Şiir yazmak şairin varoluşunun özü müdür?
Burada esas sorumuza tekrar dönelim: Kimdir bu şair ve neden şiir yazar; yada neden sadece estetik yaşantıyla ;varlık ve ben’in varoluşuyla bir olmakla yetinmez de bu yaşantıyı de şiir olarak dışavurma gereği duyar? Bu soruların cevabı şairin özünde gizlidir. O şiir yazmadan duramayandır.
Bir garip yolcu o,/ Esen yele uymuş,/ Ne yaprak, ne su o,/ Kimbilir ne duymuş…/ / Atı yok atlıdır./ Uçmaz kanatlıdır/ Gök yedi katlıdır/ Her katına doymuş/ / İçinde sonsuzluk,/ Yine de susuzluk/ gör ne hale koymuş/ / Ruhu öyle yüklü, Sabrı öyle köklü,/ Bağrın köpüklü/ Mavi sular oymuş/ Güzelin burcu o,/ Bir garip yolcu o…
Çünkü “her şey eylemle yaşar” ve insan dahil hiçbir şey “Eylemsiz duramadığından, bu iş için yaratılmış olduğu sonucuna varırırız.” Şair de şiir yazmadan edemediği için şiir yazmak zorundadır; bu varoluşunun ta kendisidir. Sonuçta şiir de onun özsel eylemidir; hem de kişinin sahih varoluşunu yaşadığı gerçekten onun özüne ait eylemlerden belki de en önemlilerinde biridir. Çünkü gündelik dünyada neye nasıl tepki verileceği düzyazınsal söylem ve mantık tarafından belirlenmiş ve kodlanmıştır. Yani insanın eyleme olanakları halihazırda verili durumdadır; kişinin kendi varoluşuyla bağlantılı olmaktan ziyade öğrenilmiş taklitlerin türevleridir. Örneğin çok mu sinirlendiniz öfkenin size sunulu sayılı eylem olanakları vardır. Mesela yerine göre bağırabilirsiniz; küfredebilirsiniz; yumruk atabilirsiniz ya da elinizdeki cep telefonunu yere fırlatabilirsiniz vb. Ama bu eylemleriniz ve onu uygulayış tarzınız pek az sizin özgün varoluşunuzdan izler taşır. Bazen de insanı yönlendiren insanın sonsuz eylem olanaklarını sürekli artıran anlatıları uygulamaktır. Lakin anlatılardaki karakterlerle özdeşim kurularak yapılan eylem de yine kişinin kendi varoluşunun yada varlığın bir dışa vurumu olmayacaktır. Oysa düzyazınsal mantığın dışına çıkıldığında eylemler de bu mantığa dayalı etiğe değil gerçekten ontolojik bir estetiğe dayalı olacaktır. Öyle ki burada karşımıza anlatı dışındaki sanatlar ve iş yazmaya geldiğinde şiir çıkacaktır. “Şiirsel söylem… uzlaşmanın geri çevrilmesiyle bilinmeze çıkılan yolculuktur.” Şair temelinde Aristo mantığı yatan gündelik dünya kurgusuyla ve onun diliyle uzlaşamadığı için şiir yazar. Mesela Lautreamont da “dünyayı olduğu gibi kabul etmektense kıyamet ve yıkımı seçmiştir.” Bu durum şair açısından “Dünyayla pek de öteki insanların yaptığı gibi ilişki kurmamak anlamına gelir, gerçi bu ( popüler mitolojinin aksine) ona daha az değil, daha bütünüyle uyum sağlamasından kaynaklanır.”
Aslına bakılırsa bu metinde sorduğumuz ve yanıtlamaya çalıştığımız soru hiç de yeni bir soru değildir. Bu biçimde ya da başka biçimlerde sorulmuştur. Mesela Altıok soruyu “şiirin kaynağı nedir?” şeklinde sormuş ve şöyle yazmıştır:
Şiirin dilde varolduğu, beden bulduğu bir gerçektir. Ama bu onun dilden doğduğunu, sadece dilin biçimlenmesiyle ortaya çıkan bir düzenleme olduğunu göstermez. Yunus’un; ‘Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm’ dediği gibi şiir de bürünerek ortaya çıkar ve şiir diye görünür.
