“(…) Hakkın hukukun yanı sıra, artık ne ilgisi varsa, dünyanın arzularla kurulup düşüncelerle yıkılan hayali bir tat olduğundan da söz etmiş sonra; bir radyoevinin hangi kurallara göre nasıl yönetilmesi gerektiğinden, insan haysiyetinden, ahlaktan, kadirbilirlikten, mesleki sorumluluktan, zulümden, cibilliyetsizlikten ve tutup toplumsal düzeni toplumsal düzen yapan birtakım işleyişlerle birtakım yasalardan da söz etmiş. Sonra, belki hızını alamayıp yumruklarını havada öfkeden yapılmış bir çift balyoz gibi sallaya sallaya başka şeylerden, sözgelimi, haset duygusunun girebileceği akıl almaz kılıklardan, bir yeteneği soluksuz bırakmanın vebalinden, dirayetsizlikten, gülünç olma hallerinden, insan ruhunu besleyen karanlık hazlardan ve kepazelik denen şeyin kendi kendini sergileme düşkünlüğünden de söz edecekmiş ama, ne yazık ki bu konularda ağzını açmaya fırsat bile bulamamış.
(…)”
Uykuların Doğusu, Hasan Ali Toptaş, İletişim Yay., İstanbul, 2014, s. 12
“(…)
İşte böyle her şeye benzeye benzye tıpkı bir mıknatıs gibi her şeyin ruhunu ruhunda toplarmış da, zaman zaman hiçbir şeye benzemezmiş tabii. (…)”
agy s. 17
“(…)
Sonra, ben de artık şehrin ve sefaletin en uç noktasına yaklaşıyorum herhalde, diye düşünmüş birden bire.
Hatta, düşünmekten de öte, tuhaf bir şekilde hissetmiş bunu. Hem de öyle hissetmiş ki, sisli puslu görüntüler gözlerinin önünde baş döndürücü bir hızla tek tek netleşmeye başlamış ve o netleşiveren görüntülerin içinde ilkin bir kovuğa gizlenip gazel içen kül benizli çocukları, ardından ufka doğru derinleşip giden viraneleri, ardından bu viranelerin çeşitli yerlerinden yükselen her biri birbirinden efkarlı türküleri, ardından da bu türküler arasında gruplar halinde gezinen iri memeli fahişeleri görmüş. Sonra, işte erkeklere gövdeleriyle birlikte günahlarını da teslim edecekmiş gibi bakan bu fahişelerin ardı sıra mahcup bir şekilde yürürken, bir zaman gelmiş tilki suratlı ten tüccarlarıyla afyon satıcılarını, bir zaman gelmiş herkesi soyup soğana çeviren tombalacılarla gözlerini bile kırpmadan hiçi hiçine cinayet işleyen adamları, bir zaman gelmiş kucaklarındaki kurukafalarla konuşan yamuk ağızlı kadınlarla bu kadınların başına üşüşen gelinlik kızları, bir zaman da gelmiş kaval seslerini evcil bir yılan sürüsü gibi alıp büyük bir şamatayla sokak sokak gezdiren körleri görmüş. Sonra, cırlak sesli destan satıcılarıyla bu satıcıların okudukları destanların içinden heybetli birer gölge halinde fırlyıp insanların yüreğine korku salan katilleri ve bu katillerle birlikte birlikte kol kola yürüyen koca kanatlı melekleri görmüş. Sonra, kerpiç yığınlarının tepesine çıkarak, vallahi de billahi de ben peygamberim diye haykırıp duran nur yüzlü adamların, onların elini eteğini öpmek için itişip kakışan çıplak ayaklı fukaraların, kikir kikir gülüşen çocukların ve öksürürken ölüveren pörtlek gözlü ihtiyarların arasından geçip biraz daha yürüyünce, doğar doğmaz kanlı bir çıkın gibi göçüklerin içine fırlatılan bebek ölülerini görmüş.
