“MARQUIS DE SADE- Sade Markisi Donatien Alphonse François, 2 Haziran 1740’ta Paris’te Conde Malikânesinde doğdu, 2 Aralık 1814’te Charenton’da öldü. Annesi, Conde prensesinin akrabası ve nedimesi, babası diplomattı. 1754’dc orduya katıldı. 1763’te ailesinin isteği üzerine Paris Parlamentosu baskanının kızıyla evlendi. Birkaç ay sonra sık sık gittiği bir genelevde gerçeklestirmeye çalıstığı isteklerinden ötürü, kralın emriyle hapse atıldı. Hapisten karısının yardımıyla kurtuldu ve satosuna sığındı. Burada, bir rahibe olan baldızıyla iliski kurması ve neden olduğu birçok olay, 1777’de Vincennes Kalesi’ne hapsedilmesine yol açtı. Kalede düsüncelerini yazıya döktü. 1789 Fransız Devrimi sırasında Charenton Şifayurdu’na gönderildi. Ertesi yıl birçok tutukluyla birlikte serbest bırakıldı.
Kendisi de bir soylu olmakla birlikte, soylu sınıfının değerlerine karsı olması, Devrim yöneticilerince 1792’de Paris’te bir bölgenin sorgu yargıçlığına getirilmesine neden oldu. Ancak erdem adına insanların giyotine gönderilmesine şiddetle karsı çıkıyor, yargıçlık kurumunu da benimsemiyordu.
1794’te hapisten çıkınca yoksul bir yasam sürmeye basladı. 1801’de Napolyon’a karsı yazılar yazdığı gerekçesiyle yeniden hapsedildi. 1803’te de Charenton’da bir tımarhaneye yollandı. Burada birkaç yıl boyunca oyunlar sahneledi ölümünden sonra adı unutturulmak istendi, ancak yapıtları gizlice okunuyordu. Gene de ülkesinde ilk kez 20. yy’da. Apollinaire’in çabalarıyla edebiyat alanında ciddi biçimde ele alındı.
Sade, toplum dışılığı seçmis, bunu savunmuş bir yazardır. Yaşamında ve yapıtlarında gözlenen erotizmin ardında, tanrıtanımaz ve anarsist bir dünya görüsü yatar. Edimlerinin ve fantezilerinin suç sayılması, ona göre yersizdir. Çünkü suç, toplumsal bir değerdir. Bu nedenle, erdemi yüceltmek anlamsızdır. Bugün suç sayılan bir edimin yüceltildiği bir
toplum düşlemek ise olanaksızı istemek değildir. Sade’ın Tanrı’sı doğadır. Ona göre tek suç, doğaya karsı islenen suçtur. İdeal toplum yalnızca doğa yasalarının egemen olduğu toplumdur. Kötülüğün egemen olduğu “doğal durum” insanların kendilerini savunmak için toplumsal bir sözlesme yapmaları, yasalar koymaları, özgürlüklerinden vazgeçmeleri
anlamına gelir. Çünkü toplumla bireyin çıkarları birbirine karsıdır. Birey, kendi hakkını kendi arayabilmeli, gerekirse saldırgan ve kötü olarak, “kötü” doğayı karsısına almalıdır. Böylece doğayla uyum sağlamıs olur, insan. Bir kez doğa tarafından yaratıldıktan sonra, onun egemenliğinden kurtulur. Önemli olan, bu özgürlüğün bilincine varabilmektir.
Sade’a göre suç ve kötülük, her türlü zevkin kaynağıdır. Bunun için kutsal değerlere saldırmaktan ve onları erotizmine konu etmekten kaçınmamıstır. Çirkinlik ve bayağılığı da erotizmden ayrı düsünmez. Cinsellik, bir insanı tanımanın en kesin yoludur. Acı, en güçlü duygu olduğundan, Sade cinsel doyumu da bedensel ve psikolojik acı ile birlikte düsünür.
Öznenin, nesnesine acı çektirenin kendisi olduğunu bilmesi, onun kötülüğünü ve egemenliğini duyumsayarak doyuma ulaşmasını sağlar. Bu düşünce dizisi, acı çektirmekten zevk almanın, Sadizm (Sade’cılık) olarak adlandırılmasına yol açmıstır.
Sade bugün edebiyatta erotizmin en güçlü temsilcilerinden sayılmaktadır. Bunun da ötesinde, onu genel çizgisinin dışında kalmakla birlikte. Aydınlanma Çağının en önemli düşünürlerinden biri olarak değerlendirenler ve insan doğasını, her türlü sınırlamadan bağımsız, en yalın biçimde tanıma çabasıyla psikanalizin ve cinsel psikopatolojinin
öncüsü olarak görenler de vardır.
(…)”
Yatak Odasında Felsefe, Marquis de Sade, Ayrıntı Yay., s. 2
“İnançsız hovardalara; Libertenlere
Bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler; bu kitabı yalnızca sizlere armağan ediyorum: Bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin tutkularınızın destekçisidir onlar. Sevimsiz, duygusuz, kişiliksiz ve dalkavuk ahlâkçıların sizi korkuttukları bu tutkular, doğanın insanı eriştirmek istediği yere ulastırmada kullandığı araçlardan baska bir şey değildir; tadına doyum olmaz bu tutkulardan baskasına kulak vermeyin; sizi mutluluğa yalnızca bu tutkuların sesleri götürebilir.
Şehvetli kadınlar; sehvetperest Saint-Ange size örnek olsun! Onun tüm yasamı boyunca bağlı kaldığı ilahi zevk yasalarına karsı duran ne varsa siz de onun gibi küçümseyin!
Hayali bir erdemin ve tiksinti verici bir dinin tehlikeli ve saçma sapan bağları içinde uzun zamandır kapalı tutulan genç kızlar; cesur Eugenie’yi taklit edin! Sersem ana babalarınızın kafalarınıza kazıdığı gülünç davranıs kurallarının tümünü, tüm öğütleri siz de Eugenie gibi bir çırpıda yok edin, ayaklarınız altına alıp çiğneyin!
Ve sizler, pek kibar hovardalar; siz ki, gençliğinizden beri, kendi arzularınızdan baska fren, heveslerinizden baska yasa bilmediniz, kinik, hayasız Dolmance size örnek olsun! Siz de onun gibi sehvetin sizin için hazırladığı çiçekli yolların tümünden geçmek istiyorsanız onun kadar ileri gidin; siz de onun ekolüne katılın ve bu hüzün dolu evrene kendisine rağmen fırlatılıp atılmış, insan denen bu zavallı yaratığın, ancak zevklerinin ve fantezilerinin alanını genişleterek, şehveti için her seyi feda ederek yasamın dikenleri üzerinden birkaç gül derlemeyi başarabileceğine inanın.”
agy s. 9, 10
“MADAM DE SAINT-ANGE: (…)
(…) Sonuçta, dostum, ben amfibi bir hayvanım; her seyi seviyorum, her sey beni eğlendiriyor, tüm türleri birlestirmek istiyorum; ama itiraf et kardeşim, şu tuhaf Dolmance’yi tanımayı istemek benim için tam bir zirzopluk olmaz mı? (…) Görüyorsun kardeşim, benim tuhaf fantezim bu işte: Bu yeni Jüpiter’in Ganymede’i olmak istiyorum, onun hazlarından, sefihliklerinden yararlanmak, zevk almak istiyorum, onun günahlarının kurbanı olmak istiyorum: simdiye kadar, biliyorsun, kendimi bu sekilde yalnızca sana teslim ettim, o da minnet gereği, ya da bana bu sekilde davranmak için para alarak, yalnızca çıkar için kendini bu ise veren adamlarımdan birine; bugün ise artık ne minnet ne de heves için, yalnızca zevk için böyle davranacağım… Beni köleleştirmiş olan yöntemlerle bu tuhaf manyaklığa bağlayacak olanlar arasında akıl almaz bir farklılık görüyorum ve bunu anlamak
istiyorum. (…)
(…)
ŞÖVALYE: (…) Ahlâk bozukluğunun en eksiksizi ve en mükemmeli ondadır, dünyada ondan daha kötü yürekli, daha vicdansız ve hergele birini bulamazsın.
MADAM DE SAİNT-ANGE: Tüm bunlar beni nasıl da kızıstırıyor! (…)
(…)
ŞÖVALYE: (…) Tuhaf zevkleri olanlar için hayıflanabiliriz ama onlara asla hakaret etmemeli: Onların kusuru doğanın kusurudur; bizim ister çarpık çurpuk olsun ister sağlam temelli, doğuştan gelen zevklerimizden farklı zevklerle dünyaya gelmis olmaktan da onlar sorumlu değildir. (…)
MADAM DE SAINT-ANGE; Ah! Dostum, sik beni! Baska türlü düşünseydin benim kardeşim olamazdın zaten; ama biraz daha ayrıntı, yalvarırım, hem bu adamın fiziğini anlat hem de seninle nasıl oynaştığını.
(…)”
agy s. 14-16
“(…)
ŞÖVALYE: Öyle bir tablo çizdin ki dakik olmamak imkânsız… Oh, Tanrı aşkına! Dışarı çıkmak, ha!… Bu halde seni terk etmek!… Elveda… Bir öpücük… Tek bir öpücük, kardeşim, hiç olmazsa o zamana kadar tatmin olmuş olayım. (Madam de Saint-Ange kardeşini öper, külotunun üstünden yarağına dokunur ve genç adam aceleyle dısarı çıkar.)”
agy s. 20
“(…)
DOLMANCE: Haydi, güzel Eugenie, keyfinize bakın… Utanç eskimiş bir erdemdir, bunca güzelliğinizle ondan kolaylıkla vazgeçmeyi bilmelisiniz.
(…)”
agy s. 24
“(…)
EUGENIE: Oh! Tanrım! Beni korkutuyorsunuz… Peki, ne yaparsınız mösyö?
DOLMANCE, mırıldanarak ve Eugenie’yi ağzından öperek: Cezalar… Dayaklar… Ve bu sevimli küçük kıç da kafanla islediğin suçların sorumluluğunu üstlenebilir. (Eugenie’nin nihayet giymis olduğu tül entarinin üzerinden kıçına vurur.)
(…)
MADAM DE SAINT-ANGE: Eugenie, gözlerinin önünde gördüğün bu Venüs asası, aşkta zevki sağlayan etkenlerin başında gelir: ona çok karakteristik biçimde organ denir; insan vücudunda onun giremeyeceği tek bir bölüm yoktur. Onu harekete geçiren kişinin tutkularına her zaman itaat eder, kimi zaman şuraya yerleşip yuva kurar (Eugenie’nin amına dokunur): Alısıldık yolu budur… En çok kullanılanı, ama en hoşu değil; daha esrarengiz bir tapınak arayan hovarda genellikle şurada (kalçalarını ayırır ve kıç deliğini gösterir) zevk almaya çalışır: Tüm zevklerin en tatlısı olan buradan alınan zevk üzerinde daha sonra duracağız; ağız, göğüs, koltukaltları da bu organa buhurunun yandığı sunaklar sunar; organın tercih ettiği yer neresi olursa olsun, bir süre hareket ettikten sonra beyaz ve yapışkan bir sıvı fışkırttığı görülür, bunun akmasıyla erkek oldukça heyecanlı bir zevke gömülür, ömründe görebileceği zevklerin en tatlısına böylece kavuşur.
EUGENIE: Oh! Bu sıvının aktığını görmeyi ne kadar istiyorum!
MADAM DE SAINT-ANGE: Yalnızca elimi titreterek bunu yapabilirim: Bak, ben salladıkça nasıl da tahrik oluyor! Bu hareketlere bel getirme denir, hovardalık terimleriyle ifade edersek bu eylemin adı otuz bir çektirme’dir.
EUGENIE: Oh! Sevgili dostum, bırak da bu güzel organa ben otuz bir çektireyim.
DOLMANCE: Kendimi tutamıyorum! Bırakalım o yapsın madam: Bu saflık, bu iç temizliği karşısında dimdik kalkıyor.
(…)
EUGENIE, Dolmance’nin tasaklarını elleyerek: Ah! (…)Ya bu toplar, onlar nerede kullanılır, adları nedir?
MADAM DE SAINT-ANGE: Teknik adı testistir… Taşak, sanattaki adıdır. Bu toplar, sana sözünü ettiğim o çabuk çoğalan meninin deposudur ve onun fışkırması kadının rahminde insan soyunu üretir; ama biz hovardalıktan çok tıbbı ilgilendiren bu ayrıntılar üzerinde pek
durmayacağız Eugenie. Cici bir kız düzüsmek’le ilgilenmelidir, asla üremek’le değil. Nüfus artısının bayağı mekanizmalarıyla ilgili seylerin üstünden atlayacağız ki, esas olarak ve yalnızca hovardaca sehvetlere bağlı kalabilelim, bunlardaki ruh asla çoğalmacı değildir.
EUGENIE: Ama sevgili dostum, avucuma zar zor sığan bu dev organ, senin ikna edici konusmandan anladığım kadarıyla, senin arkan kadar küçük bir deliğe girdiğinde, bunun kadına çok büyük acı vermesi gerekir.
MADAM DE SAINT-ANGE: Bu organ ister önden duhul etsin ister arkadan, bir kadın henüz bu işe alışkın değilse her zaman acı hisseder. Ancak acılarla bizi mutluluğa erdirmeyi seçmis doğa; acılar bir kez yenildiğinde tadılan zevkleri ise baska hiçbir sey veremez ve bu organın
kıçlarımıza duhulünde hissedilen zevk, aynı duhulün önden olmasının sağlayabileceği tüm zevklere tartısmasız biçimde tercih edilir. Zaten arkadan girmesi durumunda kadın o kadar çok tehlikeden uzak kalmıs olur ki! Sağlığı için daha az risklidir ve hamilelik tehlikesi de hiç yoktur. Şimdilik bu sehvet biçimi üzerinde daha fazla durmayacağım; Eugenie, her ikimizin de hocası birazdan konuyu genisçe analiz edecek ve pratiği teoriyle kaynaştıracaktır, iste o zaman, benim iyi kalpli Eugenie’m, hazzın verdiği tüm zevkler içinde senin tercih etmem gereken tek zevkin arkadan ilişki olduğuna seni ikna edeceğine eminim.
(…)
EUGENIE: Ey Tanrım! Nefis bir yuva! Ama tüm bu aynalar niçin?
MADAM DE SAINT-ANGE: Davranısları binlerce değisik yönde tekrarlayan bu aynalar, bu alaturka sedir üzerinde zevkten zevke koşanların gözünde aynı hazları sonsuzca çoğaltırlar. Böylelikle iki bedenin de her tarafı ortada olur: her seyin göz önünde olması gerekir; aşkın birleştirdiği kisiler etrafında sayısız grup bir araya gelmis olur, onların aldığı zevk bir o kadar taklit edilmiş olur, bir o kadar zevk tablosu oluşur, onların şehveti sarhoş eder ve bir süre sonra o şehvetin kendisini tamamlamaya yarar.
EUGENIE: Ne zevkli bir keşif!
(…)
DOLMANCE: (…) Yüce Eugenie, bu kıçı en yumuşak oksayışlarım altında bitap düşürmek istiyorum! (Kıçı eller ve kendinden geçerek öper.)
(…)
DOLMANCE: Vay, sürtük! Kıskançlık denir buna… O halde, sizinkini verin bana; onu da aynı övgülere boğayım. (Madam de Saint-Ange’ın eteğini kaldırır ve arkasını okşar.) Ah! Ne kadar güzel, meleğim… Ne kadar da tatlı! Onları karsılastırsam… Yan yana koyup hayranlıkla seyretsem: Venüs’ün yanındaki Ganymede bu! (Her iki kıçı da öpücüklere boğar.) Bunca güzelliğin büyüleyici seyrinden gözlerimi asla mahrum bırakmamak için, madam, sizi birbirinize bağlasam, taptığım bu sevimli kıçları gözlerimin önünde tutamaz mısınız sürekli?
MADAM DE SAINT-ANGE: Pekâlâ!… Bakın bakalım, tatmin oldunuz mu?… (Birbirlerine sarılırlar, böylece her iki kıç da Dolmance’nin karşısında olur.)
DOLMANCE: Daha iyisi olamaz: İstediğim tam da buydu, şimdi de bu güzel kıçları sehvetin tüm atesiyle çalkalayın; ahenkle inip kalksınlar; duygulara bırakın onları, zevk onları harekete geçirir… Güzel, güzel, muhteşem!
(…)
DOLMANCE: O halde, mümkünse eğer, aklınızı çelerek yatıştırmak için, kendi kendinizi okşayın; tutun kendinizi, o da tek basına kendini teslim etsin… Evet, öyle!… Bu duruşta; böylelikle güzel kıçı benim elimin altında olacak; tek parmağımla hafifçe bosaltacağım onu… Bırakın kendinizi Eugenie; tüm duyularınızla zevk alın; yasamınızın tek tanrısı o olsun; genç bir kız her seyini yalnızca zevke kurban etmelidir ve onun gözünde hiçbir sey zevk kadar kutsal olmamalıdır.
