunu:
ŞİİR İÇİN CEVAPLAR/ 1/ Şiir gecenin kardeşidir, gündüzün annesi/ /yürekteki büyükbabadır şiir/ /2/ /Şiir örümceğin sesidir,/duvarın şarkısı./ /Duvarcının türküsüdür şiir./ /3/ /Şiir yağmurun deresidir,/saç diplerinin teri./ /Teknelerin taze sancağıdır şiir./ /4/ /Şiir afişlerin çerçevesidir,/harflerin çizgisi./ /Çıngırağın içindeki madendir şiir./ /5/ /Şiir kamyonetlerin mavisidir,/kamyonların yiğitliği./ /Faytonların yazılmamış tarihidir şiir./ /6/ /Şiir bakracın çeşmesidir,/kuyunun yolcusu./ /Kaynağın bekçisidir şiir./ /7/ Şiir cambazların dengesidir,/hokkabazların seyircisi./ /Sihirbazların rüyasıdır şiir./ /8/ /Şiir üzümün güneşidir,/ elmanın kurdu./ /Böğürtlenlerin tozudur./ /9/ /Şiir gümüşün simgesidir,/çeliğin yapılışı./ / Kurşunun çıkışıdır şiir./ /10/ /Şiir çitlerin dikenidir,/ tarlanın sürülmesi./ /Rençberin dalgınlığıdır şiir./ /11/ /Şiir tatarcıkların saatidir,/ ateş böceklerinin saniyesi./ /Tabiatın yıllarıdır şiir./ 12/ /Şiir ölümün gölgesidir,/ yaşamın örtüsü./ /Çocuğun savunmasıdır şiir./ /13/ /Şiir kumsalın eleğidir,/ kayanın tortusu./ /Mermerin sunduğu damardır şiir./ /14/ /Şiir uykusuzluğun şiltesidir, /uykunun haritası./ /Balkonun uyanışıdır şiir./ /15/ /Şiir ateşin habercisidir, /yangının kundakçısı./ /Yanardağın üstündeki kuştur şiir.
Belki de şiir bütün tezatlıkların ya da herşeyin birbiriyle uzlaşabildiği tek platformdur. Dolayısıyla başka bir mantık önermektedir şiir: “Yeni bir mantık: güzellik… mantığı” Bu yeni mantığın dışavurumu olan şiir, “genel olarak akıl dışıdır. Çevresel uygunluğu bakımından düz akla aykırıdır” ve “üstelik verili aklı parçalamada sonsuz olanaklara sahiptir.” Çünkü şiirsel söylemde bir dize bazen hem olumlu hem olumsuz anlamı beraber içerir. Böylece Aristoteles’in çelişmezlik ilkesi yıkıma uğratılarak dilsel ve düşünsel devrimim yolu açılır. Şiirsel söylemdeki bu devrim okuru da bir okuma devrimine itecek; devrimci bir okumayı zorunlu kılacaktır. Başka bir bakış açısından bakarsak bu durumun sebeplerinden biri de şiirin imgeye dayanmasıdır ki imgenin “içinde hem cennet hem cehennem, hem geçmiş hem gelecek yalazlanır durmadan. İşte bu yalazın içinde bilinç ve biliçaltı hınzırca gülümser insana.” Dolayısıyla şiir barındırdığı imgeler aracılığıyla düzyazınsal, ussal dünya kurgusunu dil, mantık ve zaman boyutlarını yıkabilme imkanına sahiptir; mesela bir süreç olarak kurgulanmış düzyazınsal dünyanın tarihsel boyutunu da dumura uğratabilir. Çünkü “İnsanın ve dünyanın, yani sonsuzun birimidir şiir.” Dolayısıyla “Şiir zaman ve mekanın sonsuz ekseninde bizi özgürce dolaştırır. Geçmişle geleceğin büzüşüp toplandığı bir şimdinin sanatıdır şiir. İyi şiirin devrimciliği de buradan gelmektedir.” Bu yüzden şair de sonsuzluğa aittir; onu dile getirir: “Kulak ver sesine ozanın!/ Geçmişi görür o; geleceği, bugünü”