(…)”
agy s. 60
“(…)
Oradan gelip geçenlerin yolunu keserek birkaç kuruş koparmaya çalışan, toza toprağa belenmiş, her biri şeytana pabucunu ters giydirecek türden, irili ufaklı çocuklarmış bunlar; bir yandan adamın etrafında yavaş adımlarla dönüyor, bir yandan yakasını paçasını tutup hoyratça çekiştiriyor, bir yandan da bir çember oluşturacak şekilde avuçlarını pembe mendiller gibi minik minik açarak, ağlamaklı bir sesle sürekli yalvarıp yakarıyorlarmış. Hatta, adamın gözünü korkutabilmek için, haydut pozlarına bürünüp kaşlarının altından öfkeyle bakanlar da varmış içlerinde. El ele tutuşarak sokağın iki yanında barikat oluşturanlar da varmış sonra; toplanın ulan, şu bey amcayı haklayıverelim gitsin diyenler, bu teklifi işitince zevkten çılgına dönenler, bellerinden bıçaklarını sıyırıp havada amansız bir kılıç edasıyla sallayanlar, sinirli sinirli gülenler ve boyunlarını büküp bütün bunların gerisinden neredeyse özür dileyecekmiş gibi, masum bir ifadeyle bakanlar da varmış.
Birbirinden farklı bunca davranış karşısında, adam o sırada ne yapacağını bilememiş tabii.
Bilemeyince de, ne yapsın garibim, gitgide artan gürültülerle göğe doğru yükselen toz bulutlarının ortasında, adım tamaya bile cesaret edemeden, öylece kalakalmış. Etrfında dönüp duran çocuklardan biri şeytana uyup elindeki bıçağı karnıma saplayıverir diye biraz da korkmuş aslında. Hatta, böyle bir durumda, bıçağın geri çekilmesiyle birlikte kanının oluk oluk nasıl fışkıracağını, bağırsaklarının yere dökülüp tozun toprağın içinde dumanı tüten sıcak salkımlar halinde nasıl dürükleneceğini ve gövdesinin boşlukta bir süre sallandıktan sonra adeta secde edercesine, kendisini bıçaklayan çocuğun ayakları dibine kapaklanıp kalacağını hayal temiş de ister istemez ürpermiş.
(…)”
agy s. 64
“(…) Bir grup çocuk görünce insanın aklına hep oyun mu gelir, ya da vahşet bir çeşit oyun mudur bilemiyorum ama, bir an öyle sandım işte. (…)”
agy s. 68
“(…) Buralarda yaşayan şu ciğeri beş para etmez insanlar da, bir köşeye çekilip benim çocukları nasıl patakladığımı seyretmekten başka hiçbir şey yapmadılar. Doğrusunu istersen, başlangıçta onların bu davranışı fena halde rahatsız ederdi beni. Ne bileyim, hangi açıdan bakarsam bakayım, bir insan olarak, insan denen yaratığın bu denli gamsız oluşunu bir türlü hazmedemezdim. Böyle gamsız olmakla sadece insanlara değil, aynı zamanda hayvanlara ve bitkilere de ihanet ediliyormuş gibi gelirdi bana. Hatta, var olan her şeye apaçık hakaret ediliyormuş gibi gelirdi. Bu yüzden, o yıllarda haziranla birlikte palas pandıras dışarı çıktığımda, çocuklara vuruyorum diye arada bir punduna getirip var gücümle yetişkinlere de vururdum. ortalıkta, ciyak ciyak ötüşen çocuk sürüleriyle birlikte saçı sakalı ağarmış dedelerin mecalsiz gövdeleri de uçuşurdu bir bakıma, babaların dağınık suratları, annelerin çığlıkları, ağabeylerin sessizlikleri ve buruşuk birer zeytin tanesine benzeyen bükük belli ninelerin başörtüleri de uçuşurdu. Öfkeden deliye dönerek, ak köpüklere batmış bir ağızla, kahrolası hımbıllar, kahrolası hımbıllar diye bağırmama rağmen, biliyor musun bu insanlar gene de benim kendilerine neden vurduğumu bir türlü anlayamazlardı sanki. Sonra, tutup bir de anlayamadıkları için vururdum ben ve o sırada onların gövdesinde sürüp giden hayatın uyuşukluğuna da vuruyormuş gibi olurdum. Elimdeki haziranı ne kadar şiddetli vurursam vurayım, sonuçta değişen bir şey olmazdı gerçi; hayatı okumasını bilmeyen bu koyun ruhlu insanlar gene bir köşeye çekilip gözlerini diker, gene ağızlarını birer evlek gibi açar ve olup bitenlere sinir bozucu bir şekilde gene öylece aval aval bakarlardı. Taşlar gibi bakarlardı tıpkı. ya da, şu ağaçlarla şu duvarlar gibi bakarlardı. Onların nasıl baktıklarına bakınca, derhal uykusu gelirdi sanki insanın; durduk yerde toprağa yatıp ölesi, durduk yerde çıldırası, ya da ne bileyim, bir şeyleri kırıp dökerek birilerini öldüresi gelirdi.
