Anasayfa > Books / Kargakara > Şairler Neden Şiir Yazar? (Tam Metin)

Şairler Neden Şiir Yazar? (Tam Metin)

Şairler neden şiir yazar?

“Şiir yazmak zorunda mıyım, öteki insanlardan ayırmak için kendimi? Tanrı korusun!”

Lautreamont

Derler ki ünlü bir veli, Muhammed’in İsra ve Miraç mucizelerini kıskanarak şöyle dermiş: “Ben onun yerinde olsam bir daha dönmezdim. Tanrının katına çıkmışken geri dönmek niye?” Bu rivayet veli ve peygamber arasındaki farkı anlatmak için söylenir. Peygamber insanlara yol göstermekle yükümlüdür; veli ise o yolda yürüyendir; bu yürüyüş sırasında sadece kendi varacağı yeri düşünmesi bakımından bencildir de. Bu açıdan bakınca şairlerin neden peygamberler gibi kitleselleşemedikleri ve muridleri olmadığı ortaya çıkar. Çünkü şairlerin durumu da bu kıssadaki velinin durumuna benzer. Şairler bazen tek tek varolanlar aracılığıyla bazen direkt varlığı duyabilmekte ve onu dile getirmektedirler; ama onların da esas önemsedikleri bu estetik duyuştur; yoksa insanlara yol göstermek değil. Peki ozaman bir şair neden şiir yazar?

 Şiir şairin duygusal boşalımı mıdır?

Önce şaire şiir yazdırdığı düşünülen o bildik güdüden bahsedelim: Şairin duygusal boşalımı. Nizamettin Uğur’un da tespit ettiği gibi “Acemi ya da ortalama şairlerle yazın dilini iyi bilmeyen kimseler, duygulanmayı şiirsel anlam, duygularını dile getirmeyi de şiirsel metin sanmaktadır.”[1] Oysa bütün sanat etkinliklerinin nedenini duygusal boşalımla özdeş görenler böyle düşünmemektedir. Mesela Melina Klein ise duygu paylaşımını da aşarak şiiir ya da değil bütün bir yazma ve okuma etkinliğini Freudyen bir biçimde yazar ve okurun karşılıklı cinsel etkileşimine indirger:

Kalem sapının cinsel-simgesel anlamının yükünü boşaltarak tüm yazma edimine yayıldığı gözlenebiliyor… Elbette burada itkisel bileşenlerin sağladığı başka unsurlar da işe karışıyor: okumada ‘bir delikten bakma’ olayı, yazıda teşhirci, saldırgan ve sadist eğilimler; kalem sapının cinsel-simgesel anlamının kökeninde olasılıkla silah ve el vardır. Yine belirtelim ki, okuma etkinliği nispeten daha edilgin, yazma etkinliği daha etkindir ve genital-öncesi yapılaşma aşamalarında gerçekleşen çeşitli ‘sabitlenmeler’ (fixation) her ikisini de etkileyen ketvurma olaylarında önemli rol oynarlar.[2]