Şiir yalnızca yeni bir mantık önermekle kalmaz; başka bir dil de önerir “sözcüklerin gerdek gecesi buluşturulmasıyla oluşan yeni bir dil”; kurgulanmış dünyanın hakimiyetine girmiş günlük dilden başka bir dil: “Bir dili var kelimelerin/ İnsanların konuştuğu dilden başka,/ Gece karanlıkta fısıldaşırız/ Gündüz aydınlıkta…” Lautreamont’un şiirinde de “dilin kendisi devrim geçirmekte ve anlam bağlamında düzyazıdan bağımsız yeni bir ‘semantik’ önerilmektedir. Şiirin bu özelliği hakkında şöyle der Altıok: “günlük dilden farklı yoğunlaştırılmış bir dildir. Bu durum şiirin nesnel gerçekliğin üstünde olan dilin de üstünde bir üst dil olduğunu gösterir. Çünkü şiir sözcükleri kendi iç mantığına göre bir araya getirir… İmgenin bir iç mantığı olduğu unutulmamalıdır.” Yalnız burada ‘nesnel gerçeklik’ derken ne kastedildiği önemlidir. Usa dayalı olarak kurgulanmış düzyazınsal gerçeklik kastediliyorsa buradan şiirin gerçeklikten bir kopuş olduğu sonucu çıkar. Oysa gerçekliğin nesnelliğinden bahsetmek nesnellikten ne anladığımıza bağlıdır. Eğer ondan ‘çoğunluk tarafından kabul görürlük’ü anlıyorsak şiirin ondan uzak olduğu doğrudur. İkincileyin şiir gerçekten bir üst dil midir yoksa düzyazınsal dünyanın kazınmasıyla varılabilen ve aslında orada keşfedilmeyi bekleyen sahih dil midir? Ben şiirin düzyazının çevreleyip üzerini örttüğü sahih bir dil olduğu görüşüne katılmaktayım; çünkü onun bir ‘üst dil’ olduğunu söylemek onun yapay bir dil olduğunu söylemeye gelir. Halbuki daha sonra bahsedeceğimiz gibi şiirsel söylem yeni değil üzeri yüzyıllar boyunca düzyazının baskısında kalmış bir söylemdir. Dolayısıyla onun başkalığı ya da yeniliği onun yeniden ifşa edilmesinde saklıdır. Bu arkaik dile bir geri dönüş anlamına gelmemektedir; nihayetinde dil de gelişen bir şeydir. Burada kastedilen keşfedilmesi beklenen dil zamane insanının örtülü sahih dilinin şiirsel söylemle açığa çıkmasıdır. Altıok şiirin başka bir mantığı olduğunu teslim etmektedir ki ona göre imgenin örtük de olsa içine sindiği şiirlerde “çoğu insana imgeyi (anlamak değil y.n..) sadece yaşamak kalır.”
Kısaca söylemek gerekirse Muzaffer Kale’nin tanımıyla “Şiir” verili ve kurgulanmış dünyanın diline karşı özgürleşen “dilin yeraltı faaliyeti”dir. Dolayısıyla şiirsel söylem “günlük dilin ya da düzyazı dilinin mantık ve doğrulama ilkeleriyle düşünülürse, bozuk bağdaştırma ya da anlatım bozukluğu olarak görünür” . Mesela Uğur’un verdiği örneğe göre:
… “Adam masaya fili koydu.” ya da “Adam masaya sonsuzu koydu.” Tümceleri, günlük konuşma ya da düzyazı mantık ve doğrulama ilkeleri bakımından bozuk bağdaştırmadır. Bu tümceler, bilimsel bilgi ya da emprik bilgi ile çelişir, çeliştiği için de anlamca doğrulanamaz.
Sonuç olarak iyi bir şiir ussal olarak kurgulanmış dünyayı hem bozmalı hem de yerine kökeni insanın var-lığına bağlı sahih tecrübeyi koyabilmelidir. Altıok’un tabiriyle şiirdeki “amaç; nesnel gerçekliği kağıt üzerinde değil, okurun kafasında, düşüncesinde bozmaktır.”