EUGENIE: Ah! En azından hiçbir seyin bu kadar tatlı olmadığını hissediyorum… Kendime hâkim olamıyorum… Ne dediğimi biliyorum, ne de yaptığımı… Duyularım nasıl da sarhosş oluyor!
DOLMANCE: Küçük sürtük nasıl da boşalıyor!… Anüsü parmağımı koparacak kadar daralıyor… Tam bu anda onu götünden sikmek ne tatlı olur! (Ayağa kalkar ve yarağım genç kızın kıç deliği hizasına getirir.)
(…)
DOLMANCE: Bu pozisyonda, yarağım ellerinize pek yakın madam; yalvarırım, ben bu ilahi kıçı emerken siz de onu sallamak lütfünde bulunun! Dilinizi iyice sokun madam, klitorisini emmekle yetinmeyin; o şehvetli dili döl yatağına kadar daldırın: Sıvısının bir an önce fışkırmasını sağlamanın en iyi yolu bu.
EUGENIE, kasılarak: Ah! Dayanamıyorum, ölüyorum! Tutun beni dostlarım, bayılmak üzereyim!… (İki eğitmeninin ortasında boşalır.)
(…)”
agy s. 26-32
“(…)
DOLMANCE: Nefis! Böylelikle Eugenie’nin gayet güzel kabul buyurduğu hizmetlerimin aynısını size de en iyi sekilde sunabilirim. Şimdi, küçük çılgın, basınızı dostunuzun bacakları arasına iyice yerlestirin ve güzel dilinizle onun size gösterdiği ihtimamın aynısını siz de ona gösterin. Bakın hele! Bu pozisyonda ikinizin de kıçına sahip olabilirim, Eugenie’nin
kıçım büyük bir zevkle ellerken dostununkini de emebilirim. Tamam… Güzel… Nasıl bir olduk görüyorsunuz.
MADAM DE SAİNT-ANGE, kendinden geçerek: Ölüyorum, körolası!… Dolmance, ben bosalırken senin o güzelim yarağına dokunmayı ne çok seviyorum!… Beliyle beni ıslatsın istiyorum!… Sallayın!… Emin beni, kör seytan!… Ah! Spermim böyle fıskırırken orospuluk yapmak ne hoş!… Bitti, bittim artık… Her ikiniz de bitirdiniz beni… Ömrüm boyunca böyle zevk almadım.
EUGENIE: Bu zevke neden olmak ne hos! Ama bir sözcük, sevgili dostum, bir sözcük çıktı ağzından, onu da anlayamadım. Bu orospu ifadesiyle ne kastettin? Özür dilerim ama biliyorsun, eğitilmek için buradayım ben.
MADAM DE SAINT-ANGE: Güzelim, erkeklerin sefahat âleminin kamusal kurbanlarına bu ad verilir. Onlar kendilerini erkeklerin keyfine ya da çıkarına teslim etmeye her zaman hazırdırlar: mutlu ve saygıdeğer yaratıklardır onlar, kamuoyunca lekelenseler de sehvetin bas tacıdır onlar ve sözüm ona namusluluk taslayanlardan topluma daha gerekli olan bu
kadınlar, toplumun haksız yere onları mahrum bırakmaya cüret ettiği saygınlığı bu topluma hizmet etmek uğruna seve seve feda ederler. Bu sıfattan onur duyan kadınlar, çok yasayın! Gerçekten kibar kadınlar onlardır, gerçekten filozof olan yalnızca onlardır! Bana gelince, sevgilim, on iki yasımdan beri bu sıfatı hak etmeye çalısıyorum, seni temin ederim
ki bu sıfattan dolayı gücenmek bir yana bununla eğleniyorum. Dahası da var: Beni düzerlerken böyle adlandırmaları hosuma gidiyor; bu küfür başımı döndürüyor.
(…)
DOLMANCE: Ah! Erdemi bir yana bırak Eugenie! Bu sahte tanrısallıklar için feda edilebilecek tek bir sey var mıdır ki erdemi hiçe sayarak tadılan zevklerin tek bir dakikasına değsin? Bırakın bunları. Erdem bir kuruntudan ibarettir, erdeme ibadet etmek sürekli fedakârlık
demektir, mizacımızın esinlerine karsı sayısız isyanı gerektirir. Bu tür hareketler doğal olabilir mi? Doğa kendi ihlalini öğütler mi hiç? Eugenie, erdemli denen kadınlara aldanma. Onlar bizimle aynı duygulara hizmet etmezler, baska duyguları vardır onların ve çoğu
zaman da daha aşağılıktır bunlar… Đhtiras, kibir, sahsı çıkarlar, çoğu zaman da onlara bir sey öğütlemeyen bir mizacın soğukluğudur yalnızca. Böyle varlıklara bir borcumuz var mı ki, soruyorum? Yalnızca kendilerini sevmekten öteye geçmisler midir? Tutkular yerine bencillik
adına fedakârlıkta bulunmak daha mı iyidir. Daha mı bilgece bir tavırdır, daha mı uygundur? Bana kalırsa, al birini vur ötekine; ve tutkuların sesini dinleyen kuskusuz daha haklıdır; çünkü bu ses doğanın tek organıdır, oysaki diğeri yalnızca aptallığın ve önyargının sesidir. Su
gördüğün organdan fışkıran tek bir damla bel. Eugenie, küçümsediğim erdemlerin en yüce edimlerinden bile bence çok daha değerlidir.
(…)
DOLMANCE: Dine inanmayan biri için bu erdem ne ifade edebilir? Peki ya dine kim inanabilir? Haydi, sırasıyla akıl yürütelim Eugenie: İnsanı Yaratıcısına bağlayan ve var olduğu için bu yüce Yaratıcıya duyduğu minnetini ibadet yoluyla ona kanıtlamaya zorlayan anlasmaya din diyorsunuz değil mi?
EUGENIE: Daha iyi tarif edilemezdi.
DOLMANCE: Pekâlâ! İnsanın, varlığını doğanın karsı konulmaz planlarına borçlu olduğu kanıtlanmıssa eğer; bu yerküre üzerindeki varlığının yerküre kadar eski olduğu kanıtlanmıssa eğer, demek ki insan da, meşe gibi, aslan gibi, bu yerkürenin böğründe bulunan mineraller gibi, yerkürenin varlığının gerekli kıldığı ve kendi varlığını kimseye borçlu olmayan bir üründür; aptallara göre, gördüğümüz her şeyin biricik yaratıcısı ve imalatçısı olan bu Tanrının, insan aklının necplus ultra (nec plus ultra: ‘Varılabilecek en son nokta.” (ç.n.)) sından baska bir sey olmadığı, bu aklın kendi işlemlerine yardımcı olacak hiçbir şey bulamadığı anda yarattığı hortlak olduğu kanıtlanmıssa eğer; bu Tanrı’nın varlığının imkânsız olduğu ve her zaman eylem halindeki, her zaman hareket halindeki doğanın, salakların
karsılıksız olarak vermekten hoslandıkları seye kendiliğinden bağlı olduğu kanıtlanmıssa eğer; bu hareketsiz varlığın var olduğunu varsaysak bile, tek bir gün bile ise yaramadığından ve milyonlarca yüzyıldan beri aşağılık bir atalet içinde bulunduğundan onun tüm varlıkların kesinlikle en gülüncü olacağı kesinse eğer; onun, dinlerin bize tarif ettiği gibi var olduğunu varsaysak bile varlıkların kesinlikle en iğrenci olurdu, çünkü yeryüzünde kötülüğü mümkün kılmıştır, oysaki o her seye kadirliğiyle bu kötülüğü engelleyebilirdi… Demek istediğim, eğer tüm bunlar kanıtlansaydı, hem de tartısmasız gerçek olarak kanıtlansaydı Eugenie, bu durumda insanı bu aptal, yetersiz, acımasız ve acınası Yaratıcıya bağlayan dindarlığın pek gerekli bir erdem olduğuna inanabilir miydik?
EUGENĐE, Madam de Saint-Ange’a: Gerçekten de, sevgili dostum, Tanrı’nın varlığı bir kuruntudan ibaret kalmaz mı?
MADAM DE SAINT-ANGE: Hem de en sefil kuruntulardan biri, kuşkusuz.
DOLMANCE: Tanrı’ya inanmak için insanın aklını yitirmesi gerekir. Kimilerinin korkularının, kimilerinin zayıflığının meyvesi olan bu iğrenç hortlak, Eugenie, yeryüzünün sisteminde bir ise yaramaz: bu sisteme zarar verir, çünkü onun adil olması gereken istençleri doğa yasalarındaki temel adaletsizliklerle asla bir arada olamaz; onun sürekli olarak iyiliği istemesi gerekir, doğa ise kendi yasalarına hizmet eden kötülüğün
karşılığı olarak iyiliği arzulamaktadır; onun sürekli hareket halinde olması gerekir, oysa bu daimi eylemi yasalarından biri kılan doğa onunla ancak daimi karsıtlık ve rekabet halinde olabilir. Ama, buna karşılık, Tanrı ile doğa aynı şeydir denebilir. Bu bir saçmalık değil midir? Yaratılmıs olan şey yaratan varlığa eşit olamaz: Saat, saatçi olabilir mi? O halde, diye
devam edilir söze, doğa hiçtir. Tanrı her şeydir. Bu da bir başka aptallık! Evrende zorunlu olarak iki sey vardır: yaratıcı fail ve yaratılan birey. Đmdi, yaratıcı fail kimdir? İste çözülmesi gereken tek güçlük budur, cevaplandırılması gereken tek soru budur.
Eğer madde bizim bilemediğimiz bilesimlerle davranıyor ve hareket ediyorsa, eğer hareket maddeye içkinse, sonuçta, uzamın engin düzlüklerinde göz alabildiğine uzanan ve tek biçimli, değismez işleyişi bizde hayranlık ve saygı uyandıran tüm gökkürelerini enerjisi
nedeniyle yalnızca o yaratabiliyor, üretebiliyor, koruyabiliyor, sürdürebiliyor ve dengeleyebiliyorsa, bu aktif yeti esas olarak eylem halindeki maddeden baska bir sey olmayan doğanın kendisinde bulunduğuna göre, bu durumda, tüm bunlara yabancı bir fail arama ihtiyacı nereden doğmaktadır? Sizin Tanrı’ya iliskin kuruntunuz herhangi bir şeyi aydınlatabiliyor mu? Bunu bana kanıtlayamayacağınıza bahse girerim. Maddenin iç yetileri hakkında yanıldığımı varsayalım, önümde en azından bir güçlük vardır. Siz Tanrı’nızı bana
sunarak ne yapıyorsunuz? Önüme bir güçlük daha çıkarmış oluyorsunuz. Anlamadığım bir şey yüzünden, daha az anlayacağım bir şeyi kabul etmemi benden nasıl isteyebilirsiniz? Sizin korkutucu Tanrı’nızı Hıristiyan dininin dogmaları aracılığıyla mı inceleyeceğim… Kendime böyle mi tarif edeceğim? Bu dogmalar Tanrıyı bana tarif ediyor, bir bakalım…
Bu aşağılık ibadetin Tanrı’sına baktığımda, bir gün bir dünya yaratan, ertesi gün insa ettiği seyden pisman olan, tutarsız ve barbar bir varlıktan baska ne görmekteyim ki? Đnsanın dilediği alıskanlığa sahip olmasına asla izin vermeyen zayıf bir varlıktan baska nedir ki o? Bu
yaratık, kaynağını insandan alsa da ona hâkim olur; ona saldırabilir ve böylelikle ezeli iskenceleri hak edebilir! Ne zayıf bir varlıktır bu Tanrı! Nasıl oluyor da gördüğümüz her seyi o yaratabilmisken keyfince bir insan yaratamamıştır? Ama diyeceksiniz bana, böyle yaratılmıs olsaydı insanın hiç değeri olur muydu? Bu ne bayağılık, bu ne yaltakçılık! Ve insanın kendi Tanrı’sını hak etme gerekliliği nereden gelir? İnsanı tamamen iyi yaratsaydı asla kötülük yapamazdı ve yalnızca bu durumda eser bir Tanrı’ya layık olurdu. Bu, insana bir tercih bırakmak yerine onu kıskırtmaktır. Oysa Tanrı, sonsuz önsezisiyle, ortaya çıkacak sonucu gayet iyi biliyordu. Böyle olunca da, bizzat kendisinin olusturduğu yaratığı zevk için kaybediyor. Ne korkunç bir Tanrı bu! Ne canavar! Bizim kinimize ve dinmek bilmez
intikamımıza ondan daha layık bir vicdansız, bir hergele olamaz! Bununla birlikte, bu kadar yüce bir uğrastan pek az memnun kalarak, inancını değiştirsin diye insanı boğar; onu ateşe atar, lanetler. Bu yaptıkları insanı asla değistirmez. Bu asağılık Tanrı’dan daha güçlü bir varlık olan Şeytan kendi hükümranlığını daima koruyarak yaratıcısına her zaman meydan
okuyabilir. Ezeli Varlık’ın kendine ayırdığı sürüyü bastan çıkararak sefahate sürüklemeyi daima başarır. Bu iblisin bizim üzerimizdeki gücünü kimse alt edemez. Bu durumda, öğretisini yaydığınız korkunç Tanrı sizce ne düşünmektedir? Onun bir oğlu vardır, tek oğul, hangi iliski sonucu edindiğini bilmiyorum; çünkü insanın düzüsmesi gibi. Tanrı’sının da
düzüşmüs olmasını istemistir o; kendisinin bu önemli parçasını gökyüzünden koparıp almıstır. Bu yüce yaratığın, göksel ışınların üzerinde, melekler kortejinin ortasında, tüm evrenin gözü önünde belireceği belki hayal edilmektedir… Tek sözcük yok; Yeryüzünü
kurtarmaya gelmis Tanrı ’nın, Yahudi bir fahisenin bağrında, bir domuz ahırının ortasında dünyaya geldiği duyurulur! Đste ona atfedilen saygın soy sop! Ama onun bu serefli görevi bizim zararımızı telafi edecek midir? Bir an için pesinden gidelim onun. Ne demektedir? Ne yapmaktadır? Bize hangi yüce görevi iletmektedir? Hangi esrarı açığa çıkaracaktır? Bize
hangi dogmayı buyuracaktır? Onun büyüklüğü hangi edimler içinde kendini gösterecektir?
Gördüğüm ilk sey meçhul bir çocukluktur, bu sokak çocuğunun Kudüs tapınağındaki çapkın rahiplere verdiği hizmetler; sonra, on bes yıllık bir yok oluş, bu sırada bu hinoğluhin, Mısır okulunun tüm hayalleriyle zehirlenecek ve bunları Juda’ya tasıyacaktır. Orada yeniden ortaya
çıktığında deliliği bas gösterir ve Tanrı’nın oğlu olduğunu, onun esiti olduğunu ona söyler; Kutsal Ruh adını verdiği bir diğer hortlağı da bu ittifaka katar ve bu üç kisinin bir olduğunu ileri sürer! Bu gülünç esrarla akılları karıstıran, ciğeri bes para etmez bu herif, bu görüsleri benimsemenin pek matah bir sey olduğunu… Yok saymanın ise tehlikeye yol açacağını ileri sürer. Bu salak, Tanrı olmasına rağmen, bizleri kurtarmak için bir insan evladının bağrında
vücut bulduğunu söyler; gerçeklestireceği parlak mucizelerle bir süre sonra evreni ikna edecektir! Gerçekten de, sarhoslar arasındaki bir yemekte söylenenlere bakılırsa, bu dalavereci suyu saraba döndürür; bir çölde, çömezlerinin gizlice hazırladıkları nafakalarla anasının gözü birkaç kişiyi besler; arkadaslarından biri ölü numarası yapar, bizim sahtekâr da onu diriltir; kendini bir dağa tasıtır ve orada, yalnızca iki ya da üç arkadasının önünde öyle bir hokkabazlık gösterisi düzenler ki günümüzün en kötü hokkabazının bile yüzü kızarırdı.
Kendisine inanmayan herkesi coskuyla lanetleyen bu kerata, sözünü dinleyecek olan herkese de cenneti vaat eder. Cahil olduğundan hiçbir şey yazmaz; aptal olduğundan pek az konusur; zayıflığı nedeniyle de pek az sey yapar; ve sonunda, pek ender olsa da kıskırtıcı söylevleri
karsısında sabrı tükenen yüksek görevlilerin canını sıkan sarlatan kendini çarmıha gerdirtir, ama kendisini izleyecek it kopuğu garantilemistir, onu ne zaman çağırsalar kendini yedirmek için onlara doğru inecektir. İskence yapılır, sesini çıkarmaz. Babası olan mösyö, bu yüce Tanrı, ki onun oğlu olduğunu söylemeye cesaret etmektedir, ona en ufak yardım eli uzatmaz ve bu namussuz, haytaların bası olmaya bu kadar layıkken zavallı muamelesi görür.