Şiiri böyle konumlandıranlara göre şiir bir ağlama duvarıdır ve şair onun önünde ağlayarak duygusal olarak rahatlamaktadır; yani şairin özü durmadan acı çekmek olarak belirlenir. Ona şiir yazdıran şey acı çekmesidir. Bu acıyı da şiir yazıp dışavurarak sağaltabilmektedir. Burada kabul etmek gerekir ki acı da varlığın yaşantılarından yani görüngülerinden biridir; beri yandan unutmamak gerekir ki bu fenomenlerden sadece biridir. Burada şöyle denebilir: şair zaten sadece acısını dışa vurmaz, mutluluğunu, coşkusunu hatta hissizliğini de şiirinde dışavurabilir. Sonuç olarak şiirin ana güdüsünün şairin duygusal boşalımı olduğunu ileri sürenlere göre genelde acı olmak üzere şair duygularını veya tavrını dışavurarak rahatlamaktadır. Belki böylece tıpkı arabesk bir şarkıcı gibi alımlayıcının duygudaşlık kurabileceği bir figür olmaktadır. Bu görüşte şiir alımlayıcı onun şiirlerinde kendi ruh halini bulabiliyorsa değer kazanabilecektir. Yani şiirin temelinde varlığın yaşantısı olup olmaması bu şiir anlayışını pek ilgilendirmez; şiir basit bir özdeşim kurma aracına ve kitlesel bir günah çıkarma; hep beraber meydanlarda ağlama ya da coşma etkinliğinin bir vesilesine dönüşüverir. Burada şairden beklenen varlığın hakikati olarak güzelliği ortaya koyabilmesi değildir. Bu şiir anlayışında buna ihtiyaç da yoktur. Şairden beklenen herkesin yaşadığı ama dile dökemediği duyguları şiirsel dili araç olarak kullanarak dışavurmasıdır. Şiir yazma sebebi olarak psikolojik rahatlamayı koyan anlayışta şair alımlayıcının duyabildiği kadar şiir yazabilir. Artık şiir kitleselleşmiş; değerlendirilmesi bakımından alımlayıcının duygularına mahkum edilmiştir. Güzelliğin ifşası ikinci plana atılmış ve ona duyguları kitlelerin anlayabileceği bir biçimde dile getirme görevi yüklenmiştir. Dolayısıyla estetik yaşantı yığınların safdil duygusallığına kurban edilmiştir. Ece Ayhan’ın dediği gibi bu şiir ‘erkek emzirir abiler’. Özdemir İnce’ye göre ondan önce şiirsel söylem olmadığını söyleyebileceğimiz ‘delikanlı’ şair Lautreamont da duygularını sağaltmak için şiirler yazanları Poesies I’inde acımasızca eleştirmiş ve onlara “Herkesin önünde ağlamayın” demiştir, “Mutsuzsanız, okura söylememelisiniz bunu. Kendinize saklayın onu.”[3] Ece Ayhan gibi o da kendi döneminin şairlerini hem de  Lamartine, Hugo, Musset gibi tanınmış ve büyük şairlerini “Her zaman ağlamaklı” olmakla itham etmiştir. Ona göre hakiki şiir “İnsanın kendi kendisiyle, tutkularıyla girdiği savaşımlardan söz etmez, ayrıklık olarak.”[4] Kendini on dokuzuncu yüzyılın şairi olarak takdim eden Lautreamont insanlığın artık olgunluk çağına yaklaştığını söyler. İnsanlığın ruhu iyilik yönünde değişirken “Şiirin ülküsü” de “değişecektir. Trajediler,…, üzünçlemeler ağır basmayacak”tır artık. Şiirde de “Özdeyişin soğukluğu öne geçecek”[5]tir.[6]  Bu başkaldıran şaire göre “Can sıkıntısını, acıları, hüzünleri, karakaygıları, ölümü, bilinmezliği, karamsarı, vb., dile getirmek, ne pahasına olursa olsun, olayların çocuksu yanına bakmak istemektir yalnızca.”[7]

Şair takdir görmek ve egosunu tatmin etmek için mi şiir yazar?

Yoksa şairin şiir yazma sebebi takdir görme isteği yani sadece basit bir ego tatmini midir? Eğer böyle bir sonuca varırsak şiir bütün kutsiyetini yitirecek ve ego tatmini yapılabilen eylem türlerinden biri olmaktan öte bir anlam taşımayacaktır. Tabiî ki çoğu şair okunmak ve beğenilmek en azından kendisini duyabilecek kulaklar tarafından işitilmek ister. Mesela Lautreamont da yayıncısına yazdığı mektuplardan birinde “bir kez tanınınca gerisi kolay”[8]derken aslında daha çok okura ulaşmanın derdindedir; yoksa hakiki bir şairin şiir yazma sebebi sadece basit bir meşhur olma isteği ya da şahsi tatmin olmasa gerektir. Bence bu bazı şairlerin karanlık yanı olabilir sadece ama asla şiir yazmanın en azından tek ya da en güçlü sebebi olamaz. Lautreamont ün arayan şairin bu karanlık yanını Pascal’ın bir sözünü tersine çevirerek şöyle ifade eder: “Özellikle şairler! Ünü göz önünde bulundurarak yazanlar, iyi yazan yazar ününü isterler. Onu okuyanlar, onun okuru olmanın övüncesini isterler. Aynı şekilde böbürlenecek, onu okuyacak olanlar.”[9]Nobel ödüllü Rus şair Pasternak da rahatsızdır bu anlayıştan; çünkü ona göre de ün kazanmak, meşhur olmak değildir şairin amacı ki şu dizelerle itiraz eder bu anlayışa:

Güzel değil ün sahibi olmak./ Kişiyi yücelere ulaştırmıyor bu./Arşivler tutmaya gerek yok,/ Üzerine titremeye el yazılarının./ / Özünden vermektir yaratmanın ereği,/ Ses getirmek değil, değil başarı./ Utanç vericidir bir anlama gelmiyorken/ Düşmek kamunun diline bir mesel gibi.[10]

O yüzden bu önemli soruya tatmin edici bir cevap bulmaya mecburuz. Aksi halde bütün sanat etkinliklerinin sanatçının büyük egosundan kaynaklandığını kabul etmiş oluruz.

Şair sonsuzluğa ulaşmak için mi şiir yazar?