Bu bakımdan şair de ve alımlayıcısında bu düşünsel devrime yol açarak onun eylemlerini de sahih varoluşuna bağlar. Çünkü söylem ile eylem arasında koparılmaz bir bağ vardır. Hatta denebilir ki insan söylem labirentlerinden geçmeden varolanlarla eylemsel bir ilişkiye giremez. Şiirsel bir dille söylersek taşlara ve tenlere giden yol tasarım olarak dünyadan geçer. Yani her eylem ben’de sözel olarak yaşanır; çoğu zaman eylemin yapış tarzını ve yolunu da önceden belirleyen sözler ve söylemdir ki dünya da ben’in sözel tasarımından başka nedir ki zaten. Öyleyse şiir “Kanıksanan, alışılan, düzenin kitlelere şırıngaladığı, öğrettiği, üzerinde düşünmesini istemediği ‘gerçeklik’i sarsar; bu ‘gerçeklik’e yönelik kuşku tohumları saçar beyinlere.” “Şiir yalnızca var olarak dahi ütopyacı bir işlevi yerine getirir, emeğe, baskıya ve sorumluluklara daha az esir olacak bir hayat formunun varlığını teyit eder.” Sonuçta “Şiirler bize bir şey söyledikleri gibi bize bir şey de yaparlar; onlar sözel insan yapıları oldukları kadar toplumsal olaylardır da.” Örneğin “Cümlenin söylediği şey, ‘saat epey ilerlemiştir’tir, ancak bu cümlenin açıklamasının gücü cümlenin anlamını şuna getirir: ‘Neden hemen şimdi kalkıp gitmiyorsun?’” Dolayısıyla “Bir şiir yalnızca sözel bir iletişim aracı değil, başlı başına bir maddi olay ve güç alanıdır.” ve aslında hiç de zayıf bir düşmanı değildir düzyazınsal dünyanın; sürrealist yazarların Lautreamont’dan alıp sıkça kullandıkları şu cümlede söylendiği gibi “Denizin bütün suyu, düşünsel bir kan lekesini yıkamaya yetmez” çünkü. Bunun anlamı yazılı haldeki varolanların ‘gerçek’ varolanlardan daha kalıcı bir biçimde var olduğudur. Bir bakıma yazıya dökülmüş tinsel varolanlar ‘gerçek’ vaolanlardan da gerçektir. ‘Gerçek’ varolanların bile sahih varoluşu yazıyla ilintilidir tinsel dünyada. Mesela Sokrates diye bir adamdan ve onun felsefesinden Platon’un diyalogları olmasa nasıl haberdar olabilirdik. Çünkü sözle varedilen; yazıyla kalıcı kılınan herşey; tekrar söz ve yazıyla yok edilemezler; velhasıl ‘gerçek’ varolanlar da yazıya dönüşmeden kalıcı biçimde varolamazlar; ancak ‘ gölgeleri kadar ağırdırlar’ Oysa Elohim’den vampirlere; hukuk kurallarından düzyazınsal söylemlere varıncaya değin insanlığın ortak hafızasına kazınmış bir şeyi yine söz ve yazıyla yoksamaya; ortadan kaldırmaya çalışmak onların varoluşunu daha da perçinlemekten başka bir işe yaramaz. Belki de insanlığın kendi yarattığı bu putların gölgesinden kurtulmasının tek yolu en azından henüz okuma yazma bilmeyen çocuklar dışında herkesin kitap olsun, bilgisayar olsun, sanat eseri olsun bütün kültür taşıyıcılarını ortadan kaldırıp intihar etmesidir. Ama bu çılgınca seçenek bile sonradan yeni bir tinsel dünyanın ve yeni tinsel varolanların ortaya çıkmasına engel olamayacaktır. Bundan dolayıdır ki en kadim dinlerin Tanrılarına varıncaya değin tarihsel putlarının gölgesinde yaşamaya mahkumdur insanlık ve söz ile yazı var oldukça hep yeni tinsel varolanlar eklenip dururlar insanlığın anonim dünyasına. Dolayısıyla yazıya geçtikten sonra hiçbir Tanrı yok edilemeyeceğine göre onlara karşı alınacak tek tavır onlara başkaldırmaktır ki bu başkaldırı yine onların varolduğu dilin alanında yazıyla yapılabilir; yani birbirine karışan yazılı ve gündelik dilin muhafaza ettiği putların kırılabileceği- ama tamamen yokedilemeyeceği- tek alan yine dildir; bunu yapacak olan da dilin kullanımın asi çocuğu olan şiirden başkası değildir. Çünkü düzyazınsal dünyaya yine düzyazınsal felsefi söylemlerle başkaldırmaya çabalamak başkaldırılan dünyanın yani düzyazınsal dilin kurallarının sınırına çıkamamayı da beraberinde getirir. Dolayısıyla düzyazınsal dünyaya topyekün başkaldırı onun kurallarına karşı da olmak zorunda olduğundan elde kalan tek seçenek şiir ve şiirsel söylemdir. Bu noktada unutmamak gerekir ki bu başkaldırı da şiir de yazılı olmak zorundadır. Çünkü yazıya dönüşmezse şiire kaynaklık eden varoluşa dair estetik yaşantılar yaşandığı andan öteye geçemez; imgeler unutulur gider; sözler onu sadece duyanlar kuşağının ölüp gitmesiyle uzay boşluğuna karışıp yok olur; yani ataların dediği gibi söz uçar yazı kalır. Sonuçta her ne kadar kaynağı estetik yaşantıya dayansa da ve asıl yapısı sözsel olsa da bir şiir ancak yazıya dökülerek sonsuzluğa kavuşturulabilir.