Yardakçılar bir araya gelip, “Mahvolduk, tüm umutlarımız çöktü. Ani bir simsek kurtarabilir bizi ancak. İsa’nın etrafındaki muhafızları sarhoş edelim; cesedini asıralım, dirildiğini yayalım ortalığa; emin bir yol; bu düzenbazlığa inandırabilirsek milleti yeni dinimiz yayılır,
genişler; tüm dünyayı ayartır… Uğraşalım!” derler. İşe girişilir, başarılır. Utanmazca gözü pekliği kendine övünç kaynağı yapmamış kaç düzenbaz vardır! Ceset kaldırılır; salaklar, kadınlar, çocuklar, ellerinden geldiğince. Mucize! Diye ağlasırlar ve bu arada, bunca büyük
mucizenin gerçeklesmis olduğu bu sehirde, bir Tanrı’nın kanına bulanmış bu sehirde kimse bu Tanrı’ya inanmak istemez; tek bir kişi bile inancını değistirmez. Dahası var; Olay aktarılmayı o kadar az hak eder ki hiçbir tarihçi bundan söz etmez. Bu düzenbazın müritleri çevirdikleri dolaptan yararlanmayı ummaktadırlar ama o an için değil.
Bu düşünce hâlâ çok önemlidir, düzenbazlıklarının asikâr örneklerinden yararlanmadan önce yılların geçmesi gerekti; nihayet, tiksindirici doktrinlerinin eğreti yapısını da bunun üzerinde kurdular. Her değişim insanların hosuna gider. Đmparatorların zorbalığından sıkıldıklarında devrim gerekli oluyordu. Bu dalaverecilerin peşinden gidenler de hızla yayılırlar: Tüm hataların tarihi böyledir. Bir süre sonra Venüs ile Mars’ın sunaklarının yerine İsa’nın ve Meryem’inkiler geçmiştir; o düzenbazın yasamını yayımlarlar; bu yavan, bayağı romana inanacak bir yığın bön bulunur; asla düsünmemis olduğu yüzlerce seyi söyletirler ona; gülünç sözlerinden bazıları bir süre sonra onun ahlâkının temeli haline gelir ve bu yeni din yoksullara vaaz edildiğinden, merhamet ilk erdem haline gelir. Tuhaf ibadetler kutsama islemleri adı altında kurumlaşır, bunların en asağılık ve en iğrenci, suça bulanmıs bir rahibin, büyülü birkaç sözcük yardımıyla Tanrı’yı bir ekmeğin içinde geri getirtme gücüne sahip
olmasıdır.
Kuşkunuz olmasın; hak ettiği asağılayıcı silahlar kullanılsaydı bu iğrenç ibadet daha doğar doğmaz yok edilirdi; ama ona iskence etmek düşünüldüğünden durmadan çoğaldı; oysa kaçınılmaz biçimde yok edilebilirdi. Bugün bile onu gülünç hale sokarsanız yok olur. Becerikli Voltaire asla baska silah kullanmadı ve o tüm yazarlar içinde kendi inancına en fazla taraftar toplamıs olmakla övünebilir. İşte Eugenie, Tanrı’nın ve dinin tarihi budur; bu masalların hak ettikleri değere bakın ve kendiniz karar verin.
(…)
EUGENIE: Ama Dolmance, yanılmıyorsam, dinleri incelemeye bizi yöneltmiş olan sey, erdemlerin analiziydi, öyle değil mi? Bu konuya geri dönelim. Ne kadar gülünç olursa olsun, bu dinin buyrukları içerisinde, ibadet etmemizin bize mutluluk sağlayacağı bir sey olamaz mı?
DOLMANCE: Pekâlâ! İnceleyelim. Siz bir bütün olarak iffet abidesi olsanız da gözlerinizle yok ettiğiniz bu erdem, sakın iffet olmasın Eugenie? Doğanın tüm hareketlerine karsı mücadelenin zorunlu olduğunu mu hayal ediyorsunuz? Asla zayıflık göstermemenin bos ve gülünç onuru
adına doğanın bu hareketlerini feda mı edeceksiniz? Doğru davranın ve cevap verin, güzel dostum: Ahlâksızlığın vereceği tüm zevkleri bu saçma ve tehlikeli ruh saflığında tadacağınızı mı sanıyorsunuz?
EUGENIE: Hayır, serefim üzerine, asla bunu istemiyorum; iffetli olmaya en ufak bir eğilim duymuyorum, tersine, ahlâksızlığa son derece eğilimliyim; ama, Dolmance, merhamet, iyilik yapma, duyarlı bazı ruhlara mutluluk vermez mi?
DOLMANCE: Eugenie, nankörler yaratan erdemler bizden uzak dursun! Kesinlikle yanılma, sevimli dostum: Đyilikseverlik, gerçek bir ruh erdemi olmaktan çok, kibrin bir kusurudur; çalım satarak hemcinslerini teselli etmektir, asla iyi bir davranısta bulunmak gibi bir bakıs açısı
yoktur; verilen bahsisin iyice bir reklamı yapılmazsa çok öfkelenilir. Eugenie, bu eylemin sanıldığı kadar iyi etkileri olduğunu da hayal etme: Bence bu tüm aldatmacaların en büyüğüdür; yoksul kisi enerjisini yanlış yönlere çelen yardımlara alıstırılır; sizin merhametinizi bekledikçe hiç çalışmaz ve siz merhamet göstermediğinizde de ya hırsız ya da katil olur. Dilenciliğin ortadan kaldırılması için herkesin çareler aradığını isitiyorum ama aynı zamanda da dilenciliği çoğaltacak her sey yapılıyor. Odanızda sinek olmamasını mı istiyorsunuz? Onları cezbedecek şeker bırakmayın ortalıkta. Fransa’da hiç yoksul olmamasını mı istiyorsunuz? Hiç sadaka
dağıtmayın ve özellikle hayır kurumlarınızı ortadan kaldırın. Yoksunluk içinde doğmus kisi, bu tehlikeli kaynaklardan yoksun olduğunu görerek, doğduğu durumdan kurtulmak için doğadan aldığı tüm cesareti, tüm yolları kullanacaktır; sizi artık tedirgin etmeyecektir. Bu zavallı yoksulun hovardalığının meyvelerini barındırma yüzsüzlüğünde bulunduğunuz bu iğrenç evleri hiç acımadan yok edin, yıkın! Tek umutlarım sizin cebinize bağlamıs olan bu yeni yaratıkların iğrenç sürüsünü topluma her gün kusan tüyler ürpertici çirkef kuyularım yok edin! Soruyorum size, bunca insanı bu kadar özenle korumak neye yarar? Fransa nüfusunun azalmasından mı korkuyoruz? Ah! Asla bu endiseye yer yok!
Bu yönetimin birinci yanlıslarından biri çok kalabalık bir nüfustan kaynaklanıyor. Bu fazlalığın devlet için zenginlik kaynağı olması için daha çok sey gerekir. Bu fazlalıklar parazit dallar gibidir, gövdenin zararına yasaya yasaya sonunda her zaman gövdeyi yiyip bitirirler. Hatırlayın, hangi yönetim altında olursa olsun, ne zaman ki nüfus, yasama imkânlarından daha fazla olmustur o yönetim çok sıkıntı ve acı çekmiştir. Fransa’yı iyi inceleyin, bu durumu göreceksiniz. Sonuç nedir? Görülüyor. Bizden daha akıllı olan Çinli asın bol bir nüfusun hâkimiyeti altına girmekten kaçınıyor. Sefahatinin utanç meyvelerine asla sığınacak yer
sunmuyor; Bu korkunç sonuçlar, hazım sonrasında olduğu gibi defediliyor. Yoksullar evi diye bir sey yok: Çin’de böyle bir sey bilinmez. Orada, herkes çalısır: Orada herkes mutludur; yoksulun enerjisini saptıran hiçbir sey yoktur ve orda herkes, Neron gibi: Quid est pauper? (Quid est pauper?: “Fakir de neymiş?’ (ç.n.))diyebilir.
(…)
EUGENIE: (…) Bana öyle geliyor ki, bana söylediklerinizden anladığıma göre, Dolmance, yeryüzünde iyilik yapmak da kötülük yapmak da farksızdır; zevklerimiz, mizacımız değil midir tek uyulması
gereken?
DOLMANCE: (…) Kuşkunuz olmasın, Eugenie, bu erdem ve erdemsizlik sözcükleri bize yalnızca tamamen yerel anlamda fikirler verir. (…)
(…)
MADAM DE SAINT-ANGE: Dinle beni o halde Eugenie. Bir kızın anasının karnından çıkar çıkmaz ebeveynlerinin istencinin kurbanı olması gerektiğini, son nefesine kadar böyle kalması gerektiğini söylemek saçma olur. İnsan haklarının ve kapsamının bunca özenle derinlestirildiği bir çağda genç kızlar ailelerinin kölesi olduklarına inanmak zorunda değillerdir, bu ailelerin onlar üzerindeki nüfuzu kesinlikle boş bir kuruntudur. Böyle ilginç bir konuda doğayı dinleyelim, doğaya çok daha yakın olan hayvanların yasaları bize bir an için örnek olsun. Hayvanlarda ebeveynlik görevleri ilk fiziksel ihtiyaçların ötesine uzanır mı hiç? Erkeğin ve dişinin zevk meyvesi onların sahip olduğu özgürlüklerin ve hakların tümüne sahip olmaz mı? Yürüyebildikleri ve tek baslarına beslenebildikleri ondan itibaren ebeveynleri onları tanımaz bile, değil mi? Ya yavrular, kendilerine yasam vermis olanlara karsı bir ödevleri olduğuna inanırlar mı dersiniz? Hayır, kuskusuz. Peki, hangi hakla insanların evlatları baska ödevlere mecbur bırakılıyor? Bu ödevleri yaratan, babaların cimriliği ya da ihtirası değilse, nedir? İmdi, hissetmeye ve akıl yürütmeye baslayan bir genç kızın bu tür engellere boyun eğmesi doğru mudur, soruyorum size? Bu zincirleri sürdüren sey önyargı değil midir yalnızca? Arzular
içerisinde yanarken bunları bastırmak zorunda kalan on bes, on altı yaşında genç bir kızın, cehennemden beter ıstıraplar içerisinde ebeveyninin hosuna gitmesini beklemek, gençliğini mutsuz ettikten sonra, olgunluk çağını da feda ettikten sonra, onların kalleşçe tamahkârlığına kendini kurban ederek, istemeden ya da sevmek için bir neden bulamadığı, hatta nefret etmek için her türlü nedene sahip olduğu bir eşle kendini birlestirmesinden daha gülünç bir sey olabilir mi?
Hayır, hayır, Eugenie, bu tür bağlar bir süre sonra yok olacaktır; olgunluk yaşına gelir gelmez genç kızı baba evinden çıkarmak, ona ulusal bir eğitim verdikten sonra, on bes yasında, ne istiyorsa o olmasına izin vermek gerekir. Kendini ahlâksızlığa mı bırakacaktır? Olsun, ne
önemi var! Talep eden herkese mutluluk vermeye razı olan bir genç kızın yaptığı hizmetler, kendini tecrit ederek yalnızca esine sunanınkinden son derece daha önemli değil midir? Kadının yazgısı disi köpeğinki, dişi kurdunki gibidir; Đsteyen herkese ait olmalıdır. Tek bir kızlık zarının
saçma bağıyla kadınları bağlamak, doğanın onlara buyurduğu hedefi açıkça ihlal etmektir.
İnsanların gözünün açılacağını, herkese özgürlük sağlanacağını, zavallı kızların kaderinin unutulmayacağını umalım; ama onlar kendilerini unutturmayacak kadar sikâyet ederlerse, kendilerini geleneğin ve önyargının üstüne yerlestirirlerse, onları kölelestirdiği varsayılan
utanç verici prangaları ayakları altında cesurca çiğnerlerse; ancak o zaman, gelenek ve kamu karsısında zafer kazanırlar; daha özgür olacağı için daha akıllı olacak erkek, kadınları küçümseyisindeki adaletsizliği hissedecektir. Tutsak bir halkın suç olarak gördüğü doğanın itkilerine kendini bırakma edimini özgür bir halk suç olarak görmez.
(…) Düzüş, tek kelimeyle, düzüş; sen bunun için dünyaya geldin; zevklerine senin güçlerinden ve istençlerinden baska sınır yoktur; yer, zaman ve kişi istisnası yoktur; her saat, her yer, her erkek senin sehvetine hizmet etmelidir, perhiz imkânsız bir erdemdir, perhiz yaparsak hakları ihlal edilmiş olan doğa bizi anında binlerce felaketle cezalandırır. Yasalar bugünkü gibi olduğu sürece örtülü davranalım; kamu bizi buna zorluyor; ama kamuda sahip olmamız gereken bu acımasız iffetten sessizce sıyrılmayı bilelim.
(…)
Hovardalık yolunun kötülükle dolu olduğu kehaneti ebeveynlerimizin zırvasıdır; her yerde dikenler vardır ama ahlâksızlık kariyerinde güller dikenlerin üzerinde bulunur; erdemin balçıklı patikalarında ise doğa tek bir gül bile yaratmamıstır. Bu yolların ilkinde korkulacak tek engel
insanların fikirleridir; ama birazcık düsündüğünde kendini bu aşağılık kanının üstünde görmeyecek zeki bir kız var mıdır? Saygıdeğerliğin getirdiği zevkler, Eugenie, yalnızca ahlaki zevklerdir, yalnızca bazı kişiler bunları kavrayabilir; düzüsmenin zevkleri ise herkesin hoşuna gider ve bu bastan çıkarıcı cazibeler, kamunun görüsüne meydan okuyarak kaçıp kurtulmanın güç olduğu ama birçok sağduyulu kadının kendilerine fazladan bir zevk sağlayacak kadar alaya almayı bildikleri bu yanıltıcı küçümsemenin verdiği zararı bir süre sonra telafi eder. Düzüş, Eugenie, düzüş benim güzel meleğim; bedenin senindir, yalnızca senin; ondan yararlanma
hakkına ve kimi yararlandırmak istiyorsan ona zevk verme hakkına bu dünyada yalnızca sen sahipsin.
Ömrünün en mutlu döneminden faydalan: Mutluluk veren bu zevk yılları pek kısadır! Bundan yararlanmıs olmak bizi yeterince mutlu ederse, yaşlılığımızda tatlı anılarla teselli bulur ve eğlenmeye devam ederiz. Bu yılları kaybedersek… Acı pismanlıklar, korkunç vicdan azapları bizi
paramparça eder ve yas ilerledikçe gelen bunalımlarla birleserek, tabut uğursuzca yaklastıkça gözyaşları ve ıstırap çevreler bizi…
(…)”
agy s. 34-47
“(…)
DOLMANCE: Felaketin darbeleri altında beli büküldüğünde kurban olduğu kesin; ama suçlu, asla! Tüm bu konulara geri döneceğiz; bu arada, güzel Eugenie için, su anda söyleşimizin konusunu olusturan Sodom zevkini analiz edelim. Bu zevkte kadın için en yaygın duruş yatağın
kenarına kalçaları iyice ayrık ve bası olabildiğince yatağa gömülmüş olarak karın üstü yatmaktır. Ehlikeyif adam, sunulan güzel kıçın görünümüyle bir an için oyalanır, bu kıçı tokatladıktan, elledikten, hatta kimi zaman kırbaçladıktan, çimdikledikten, ısırdıktan sonra, zımbalayacağı minnacık deliği ağzıyla ıslatır ve dilinin ucuyla girişi hazırlar; kendi aletini de tükürükle ya da pomatla nemlendirir ve delmek istediği deliğin önüne yavasça getirir; bir eliyle onu yöneltirken diğer eliyle zevk nesnesinin kalçalarını ayırır; organının duhul ettiğini hisseder etmez atesli bir sekilde itmesi gerekir, yer kazanmaya çok dikkat etmelidir; bu sırada kadın tecrübesiz ve gençse kimi zaman acı çeker; ama, acılar bir süre sonra zevke dönüsecektir, düzücü yarağını canla basla
yavaş yavaş itmelidir, nihayet hedefe erisene dek itmelidir, yani sonunda aletinin kılları arkadan düzdüğü nesnenin anüs kenarlarına sürter. O zaman yoluna hızla devam edebilir, artık tüm dikenler derlenmiştir; geriye güllerden baska bir sey kalmamıstır. Zevk nesnesinin hissetmeye
devam ettiği acı kalıntılarını zevke dönüstürmeyi tamamlamak için, eğer bu bir genç oğlansa onun yarağını kavramak ve sıvazlamak gerekir; eğer bir kızsa klitorisini gıdıklamalı; üstünde çalısılan kisinin anüsünü son derece daraltarak yarattığı zevk seğirmeleri failin zevklerini artıracaktır, o da, halinden memnun ve sehvet içinde, bir süre sonra, zevk nesnesinin kıçının dibine, sayısız kösnül ayrıntının kanıtı olan kopkoyu ve bol bir spermi zıpkın gibi yollayacaktır. Altlarındakinin zevk almasını istemeyenler de vardır; bunları bir süre sonra açıklayacağız.