O halde sorumuz hala elimizde durmaktadır: Şair gerçekte neden şiir yazar? Genel olarak yazı yazma özel olarak da şiir yazma sebebi olarak ortaya atılan güdülerden biri de yazarın sonsuzluğa erme isteğidir. Temelinde Kartezyen ruh-beden ikiliği olan bu görüşe göre değil mi ki ruh kendini sözcüklerde bulmaktadır; eğer ruhunuzu kağıda dökerseniz bedeniniz ölse bile ruhunuzun belli bir kısmını denize atılan bir mektup şişesi gibi sonsuzluğa atabilirsiniz. Bu gerçekten de şiir yazma sebebi olarak diğerlerine göre daha sağlam bir argumandır. Belki bu yüzden pek çok sanatçı ve sonsuzluğa eserlerini bırakıp genç yaşta intihar etmiştir. “’On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini’ diyerek… arkasında anı bırakmak istemeyen, kısacık ömrü, üç dört yıllık bir edebi yaşamın geçmişini silmeye kalkışan”[11] Lautreamont gibi. Poesies II’sinde şöyle der Ducasse: “İçimizdeki yaşamla yetinmeyiz. Düşsel hayatla yaşamak isteriz başkalarının düşüncesinde. Olduğumuz gibi görünmeye zorlarız kendimizi. Aslında gerçekten başka bir şey olmayan düşsel varlığı korumaya çalışırız.”[12]Ama 19. Yüzyılın şairi olma iddiasındaki kibirli şaire yakışmayacak biçimde yazarın sonsuzluğa ulaşma isteğini ağır sözlerle eleştirir: “Öylesine az kasıntıyızdır ki, yeryüzünün, dahası bizden sonra gelecek insanların bile bizi tanımasını isteriz. Öylesine az kibirliyiz ki, beş kişinin, haydi altı diyelim, saygı göstermesi avundurur bizi, onurlandırır.”[13]Gizemli şair burada özeleştiri mi yapmaktadır kara mizah mı pek anlaşılmaz.

 Kimi yazarlar da ‘yaşamak’ı yazmak’la değişirler. Mesela “Jean-Jacques yok (absent) olmayı ve yazmayı seçer.”[14] İtiraflar’ında şöyle yazmıştır Rousseau: “Ben var oldukça değerim asla bilinmezdi[15] Böylece Jean_Jacques “’Mevcut’ hayatı”ndan, fiili ve somut varoluşu”ndan “vazgeçip kendi”ni “hakikatin ve değerin idealliğinde tanıtmış ol”[16]ur. “Yazma eylemi özü itibariyle –ve burada örnek alınacak biçimde- mevcudiyetin en büyük simgesel yeniden sahiplenişini amaçlayan en büyük fedakarlık”[17]tır, “…Rousseau ölümün sadece hayatın dışı olmadığını biliyordu. Yazı yoluyla ölüm aynı zamanda hayatın açılışını da yapar. ‘Ancak kendimi ölü bir adam olarak gördüğüm zaman yaşamaya başladım.’(İtiraflar, VI. Kitap.)”[18]

Düşünsel bir biçimde sonsuzlaşma arzusu sadece mecazi de olsa insan için önemli bir avuntudur. Burada yazıya dökülmüş sözlerin insanın ruh ya da düşünsel varlık olarak sürdürmesine olanak taşyabileceği görüşü dediğimiz gibi Descartes’in temellendirmesiyle felsefi olarak insanlığın zihnine kazıdığı insan varoluşunu beden-ruh olarak ikili bir biçimde tasarlama anlayışına dayanır. Oysa bu insanı dualist bir biçimde gören anlayış insan varoluşuyla pek de uyumlu değildir. Nihayet dediğimiz gibi geride yazılarını bırakan kişi sadece mecazen yaşar. Ayrıca burada zamanın kavranışında varlığa uygun olmayan bir yan daha vardır: Zamanın süreç olduğu anlayışı ki