(…)”
agy s. 71, 72
“(…) Bir de, akıldan geçen her şey insanoğluna söylenmez evlat, kimi zaman söyleyeceklerini sadece taşlara
(…)
söyle, derdi.
(…)”
agy s. 79
“(…) Fiyakalı İntihar Teşebbüsleri, Peygamber Dublörlüğü, Basit Bilgilerin Gizli Dehşeti, Büyük Cami yangınları, Melek Yüzlü Şeytanların Şeceresi, Alçaklığın Evrensel Tarihi, Yeryüzündeki Kuyuların Esrarı, Ölü Yiyiciler Ansiklopedisi, Uzak Felaketlerin Kardeşliği, ya da Leş Kargalarının Türeme ve Masum Görünme şekilleri gibi, birçoğunun fasikülleri yorgan iğnesiyle dikilip uçkur lastiğiyle bağlanmış, neredeyse Nuh nebiden kalma, eski püskü kitaplarmış bunlar. (…)
(…)
Bu arada, kalabalığın içinden kimileri beklenen cümleyi işitip onun gözleri önünde sevinçten bir tüy gibi havaya uçarmış tabii; kimileri hiç ummadıkları bir cümleyle karşılaşıp hemen oracıkta lanetlenmişçesine helak olur, kimileri yeraltından uğuldayıp gelen birtakım sözlerin etkisiyle afallayıp yarı açık bir ağızla şapşal şapşal göğe bakar, kimileri de neye uğradığını bile anlayamadan kulaklarını kuyuların ağzından çekip hızla dağlara doğru kaçarmış. İnsanların küçük gruplar halinde sökün edip geldiği, birer mürekkep lekesine benzeyen, ufkun gerisindeki lacivert dağlara doğru. Develerini, atlarını, eşeklerini ve eşyalarını bırakıp kaçan bu beti benzi atmış insanları, bazen kuyuların uğultusunu yorumlamaya kalkışan yeşil sarıklı adamlar, gel ulan gitme, kuyu sana vallahi öyle demedi, işittiğin sözleri sen yanlış anladın diye durdurmaya çalışırlarmış ama, ellerinden geleni yapmalarına ve kocaman göbeklerini hoplatarak oradan oraya koşmalarına rağmen bu konuda pek başarılı olamazlarmış.
(…)
Sonra, işte bu bekleyiş hızlandıkça hızlanan şiddetli kalp atışları eşliğinde böylece sürüp giderken, kalabalığın içinden bazıları birden bire birbirlerine aşık olurlarmış orada. Güneşin altında sessiz sedasız bakışırken, adeta kurşun yemişçesine şak diye aşık olurlarmış. Olunca da, yeşil su kabarcıklarına benzeyen kurbağa seslerinin arasından eğilip kuyuların dibindeki karanlığa baktıkları zaman, ister istemez her defasında insanın aklını başından alan bir çift göz görürlermiş tabii. Hatta, çok geçmeden kıymetli bir mücevher gibi ışıl ışıl parlayıp duran bu gözler bütün anlamlardan daha anlamlı gelirmiş de, anasını satayım, artık kuyuların söyleyeceği sözler bizim neyimize gerek diye hemen ayağa kalkarlarmış bu aşıklar ve gördükleri gözler kime aitse varıp onun elinden usulca tutarak, arkalarına bile bakmadan adeta lunaparkta gezinircesine ufka doğru güle oynaya çeker giderlermiş.