MADAM DE SAINT-ANGE: Bir an izin verin, su an ben de bir öğrenciyim ve size soruyorum, Dolmance, failin zevklerinin tamamlayıcısı olarak, pasif durumdakinin kıçı nasıl olmalı?
DOLMANCE: Dolu elbette: hizmet eden nesnenin o sırada tam bir sıçma isteği duyması esastır, böylece düzücünün yarak ucu katı pisliğe eriserek oraya saplanır ve düzüleni kızıstırarak atese çeviren meniyi en sıcak ve en yumusak haliyle oraya yerlestirir.
MADAM DE SAINT-ANGE: Alttakinin daha az zevk almasından endişe duyarım.
DOLMANCE: Yanlış! Bu öyle bir zevktir ki kimsenin bunu kötüye kullanma ihtimali yoktur. Bu zevke hizmet eden nesne onu tadarak arşın üçüncü katına yükselir. Hiçbir zevk bununla boy ölçüşemez, bu zevke ortak olanları bu kadar eksiksiz tatmin edecek baska bir zevk yoktur ve bu zevki tatmıs olanların bırakabilmeleri güçtür. İste, Eugenie, hamilelik risklerine maruz kalmadan bir erkekle birlikte zevki tatmanın en iyi yollan bunlardır: çünkü, emin olun, yalnızca bir erkeğe kıçını vererek değil, size açıkladığım gibi, organını emerek, sıvazlayarak da zevk alınır. Gerçek zevklerden çok bu tür sahnelerden zevk alan sehvetli kadınlar da tanıdım. Hayal
gücü zevklerin dürtüsüdür; bu tür zevklerde her seyi o düzenler, her şeyin devindiricisi odur; imdi, hayal gücü sayesinde zevk aldığımız doğru değil mi? En çekici sehvet duygularının kaynağı o değil mi?
(…)”
agy s. 57, 58
“(…)
MADAM DE SAINT-ANGE, boynuna sarılarak: Tanrısal erkek!… Size tapıyorum!… Sizin gibi tüm zevkleri tatmıs olmak için insanda ruh ve cesaret olmalı ! Cehaletin ve aptallığın tüm engellerini parçalama serefi yalnızca dehalara aittir. Öpün beni, çok sevimlisiniz!
(…)
DOLMANCE: Sehvetperest yaratık! Yüreğinin ve tatlı kafanın gösterdiği enerjinin bedeli olması gereken okşamalarla ben de seni bitkin düsürmek istiyorum. (Dolmance tüm vücudunu öper ve kıçına hafif tokatlar atar; siki kalkar; Madam de Saint-Ange yarağı avuçlar ve sıvazlar; Dolmance’nin elleri, zaman zaman, yolunu sasırarak Madam de Saint- Ange’ın arkasına geçer, o da sehvetle uzatır arkasını; biraz kendine gelen Dolmance devam eder.) Ama bu yüce fikri niçin yerine getirmeyelim ki?
(…)
DOLMANCE: Bundan kolayı olamaz: Esas konu, bence, bu küçük sevimli kıza elimden geldiğince çok zevk vererek benim boşalmamdır. Yarağımı kıçına sokacağım, o sırada, sizin kollarınız arasında eğilmiş olduğundan, siz de önünü gayet iyi oksayabilir, sıvazlayabilirsiniz; sizin için düşündüğüm pozisyonda o da size aynısını yapabilir: Birbirinizi öpersiniz. Bu çocuğun kıçında ben biraz dolastıktan sonra, tabloyu değiştireceğiz. Madam, sizi arkadan düzeceğim; Eugenie o sırada sizin üzerinizde olacak, sizin basınız da onun bacakları arasında, o klitorisini emmem için bana sunacak: böylece ikinci kez onun belini getireceğim. Sonra, yeniden onun anüsüne yerleseceğim; onun sunduğu am yerine siz bana kıçınızı sunacaksınız, yani siz de onun basını bacaklarınızın arasına alacaksınız; ben sizin kıç deliğinizi emeceğim, tıpkı onun amını emdiğim gibi, siz boşalacaksınız, ben de bosalacağım, o sırada elim, bu sevimli çırağın güzel küçük vücudunu kucaklayıp klitorisini gıdıklayacak ki o da kendinden geçsin.
(…)
DOLMANCE: Kıçınızı bana verin, madam… Evet, bana verin, Eugenie beni emerken ben de onu öpeyim, küfürlerim de sizi saşırtmasın: En büyük zevklerimden biri sikim kalktığında Tanrı’ya
küfretmektir.
(…)
DOLMANCE: Ah! Sikiş Tanrısı! Lanet Tanrı! Üçlüsünü siktiğimin Tanrısı! Pozisyon değistirelim, dayanamayacağım… Arkanızı getirin Madam, yalvarırım, hemen size söylediğim gibi yerleşin. (Düzenleme yapılır ve Dolmance devam eder.) Burası daha az zahmetli… Yarağım nasıl da giriyor!… Ama bu güzel kıç da bir o kadar tatlı Madam!…
(…)
MADAM DE SAINT-ANGE: Ben. geliyorum!… Ah! Sikin!… Sikin!… Dolmance. boşalıyorum!…
(…)”
agy s.64-68
“(…)
DOLMANCE: (…) Asla sırrını ağzından kaçırma, sevgilim ve özellikle tek basına hareket et: Suç ortaklarından daha tehlikeli bir sey olamaz; bize en yakın olanlardan sakınalım her zaman: Ya hiç suç ortağınız olmasın ya da bize hizmet eder etmez onlardan kurtulmak gerekir, der Machiavelli. (…)”
agy s. 70
“(…)
DOLMANCE: (…) Ama felsefenin meşalesi tüm bu düzenbazlıkları yok ettiğinden beri, tanrısal kuruntu ayaklar altında çiğnendiğinden beri, fiziğin yasaları ve sırlan tarafından daha iyi eğitilmis olan bizler üremenin ilkesini gelistirdiğimizden beri ve bu maddi mekanizma
gözümüze buğday tohumunun büyümesinden daha saşırtıcı bir şey sunmadığından beri, insanların hatasını doğaya havale ettik. (…)”
agy s. 74
“(…)
DOLMANCE: (…) Devam edelim:
Acımasız zevkler, analiz etmeye söz verdiğimiz üçüncü türdür. (…)
(…)Acımasızlık, uygarlığın henüz yok edemediği insanın enerjisinden baska bir sey değildir: Dolayısıyla bir erdemdir, ahlâk bozukluğu değil. Yasalarınızı, cezalarınızı, geleneklerinizi ortadan kaldırın, acımasızlığın tehlikeli hiçbir etkisi kalmaz, çünkü aynı yollarla anında bastırılmadıkça asla harekete geçmez; acımasızlık, uygarlık durumunda tehlikelidir, çünkü mağdur varlık hemen hemen her zaman hakareti ortadan kaldıracak güçten ya da araçtan yoksundur; ama uygarlığın olmadığı durumda, güçlü kisiye yöneldiğinde onun tarafından
püskürtülecektir, güçsüze yöneldiğinde ise, yalnızca doğa yasalarının güçlünün ellerine teslim ettiği bir varlığı mağdur bıraktığından, bu durumda en ufak bir uygunsuzluk yoktur.
Erkeklerin kösnül zevklerindeki acımasızlığı hiç analiz etmeyeceğiz; bunlardaki farklı asırılıkları asağı yukarı görüyorsunuz Eugenie ve siz ateşli hayal gücünüz sayesinde kolaylıkla anlarsınız ki, sağlam ve umursamaz bir kisilikte asla sınır olmamalı. Neron, Tiberius, Heliogabal, sikleri kalksın diye çocukları öldürüyorlardı; Retz mareşali, Charolais, Conde’nin amcası da sefahat cinayetleri islediler: Birincisi, her iki cinsiyetten küçük çocuklar üzerinde kendisinin ve din adamının uyguladığı iskenceden aldığından daha büyük bir sehvet tanımadığını sorgusu sırasında itiraf etti. Bretagne’daki satolarından birinde yedi ya da sekiz yüz küçük çocuğun öldürülüp gömülmüs olduğu görüldü. Tüm bunlar tasarlanabilir, size bunu kanıtladım. Bizim yapımız, organlarımız, sıvıların akışı, hayvani ruhların enerjisi; iste aynı dönemde, Titus’ları ya da Neron’ları, Messaline’leri ya da Chantal’ları yaratan fiziksel nedenler… Ne ahlâksızlıktan pisman olmalı ne de erdemden gurur duymalı, iyi bir insan yaratmak yerine hergelenin tekini yarattı diye doğayı da suçlamamalı; o kendi bakış açılarına, planlarına ve ihtiyaçlarına göre davrandı: Buna itaat edelim.(…)
Genel olarak iki tür acımasızlık ayırt ederiz: aptallıktan doğanı, asla düşünülmemis, asla analiz edilmemis olanı, doğmus olan bireyi vahşi hayvanla özdes kılar. Bu hiç zevk vermez, çünkü buna eğilimli olan kişi hiçbir arastırmaya uygun değildir; böyle bir varlığın kabalıkları ender
olarak tehlikelidir: Bundan korunmak her zaman kolaydır; organlardaki aşırı duyarlılığın meyvesi olan diğer tür acımasızlığı ancak son derece tatlı varlıklar bilebilir ve bu acımasızlığın yönelttiği asırılıklar onların tatlılıklarını rafinelestirir yalnızca; asırı inceliği nedeniyle çarçabuk
köreltilmis olan bu zarafetin uyanması için acımasızlığın tüm kaynaklarının kullanıma sokulmus olması gerekir. Bu farklılıkları kavrayan pek az insan varılır!… Tıpkı bunları hisseden pek az kişinin olması gibi! Yine de bunlar vardır, gün gibi ortadadır. Genellikle kadınları etkisi altına almıs olan, bu ikinci tür acımasızlıktır. Bu kadınları iyi inceleyin: Onları buraya
yöneltmis olanın asırı duyarlılıkları olduğunu; hayal güçlerinin asırı faaliyeti olduğunu göreceksiniz, onları acımasız ve anasının gözü kılan şeyin ruhlarının gücü olduğunu göreceksiniz; dahası çok sevimlidir bu kadınlar; acımasızca davrandığında bas döndürmeyen tek bir kadın türü yoktur; ne yazık ki, geleneklerimizin katılığı, daha doğrusu saçmalığı onların acımasızlığını pek az besler; saklanmak, kendilerini gizlemek, yüreklerinin derininde nefret ettikleri görülür iyilik edimleriyle eğilimlerini örtmek zorundadırlar; ancak en karanlık örtüler altında, en büyük önlemleri alarak, güvenilir birkaç dostun yardımıyla kendilerini doğal eğilimlerine teslim edebilirler ve çok kisi bu durumda olduğundan, sonuçta çok fazla bahtsız vardır. Onları tanımak mı istiyorsunuz? Acımasız bir gösteri duyurusu yapın: bir düello, bir yangın, bir muharebe, bir gladyatör dövüşü. Nasıl üsüsürler göreceksiniz; ama bu fırsatlar onların ateşini körükleyecek kadar çok sayıda değildir: Kendilerini tutarlar ve acı çekerler.
(…) Angola kraliçesi Zingua, kadınların en acımasızı, âsıklarına kendini becertip onları öldürüyordu; çoğu zaman kendi gözleri önünde savasçılar dövüstürüyor ve galip gelene
mükâfat olarak kendini veriyordu; vahsi ruhunu pohpohlamak için, otuz yaşından önce hamile kalmış bütün kadınları bir havan içinde döverek eğleniyordu.(Bkz. Bir misyonerin yazdığı Histoire de Zingua, reine d’Angola.) Bir Çin imparatorunun karısı olan Zoe’nin en büyük zevki
kendi gözleri önünde suçluların infaz edilmesiydi; suçlu yoksa ortada, kendisi kocasıyla düzüşürken köleleri öldürtüyordu ve bu zavallılar ne acımasız sıkıntılara katlanırsa kendisi de o denli güçlü spazmlarla boşalıyordu. Kisinin kapatıldıktan sonra kızartıldığı ünlü tunçtan çanı,
kurbanlarının göreceği iskence türünü rafinelestirmek için o icat etmisti. Justinien’in karısı Theodora erkeklerin hadım edildiğini görmekten zevk alıyordu ve Messaline, erkekler mastürbasyon yoluyla bitkin düşürülürken kendini okşuyordu. Floridiyenler eslerinin organlarını dikeltiyorlar ve penis başına küçük böcekler yerlestiriyorlardı, bu da erkeklerin korkunç acılar çekmesine yol açıyordu; bu islem amacıyla onları bağlıyorlardı ve daha
kesin olarak sonuca varmak amacıyla tek bir adamın etrafında hep birlikte toplanıyorlardı. Đspanyollar geldiğinde ise, bu barbar Avrupalılar eşlerini öldürürken onları kendi elleriyle tutuyorlardı. Voisin ve Brinvilliers yalnızca suç islemenin zevki için zehirliyorlardı. (…)
EUGENIE, saşkın: Ah! Sikin beni! Güç olmayacak!
DOLMANCE: Su anki pozisyonda, bayanlar, sırayla yarağımı emebileceğinizi fark ediyorum; bu sekilde tahrik olursam sevimli öğrencimizin zevklerine daha fazla enerjiyle katılabilirim.
EUGENIE: Güzelim, bu güzel yarağı emme onurunu elde etme konusunda seninle yarısırım. (Yarağı eline alır.)
(…)
DOLMANCE, heyecanla: Onu affetmem madam, affetmem!… Örnek olacak bir ceza… Yemin ederim kırbaçlayacağım… Kan içinde kalır!… Ah! Kahrolası Tanrı!… Bosalıyorum… Belim geliyor!… Yut!… Yut, Eugenie, tek bir damlası bile ziyan olmasın!… (…)”
agy s. 76-82
“(…)
MADAM DE SAINT-ANGE: Ah! Bağırsaklarımın dibine kadar sok onu!…
(…)
MADAM DE SAINT-ANGE: Ah! Dostlarım, işte iki taraftan da düzülüyorum… Lanet Tanrı! Ne ilahi zevk!… Hayır, dünyada eşi benzeri yoktur bunun… Ah! Düzüsün! Bunu tatmamıs olan kadına ne yazık!… Sars beni, Dolmance, sars beni… Hareketinin şiddetiyle kardesimin
kılıcına doğru ittir beni ve sen Eugenie, beni seyret; gel, ahlâksızlık içindeki halime bak; gel, beni örnek al, bu isi kendinden geçerek tatmayı, zevkle tadım çıkarmayı öğren… Görüyor musun dostum, aynı anda neler yaptığımı görüyor musun: Skandal, bastan çıkarma, kötü örnek, ensest, zina, sodomi!… Ey Lucifer! Ruhumun tek ve biricik tanrısı, daha fazlasını esinle bana, yüreğime yeni sapkınlıklar sun, bunlara nasıl şehvetle dalacağım göreceksin!
DOLMANCE: Şehvetli yaratık! Sayende belim hemen akacak, sözlerinle ve kıçının harıyla bosalmaya zorluyorsun beni!… (…)
MADAM DE SAINT-ANGE: Ah! Düzün! Düzün! Siz dilediğiniz zaman gelin… Ben, dayanamıyorum! Umursamadığım Tanrı’nın ikiz düzülmüşü adına!… Lanet olası kerhaneci Tanrı! (…)
(…)
DOLMANCE: Şunu unutmayın ki Eugenie, sehvette korkunç olan hiçbir sey yoktur, çünkü şehvetin esinlediği her sey aynı zamanda doğanın esinledikleridir; en olağanüstü, en tuhaf eylemler bile, tüm yasaları, tüm insani kurumları en açık sekilde sarstığı izlenimi verenler bile (bunlardan söz etmiyorum), evet, Eugenie, bunlar bile kesinlikle korkunç değildir ve bu eylemler arasında doğada rastlanmayan tek bir eylem bile yoktur; bana sözünü ettiğiniz sey için de, güzel Eugenie, durum aynıdır, bununla ilgili olarak Kutsal Kitap denen ve Babil’deki esareti sırasında cahil bir Yahudi’nin can sıkıcı intihali olan o bayağı romanda tuhaf bir masala rastlanır; ama bu yanlıstır, tamamen gerçekdısıdır, bu sehirlerin, daha doğrusu bu
kasabaların ateşler içinde yok edilmesine yol açmıs sapmaların cezalandırılmış olduğu da gerçekdısıdır; sönmüs bazı volkan kraterlerinin üstüne kurulmus olan Sodom ve Gomore, Vezüv’ün lavlarının yuttuğu İtalya sehirleri gibi yok oldular; iste tüm mucize bu… Avrupa’nın bir bölümünde kendilerini bu doğal fanteziye teslim etmis zavallı insanlara karşı ates iskencesini barbarca uydurmak için bu çok basit olaydan yola çıkıldı.