 … Platon’un bu zaman anlayışı genel bir kabul görmüş ve onun varlıkla bağlantısı üzerinde önce Spinoza ve sonra da Heidegger’e kadar pek de durulmamıştır. Aristoteles’te ise ‘zaman daha önce ile daha sonraya göre bir devinim (ölçme) sayısı’[19] olarak görülmüş ve varlıkla bağlantısı onun var olanların değişiminin ölçü birimi şeklinde ortaya konulmasıyla koparılmış; dolaylı bir biçimde açıklanmıştır. Çünkü burada sayımı yapılan şey varlığın hareketi değil; tek tek var olanların hareketidir. Lakin bu zamanı anlayış biçimlerinden hiçbiri varlığın kendisiyle ilinti kuramamakla beraber onun bir anlatı olarak kavranması hatasına temel oluşturmuştur. İşte zamanın bu geleneksel olarak bir süreç ya da hareketin ölçüsü biçiminde ele alınışına ilk haklı itirazlardan biri Spinoza’dan gelmiştir. Ona göre “oluşu zaman içinde görüp kavramak, bulanık ve gerçeğe uygun olmayan bir bilgiye vardırır”.[20] Bu Dasein’ın varlıktan kopuk gündelik hayatında işgören, bu yüzden de üzerinde hiç düşünülmeden ezbere kabul edilen geleneksel zaman algısının hatası yalnızca varlığın yüzeyindeki görünüşleri olan var olanlarla ilgili olması ve varlığın temel özelliğini, yani sonsuzluğunu görmezden gelmesidir. Sonsuzluk varlığın en temel özelliği olduğuna göre asıl yapılması gereken sonsuzluğun geleneksel kavranışının zamana uygulanmasıdır. Bu da zamanı tıpkı sonsuzluk gibi “ ‘duraduran şimdi (nunc stans)’ anlamında ele almak”la[21] mümkündür. Çünkü sonsuzlukta bir an ile milyon yıllar arasında hiçbir nitelik farkı yoktur. Muğlak an kavramı her ikisine de, hatta sonsuzluğa uygulanabilir ki ölüm bilinci sayesinde gelecekte ‘hiç’ olacağının farkında olan insan sonsuzlukta bir an olduğunun da farkındadır. Dolayısıyla insan kendini de varlığı da an olarak kavramalıdır ki ölüm bilincine dayanan bu kavrayış biçiminde varlığın hakikati olmak bakımından ‘güzelliği’ duymaya karşı bir itilim vardır. Çünkü güzellik süreçte değil anlarda gizlidir ve bu yüzdendir ki hakikat anlatılır/anlatılaştırılabilir bir şey değil duyurulabilir (yaşatılabilir), işaret edilebilir bir şeydir. Demek ki hakikat anlatıya dönüştürülebilir süreçte değil anlarda barındığına göre öleceğinin bilincinde olduğu için anı yaşamaya (carpe diem) itilen kişi varlıkla estetik bir ilişki kurarak onunla bütünleşmeye daha yatkındır.” [22]

 Dolayısıyla bir an ve sonsuzluk arasında niceliksel bir fark olmadığına göre bir bakıma “Bir insanın yaşamını inceleyen biri, türün tarihini bulur orada.[23]Varlık bağlamında zamansal olarak sonsuzluk ve an arasındaki niteliksel farksızlığı varlığı atom metaforuyla imleyen Ducasse şöyle demiştir Poesies II’de: “İmparatorlukların yıkılması, çağların görünümleri, uluslar, bilim fatihleri, bunların hepsi, yayılıp giden, ömrü bir gün süren, bütün çağlarda evrenin görünümünü geçersiz kılan bir atomdan kaynaklanır.”[24]

Her ne kadar mecazen de olsa sonsuzluğa ulaşma düşüncesi şiir yazma eylemi için güçlü bir itici de olsa ‘neden şiir’ sorusuna cevap vermekten yoksundur. Yani evet doğrudur: kurgulanmış, alışılagelmiş anonim dünya tasarımında insan iki kere ölmektedir; birincisi gerçekten ikincisi bütün tanıdıkları onu unuttuğunda. Bu bakımdan Aristoteles bugüne kadar yazılarıyla gelebilmiştir. Fakat bunun için şiir değil yazı yazmıştır; edebiyatın diğer türleri hatta daha ziyade günlükler de bu işlevi yerine getirebilir. Soru halen cevabını aramaktadır: peki yazmanın güdüsü bir biçimde sonsuzluğa ulaşma çabası olsun; ama neden şiir? Bir şair neden şiir yazar?

Şair toplumu aydınlatmak için mi şiir yazar?

Bu noktada meselemiz babında “şaire de peygamber gibi yol gösterici; toplumsal bir misyon yüklenemez mi?” sorusunu ele alalım. Çünkü kimine göre şairin görevi budur: Halkı aydınlatmak. Böylece şair kendiliğinden toplumsal bir peygamber konumuna sokulur. Artık ondan da tıpkı peygamberler gibi kitleleri hakikat hakkında bilgilendirmesi ve harekete geçirmesidir. Bu görüşe göre o ilerici bir minvalde toplumsal mücadelenin bir kışkırtıcısı olmak durumundadır. Ama burada durup şunu sormak gerekmektedir: Hali hazırda bunu düzyazınsal bir biçimde üstlenen liderler, kanaat önderleri ve filozoflar varken şair neden varlığın hakikati olan güzelliği siyasete alet etmek ve bir ajitatör olmak zorundadır? Hele ki şairin gününün toplumundan ilerde ve hatta zamansal olarak evrensel olması onun hakiki özelliğiyken. Şiir “Geçmişin, şimdinin ve geleceğin DOSTLARINA”[25] yazılmalıdır; sadece bugünün insanına değil. İyi bir yazar ya da şair sonsuz zamanda insanlıkla bağ kurmalıdır. Bugün olduğu kadar yarın da; burada olduğu gibi her yerde okunabilmelidir. Ducasse’a göre de çağının ötesine ulaşacaksa şair şiirini yazarken kendi döneminin gelip geçici olaylarından rahatsız olmayacak bir zihinsel dinginliğe sahip olmalıdır: “Çevresinde kopan Patırtı’nın en küçük gürültüsünden rahatsız olacak kadar bağımlı değildir en büyük insanın ruhu (kafası).” Çağları aşan gerçekliği varlığı yakalamak için bu böyle olmalıdır: “Usunu güç duruma düşüren, krallıkları yöneten bu zekayı bulandıran hayvanı kovacağım, gerçeği bulmasını istiyorsam.” [26] Bu yüzden çağının olaylarını yadsırken edebiyatıyla yüzleşmeden edemez Ducasse. Ayrıca unutulmaması gereken noktalardan biri de öyle ya da böyle siyasete bulaşan her şey gibi şair ve şiir de kirlenmeye mahkumdur. Çünkü,