(…)”
agy s. 97-100
“(…) Biliyor musun, dünyayı aklıyla gören eli asalı bir bilgenin de dediği gibi, hayatımı yeniden yaşayacak olsaydım daha çok hata yapardım. Doğrusu, yaşadığım hayata dönüp baktıkça utanç duyuyorum şimdi. Hatta, laf aramızda, öldükten sonra bu hayat yakama yapışıp hesap soracak mı acaba diye korkuyorum. Ne dersin, böyle bir şey olur mu sence? Yani, hayat tamamlanınca, artık ben tamamlandım diye gelip adamın karşısına dikilir mi? Belki de dikilir, nereden biliyoruz ki… Belki de, kimilerinin zebani dediği şey bizim tamamlanmış hayatımızdır… Bizi sorguya çekecek melekler de öyledir belki… Korkuyorum, evet… Ne yazık ki, korkuyorum.
(…)”
agy s. 184
“(…) İnsan denen yaratığın akıl almaz labirentler, ürkütücü dehlizler, zifiri karanlık kuyular ve birbirine açılan meçhul genişliklerle dolu ruhunda, hayatını masala dönüştürmek gibi tuhaf bir eğilim varmış çünkü. Bu eğilim, zaman zaman başka eğilimlerin gölgesinde kalsa, zaman zaman karın doyurma çabasının ağırlığı altında pestil gibi ezilse ve yıllarca ortalıkta gözükmeyip unutulsa da, günü saati gelince ne yapar eder, bir şekilde nüksedermiş. Ne kadar direnirse dirensin, akla gelebilecek hangi yolu denerse denesin, eninde sonunda herkes kendini bu eğilimin pençeleri arasında köpekler gibi kıvranıyorken buluyormuş nir bakıma. (…)”
agy s. 192
“(…)
Görse görse, o günlerde rap rap öten kabaralı postalları, parlayıp sönen dipçikleri, alamet kıyamet panzerleri ve tanklarıyla birlikte söyledikleri marşların içinden çıkarak caddeleri dolduruveren askerleri görüyormuş sadece. Bir de, bu askerler tarafından yaka paça tutup götürülen birtakım insanları görüyormuş. Kenetlenmiş dişleriyle kaldırım taşlarında takır tukur sürüklenen gözleri kan çanağına dönmüş kara pürçekli delikanlıları, saçlarını askerlerin allerinde bırakarak zamanın dışına doğru kaçışan gül yanaklı kızları ve tekme tokat arabalara tıkılan kalın gözlüklü adamları görüyormuş sözgelimi. Bütün bunların arasında, bir bakıma korkunun, çaresizliğin, telaşın ve düdük seslerinin hüküm sürdüğü bu tüyler ürpertici görüntülerin içinde, kimi zaman da hızla çekilen pencere perdeleriyle hızla kapanan kapıları görüyormuş tabii; tedirgin adımlarla gezinen sokak satıcılarını, kocaman göbekleriyle dükkan önlerinde kaygısızca oturanları, uzun kuyruklu arabalarının camını açıp mutluluktan genişleyiveren bir yüzle olup bitenleri seyredenleri ve oraya buraya savrularak, etek uçlarından, dirsek altlarından, köşe başlarından ya da sandık, sepet arkalarından bir görünüp bir kaybolan, bulanık su kıvamındaki çocuk yüzlerini görüyormuş.