İmdi şiir kekemece de olsa insanın sahih varlığının dile gelmesidir. Kekemecedir çünkü varlık anlatılamayandır; bu yüzden düzyazının; bilimin ve felsefenin elinden kaçar ve “varoluş biçimi bakımından hiçbir zaman düzyazıya teslim olmamıştır.” Çünkü özellikle felsefe yüzyıllarca varlığı kavramsal olarak ele almış ve onun bizatihi kendisini gözden kaçırmıştır. Yani insanın var-lık’ı mantık ya da usun onunla ilgili uzun uzadıya söylemlerde bulunsa da sadece imleyebildiğidir. Mantık ve us olsa olsa varlığın yüzeyinde gezer ve onu kendi kalıplarınca kurgulamaktan öteye geçemez. Oysa hakiki şiirin derdi varlığı imlemek değildir; bu yüzden onun görüngülerinin yaşantılarından beslenerek ve onu dile uydurmaya çalışarak değil dili özgürleştirip varlığa uygun hale getirmeye çalışarak usun anlatamadığı şeyi net olmasa da duyurma; deneyimini verme imkanına sahiptir. Yani “Şiir, dilin bizi gerçeklikten koparan değil, ona en derin erişimi sağlayan şey olduğu gerçekliğin imgesidir.”
(Şiir y.n.) bize yaşamın ve gerçekliğin donmamış saf bilgisini verir. Şairin yaptığı iş; yaşamın ve gerçekliğin bilgisini kavramlaştırıp dondurmadan imgesel olarak akıl değil duygu planında okuruna aktarmak, onu yaşama bağlamaktır. Çünkü şiirsel bilgi imgelemle yaşanır kılınmış bilgidir.”
Jaspers:
“Bu dünya, evrensel bir okunuşa kapalı ve şifresini ancak varoluşun (existence) çözebileceği bir başka dünyanın el yazmasıdır.”
Aslına bakılırsa her ne kadar ‘dünya’ mantık, us ve düzyazınsallıkla kuşatılmış olsa da bu kabuk şiirsel dünyanın üzerine kurulmuştur denebilir. Öyle ki bir bakıma şiirsel söylem düzyazınsal dile göre daha önceye dayanmaktadır. Çünkü “İnsanı konuşturan birincil güdüler, (ihtiyaçlar değil) tutkular olduğu için, ilk ifadeleri de ‘mecazlı deyimler’ (tropes) ol”muştur; “ilkönce ‘figürlü’ dil doğ”muştur.“Mecazi dil, ilk doğan dildir.”Düzyazınsal dilin kökenini oluşturacak olan “Özgü anlam sonuncu olarak bulunmuştur.” Yani bir bakıma şiirsel söylemin vazgeçilmezi olan metafor, benzetme ve mecaz, özgü anlamdan önce ortaya çıkmıştır. Arkaik dillerin özgün kullanıcılarına göre bize şiirsel gelmesinin sebebi de bu olsa gerektir. Kadim dini metinlere baktığımızda yazının keşfiyle beraber kullanımının da ilkin metaforik ve şiirsel olduğunu görürüz. Yazının genel olarak ilk kullanımları dini literatürü oluşturmuştur ve hem dini metinler hem de dualar çoğunlukla şiirsel bir biçimdedir. Bu o zamanlar daha yoğun biçimde olan iktidar ve dinin organik ilişkisinin bir sonucu olabilir. Ama özellikle duaların kişiselliği göz önüne alınınca şiirsel söylemin başlangıçta düzyazıya göre bir önceliği olduğu söylenebilir; dua ve şiir arasında hem biçimsel hem de içeriksel benzerlikler vardır. Juliet Mabey dua hakkında şunları söyler: “Dua dönüştürücü ve umut vericidir, insanlara umut aşılar ve anlam kazandırır; aynı zamanda ne olduğumuzu bize gösterir ve ne olabileceğimiz