… şairin okura (doğrudan y.n.) bir eylem önerisiyle gitmesi… şairi zorunlu olarak şiir dışına çekeceğinden şiirden ödün vermesine neden olur. Onun şiirsel etkinliğini köreltir. Oysa şiirsel etkinlik sadece şiirle verilebilir. Şiiri politik bir amaca yöneltmek onu sosyal ve siyasi bir düşünceye hizmet eder duruma getirmek, bu düşünce ne kadar yüce olursa olsun doğru değildir. Yakın bir geçmişte ‘devrimci şiir’ savsözüyle ortaya konan bir çok yoz ürünün gerisinde bu yanlış tutum yatmaktadır.[27]

Şairin ve şiirin toplumsal bir boyutu elbette vardır. Bu noktada Nizamettin Uğur’un şu görüşü oldukça haklıdır: “Kimi sanatçı, toplumsal bilince ilişkin kuramsal bir donanıma sahip değildir üstelik; ama yaşamı algılama biçimi onu ‘muhalif’ konuma iter (ya da itebilir y.n.)”[28] Ama bu etki doğrudan bir etki olmak durumunda olmadığı gibi şairin asıl niyeti de olamaz. Çünkü şair varolanlar ve yaşantılar aracılığıyla varlığı duyumsarken toplumu yönlendirmek gibi bir niyet içinde değildir. Hakikatin içinde yatan toplumsal etki şiirin içinde kendiliğinden içkin olabilir ancak. Öyle ki şiir siyasete ve toplumsal olaylara doğrudan karışmayarak güzelliğin yani hakikatin ifşa olmasına izin verir; “…Çünkü şiir hiçbir şeyi yapmaz: hayatta kalır/ İdarecilerin kurcalamayı istemeyecekleri/ Kendi yapımının vadisinde…”[29] Ama şiirin bu ‘ayakta kalışı’ hakikatin insanlara etki etmesini de sağlayacaktır. İşte şiirin bu yok edilemezliği ve etkisidir egemenleri şiir karşısında ürküten.  Oysa şiiri siyasi bir araç olarak gören anlayış şiirin siyasi ve aktüel bir metin olarak kalmasına; uzun erimli olmamasına yol açar.

… şair içinde yaşadığı toplumun aydın bir bireyi olarak ‘memleket hali’ karşısında bir çok eylemlerde bulunabilir. Ama bu eylemler onun kişilik etkinliği olarak yapıldığında bir anlam kazanır. Şair herhangi bir kuruma, bir derneğe ya da siyasal partiye üye olabilir. ama bunu şiirle yapmaya kalkışmak hem ucuz hem de şiir adına yanlış olur. Şair şiirinin tınısını her ne amaçla olursa olsun bozmamalıdır. Çünkü böyle bir tutum şiiri şiir olmaktan çıkarıp onu asıl yararlı olan görevinden uzaklaştırmaya ve yozlaştırmaya yarar.[30]

Bu tarz ideolojik amaçlarla yazılmış şiirler kendi çağında estetik bir beğeni yaratıyorsa da bu beğeni hem günün koşullarının hem de siyasi bir görüşün etkisindedir. Eğer şaire belli bir ideolojinin sözcülüğü görevini yüklerseniz ya da şair kendini böyle konumlandırırsa şiirlerinin dayanağı varlık yaşantısından çok ideolji ve dolayısıyla ideolojik metinler olacak; yani şiirin dayanağı düzyazı ve yaşama düzyazınsal bakış olarak kalacaktır. Bu durumda da şiir, özündeki düzyazınsal dünya anlayışının yıkım aracı olma niteliğini yitirecektir.

Şiir yazmak şairin varoluşunun özü müdür?

Burada sorumuza tekrar dönelim: Kimdir bu şair ve neden şiir yazar; yada neden sadece estetik yaşantıyla varlık ve ben’in varoluşuyla bir olmakla yetinmez ve neden bu yaşantıyı de şiir olarak dışavurma gereği duyar? Bu soruların cevabı şairin özünde gizlidir. O şiir yazmadan duramayandır.