(…)
DOLMANCE: Evet, doğal, bunu iddia ediyorum; doğanın, kendi esinlediği seyi ertesi gün mahkûm edecek iki ayrı sesi yoktur. Dahası, çok açıktır ki, bu alıskanlığa gönlünü kaptırmıs insanlar kendilerini buna yönelten duyumları elbette kendi organlarından almaktadırlar. Bu zevki yasaklamak ya da mahkûm etmek isteyenler çoğalmayı tehdit ettiğini ileri sürerler. Bunlar bayağı insanlardır, akılları fikirleri nüfus artısında olan aptallardır ve insanı bu çoğalmadan uzaklastıran her seyi suç olarak görürler! Onların bizi inandırmak istediği gibi, doğanın bu nüfusa çok ihtiyacı olduğu kanıtlanmıs mıdır?Bu aptalca üremeden her uzaklasmanın doğayı ihlal olduğu kesin midir?Buna ikna olmak için, doğanın isleyisi ve yasaları üzerinde bir an
düşünelim. Doğa eğer yalnızca yaratıyorsa ve asla yok etmiyorsa, bu can sıkıcı sofistlerle birlikte ben de inanabilirdim ki, tüm edimlerin en soylusu hiç durmaksızın üretmek olurdu, dolayısıyla, üremenin reddinin kaçınılmaz olarak bir suç olduğunu ben de kabul ederdim. Doğanın işlemlerine söyle bir göz atmak bile, yok etmenin doğanın planlarına yaratmak kadar gerekli olduğunu kanıtlamıyor mu? Bu işlemlerin her birinin birbirine bağlı ve ardısık olduğunu, biri olmadan diğerinin işlemesinin olanaksız olduğunu kanıtlamıyor mu? Yok etme olmadan hiçbir seyin doğmayacağını, yeniden olusmayacağını kanıtlamıyor mu? Demek ki, yaratma gibi imha da doğanın yasalarından biridir.
Bu ilkeyi kabul edersek, yaratmayı reddederek bu doğaya saldırmış mı oluyorum? Yaratmayı reddetmekte bir kötülük varsa bile bu kuşkusuz, kanıtlamış olduğum gibi doğa yasaları arasında yer alan yok etmenin kötülüğünden son derece daha önemsizdir. Bir yandan, bu kaybı doğanın
bana verdiği eğilim olarak kabul edersem, diğer yandan, bu kaybın doğaya gerekli olduğunu kabul eder ve kendimi buna teslim edersem doğaya uygun davranmıs olmaz mıyım, o halde, soruyorum size, suç nerede? Ama salaklar ve nüfus artısı yanlıları ki bu iki sözcük esanlamlıdır, size yine itiraz ederler ve derler ki bu üretici sperm sizin böğrünüze üreme dışında başka bir kullanım için yerlestirilemez: Bunu saptırmak doğaya bir saldırıdır. Önce bunun böyle olmadığını kanıtladım, çünkü bu kayıp, imha demek değildir, dahası kayıptan daha önemli olan imhanın kendisi de bir suç değildir. Đkinci olarak, doğanın bu sperm sıvısının kesinlikle ve
tümüyle üremeye yönelik olmasını istediği de yanlıstır; eğer böyle olsaydı, deneyimin bize kanıtladığı gibi, sperm kaybettiğimiz için bu akmanın başka biçimlerde olmasına da izin vermemekle kalmaz, dahası, istediğimiz zaman ve yerde, tıpkı rüyalarımızda ve anılarımızda olduğu gibi bu kayıpların çiftleşme olmadan meydana gelmesine de karsı çıkardı; bunca
değerli bir sıvı konusunda cimri davranarak, onun ancak üreme çanağına akmasına izin verirdi; spermin akmasıyla bizi sereflendiren sehvetin o üreme çanağını onurlandırmaktan vazgeçtiğimizde hissedilmesini de kesinlikle istemezdi; çünkü doğanın ihlallerle kendisini bunalttığımız anda bile bize zevk vermeye razı olacağım varsaymak akla uygun olmaz. Daha öteye gidelim; kadınlar yalnızca üremek için doğmuslarsa eğer, bu üremeyi doğa pek seviyor olsaydı durum kesinlikle böyle olurdu- bir kadın ne kadar uzun ömürlü olsa da -tüm çıkarsamalar yapıldığında- ancak yedi yıl boyunca hemcinsine yasam verecek durumda olması mümkün olur muydu? Ne yani, hem doğa üremeye can atacak; hem bu hedefe yönelik olmayan her sey ona saldırı kabul edilecek; hem de üremeye yatkın olan cins yüz yıllık ömründe ancak yedi yıl doğurabilecek! Doğa yalnızca çoğalmayı isteyecek, hem de erkeğe bu üremeler için verdiği tohum, erkeğin canı istedikçe yok olacak, mümkün mü bu? Bu kayıp sırasında da, üremeye dönük kullanımda da aynı zevki alacak ve asla en ufak bir hoşnutsuzluk görülmeyecek!…
(…) İnsan soyunun yeryüzünden silinmesi ya da yok olması doğayı ne ilgilendirir! Bu felaket basımıza gelirse her seyin yok olacağına kendimizi kandırışımızdaki kibirle alay eder! Bu yok olusu fark etmez bile. Çoktan yok olup gitmis türler olduğunu bilmiyor muyuz? Buffon böyle çok sayıda tür saymaktadır ve doğa, bu kadar değerli bir kayba sessiz kalarak, bu durumun farkına bile varmam aktadır. Tür tümüyle yok oldu diye hava daha az temiz olmayacaktır, yıldızlar daha az parlak, evrenin isleyisi daha az kesin olmayacaktır. Bununla birlikte, türümüzün dünyaya çok yararlı olduğuna ve onu yaymak için çalısmayanın ya da bu üremeyi yolundan saptıralım kaçınılmaz olarak suçlu olacağına inanmak için salak olmak gerekir! Gözümüzü açalım artık ve bizden daha mantıklı halkların örneği hatalarımız konusunda bizi ikna edebilsin. Bu sözüm ona sodomi suçunun tapınak ve müritlerinin olmadığı tek bir yer yoktur yeryüzünde. Sodomiyi, deyim yerindeyse bir erdem haline getirmis olan Yunanlar, Venüs Callipyge adı altında onun için bir anıt dikmislerdir; Roma, Atina’ya yasaları öğrenmek için gitmis ve oradan bu ilahi zevki alıp gelmistir.
(…)
EUGENİE, çok heyecanlı: Oh! Dostlarım, götümden sikin beni!… (…)
(…)
DOLMANCE: (…) Asla övmedikleri erdemleri bize sunmak için bizim gözümüzden gizlenmekte, kendi ahlâksızlıklarını bizim gözümüzde baska kisveye büründürmekte büyük çıkarı olan insanlarla birlikte yasamaya mahkûm olduğumuzdan onlara samimiyet göstermek bizim için çok tehlikelidir; çünkü o zaman kendi avantajlarımızı onlara kendi elimizle vermis oluruz, onlarsa bizden bunu esirgerler ve bu da bönce olur. Sinsiliği ve ikiyüzlülüğü zorunlu kılan toplumdur: Rahat bırakalım kendimizi. İzin verirseniz kendimden örnek vereyim Madam: Dünyada kesinlikle daha kokuşmus bir varlık bulamazsınız; çağdaslarım ise yanılmaktadır; onlara benim hakkımda ne düsündüklerini sorun, hepsi size benim namuslu biri olduğumu söyleyeceklerdir, oysaki suça bulanmamıs tek bir zevkim yoktur!
(…)
MADAM DE SAINT-ANGE: (…) Sikiniz kalktığında dehsetli şeyler söylemek hoşunuza gidiyor ve belki de burada bize kavrulan hayal gücünüzün sehvet dolu öykülerini hakikat diye sunmaya kalkarsınız. (…)
(…)
MADAM DE SAINT-ANGE: (…) Cesaret meleğim, cesaret; zevke götürenin her zaman acılar
olduğunu unutma.
(…)
DOLMANCE, organını sıvazlayarak: Evet, bunu saklamıyorum, izler ne kadar acımasız olursa öpücüklerim de o kadar şiddetli olur.
(…)”
agy s. 94-104
“(…)
DOLMANCE: Hiç değil, çünkü başkalarının hissettikleri ile bizim hissettiklerimiz arasında hiçbir kıyaslama yapılamaz; baskalarının duyduğu en büyük acı bile bizim için kesinlikle bir hiçtir ve bizim hissettiğimiz en hafif zevk gıcıklanması bile bizi etkiler; dolayısıyla, ne pahasına olursa
olsun, bize büyük zevk veren bu hafif gıcıklanmayı, bize dokunmayan ötekinin devasa bahtsızlıklar toplamına tercih etmeliyiz. Ama eğer, tersine, organlarımızdaki bir tuhaflık, tuhaf bir yapı, yakınımızın çektiği acıları bize hoş kılarsa, ki çoğu zaman böyle olur, o zaman, bu acının yokluğu bizim için bir yoksunluk olacağından, bizi eğlendiren kisinin bu acısını hiç tartısmasız
tercih etmeyeceğimizi kim söyleyebilir? (…)
(…)
DOLMANCE: Aslında ne bunlara ne diğerlerine saygı duyuyorum; yine de analiz edelim bunları, tek tek hepsine bir göz atalım Eugenie. Örneğin, benim evlenme ihtiyacımın, soyumu sürdürme ya da servetimi düzenleme ihtiyacımın ittifak yaptığım nesneyle aramda çözülmez bağlar oluşturması gerektiğini mi söylemek istiyorsunuz? Soruyorum size, bunu savunmak bir saçmalık olmaz mı? Çiftlesme edimi sürdükçe, kuskusuz, bu edime katılmak için bu nesneye ihtiyaç duyarım; ama tatmin olur olmaz, lütfen söyleyin bana, onunla benim aramda ne kalır ki? Ve bu çiftleşmenin sonuçları ona ya da bana hangi zorunlulukları dayatır? Bu sonuncu bağlar,
ebeveynlerin yaşlılıklarında terk edilmekten duydukları korkunun ürünüydü ve çocukluğumuzda bize gösterdikleri çıkarcı özen daha sonra ömürlerinin sonlarında bizden bekledikleri özeni hak etmek içindir yalnızca. Tüm bunlar bizi aldatmasın: Ebeveynimize hiçbir borcumuz yoktur… En ufak bir borcumuz bile yoktur Eugenie. Ve bizim için değil kendileri için çalıstıklarından onlardan nefret edebiliriz, hatta yaklasımları bizi sinirlendirdiğinde onları basımızdan savmamıza da izin vardır; ancak bizimle iyi geçinirlerse onları sevebiliriz ve bu sevgi de diğer dostlarımıza duyduğumuz sevgiden bir derece bile daha fazla olmamalıdır, çünkü
doğumdan gelen hakkın bir anlamı yoktur, hiçbir seyin temeli değildir ve tüm bunları bilgece ve düsünerek incelersek, kendi zevklerinden baska bir şey düsünmeden, bize genellikle bahtsız ya da sağlıksız bir yasam vermiş olanlara kesinlikle kin duymak için bir yığın neden buluruz yalnızca.
(…) Aşk nedir? Bana kalırsa, güzel bir nesnenin niteliklerinin bizim üzerimizdeki etkisinden baska bir sey olarak görülemez; bu etkiler bizim basımızı döndürür; bizi yakıp kavurur; eğer bu
nesneye sahip olursak memnun oluruz; sahip olmamız mümkün değilse ümitsizliğe kapılırız. Peki, bu duygunun temeli nedir?… Arzu. Bu duygunun devamı nedir?… Delilik. Dolayısıyla, güdümüze sadık kalalım ve etkilerinden kendimizi koruyalım. Güdü, nesneye sahip olmaktır; o halde, sahip olmaya çalısalım, ama bilgelikle; ona sahip olur olmaz ondan yararlanalım; yararlanamıyorsak kendimizi teselli edelim: Benzer binlerce baska nesne, çoğu zaman da daha iyisi, onun kaybı karsısında bizi teselli edebilir; tüm erkekler, tüm kadınlar birbirine benzer: Sağlıklı bir düsünmenin etkilerine direnebilecek ask kesinlikle yoktur. Oh! Duyuların sonucunu bizim içimize gömerek, bizi asla bir sey göremeyecek hale sokan, ancak çılgınca tapılan bu nesneyle var olmamıza yol açan bu sarhosluk ne büyük bir aldatmacadır! Yaşamak bu mudur? Bu, bize deliliğin etkilerine pek benzeyen metafizik hazlardan baska mutluluk bırakmayarak kanımızı emen ve kemiren yakıcı bir ateş içinde kalmayı istemek değil midir? Bu tapılası nesneyi eğer her zaman sevmek zorundaysak, onu asla terk etmeyeceğimiz kesinse, bu da bir zırvalık olur, ama en azından bağıslanabilir. Bu olabilir mi? Bu ezeli bağların asla yalanlanmadığına çok örnek bulabilir miyiz? Birkaç aylık hazzın ardından nesne bir süre sonra gerçek yerine yerlestiğinde, onun sunaklarında yaktığımız günlük bizim yüzümüzü kızartır ve artık çoğu
zaman bizi bastan çıkarabileceğini bile düsünemez hale geliriz.
(…)
DOLMANCE: (…) Yapılan bir iyilikten daha fazla yük olamaz. Ortası hiç yoktur: ya karşılığı
verilmelidir ya da asağılanmıs olunur. Gururlu ruhlar iyiliğin ağırlığı altında kendilerini kötü hissederler: Onların üzerine iyiliğin ağırlığı öyle şiddetle çöker ki, iyilik yapandan nefret ederler yalnızca. (…)
(…)
DOLMANCE: (…) Toplum için iyi olan yasalar toplumu olusturan bireyler için çok kötüdür; çünkü bu yasalar bireyi korudukları ya da güvence altına aldıkları andan itibaren onu rahatsız
ederler ve yasamının üçte birini esir alırlar; böylece, yasalara karşı küçümseme dolu bilge insanın onlara gösterdiği hoşgörü, tıpkı yılanlara ve engereklere gösterdiği hoşgörü gibidir, yaralasalar da zehirleseler de kimi zaman tıp alanında ise yararlar; bu zehirli hayvanlardan kendini koruduğu gibi yasalara karsı da kendini korur; bilgelik ve temkin yoluyla kolayca
bulunabilecek önlemlerle, sırlarla, her seyle kendini korur. (…)
(…)
DOLMANCE: (…) Gelin madam, siz de gelin, su hovardaya bakın, daha dokunulmadan
kafasından boşalıyor… Kesinlikle onu bir kez daha arkadan düzmeliyim!
(…)”
agy s. 106-111
“(…)
DOLMANCE: Bu mümkün değil, meleğim; Ömrüm boyunca am düzmedim! (…)”
agy s. 113
“Fransızlar,
Cumhuriyetçi olmak istiyorsanız
biraz daha çabalayın
Din
Önemli fikirler sunuyorum: Bunlar dinlenecek, üstünde düsünülecektir. Bu fikirlerin hepsi olmasa da en azından birkaçı hosa gider. Aydınlanmacıların ilerlemesine bazı noktalarda katkıda bulunabilirsem bu da beni memnun eder. Saklayacak değilim: Hedefe ulaşma çabamızdaki yavaslığı görmek bana acı veriyor; bir kez daha hedefi sasırmanın arifesinde olduğumuzu endişeyle hissediyorum. Yasalara sahibiz diye bu hedefe erismis olacağımıza mı inanılıyor? Bu hayale kapılmayın. Din olmadan yasalar ne isimize yarar? Bize bir kült gerekiyor, hem de bir cumhuriyetçinin karakterine uygun bir kült, Roma’nın kültünü asla yeniden diriltmeyecek kadar ileri bir kült. Ahlâkın dine değil dinin ahlâka dayanması gerektiğine inanmış olduğumuz bir yüzyılda, ahlâka uygun bir din gerek, ahlâkı gelistirebilecek, onun kaçınılmaz devamı olabilecek ve ruhu yücelterek, onun günümüzde tapılan biricik put olan bu değerli özgürlük düzeyinde sürekli kalmasını sağlayabilecek ahlâka sahip bir din gerek. Sorarım size, Titus’un bir kölesinin, Yudea’nın bes para etmez bir palyaçosunun dini, yeniden doğmuş özgür ve savasçı bir ulusa uygun olabilir mi? Hayır, yurttaşlarım, hayır, buna inanmayın! Fransızlar, ne yazık ki hâlâ Hıristiyanlığın karanlıklarında gömülü kalırlarsa; bir yandan rahiplerin kibri, tiranlığı, despotizmi, bu rezil sürünün hep yeniden doğan ahlâksızlığı, diğer yandan ise, bu iğrenç ve düzmece din dogmalarının ve esrarının alçaklığı, dar görüşlülüğü, bayağılığı, bu cumhuriyetçi ruhu köreltmeye devam ederse, Fransızlar kendi enerjileriyle parçaladıkları boyunduruk altına bir süre sonra yeniden gireceklerdir.