hakkında bakış kazandırır.” Mabey’in dua hakkında söyledikleri-anlam kazandırma hariç- şiir içinde söylenebilecek şeylerdir. Çünkü şiir de insanların kendi varoluşlarını onlara ifşa eden estetik yaşantıya dayandığından kişiye ne olduğunu gösterir. Bir bakıma dinlerdeki Tanrı vb kavramları metaforik olarak okursak dua ile şiir arasındaki ayrım da neredeyse ortadan kalkar. Hatta Von Schubert’e göre şiirin vahiy gibi bir şeydir:
“Yüce Bilgelik’in insanlığa indirdiği tüm vahiylerde kullandığı, imge ve hiyerogliflerden yapılmış olan ve bugünkü durumumuzda uyanıklığın nesrinden ziyade rüyanın mecazi ifadesine benzeyen o dil –ki kapı komşusu Şiir’in söyleminde de karşımıza çıkar- acaba bu dil üst alemin gerçek dili olamaz mı? Acaba, kendimizi uyanık zannederken aslında binlerce yıllık bir uykuya ya da en azından onun rüyalarının yankısına dalmış, orada da Tanrı’nın dilinden ancak birkaç münferit ve muammalı söz algılıyor olamaz mıyız, tıpkı uyuyan birinin çevresinde konuşulanların farkında olması gibi?”
Duada Tanrının Elohim mi yoksa varlığın bir metaforu mu olduğu dua eden veya duayı dinleyen/okuyan öznenin söze bakışına göre değişebilecek bir durumdur. Örneğin deist ya da ateist olduğu tartışmalı olan Voltaire’in şu duasında Tanrı muhtemelen Varlığın metaforu durumundadır: “Ey tüm eserlerinde görülen, bilinmez Tanrı,/ Tanrım son sözlerimi duy:/ Eğer yolumu şaşırdıysam, hükmünü aradığım içindir;/ Yüreğim yanlış yola sapmış olabilir, ama seninle doludur.”
Mabey ayrıca duaların “gerçek tinsel varlığımızı bize anımsatabil”eceğini söylerken neredeyse benim anladığım anlamda şiirden bahsediyor gibidir. Mabey “duaları ortaya çıkaran kültürel, dini ve bireysel çeşitliliğin dualara yansıması sonucunda dua biçimleri arasındak büyük farklılıklar bulun” duğunu söylerken de şiirdeki çeşitliliğin nedenlerinden açıklıyor gibidir. Sonuç olarak dualar bize göstermektedir ki her ne kadar yazının gelişimiyle insanlık şiirsel söylemden giderek kopmaya başladıysa da yazının varlığından önceki sözel dünyada öncelik taşıyan dua biçiminde de olsa bir nevi şiire benzer bir söyleyiştir.
Dua ve şiir arasındaki ne kadar geçirgen bir çizgi olduğunu bir Dakota yerli duasına bakarak daha net görebiliriz:
SESİ RÜZGARDA konuşan,/ Soluğu tüm dünyaya hayat veren, Yüce Ruh./ Duy beni!/ Küçük ve zayıfım, gücüne ve bilgeliğine ihtiyacım var./ Güzellikler içinde yürümemi sağla, kızıl ve altın şafağı/ Gören gözlerimi neşeli kıl./ Sevgiyle yaşattığın her şeye/ Ellerimin dokunmasını sağla./ Öğrettiğin kutsal öğretileri/ Anlayacak kadar bilge kıl beni./ Her yapraktaki ve taştaki/ Gizli dersleri öğrenmeme yardım et./ Güç arıyorum, kardeşimden daha büyük olmak için değil/ İçimdeki düşmanı ele geçirmek için./ Saf bir yürek ve açık gözlerle,/ Sana gelmeye her zaman hazır kıl beni,/ Hayatım söndüğünde, batan bir güneş gibi,/ Ruhum sana gelecek/ Onurla ve utanmadan.