Bir garip yolcu o,/ Esen yele uymuş,/ Ne yaprak, ne su o,/ Kimbilir ne duymuş…/ / Atı yok atlıdır./ Uçmaz kanatlıdır/ Gök yedi katlıdır/ Her katına doymuş/ / İçinde sonsuzluk,/ Yine de susuzluk/ gör ne hale koymuş/ / Ruhu öyle yüklü, Sabrı öyle köklü,/ Bağrın köpüklü/ Mavi sular oymuş/ Güzelin burcu o,/ Bir garip yolcu o…[31]

Çünkü “her şey eylemle yaşar” ve insan dahil hiçbir şey “Eylemsiz duramadığından, bu iş için yaratılmış olduğu sonucuna varırırız.”[32] Şair de  şiir yazmadan edemediği için şiir yazmak zorundadır; bu varoluşunun ta kendisidir. Sonuçta şiir de onun özsel eylemidir; hem de kişinin sahih varoluşunu yaşadığı gerçekten onun özüne ait eylemlerden belki de en önemlisidir. Çünkü gündelik dünyada neye nasıl tepki verileceği düzyazınsal söylem ve mantık tarafından belirlenmiş ve kodlanmıştır. Yani insanın eyleme olanakları halihazırda verili durumdadır; kişinin kendi varoluşuyla bağlantılı olmaktan ziyade öğrenilmiş taklitlerin türevleridir. Örneğin çok mu sinirlendiniz öfkenin size sunulu sayılı eylem olanakları vardır. Mesela yerine göre bağırabilirsiniz; küfredebilirsiniz; yumruk atabilirsiniz ya da elinizdeki cep telefonunu yere fırlatabilirsiniz vb. Ama bu eylemleriniz ve onu uygulayış tarzınız pek az sizin özgün varoluşunuzdan izler taşır. Bazen insanı yönlendiren insanın sonsuz eylem olanaklarını sürekli artıran anlatıları uygulamaktır. Lakin anlatılardaki karakterlerle özdeşim kurularak yapılan eylem de yine kişinin kendi varoluşunun ya da varlığın bir dışa vurumu olmayacaktır. Oysa düzyazınsal mantığın dışına çıkıldığında eylemler bu mantığa dayalı etiğe değil gerçekten ontolojik bir estetiğe dayalı olacaktır. Öyle ki burada karşımıza anlatı dışındaki sanatlar ve iş yazmaya geldiğinde şiir çıkacaktır. “Şiirsel söylem…  uzlaşmanın geri çevrilmesiyle bilinmeze çıkılan yolculuktur.”[33] Şair temelinde Aristo mantığı yatan gündelik dünya kurgusuyla ve onun diliyle uzlaşamadığı için şiir yazar. Mesela Lautreamont da “dünyayı olduğu gibi kabul etmektense kıyamet ve yıkımı seçmiştir.”[34] Bu durum şair açısından “Dünyayla pek de öteki insanların yaptığı gibi ilişki kurmamak anlamına gelir, gerçi bu ( popüler mitolojinin aksine) ona  daha az değil, daha bütünüyle uyum sağlamasından kaynaklanır.”[35]

Aslına bakılırsa bu metinde sorduğumuz ve yanıtlamaya çalıştığımız soru hiç de yeni bir soru değildir. Bu biçimde ya da başka biçimlerde sorulmuştur. Mesela Metin Altıok soruyu “şiirin kaynağı nedir?” şeklinde sormuş ve şöyle yazmıştır:

Şiirin dilde varolduğu, beden bulduğu bir gerçektir. Ama bu onun dilden doğduğunu, sadece dilin biçimlenmesiyle ortaya çıkan bir düzenleme olduğunu göstermez. Yunus’un; “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” dediği gibi şiir de bürünerek ortaya çıkar ve şiir diye görünür.[36]

Peki nedir şiirde ete kemiğe bürünerek ifşa olan sorusuna ise Altıok kısaca ‘yaşam’ diye cevap verir. Burada kastedilen insanın yerine düzyazınsal dünyanın ikame edilmediği sahih yani varloşuna/var-lığa dayalı ‘yaşam’ ise Altıok’a katılırım. Bana göre de şiirde ifşa olan, dile gelen kimilerine çok ‘metafizik’ gelse de evrenle paylaştığı varoluşu, atmanı, arkhesi, Ben’dir. Fakat Altıok biraz ilerde şairin şiir yazmasının zorunluluğunu zımnen reddeden görüşler ileri sürecek ve insanın tarihsel çabasının “kendi dışındaki duyan ve düşünenlerle birleşmeye… yönelik ol”duğunu söyleyecektir. Yani şair diğer insanlarla bütünleşmek “duygu ve düşüncelerini” onlarla paylaşmak için şiir yazmaktadır. Böylece şairin şiir yazma sebebi yine bir duygu paylaşımına ve bu paylaşımla yalnızlığından kurtulmasına indirgenmiş olacaktır. Demek ki Altıok şiirde ifşa olan ‘yaşam’dan kişinin duygu ve düşünce dünyasını kastetmektedir. Bunun böyle olduğu az ilerde daha da netlik kazanır:

“Her ne kadar bir paradoks gibi görünse de yaratılış bakımından şair Ben’inin kendisiyle dolaysız, bire bir hesaplaşması olarak ortaya çıkan şiirin asıl amacının bireysellikten toplumsallığa uzanmak ve bütünsel insanı kucaklamak olduğunu söyleyebiliriz.”[37]

Biraz daha ilerde Altıok “şiir diye görünen şeyin toplumsal yaşam olduğunu” söylediğinde kastettiği şiirin amacının halihazırdaki bu kuru ‘us’ ve ‘mantığa dayalı’; insanın sahih varoluşundan uzak kurgulanmış toplumsal dünyayı görünür kılmak mıdır? Sonuçta şiir diye görünen şey toplumsal olsun olmasın yaşamın dayanağı olan varlığın görünüşü olabilir ancak. Ama yine biraz daha ilerde Altıok ‘toplumsal yaşam’dan ne anladığını açıklar bize: “yaşanmışı olduğu kadar yaşanmamışı da içeren” ve “geleceği de kapsayan bir olanaklar bilgisi”. Sonuçta Altıok ‘yaşam’ hakkında birbiriyle çelişir gibi görünen şeyler söyledikten sonra burada yaşam’ı ‘insanlığın varoluşu ve bu varoluşun potansiyeli’ olarak görüyor gibidir ki bu benim ‘şiirde görünenin daha geniş anlamda varoluşun ifşa oluşu görüşüme yakın bir söylemdir.

Varlığın estetik yaşantılarının gündelik dilin dışındaki şiirsel söylemle dışa vurumu bizzat sahih bir eylemdir. “Konuşması taşkınların, varlığın sayıklaması”[38]dır. İşte şairi şiir yazmaya iten esas güdü budur; varoluşunun gereğini eylemsel olarak yerine getirmek; daha kısacası şair şiir yazar çünkü şairdir. O yaşantılarını kurulu düzenin verili kurumsal şekilde değil sahih varoluşuna göre eyleyendir; varoluşu şiir yazmayı içerendir. Şöyle der şair: “yaşamak gerek düzmecesiz/ Öyle yaşamak ki sonun sonunda/ Kendinde toplamak uzamın sevgisini,/ Geleceğin çağrısını duymak.”[39] Yani şair  şiir yazar; çünkü şiir yazmak onun varoluşunun özüdür. Bu yüzden çoğu şair neden şiir yazdığı üzerine düşünmez bile; her iyi sanatçı gibi o da sanatını yaparken sadece yaptığını yapmakta; anını yaşamaktadır (carpe diem) ki Lautreamont şöyle der: “Daha sonra yapacağım şeyle ilgilenmeyi gereksinmem. Yaptığımı yapmalıydım. Daha sonra yapacağım şeyleri bulgulamayı gereksinmem.”[40]

Bu söylenenler anlatının dışındaki resim olsun müzik olsun şiir olsun diğer sanat dalları için de geçerlidir. Sanat eseri hem sanatçının varlıkla; dolayısıyla ben’le kurulan doğrudan bir ilişki biçimi olan estetik yaşantıların söylemsel/ eylemsel olarak görünür olması hem de sanatçının varoluşunun dışavurumudurlar. Ve sanıldığı gibi şiir yazma eylemi asla saf söylemsel bir iş olarak kalmaz. Şiir yazılırken şair bir dönüşüm içindedir de: Düzyazınsal dünyada koparıldığı varoluşuna geri dönüş. Şiirin bu dönüştürücülüğünü Nizamettin Uğur şu sözleriyle yazı üzerinden gayet iyi ifade eder: “Yazı, kişinin bilincini, iç dünyasını değiştiren, dönüştüren bir serüvendir; sözü düzenleme, denetleme, derinleştirme, sözün gönderge ile anlık, şimdiye bağlı ilişkisini aşıp onu her yönüyle keşfetme serüvenidir.”[41]

Barış K.

[1] Uğur, Nizamettin, Edebiyatın Gizi Şiirin Dili, Kurgu Kültür Merkezi Yay, Ankara, 2014 s.114 Burada doğru bir tespitte bulunan Nizamettin Uğur ilerleyen sayfalardaki bir pasajda şiirin başarısının topluma duyguyu yansıtmasında ve böylece bireyselliği aşarak toplumsallaşmasında bulur: “Başarılı şairler, sözün estetik boyutunu yakalamayı, bunun sonucu olarak da duygunun başkalarına bulaşmasını başarabilen kimselerdir.

Demek ki estetik varlıklar, bireysel insana değil, bireyin boyutunu aşarak, bir arada yaşayan insanlara özgü heyecan uyandırdıkları sürece estetiklerdir.

Sözcüklerin yeni anlamları ve diziliş özellikleri, okurda da heyecan ve sarsıntı yaratmalıdır. Okuru tedirgin etmeli, okurda iz bırakmalıdır.