(…)”
agy s. 196
“(…)
Sonra, işte günün birinde orada ‘bakmıyor çeşm-i siyah feryade/ yetiş ey gamze yetiş imdade’ şarkısı okunurken birdenbire bir kız görmüş babam. Kahvenin camlarındaymış bu kız, şarkıyı duyup gelmiş gibi karanlıkta hayal meyal duruyor, dururken de gözlerini hiç kırpmadan içeriye bakıyormuş. Oturduğu yerden babam da ona bakmış bir zaman. Dinlediği şarkının içinden bakıyormuş gibi, utangaç bir ifadeyle boynunu bükerek bakmış. Nasıl olmuşsa, bir an dedemi de unutmuş sanki bakarken. Dahası, bakmaya devam ettikçe gözü yaşlı babaennemi, dükkanı, sonra bu evin etrafına toplanan insanları, insanların yüzlerini, konuşmalarını, ışıl ışıl parlayan gözlerini ve bütün bunların yanı sıra, bir kuş hayalinin ağırlığı altında ezilip giden çocukluk yıllarını da unutmuş. O güne dek yaşadıklarıyla birlikte ölmüş de, orada, tertemiz bir zihinle yeniden doğmuş gibi olmuş açıkçası. Ya da, boşalıp dolmuş gibi olmuş. Tabii, camların gerisindeki kıza utangaçlığının yanı sıra biraz da minnet duygusuyla bakmış bu yüzden. Hatta, bu durum onu mutlu ettiği için, aynı mesafeden aynı şekilde sonsuza kadar hiç kımıldamadan böylece bakıp dursam, hiç kımıldamadan böylece bakıp dursam, bakıp dursam, diye düşünmüş.
(…)”
agy s. 218
“(…) Hatta, bütün bunların ve tütün tabakasının görünüşü, çakmağın duruşu, yastığın yumuşaklığı gibi daha başka şeylerin yanı sıra sık sık ellerine bakıp, bir insanın elleri insana bu kadar mı çaresiz görünür, söyleyin bana bu kadar mı çaresiz görünür diye de ağlamış.
(…)”
agy s. 227
“(…)
Hemen ardından da, korkuyorsun öyle değil mi, diye sordu.
Evet, korkuyorum, dedim ona.
Benden mi korkuyorsun, dedi demir parmaklıklara doğru biraz daha yaklaşarak.
Sadece senden değil, her şeyden korkuyorum, dedim.
Bu anlaşılıyor aslında, diye mırıldandı.
Sonra, babacan bir tavırla gözlerinin içine bakarak, her şey derken neleri kastettiğimi sordu birdenbire. Hatta, bu konuda birkaç örnek vermemi istedi. Ben de, vereceğim örnekler dilimin ucundaymış gibi tuttum bir çırpıda hepsini sayıverdim o sırada. İlkin, insanların büyük kötülüklere yol açan iyilik anlayışlarından korkuyorum, dedim sözgelimi. Sonra, kendini çocukların varlığında yenileyen hayatın acımasızlığından, bu acımasızlığın üstünü örten masumiyetin derinliğinden ve kapı kilitlerinden korkuyorum, dedim. Sonra, canlı olmanın aczinden, bu aczin doğurduğu kaçınılmaz sonuçlardan, sokakların ve insanların içinde uğuldayıp duran çok ağızlı kuyularla bu kuyuların karanlığından korkuyorum, dedim. Sonra hızımı alamadım ve insanların varlığını eksilterek onları tamammış gibi gösteren şehrin abuk sabuk görüntülerinden korkuyorum, dedim. Sonra hızlandıkça hızlandım ve patronlarının diliyle konuştuklarını fark edemeyen ezik ruhlu kapı kullarının gururundan ve bu gururun girebileceği çeşitli kılıklarla bu kılıkların insana alçakgönüllülükmüş gibi gözüken kıvamından korkuyorum, dedim. Sonra artık kendimi frenleyemedim ve hayatımızın içinde gezinip duran tanklardan, helikopterlerden ve uçaklardan korkuyorum, dedim. Sonra aniden hatırladım ve bir insanın her şeyi bilebileceğini sanan kıt akıllı adamların, geçmişlerini başkalarının geleceğinden geri almaya çalışan kırkını aşmış çocukların ve hemen her fırsatta yaralı güvercin rolü oynayan kadınların yanı sıra ben uzun ömürlü neşelerle uykulardan da korkuyorum, dedim.
(…)”
agy s. 230