Dikkat edilirse bu duada ahlaki öğeler kadar estetik duyumsal öğelere de rastlanır. Aşağıdaki Navajo yerli duasında ise çoğu zaman imgesel olarak değil de bizzat ismiyle kavramsal olarak anılsa da Tanrı’nın yanı sıra ‘güzellik’e ne kadar değer verildiği görülür. Tanrı dahil herşey güzellikle çepeçevre sarılmış gibidir bu duada.
ŞAFAKTA YAPILAN evde,/ Şafaktan yapılan öyküde./ Şafağın izi üstünde./ Konuşan Tanrı!/ Adımları, adımlarımı düzeltir./ Gövdesi, gövdemi düzeltir./ Zihni, zihnimi düzeltir./ Sesi, sesimi düzeltir./ Nişanları, nişanımı düzeltir./ Önündeki güzellik ile, önümdeki güzellik ile/ Ardındaki güzellik ile, ardımdaki güzellik ile./ Üstündeki güzellik ile, üstümdeki güzellik ile./ Altındaki güzellik ile, altımdaki güzellik ile/ Etrafındaki güzellik ile, etrafımdaki güzellik ile./ Sesindeki güzel polenler ile, sesimdeki güzel polenler ile./ Güzellikle bitti./ Güzellikle bitti./ Akşam ışığının evinde./ Akşam ışığından yapılma öykü./ Akşam ışığının üstünde.
Özetle bu dualar estetik yaşantıların dile gelmesi bakımından şiire oldukça yakındır; fakat dua ve şiir arasındaki bu geçirgen çizgiyi koruyan faktörler birincileyin duanın bir yakarış, şiirin ise saf bir dile getiriş ya da dile geliş olmasıdır; ikincileyin duaların dine ait olmaları yüzünden anonimleşmesi ve şiirin ise şairine ait olması bakımından öznel kalmasıdır. Burada hatırlamak gerekir ki tarihin ilk şairi olarak kabul edilen başrahibe Enheduanna’nın şiirleri de dini içeriklidir. Ama onları duadan ayıran artık bu sözlerin bir yakarı değil son derece öznel estetik yaşantıların dini metafor ve imgelerle dile getirilmesidir. Düzyazı daha sonra egemenliği ele geçirecek ve özgüsel anlama dayanan yapısıyla insanlığı kuşatan anonim dünyayı inşa edecektir. Bu öyle bir inşa olacaktır ki ancak Antik Roma döneminde şiirin kendine has bir söylem olduğunun farkına varılacaktır:
…ancak bununla dilin öteki türleri arasında kesin bir ayrım yoktu. Retorik hepsinin bilimiydi ve şiir, tıpkı tarih gibi, retoriğin yalnızca bir alt dalıydı. Bir tür üst-söylemdi, dlin her tür biçimde başarılı bir iletişim için gerekli yöntemleri tanımlıyordu. Üslupla ilgili stratejileri araştırmanın siyasal bir anlamı vardı, onları kendi retoriksel pratiğinizde en etkili biçimde nasıl kullanacağınızı bilmek anlamına geliyordu. Zarafetle konuşmak ile bilgece düşünmek arasında yakın bir ilişki olduğu düşünülüyordu. Estetik bir hata, siyasal bir hesap hatasına yol açabilirdi.
Yani “Şiir, üzerimizde bariz tasarımları olan bu tür söylemle savaş halindeydi… Shelley’in güzel bir biçimde ifade ettiği gibi, şair muhtemelen karanlıkta şarkı söyleyen bir bülbüldü yalnızca” Şiirin retoriğin bu boyunduruğuna gerçek anlamda başkaldırması ve özgün bir dal olarak kendi yerini alması ise aydınlanma zihniyetine de saldıran romantizm akımıyla olacaktır.“Şiir … Wordsworth ve Coleridge’in İn Lyrical Ballads’ına (Lirik Baladlar) yazdıkları ve bir program niteliği taşıyan ve bir program niteliği taşıyan önsözlerinde olduğu gibi, retoriğin karşısında yer alacaktır.” Lakin erken dönem İngiliz romantikleri Wordsworth, Coleridge, Blake, Shelley, Keats ve Byron gibileri bu sırada ‘kamusal’ alanla şiddetli bir ilişki içinde olmuşlardır.