Bu çocuksu dinin bizim tiranlarımızın ellerindeki en iyi silahlardan biri olduğunu gözden kaçırmayalım: Bu dinin ilk dogmalarından biri Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim’dir; ama Sezar’ı tahtından indirdik ve artık ona hiçbir sey iade etmek istemiyoruz. Fransızlar, bağlılık yemini etmiş bir ruhbanın ruhunun muhalif bir ruhbanınkinden farklı olduğunu söyleyerek boş yere hayale kapılmayın; devletlerde öyle ahlâksızlıklar vardır ki asla telafi edilemezler. Sizin rahipleriniz, ettikleri yemine rağmen, yoksulluklarına rağmen, Hıristiyan dini sayesinde, bu dinin batıl inançları, önyargıları sayesinde, on yıla kalmaz ruhlar üzerinde isgal ettikleri nüfuzu yemden ele geçirirler; sizi yeniden krallara bağımlı kılarlar, çünkü birinin gücü her zaman ötekilerin gücünü destekler ve sizin temelden yoksun yapınız yok olup gider.
Ey elinde tırpanla dolasan sizler, batıl inanç ağacına son darbeyi indirin; dalları budamakla yetinmeyin: Etkileri bu kadar bulasıcı olan bir bitkiyi tamamen kökünden söküp atın; sizin özgürlük ve eşitlik sisteminizin, Đsa sunağının rahiplerini, tek birinin bile varlığına müsaade etmeyecek kadar açıkça yadsıdığına kesinlikle ikna olun; onlar bu sistemi iyi niyetle benimsemiş olsalar bile vicdanlar üzerinde herhangi bir etki elde etmeyi basardıkları an onu yıkmaya kesinlikle çalısacaklardır. Geçmiste yararlandığı durumla su an mecbur bırakıldığı durumu karsılastırarak, yitirdiği güveni ve otoriteyi yeniden ele geçirmek için elinden geleni yapmayacak rahip var mıdır? Ve ihtiras içindeki bu tepesi tıraslının bir süre sonra yeniden kölesi olmaya hazır, zayıf ve ödlekler ne çoktur! Geçmiste var olmus memnuniyetsizliklerin yemden doğabileceğini nasıl düsünmeyiz? Hıristiyan kilisesinin çocukluğunda da rahipler bugünkü gibi değiller miydi? Vardıkları yeri görüyorsunuz: Peki onları buraya kim getirdi? Dinin sağladığı olanaklar değil midir bunlar? Eğer dini kesin olarak yasaklamazsanız, bu din ve onu vaaz edenler her zaman aynı araçlara sahip olacağından, bir süre sonra aynı hedefe varırlar.
O halde, günün birinde eserinizi yok edebilecek her seyi sonsuza dek ortadan kaldırın. Sizin çalışmalarınızın ürünü yeğenlerinize kalacağından, bizim zor bela içinden çıkabildiğimiz bu karmasaya onları yeniden daldırabilecek bu tehlikeli tohumlardan hiçbirinin onlara kalmamasının sizin göreviniz, sizin dürüstlüğünüz gereği olduğunu unutmayın. Önyargılarımız simdiden ortalıktan çekildi, halk Katolik saçmalıkları yadsımaya simdiden basladı; tapınakları çoktan ortadan kaldırdı, putları devirdi, evliliğin medeni bir sözlesmeden baska bir sey olmadığına inanıyor artık halk; paramparça edilen günah çıkarma odaları halka açık yuvalar olarak kullanılıyor; havarilere özgü sölenleri terk eden sözüm ona müminler, unu farelere bırakır gibi bıraktılar tanrılarını. Fransızlar, asla durmayın: Bir elini simdiden gözlerini kamastıran bantın üzerine atmış olan Tüm Avrupa, onu alnından söküp atacak çabayı sizden bekliyor. Acele edin: Enerjinizi bastırmak için dört bir yandan harekete geçen Kutsal Roma’ya birkaç dönmeyi koruyacak zamanı bırakmayın. Çekinmeden vurun onun kibirli ve titrek kellesini; iki aya kalmaz özgürlük ağacı, gölgesini papalığın kalıntılarına dikerek, Caton’ların ve Brutus’ların külleri üzerine yüzsüzce dikilmis Hıristiyanlığın tüm asağılık putlarını muzaffer dallarının ağırlığıyla örtecektir.
Fransızlar, size sesleniyorum, Avrupa hem kılıçtan hem de buhurdanlıktan sizin kurtarmanızı bekliyor. Dini batıl inançların engellerini parçalamadan krallığın tiranlığını ortadan kaldırmanızın imkânsız olduğunu unutmayın: Bunlar birbirine öylesine sıkı sıkıya bağlıdır ki, ikisinden birinin varlığını sürdürmesine izin verirseniz, ortadan kaldırmayı ihmal ettiğiniz hangisiyse onun nüfuzu altına bir süre sonra yeniden düşersiniz. Bir cumhuriyetçi artık ne hayali bir varlığın kucağında ne de aşağılık bir dalaverecinin kucağında dize gelmelidir; onun tek tanrısı cesaret ve özgürlük olmalıdır artık. Hıristiyanlık vaaz edilir edilmez Roma yok oldu, Fransa da hâlâ buna saygı duyarsa kaybeder.
Bu iğrenç dinin saçma dogmaları, korkutucu sırları, canavarca seremonileri, imkânsız ahlâkı dikkatle incelendiğinde bu dinin bir cumhuriyete uyup uymayacağı gayet iyi görülür. Đsa’nın aptal rahibinin ayaklan dibinde gördüğüm bir adamın bakıs açısına boyun eğeceğime iyi niyetle inanıyor musunuz? Hayır, hayır kuskusuz! Daima sefil bu adam, aşağılık bakıs açısıyla krallık düzeninin acımasızlıklarına hep bağlı kalacaktır; geçmiste kabul etme çılgınlığını gösterdiğimiz bu din kadar bayağı bir dinin aptallıklarına boyun eğdiğinde, o artık bana ne yasaları buyurabilir ne de aydınlanmayı tasıyabilir; ben onu ancak önyargıların ve batıl inancın kölesi olarak görürüm.
Bu hakikate ikna olmak için, babalarımızın anlamsız kültüne bağlı kalan az sayıda kisiye göz atalım; bunların hepsinin mevcut sistemin amansız düsmanları olduğunu göreceğiz, kralcıların ve aristokratların pek haklı olarak asağıladığımız kastının tamamen bunlardan olduğunu göreceğiz. Taçlı bir eşkıyanın kölesi, hamurdan bir putun ayakları dibinde eğilebilir; böyle bir nesne onun çamurdan ruhuna uygundur; kim ki krallara hizmet eder, tanrılara tapmalıdır! Ama biz, Fransızlar, ya biz, yurttaşlarım, biz, bunca asağılık engeller altında alçakgönüllülükle sürünmeli miyiz? Yeniden köle olmaktansa bin kez ölmeyi tercih etmeliyiz. Mademki bir kültün gerekliliğine inanıyoruz, Romalılarınkini taklit edelim: eylemler, tutkular, kahramanlar; onların saygıdeğer nesneleri bunlardı. Böyle putlar ruhu yüceltiyordu, onu canlandırıyordu; fazlasını da yapıyordu: Saygı duyulan varlığın erdemlerini ona aktarıyordu. Minerva’ya tapan kişi temkinli olmak isteyendi. Cesaret, Mars’ın ayakları dibine çömelen kisinin kalbindeydi. Bu büyük adamların tek bir tanrısı bile enerjiden yoksun değildi; hepsi, kendilerine tapan kişinin ruhuna kendi yaktıkları atesi aktarıyordu ve kişi günün birinde kendisine de tapılma ümidi olduğundan, en azından örnek olarak aldığı kisi kadar büyük olmayı arzuluyordu. Peki ya tersine, Hıristiyanlığın bir ise yaramaz tanrılarında ne bulmaktayız? Soruyorumsize, bu salakça din size ne sunmaktadır?(Bu din dikkatle incelendiğinde, içeriğindeki kutsallığa aykırılıkların kısmen Yahudilerin acımasızlığından ve masumiyetinden, kısmen de kâfirlerin ilgisizliğinden ve kafa karışıklığından kaynaklandığı görülecektir. Antik çağ halklarının iyi yanlarına sahip çıkmak yerine, öyle görünüyor ki Hıristiyanlar kendi dinlerini her yerde rastladıkları ahlâksızlıklarla doldurmuşlardır.) Nazaret’in o bayağı dalaverecisi sizin ruhunuzda büyük fikirler doğuruyor mu? Onun pasaklı ve iğrenç annesi, iffetsiz Meryem’in size bir erdem esinlediği oldu mu hiç? Ya onun Cennet’ini süsleyen azizler sizin için bir büyüklük, kahramanlık ya da erdem örneği olur mu? Bu aptalca dinin büyük fikirlere bir sey katmadığı öyle doğrudur ki. hiçbir sanatçı diktiği anıtlarda bu dinin özelliklerini kullanmaz; Roma’’ da bile, papaların sarayının süslenmesinde ya da güzellestirilmesinde kullanılan seylerin örneği paganlıktadır ve dünya durdukça, büyük adamların esin gücünü de yalnızca bu pagan nitelikler costuracaktır.
Büyüklüğün ve yüceliğin bundan daha fazla motifini katısıksız teizmde mi bulacağız? Cumhuriyetçi erdemlere özgü enerji düzeyini ruhumuza vererek, bu erdemleri sevmeye ya da uygulamaya bizi yöneltecek olan sey, bos bir hayalin benimsenmesi mi olacaktır? Bunu hayal etmeyelim! Bu hayaletten vazgeçtik; günümüzde akıl yürütmeyi bilen tüm insanların tek sistemi ateizmdir. Đnsan aydınlandığı ölçüde, hareketin maddeye içkin olduğunu kavradığı ölçüde, bu hareketi yaratacak bir failin gerekliliğinin yanıltıcı bir varlık olduğunu anladı ve var olan her şey özü gereği hareket halinde olduğundan, devindirici gücün gereksizliğim hissetti; ilk yasa koyucuların özenle icat ettikleri kuruntuların ürünü bu Tanrı’nın, onların ellerinde, bizi zincirleyecek yem bir araçtan baska bir sey olmadığı anlaşıldı ve bu hayaleti konusturma hakkını yalnız kendilerine saklayarak, bizi kölelestirmek için basvuracakları gülünç yasalara destek olacak şeyi bu Tanrı’ya söyletmeyi iyi bildikleri de ortaya çıktı. Lycurgue, Numa, Musa, İsa, Muhammet, tüm bu büyük hinoğluhinler, bizim fikirlerimizin tüm bu büyük despotları, kendi ölçüsüz tutkuları için yarattıkları ilahları bir araya getirmeyi bildiler ve bazıları bu tanrıların
yaptırımları aracılığıyla halkları esir edeceklerine emindiler; bilindiği gibi, onlar ya kendilerine uygun sorular sorulmasına ya da kendilerine hizmet edebileceğine inandıkları seye cevap vermeye özen gösterdiler.
Bugün, hem dalaverecilerin vaaz ettikleri bir ise yaramaz bu Tanrı’yı hem de onun gülünççe benimsenmesinden kaynaklanan tüm dini kurnazlıkları aynı sekilde asağılayalım artık! Özgür insanlar artık bu çocuk oyuncağıyla eğlenmiyor. Tüm Avrupa’ya yaydığımız ilkeler arasında ibadetin her türünün ortadan kaldırılması da yer alsın artık! Krallığı parçalamakla yetinmeyelim; putları da sonsuza dek ezip toz edelim: Batıl inançla kralcılık arasında pek bir mesafe yoktur.(Tüm halkların tarihine bakın: Batıl inançları yüzünden kurtulamadıkları alıklık nedeniyle, sahip oldukları hükümetin yerine monarşik bir hükümeti koymayı asla istemediklerini göreceksiniz; kralların dini desteklediğini ve dinin de kralları kutsadığını görürsünüz daima. Kâhya ile aşçının hikâyesi bilinmektedir: Siz bana biber verin, ben de size tereyağını vereyim. Zavallı insanlar, bu iki hergelenin efendisine benzemek zorunda mısınız?) Bunun böyle olması gerek kuşkusuz; çünkü kralların kutsanma ayininin ilk kosullarından biri, tahtlarını en iyi destekleyecek politik temellerden biri olarak hâkim dini korumaktı her zaman için. Ama bu taht devrildiğinde, sonsuza kadar ortadan kalktığında. Onun dayanaklarını olusturan seyin de kökünü kazımaktan asla çekinmeyelim.