Peki nedir şiirde ete kemiğe bürünerek ifşa olan sorusuna ise Altıok kısaca ‘yaşam’ diye cevap verir. Burada kastedilen insanın yerine düzyazınsal dünyanın ikame edilmediği sahih yani varloşuna/var-lığa dayalı ‘yaşam’ı ise Altıok’a katılırım. Bana göre de şiirde ifşa olan, dile gelen kimilerine çok ‘metafizik’ gelse de evrenle paylaştığı varoluşu, atmanı, arkhesi, Ben’dir. Fakat Altıok biraz ilerde şairin şiir yazmasının zorunluluğunu zımnen reddeden görüşler ileri sürecek ve insanın tarihsel çabasının “kendi dışındaki duyan ve düşünenlerle birleşmeye… yönelik ol”duğunu söyleyecektir. Yani şair diğer insanlarla bütünleşmek “duygu ve düşüncelerini” onlarla paylaşmak için şiir yazmaktadır. Böylece şairin şiir yazma sebebi yine bir duygu paylaşımına ve bu paylaşımla yalnızlığından kurtulmasına indirgenmiş olacaktır. Demek ki Altıok şiirde ifşa olan ‘yaşam’dan kişinin duygu ve düşünce dünyasını kastetmektedir. Bunun böyle olduğu az ilerde daha da netlik kazanır:
Her ne kadar bir paradoks gibi görünse de yaratılış bakımından şair Ben’inin kendisiyle dolaysız, bire bir hesaplaşması olarak ortaya çıkan şiirin asıl amacının bireysellikten toplumsallığa uzanmak ve bütünsel insanı kucaklamak olduğunu söyleyebiliriz.
Biraz daha ilerde Altıok “şiir diye görünen şeyin toplumsal yaşam olduğunu” söylediğinde kastettiği şiirin amacının halihazırdaki bu kuru ‘us’ ve ‘mantığa dayalı’; insanın sahih varoluşundan uzak kurgulanmış toplumsal dünyayı görünür kılmak mıdır? Sonuçta şiir diye görünen şey toplumsal olsun olmasın yaşamın dayanağı olan varlığın görünüşü olabilir ancak. Ama yine biraz daha ilerde Altıok ‘toplumsal yaşam’dan ne anladığını açıklar bize: “yaşanmışı olduğu kadar yaşanmamışı da içeren” ve “geleceği de kapsayan bir olanaklar bilgisi”. Sonuçta Altıok ‘yaşam’ hakkında birbiriyle çelişir gibi görünen şeyler söyledikten sonra burada yaşam’ı ‘insanlığın varoluşu ve bu varoluşun potansiyeli’ olarak görüyor gibidir ki bu benim ‘şiirde görünenin daha geniş anlamda varoluşun ifşa oluşu görüşüme yakın bir söylemdir.
Varlığa dair estetik yaşantıların gündelik dilin dışındaki şiirsel söylemle dışa vurumu bizzat sahih bir eylemdir. “Konuşması taşkınların, varlığın sayıklaması” dır. İşte şairi şiir yazmaya iten esas güdü budur; varoluşunun gereğini eylemsel olarak yerine getirmek; daha kısacası şair şiir yazar çünkü şairdir. O yaşantılarını kurulu düzenin verili kurumsal şekilde değil sahih varoluşuna göre eyleyendir; varoluşu şiir yazmayı içerendir. Şöyle der şair: “yaşamak gerek düzmecesiz/ Öyle yaşamak ki sonun sonunda/ Kendinde toplamak uzamın sevgisini,/ Geleceğin çağrısını duymak.” Yani şair şiir yazar; çünkü şiir yazmak onun varoluşunun özüdür. Bu yüzden çoğu şair neden şiir yazdığı üzerine düşünmez bile; her iyi sanatçı gibi o da sanatını yaparken sadece yaptığını yapmaktadır anını yaşamaktadır (carpe diem) ki Lautreamont şöyle der: “Daha sonra yapacağım şeyle ilgilenmeyi gereksinmem. Yaptığımı yapmalıydım. Daha sonra yapacağım şeyleri bulgulamayı gereksinmem.”
Bu söylenenler anlatının dışındaki resim olsun müzik olsun şiir olsun diğer sanat dalları için de geçerlidir. Bunlar hem sanatçının varlıkla; dolayısıyla ben’le kurduğu doğrudan bir ilişki biçimi olan estetik yaşantıların hem söylemsel hem de eylemsel dışavurumudurlar; sanatçının bizzat varolmasıdır ve sanıldığı gibi şiir yazma eylemi asla şairinden bağımsız olmuş bitmiş bir eylem olarak kalmaz. Şiir yazılırken şairini de bir dönüşüme sokar: Onu düzyazınsal dünyadan koparıp esas varoluşuna yönlendiren bir dönüşüm. Şiirin bu dönüştürücülüğünü Uğur şu sözleriyle yazı üzerinden gayet iyi ifade etmiştir: “Yazı, kişinin bilincini, iç dünyasını değiştiren, dönüştüren bir serüvendir; sözü düzenleme, denetleme, derinleştirme, sözün gönderge ile anlık, şimdiye bağlı ilişkisini aşıp onu her yönüyle keşfetme serüvenidir.”