Öyleyse şiirsel anlam, kişisel ve mantıksal gerekliliğe göre değil, toplumsal ve estetik gerekliliğe göre düzenlenerek elde ediliyor.” Agy s. 117 Yani Uğur’a göre şiirde paylaşılacak bir duygu varsa o da ‘toplumsal’ bir duygu olmalıdır ki bu son derece tartışmaya açık bir tezdir.

[2] Melanie Klein’ın Essais de psychanalyse’de yayınlanmış olan Le role de I’ecole dans le devoleppement libidinal de I’enfant (Çocuğun libidosunun gelişiminde okulun rolü) adlı denemesinden alıntılayan Derrida, Jacques, Gramatoloji, Çev: İsmet Birkan, BilgeSu Yay, Ankara, 2010s. 141

[3] De Lautreamont, Comte, Maldoror’un Şarkıları, çev: Özdemir İnce, Kırmızı yay, İstanbul, 2012, s. 268

[4] Agy s.280

[5] Agy s. 289

[6] Lautreamont yayıncısı Verboechkhoven’e yazdığı mektupta Maldoror’un Şarkıları’nın her sayfasında ‘büyük bir acı’ olduğunu söyler ama kitabın her sayfasında acı olması şiirde ağlandığı anlamına gelmemektedir. Agy s. 308

[7] Agy s. 31

[8] Agy s. 308

[9] De Lautreamont, Comte,Agy, s. 295

[10] Pasternak, Boris, Erken Trenlerde, Seçme Şiirler, çev: Azer Yaran, Can yay, İstanbul, 2013, s. 83

[11] İnce,  Özdemir, De Lautreamont, Comte,, agy, s. 11

[12] Agy, s. 292

[13] Agy s. 295. Pascal: “Öylesine kasıntıyız ki, bütün dünyanın, dahası biz öteki dünyayı boyladıktan sonra gelecek  insanların bile bizi tanımasını isteriz ve öylesine kibirliyizdir ki çevremizdeki beş ya da altı kişinin bize saygı göstermesi eğlendirir ve hoşnut eder bizi.”

[14] Starobinski’den aktaran Derrida Agy s. 216

[15] Jean-Jacques Rousseau’dan alıntılayan Derrida Agy s. 217

[16] Agy s.217

[17] Derrida agy s.217

[18] Derrida, agy s.218

[19] Aristoteles, Fizik, çev. Saffet Babür, YKY, İstanbul, 1997, s. 197.

[20] Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, s. 265, Remzi Kitabevi, İstanbul 1998.

[21] Heidegger, Martin, Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. 452.

[22]  Kahraman, Barış, Peygamberler Filozoflar ve Şairler, Kurgu Kültür Merkezi Yay, Ankara, 2014, s. 323.

[23] De Lautreamont, Comte, Agy, s. 299

[24] De Lautreamont, Comte agy s. 300. Vauvernargues: “Ey güneş, ey göklerin görkemi! Nesiniz siz? Devinimlerinizin gizini ve düzenini kavradık…”

[25]Agy, s. 255

[26] Agy, s. 296. Pascal: “Çevresinde kopan en küçük gürültüyle rahatsız olmayacak denli bağımsız değildir dünyanın en büyük insanın kafası (ruhu). Bir topun gürültüsü gerekmez düşüncesine engel olmak için: Bir rüzgargülünün ya da makaranın gürültüsü yeter..”

[27] Altıok, Metin, Şiirin İlk Atlası, YKY, İstanbul, 2004, s. 68

[28] Uğur, Nizamettin, agy s.36

[29] W.H. Auden’in İn Memory of W.B. Yeats (W.B. Yeats Anısına) şiirinden aktaran Terry Eagleton, Şiir Nasıl Okunur, çev: Genç, Kaya, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011 s.142.

[30] Altıok agy s. 69

[31] Ertepınar, Coşkun, Şiir İkliminde Bir Ömür, Milli Eğitim Vakfı Yay, 1995, s. 23

[32] De Lautreamont, Comte agy s. 300. Vauvernargues: “Ateş, hava, ruh, ışık, her şey eylemle başlar; bütün varlıkların iletişimi ve baülaşması bundan kaynaklanır; evrenin birliği ve uymu buradan kaynaklanır. Bununla birlikte. Bunca zengin bu doğa yasasının, insanda bir kusur olduğunu düşünürüz. Çünkü insan ona boyun eğmek zorundadır, eylemsiz duramadığımızdan, bu iş için yaratılmamış olduğu sonucuna varırız.”

[33] İnce,  Özdemir, Agy s. 22

[34] Agy s.24

[35] Eagleton, agy s.62

[36] Altıok agy s. 22

[37] Agy s.23

[38] Pasternak, Boris, agy, s. 73

[39] Agy  s. 83

[40] De Lautreamont, Comte, agy, s.291

[41] Uğur, Nizamettin, agy s.153,154

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.