Evet, yurttaslar, din özgürlük sistemiyle bağdasmaz; bunun farkındasınız. Özgür insan, Hıristiyanlığın tanrıları karsısında asla eğilmez; bu dinin dogmaları, tören kuralları, sırları ya da ahlâkı asla bir cumhuriyetçiye uygun değildir. Biraz daha çaba; mademki tüm önyargıları yok etmeye çalısıyorsunuz hiçbirinin varlığını sürdürmesine izin vermeyin, bir teki bile kalsa hepsini diriltmeye yeter. Eğer yasamasına izin verdiğiniz sey kesin olarak tüm diğerlerinin besiğiyse, tüm önyargıların dirileceğinden emin olabilirsiniz! Dinin insana yararlı olabileceğine inanmayalım artık. İyi yasalarımız olsun, o zaman dinden vazgeçebiliriz. Ama denecektir ki, halka bir din gerekir; halkı eğlendiriyor, ona sahip çıkıyor. Pekâlâ! Öyleyse, özgür insanlara yakısan dini verin bize. Pagancılığın tanrılarını geri verin bize. Jüpiter’e, Herkül’e ya da Pallas’a seve seve taparız; ama kendi kendine hareket eden bir evrenin düzmece yaratıcısına karnımız tok; kapsamdan yoksun ama kendi devasalığıyla her seyi dolduran bir Tanrı’yı, her seye kadir olan ama asla arzuladığı seyi yerine getiremeyen bir Tanrı’yı istemiyoruz, son derece iyi olmasına karsın yalnızca hosnutsuz kullar yaratan bir varlık istemiyoruz, düzenin dostu olan ama yönetimi altındaki her seyin düzensizlik halinde olduğu bir varlık istemiyoruz. Hayır, doğayı rahatsız eden, karısıklığın babası olan, dehset saçan insanı harekete geçiren bir Tanrı istemiyoruz; böyle bir Tanrı karsısında duyduğumuz öfkeden tir tir titreriz ve biz onun sonsuza dek unutulmasını isteriz -alçak Robespierre kurtarmak istemistir onu bu unutulmadan. (Tüm dinler, tanrısallığın mahrem bilgeliğini ve gücünü bize övmekte hemfikirdirler; ama Tanrı’nın davranışını bize sergilediklerinde onda yalnızca tedbirsizlik, zayıflık ve delilik buluruz. Tanrı, denir, dünyayı kendi için yarattı ve şu ana kadar burayı kendine layık kılamadı; Tanrı kendisine tapalım diye bizi yarattı, bizse ömrümüzü onunla alay ederek geçiriyoruz! Bu Tanrı ne zavallı bir Tanrı’dır!) Fransızlar, Roma’yı evrenin hâkimi kılmıs saygıdeğer putları, bu alçak hortlağın yerine koyalım; krallarımızın putlarına nasıl davrandıysak Hıristiyanlığın tüm putlarına da öyle davranalım. Eskiden tiranlara destek olmus temeller üzerine özgürlüğün amblemlerini yerlestirdik yeniden; Hıristiyanlığın taptığı bu haylazların altlıklarına da büyük adamların portresini yerlestirelim. (Bunlar yalnızca uzun süreden beri ünlü olanlardır.) Köylerimizde ateizmin etkisinden korkmayalım artık; köylüler özgürlüğün gerçek ilkelerine tamamen aykırı Katolik ibadetin ortadan kaldırılmasının gerekliliğini hissetmediler mi sanıyorsunuz? Bu ibadetin sunaklarının ve papaz evlerinin yok edildiğini korkmadan, acı çekmeden seyretmedi mi onlar? Ah! Hıristiyanlığın gülünç tanrılarından da aynı sekilde vazgeçeceklerine emin olabilirsiniz. Mars’ın, Minerva’nın ve Özgürlük’ün heykellerini evlerinin baskösesine yerlestireceklerdir; her yıl bunlar için senlikler düzenleyeceklerdir; yurttaslık tacı yurduna en yararlı hizmetlerde bulunmuş olan yurttaşa verilecektir. Issız bir ormanın ağzında, kırsal bir tapınakta dikilmiş olan Venüs, Hymen ve Ask heykellerine âsıklar saygılarını sunmaya
gelecektir: Venüs’ün üç tanrıça arkadası eliyle, güzellik, metanete taç giydirecektir orada. Bu taca layık olmak için yalnızca sevmek yetmeyecek, sevilmeyi de hak etmek gerekecektir: kahramanlık, yetenekler, insanlık, ruh yüceliği, sınanmıs bir yurttaslık… İste âşık, metresinin ayakları dibinde bu sıfatlara layık olduğunu kanıtlamalıdır ve bunlar eskiden aptalca bir gururla talep edilen, doğustan ve zenginlikten kaynaklanan sıfatlara yeğ tutulacaktır. Bu ibadetten hiç olmazsa bazı erdemler doğacaktır, oysaki geçmiste vaaz etme zayıflığında olduğumuz seyden yalnızca suç doğmaktadır. Bu ibadet, kullandığımız özgürlüğün ayrılmaz parçası olacaktır; bu özgürlüğü canlandıracak, besleyecek, coşturacaktır. Teizm, özü ve yapısı gereği bizim özgürlüğümüzün en ölümcül düsmanıydı. Pagan putların Geç Đmparatorluk’ta yok edilmesi bir damla kana değer miydi? Yeniden köle olmus bir halkın aptallığının hazırladığı devrim en ufak bir engel olmadan isledi. Felsefenin eserinin despotizmin eserinden daha zahmetli olduğundan nasıl kusku duyabiliriz? Aydınlatmak için bunca çaba gösterdiğiniz bu halkı, hayal mahsulü
tanrılarının ayakları dibinde esir tutanlar yalnızca rahiplerdir; onları halktan uzak tutun, perde doğal olarak düsecektir. Sizin hayal ettiğinizden çok daha bilge olan, tiranlığın prangalarından kurtulmus olan bu halkın bir süre sonra batıl inancın prangalarından da kurtulacağına inanın. Freni yok diye korkuyorsunuz ondan: Bu ne zırvalık! Halka inanın, yurttaslar, yasaların maddi kılıcının asla durduramadığı seyi, insanın çocukluğundan
beri alaya aldığı cehennem azabının ahlâki korkusuyla hiç durduramazsınız. Sizin teizminiz, tek kelimeyle, sayısız alçakça cinayet isledi, cinayetlerin tek birini bile engelleyemedi. Tutkuların gözümüzü kör ettiği doğruysa eğer, tutkular etraflarındaki tehlikeleri gizleyen bir bulut çekiyorlarsa gözlerimize; tutkular üzerinde daima asılı duran yasaların kılıcının yok edemediği bu bulutu, sizin Tanrınızın cezaları gibi bizden uzak olan seylerin ortadan kaldırmayı basarabileceğini nasıl varsayabiliriz? Bir Tanrı fikrinin dayattığı bu ek engellerin gereksizliği kanıtlanmıssa eğer, bu Tanrı’nın diğer etkilerinin de tehlikeli
olduğu kanıtlanmıssa eğer, sorarım size, ne ise yarar bu Tanrı, onun varlığını sürdürmek için hangi güdülere yaslanabiliriz? Devrimimizi kusursuz ve sağlam kılacak kadar olgun olmadığımızı mı söyleyeceksiniz bana? Ah! Yurttaslarım, ’89’dan bu yana kat ettiğimiz yol, gelecekte kat etmemiz gereken yoldan çok daha güçlükler tasıyordu ve benim önerimde,
Bastille’in yıkıldığı dönemden bu yana her yönden altüst ettiğimiz kamuyu harekete geçirmek için yapmamız gereken sey çok daha azdır. Küstah bir hükümranı yüceliklerin doruğundan idam sehpasının dibine götürecek kadar bilge, cesaretli bir halka inanalım! O ki, bu son birkaç yıl içinde bunca önyargıyı parçalamayı bildi, bunca gülünç engeli kırmayı bildi, o halde, bir kraldan daha da aldatıcı olabilecek bir hortlağı, mülkiyetin iyiliği için, cumhuriyetin refahı için gömmeye muktedirdir.
Fransızlar, ilk darbeleri sizler vuracaksınız: Ulusal eğitiminiz gerisini tamamlar; ama ise hemen koyulmalısınız; en önemli isiniz bu olsun; dini eğitimin pek ihmal ettiği temel ahlâk, özellikle bu eğitimin temeli olsun. Çocuklarınızın genç dimağlarını yoran Tanrı’yla ilgili aptallıkların yerine, onları mükemmel toplumsal ilkelerle doldurun; on altı yasına basar basmaz unutmaktan gurur duyacakları uyduruk duaları onlara ezberletmek yerine, toplum içindeki görevlerini öğretin; geçmiste söyle bir sözünü ettiğiniz ve sizin dini masallarınız olmadığında, onların kisisel mutluluklarına yeten erdemleri sevmeyi öğretin onlara; bu mutluluğun, kendimizin ne kadar talihli olmasını istiyorsak baskalarını da o kadar talihli kılmaktan ibaret olduğunu bilsinler. Eğer bu hakikatleri, geçmiste çılgınca yaptığınız gibi Hıristiyanların bos hayallerine dayandırırsanız, öğrencileriniz temel ilkelerin uydurukluğunu fark eder etmez kurduğunuz yapıyı çökerteceklerdir ve sırf devirdikleri din onlara yasaklıyor diye birer hergele olup çıkacaklardır. Tersine, erdemin gerekliliğini, yalnızca kendi mutlulukları buna bağlı diye açıklarsanız, bencillikleri nedeniyle namuslu insanlar olurlar ve tüm insanları yöneten bu yasa daima tüm yasaların en güveniliri olur. Dolayısıyla, bu ulusal eğitime dinsel bir masal karıstırmaktan uzak durun. Bir Tanrı’ya tapan sefiller değil özgür insanlar yaratmak istediğimizi asla gözden uzak tutmayalım. Sıradan bir filozof bu yeni öğrencilere doğanın anlasılmaz yüceliklerini öğretsin; insanlara çoğu zaman çok zarar vermis bir Tanrı’yı tanımanın asla insanların mutluluğuna hizmet etmediğini ve anlamadıkları seyin nedeni olarak hiç anlamayacakları bir baska seyi kabul ederek daha mutlu olamayacaklarını onlara kanıtlasın; doğayı anlamaya çalısmanın, ondan zevk almaktan ve onun yasalarına saygı göstermekten daha az önemli olduğunu; doğanın yasalarının bilgece ve basit olduğunu; bu yasaların tüm insanların yüreğinde kazılı olduğunu ve itkiyi kavramak için bu yüreği sorgulamak
gerektiğini kanıtlasın. Eğer bu öğrenciler kendilerine ille de bir yaratıcıdan söz etmenizi istiyorlarsa, nesnelerin nasılsalar daima öyle oldukları cevabını verin onlara, asla baslangıçları olmadığını, asla sonlarının da olmayacağım söyleyin, asla bir sey açıklamayacak ve bir sey ileri sürmeyecek hayali bir kökene uzanabilmenin insan için hem yararsız hem de imkânsız olduğunu söyleyin. Duyularımız üzerinde varlık göstermeyen bir varlık hakkında hakiki fikirlere sahip olmanın insanlar için imkânsız olduğunu söyleyin onlara.
Tüm fikirlerimiz karsılastığımız nesnelerin temsilleridir; nesnesiz bir fikir olduğu kesin olan Tanrı fikri bizde neyi temsil edebilir? Böyle bir fikir, diyeceksiniz onlara, nedensiz sonuç olması kadar imkânsız değil midir? Prototipi olmayan bir fikir kuruntudan baska bir sey olabilir mi? Bazı bilginler, diyeceksiniz. Tanrı fikrinin doğustan var olduğunu ve
insanların daha annelerinin karnındayken bu fikre sahip olduklarını ileri sürerler. Ama bu yanlıstır, diyeceksiniz onlara; her ilke bir yargıdır, her yargı bir deneyimin sonucudur ve deneyim ancak duyuların harekete geçirilmesi yoluyla elde edilebilir; dolayısıyla, dini ilkeler kesinlikle hiçbir seye dayanmazlar ve asla doğustan değillerdir. Anlasılması en güç
seyin en önemli sey olduğuna aklı basında insanları nasıl oldu da ikna edebildik, diye soracaksınız. Onları müthis korkutarak; çünkü insan korktuğunda artık akıl yürütemez; çünkü bu insanlara özellikle kendi akıllarından sakınmaları öğütlendi ve insanın bir kez aklı karıstığında her seye inanır ve hiçbir seyi incelemez. Tüm dinlerin iki temeli cehalet ve
korkudur, diyeceksiniz onlara. İnsanın Tanrı karsısındaki kararsızlığı tam da onu dine bağlayan güdüdür. Đnsan karanlık içindeyken hem fiziksel olarak hem de moral olarak korkar; korku onda alıskanlık halini alır ve ihtiyaca dönüsür: Ümit edeceği ya da endise duyacağı bir sey kalmadığında kendinde bir seylerin eksik olduğuna inanır. Simdi,
ahlâkın yararına yeniden bir bakalım: Bu önemli konuda onlara ders anlatmaktan çok, örnekler verin; kitaptan çok kanıt sunun, o zaman onları iyi birer yurttas haline getirirsiniz; iyi birer savasçı, iyi birer baba, iyi birer es yaparsınız; ülkelerinin özgürlüğüne öyle bağlı insanlar olurlar ki. Akıllarına hiçbir kölelik fikri gelmez, hiçbir dini korku onların dehasını
bulandıramaz. Bu kosullarda, herkesin ruhunda gerçek yurtseverlik ortaya çıkacaktır; tüm gücüyle ve tüm saflığıyla bu ruhlarda hüküm sürecektir, çünkü tek hâkim duygu halini alır ve hiçbir yabancı fikir onun enerjisini azaltamaz; bu durumda, ikinci kusak güvenilir olacaktır ve sizin eseriniz, onun tarafından sağlamlastırılarak, evrenin yasası halini alacaktır. Ama kaygı ya da ödleklik yüzünden bu öğütlere uyulmazsa yok edildiği sanılan
yapının temellerinin varlığını sürdürmesine izin verilirse, neler olur? Yapı bu temeller üzerinde yeniden insa edilir ve aynı dev heykeller oraya yerlestirilir, su korkunç farkla ki, bu heykeller bu kez oraya öyle bir güçle yerlestirilir ki ne sizin kusağınız ne de sonrakiler onları devirmeyi basarabilir.
Dinlerin, despotizmin besiği olduğundan kusku duymayın; tüm despotların ilki bir rahipti; Roma’nın ilk kralı ve ilk imparatoru olan Numa da Augustus da papaz takımıyla isbirliği yaptılar; Constantin ve Clovis birer hükümran olmaktan çok, birer rahipti; Heliogabale Günes rahibiydi. Despotizm ile din arasında tüm zamanlarda, tüm yüzyıllarda öyle sıkı bağlar kuruldu ki, birini yok ederken diğerinin temellerini de dinamitlemek gerektiği artık gün gibi asikârdır, bunun önemli nedeni despotizm her zaman için Đkincisine yasa olarak hizmet edecektir. Yine de ne katliamları ne de sürgünleri öneriyorum; tüm bu dehset verici
seyler, bir an bile tahayyül edemeyeceğim kadar uzaktır yüreğime. Hayır, asla öldürmeyin, asla sürmeyin; bu vahsilikler kralların ya da onlara öykünen hergelelerin vahsiliğidir; bu vahsilikleri uygulayanları kendi yöntemleriyle korkutamazsınız. Yalnızca putlara karsı güç kullanalım; onlara hizmet edenleri gülünç düsürmek yeter: Julien’in iğnelemeleri Hıristiyan dinine Neron’un tüm iskencelerinden daha fazla zarar vermistir. Evet, Tanrı fikrini sonsuza dek tümüyle ortadan kaldıralım ve rahiplerini asker yapalım; bazıları simdiden asker oldular bile; bir cumhuriyetçi için pek soylu olan bu mesleğe bağlı kalsınlar, ama bize ne kendi hayal mahsulü varlıklarından söz etsinler ne de küçümsediğimiz biricik nesne olan bu varlığın uydurma dininden… Tanrı’dan ya da dinden söz etmek üzere
yanımıza gelecek bu kutsanmıs sarlatanların ilkini maskaraya çevirelim, gülünç düsürelim, onu Fransa’nın en büyük sehirlerinin kavsaklarında çamura bulanmaya mahkûm edelim; aynı hatayı iki kez isleyecek olanın cezası müebbet hapis olsun. Sonra da, en saldırgan küfürler, en ateist eserler tamamen serbest bırakılsın ki çocukluğumuzun bu korkunç oyuncakları insanların yüreğinden ve belleğinden tamamen sökülüp atılabilsin; bu kadar önemli bir konu hakkında Avrupalıları aydınlatmaya en uygun eserler arasında müsabaka açılsın ve bu konuda söylenmedik bir sey bırakmayarak, her seyi kanıtlayarak yurttaslarına tüm bu hortlakları kovalamaları için bir tırpan ve bunlardan nefret edecek düzgün bir yürek
bırakan eserin mükâfatı ulusça verilecek önemli bir ödül olsun. Altı ay içinde her sey bitmis olacaktır: Sizin asağılık Tanrınız yok edilmis olur ve bu Tanrı yok edilirken de adil olmaktan, baskalarının değerini kıskanmaktan, yasaların kılıcından çekinmekten ve namuslu insan olmaya devam etmekten vazgeçilmeyecektir; çünkü vatanın gerçek dostunun, kralların kölesi gibi bos hayaller pesinde kosmaması gerektiği artık biliniyor olacaktır; kısacası, tek rehberi erdem, biricik freni de vicdan azabı olan bir cumhuriyetçiyi yönetmesi gereken sey, ne daha iyi bir dünyaya duyulan ciddiyetten uzak umut ne de doğanın bize yolladığından daha büyük kötülüklere duyulan korku olmalıdır.
Töreler
Teizmin cumhuriyetçi bir yönetime kesinlikle uygun olmadığını kanıtladıktan sonra, Fransızların törelerinin de buna hiç uygun olmadığını kanıtlamanın gerekli olduğuna inanmaktayım. Çıkartılacak yasaların gerekçesi bu töreler olacağından bu konu çok önem tasımaktadır. Fransızlar, siz yeni bir yönetimin yeni töreleri gerektireceğini hissedecek kadar aydınlandınız; özgür bir devletin yurttasının despot bir kralın kölesi gibi davranması imkânsızdır; çıkarlarının, görevlerinin, aralarındaki iliskilerin bu farklılığı, dünyadaki bambaska bir davranısı tamamen belirler; saygı görmek için ya da tebaalarının gözünde erisilmez olmak için daha engelleyici olma ihtiyacı duyan kralların yönetimi altında
çok önemli görülen bir yığın önemsiz hata, sıradan toplumsal cürümler, cumhuriyette önemsizlesecektir; kralları da dinleri de olmayan yönetimler altında kral katli ya da kutsallığa hakaret adı altında bilinen baska suçlar cumhuriyetçi bir devlet kosullarında da yok olmalıdır. Vicdan ve basın özgürlüğü verildiğinde, pek az bir istisnayla, eylem özgürlüğünü de vermek gerektiğini unutmayalım yurttaslar, yönetimin temellerini
doğrudan doğruya sarsacak eylemi istisna tutarsak, cezalandıracak pek az suç kalacaktır, çünkü aslında, temellerini özgürlük ve esitlikten alan bir toplumda pek az eylem suç olusturur. Olaylar iyi değerlendirildiğinde ve incelendiğinde, ancak yasanın reddettiği seyde suç olduğunu görürüz; çünkü bizim örgütlenmemiz nedeniyle ya da daha felsefi bir ifadeyle, erdeme ve ahlâksızlığa duyduğu ihtiyaç nedeniyle, bize erdemleri ve ahlâksızlıkları bildiren doğanın bize esinlediği sey, neyin iyi, neyin kötü olduğunu kesin olarak saptamada çok muğlâk bir ölçü olur. Ama bunca önemli bir konu hakkındaki fikirlerimi daha iyi ifade edebilmek için, bugüne dek elbirliğiyle canice diye adlandırılmıs insan yasamının farklı eylemlerini sınıflandıracağız ve ardından bunları bir cumhuriyetçinin gerçek görevleriyle söyle bir karsılastıracağız.
İnsanın görevleri daima su üç farklı iliski içinde ele alındı:
1. Vicdanının ve saflığının Yüce Varlık karsısında dayattığı görevler;
2. Hemcinsleriyle birlikte yerine getirmesi gerekenler;
3. Son olarak da, yalnızca kendisiyle iliskili olan görevler.
Hiçbir Tanrı’nın karısamayacağı varlıklar olmamız gerektiği; bitkiler ve hayvanları gibi doğanın gerekli kıldığı yaratıklar olarak bu dünyada olduğumuz, baska türlü olmasının da mümkün olmadığı gerçeği; bu kesinlik kuskusuz, görüldüğü gibi, bu görevlerin birinci bölümünü aniden yok eder, yani Tanrı karsısında sorumlu olduğumuza yanlıs yere
inandığımız görevler yok olup gider; bunlarla birlikte tüm dini suçlar da yok olur, dinsizlik, günah, dine hakaret, ateizm, vs. adı altında bilinen muğlâk ve tanımlanamaz suçların hepsi, kısacası, Atina’nın Alcibiade’de ve Fransa’nın da bahtsız La Barre’da haksız yere cezalandırdığı seylerin tümü yok olup gider. Tanrılarını tanımayan ve bu Tanrı’nın taleplerini kendi sınırlı fikirlerinden yola çıkarak bilen insanların, kendi hayal güçlerinin ürünü olan bu gülünç hayaleti mutlu eden ya da sinirlendiren seyin niteliğine yine de karar vermek istemeleri saçma bir durumdur. Dolayısıyla bu, sınırlanmasını istediğim tüm ibadetlerin herkese serbest olması anlamına gelmez; ben kisinin her seye gülmekte ya da her seyle alay etmekte özgür olmasını arzularım; Ezeli Tanrı’ya kendi keyiflerince basvurmak amacıyla herhangi bir tapınakta bir araya gelen insanlar bir tiyatrodaki komedyenler olarak görülmelidir; sergiledikleri oyuna herkes gidip gülebilir. Eğer dinlere bu gözle bakmazsanız, onları önemli kılan ciddiyete yeniden bürünürler, bir süre sonra kitlelerine yeniden kavusurlar ve biz de dinler için savasmak yerine dinleri tartısır hale geliriz;(Her halk kendi dininin en iyisi olduğunu ileri sürer ve ikna etmek için de yalnızca
birbirleriyle uyumsuz olmakla kalmayan, neredeyse hepsi de çelişik olan sayısız kanıta
dayanır. İçinde bulunduğumuz derin cehalette, bir Tanrı’nın varlığını varsayarsak, hangi din Tanrının hoşuna gidebilir? Eğer aklı başında insanlarsak ya bunların hepsini korumalıyız ya da hepsini yasaklamalıyız; onları yasaklamak kesinlikle en emin yoldur, çünkü hepsinin şaklabanlık olduğuna ahlâki olarak inanıyoruz ve var olmayan bir Tanrı’yı hiçbir din memnun edemez.) bu dinlerden birine verilen öncelik ya da gösterilen himaye sonucunda yok edilen esitlik bir süre sonra yönetimden de yok olacaktır ve yeniden insa edilen teokrasi’ den, kısa süre içinde aristokrasi de yeniden doğacaktır. Sunu ne kadar söylesem azdır: Tanrıların uğursuz imparatorluğunun sizi bir süre sonra despotizmin tüm dehsetine yeniden daldırmasını istemiyorsanız eğer Fransızlar, Tanrı yoktur. Tanrı yoktur; ama tanrıları ancak onlarla alay ederek yok edebilirsiniz; eğer bu alaya öfke ya da önem
atfederseniz peslerinden getirdikleri tüm tehlikeler sürü halinde anında yeniden doğacaktır. Onların putlarını asla öfkeyle devirmeyin; oyun oynayarak un ufak edin bu putları, kitleleri kendiliğinden yok olacaktır.
Dine karsı islenen suçlar için hiçbir yasa çıkarılmaması gerektiğini kanıtlamak için umarım bunlar yeterlidir; çünkü bir kuruntuya saldırmıs olan kisi hiçbir seye saldırmamıs olur, öteki inançlardan üstün olduğunu açıkça hiçbir seyin kanıtlayamadığı bir inancı asağılayanları ya da bu ibadete saldıranları cezalandırmak büyük tutarsızlık olur; böyle bir tavır kaçınılmaz olarak taraf tutmak demektir ve böylece, sizin yeni yönetiminizin temel yasası olan esitliğin dengesini bozmus olursunuz.
İnsanın ikinci grup görevlerine, onu hemcinslerine bağlayan görevlere geçelim; bu sınıftaki görevler kuskusuz en genis olanlardır.
Đnsanın hemcinsleriyle iliskileri hakkında fazlasıyla muğlâk olan Hıristiyan ahlâkın sunduğu temeller öylesine mugalâtayla doludur ki, bunları kabul etmemiz imkânsızdır; çünkü kimi ilkeler yerlestirilmek istendiğinde, bunların temellerini mugalâtaya dayandırmaktan kaçınmak gerekir. Bu saçma ahlâk bize, komsumuzu da kendimiz gibi sevmemizi söyler. Yanlıs olan seyin güzellik özellikleri tasıması mümkün olsaydı eğer, bu düsünceden daha yüce bir sey olamazdı. Kimse hemcinsini kendi gibi sevemez, çünkü bu doğa yasalarına tümüyle aykırıdır ve yasamımızın tüm eylemlerini yöneten sey, doğanın tek bir organıdır; hemcinslerimizi kardes gibi, doğanın bize verniği dostlar gibi sevebiliriz ancak ve mesafeler ortadan kalktığından bağların da kaçınılmaz olarak sıklastığı cumhuriyetçi bir devlette onlarla birlikte daha iyi yasarız.
İnsanlık, kardeslik ve hayırseverlik, birbirimize karsı ödevlerimizi bize bu ilkeye göre buyursunlar ve doğanın bize bu noktada verdiği basit bir enerji sayesinde bu ödevleri kisisel olarak yerine getirelim; bunu yaparken, pek dokunaklı olan bu bağlarda kimilerinin hissettiği sefkati, daha soğuk ya da daha öfkeli olduklarından hissetmeyenleri kınamayalım, özellikle de cezalandırmayalım; çünkü bu noktada evrensel yasalar
buyurmanın apaçık bir saçmalık olacağı kabul edilecektir; böyle bir yöntem, tüm askerlerinin aynı ölçülerde dikilmis giysiler giymesini isteyen generalin yöntemi kadar saçma olur; esitsiz karakterdeki insanların esit yasalara boyun eğmesini istemek korkunç bir adaletsizliktir: Birine uyan yasa diğerine kesinlikle uymaz.
Elbette ne kadar insan varsa o kadar yasa yapılamaz; ama öyle yumusak, öyle az miktarda yasa yapılabilir ki, hangi karakterde olursa olsun tüm insanlar bunlara kolaylıkla uyabilir. Dahası, az sayıdaki yasaların farklı karakterlerin tümüne kolaylıkla uyum sağlayabilecek türde olması da gerekir; onları yönetenin ruhu, erisilmesi gereken birey nedeniyle, az ya da
çok duyarlı olur. Bazı insanların asla uygulayamayacağı erdemler olduğu kanıtlandığı gibi, kimi mizaçlara uygun olmayan reçeteler de olduğu kanıtlanmıstır. Đmdi, yasaya boyun eğmesi imkânsız kisiyi yasayla cezalandırırsanız adaletsizliğinizin açtığı çukur pek büyük olur. Böylece islediğiniz haksızlık, bir körü renkleri ayırt etmeye zorlamak kadar suçlu
kılmaz mı sizi. Yasaların yumusak olması gerektiği ve özellikle ölüm cezası vahsetine tamamen son verilmesi, bu ilk ilkelerden çıkan sonuçtur; çünkü insan yasamına kasteden bir yasa uygulanabilir bir sey değildir, haksızdır, kabul edilemez. Birazdan belirteceğim gibi, insanların doğayı ihlal etmeden (bunu da kanıtlayacağım), birbirlerinin yasamına kastetmenin eksiksiz özgürlüğünü bu ortak anneden aldıkları sayısız örnek elbette vardır, ama aynı ayrıcalığa yasanın sahip olması imkânsızdır, çünkü özü gereği soğuk olan yasa acımasız cinayet eylemini insanda mesrulastırabilecek tutkulara açık olamaz; insan bu eylemi bağıslatacak izlenimleri doğadan alır, doğaya her zaman karsıt duran ve ondan hiçbir sey almayan yasa ise, tersine, aynı sapmalara izin veremez: Aynı güdülere sahip olmadığına göre aynı haklara sahip olması da olanaksızdır. Bu bilgece ve incelikli ayrımlar birçok insanın gözünden kaçar, çünkü pek az insan düsünür; ama bu pek az kisi benim de
hitap ettiğim eğitimli insanlardan devsirilmistir ve umarım ki bu kisiler bizim için hazırlanan yeni yasa üzerinde etkide bulunurlar.
Ölüm cezasını ortadan kaldırma gereğinin ikinci nedeni suçu asla önlememis olmasıdır, çünkü her gün idam sehpasının dibinde yine suç islenmektedir. Bu cezayı ortadan kaldırmak gerekir, çünkü bir insanı öldürdü diye bir baskasını öldürmekten daha kötü bir hesap olamaz, çünkü bu islemin sonucu, kaçınılmaz olarak, bir yerine aynı anda iki kisinin öldürülmesi olmaktadır ve böyle bir aritmetiğe ancak cellâtlar ya da aptallar asina olabilir.
Sonuçta, ne olursa olsun, kardeslerimize karsı isleyebileceğimi alçakça cinayetler belli baslı dörttür: iftira, hırsızlık, iffetsiz davranıs sonucu baskalarına zarar verebilecek suçlar ve cinayet. Monarsik yönetim altında çok önemli görülen tüm bu eylemler, cumhuriyetçi bir devlette bu kadar ciddi midir? Felsefenin mesalesiyle iste bunu inceleyeceğiz, çünkü böyle
bir incelemeye ancak felsefenin ısığında girisilebilir. Tehlikeli bir yenilikçi olmakla suçlamayın beni sakın; belki bu yazıların yol açacağı gibi, kötü niyetlilerin ruhundaki vicdan azabını yatıstırmanın sakıncalarından söz etmeyin bana; bu kötü niyetlilerin suça duydukları eğilimi, benim yumusak ahlâkımla artırmamın büyük bir kötülük olduğunu söylemeyin bana: Burada bu sapkın bakıs açılanılın hiçbirine sahip olmadığımı resmen ilan
ediyorum; ben, ergenliğe vardığımdan beri benimle özdeslesmis olan ve tiranların iğrenç despotizminin yüzyıllardır karsı çıktıkları fikirleri sergiliyorum yalnızca. Bu büyük fikirlerin ahlâkını bozacağı kisiye yazıklar olsun! Felsefi düsünceler içinden yalnızca kötü olanları çekip almayı bilen, her seyin ahlâkını bozabildiği bu kisilere yazıklar olsun! Seneca ya da Charron okuyarak da onların ahlâklarının bozulmadığını kim ileri sürebilir? Ben asla onlara hitap etmiyorum: Yalnızca beni anlayabilecek ve beni tehlikesizce okuyabilecek olanlara hitap ediyorum.
İftiranın bir kötülük olabileceğini asla düsünmediğimi açık yüreklilikle itiraf etmeliyim. Özellikle de. Tüm insanların birbirine dalla bağlı, daha yakın olduğu, dolayısıyla birbirlerini iyi tanımaları da büyük yarar olan bizimki gibi bir yönetimde iftira asla kötülük olamaz. İftira iki türlü olabilir: ya gerçekten sapkın bir insana yöneliktir ya da erdemli birine yönelmistir. Birinci durumda, fazlasıyla kötülük yapmaya müsait olduğu bilinen biri hakkında biraz kötü seyler söylemenin pek önemsiz olduğuna ikna olabiliriz; hatta belki de var olmayan kötülük mevcut kötülüğü aydınlatır ve o kötü kisi daha iyi tanınmıs olur.
Varsayalım ki Hannover’in sağlığa zararlı bir etkisi var, ama bu sert havaya maruz kaldığımda ateslenmekten baska bir risk yok benim için; bu durumda, oraya gitmemi engellemek için, oraya varır varmaz öleceğimi bana söylemis olan insana kızabilir miyim? Hayır, kuskusuz; çünkü büyük bir kötülükle beni korkutarak önemsizini hissetmemi engelledi. Tersine, iftira erdemli bir insana mı yöneldi? Telasa düsmesin: Kendini ortaya koyar koymaz iftiracının tüm zehri anında kendi üzerine akacaktır. İftira, böyle insanlar için, arındırıcı bir seçimden baska bir sey değildir ve onların erdemleri bu seçimden daha da parlayarak çıkacaktır. Hatta bu durumda, cumhuriyetin toplam erdem kütlesi açısından yarar bile vardır; çünkü bu erdemli ve duyarlı adam, hissettiği adaletsizlikten canı yandığından daha da erdemli davranmaya çalısacaktır; kendisine dokunmaz sandığı bu iftirayı asmak isteyecek ve yaptığı iyi eylemleri daha da güçlü kılacaktır. Böylece, birinci durumda, iftiracı, tehlikeli adamın ahlâksızlıklarını büyüterek oldukça iyi sonuçlar meydana getirmis olacaktır; ikinci durumda ise, erdemin tümüyle hepimize sunulmasını sağlayarak mükemmel sonuçlar yaratmıs olacaktır. Bu durumda, sorarım size, özellikle kötüleri tanımanın ve iyileri sevke getirmenin pek Önemli olduğu bir yönetimde iftiracı sizce hangi açılardan tehlikeli olabilir? Dolayısıyla, iftiraya karsı hiçbir cezai tedbir alınmamalıdır; iftirayı hem aydınlatıcı bir fener gibi hem de tesvik edici bir sey olarak görelim ve her durumda, çok yararlı bir sey olduğunu kabul edelim. Tüm fikirleri ve bu fikirleri uyguladığı eseri de büyük olması gereken yasa koyucu, suçun etkisini asla kisisel olarak incelememeli; kütlesel etkisi bakımından incelemelidir. Đftiradan kaynaklanan etkiler bu sekilde incelendiğinde, cezalandırılabilecek hiçbir sey bulunamayacağına bahse girerim; yasa koyucu, bahse girerim ki, iftirayı cezalandıran yasaya adaletin gölgesini düsürebilecektir; tersine, iftirayı eğer destekler ya da tesvik ederse en doğrucu ve en mükemmel insan yasa koyucu olur.
İnceleyeceğimiz ikinci ahlâki suç hırsızlıktır.
Antikçağa bakarsak, hırsızlığın Yunan’ın tüm cumhuriyetlerinde izin verilmis, ödüllendirilmis bir sey olduğunu görürüz; Sparta ya da Lakedaimon hırsızlığı açıkça destekliyordu; bazı halklar hırsızlığı savasçı bir erdem olarak görmüslerdi; hırsızlığın cesareti, gücü, yeteneği gelistirdiği, tek kelimeyle cumhuriyetçi bir yönetime, dolayısıyla bizimkine yararlı tüm erdemleri gelistirdiği açıktır. Simdi tarafsız olarak sunu sormaya cesaret ediyorum: Esitliği amaçlayan bir yönetimde zenginlikleri esitleyici etkisi olan hırsızlık büyük bir kötülük müdür? Hayır, kuskusuz; çünkü bir yandan esitliği gelistirirken, diğer yandan da, kendi malını korumayı da haklı kılmaktadır. Hatta hırsızı değil malının çalınmasına izin vereni cezalandıran bir halk bile vardı, böylece kendi mülkiyetine sahip çıkmayı herkes öğrensin isteniyordu. Bu bizi daha genis düsüncelere yöneltmektedir.
Ulusun karan olan mülkiyete saygı yeminine burada saldırmak ya da yok etmek istediğime inanan varsa beni Tanrı’ya sikâyet etsin! Ama bu yeminin adaletsizliği üzerine birkaç düsüncemi dile getirmeme izin var mı? Bir ulusun tüm bireylerinin kararı olan bir yeminin özü nedir? Yurttaslar arasında kusursuz bir esitlik sürdürmek, herkesin mülkiyetini koruyacak yasaya herkesi esit olarak tabi kılmak değil midir bu? İmdi, hiçbir seyi olmayanın her seye sahip olana saygı göstermesini emreden bir yasa pek mi adildir, sorarım size? Toplumsal sözlesmenin öğeleri nelerdir? Her iki tarafın sahip olduklarım güvence altına almak ve korumak için kendi özgürlüğünden ve mülklerinden bir bölümünü
bırakmak değil midir?
Tüm yasalar bu temellere dayanır; kendi özgürlüğünü kötüye kullanana çektirilen cezanın Saikleri bunlardır. Hatta vergilendirme emredilir ki yurttas kendisinden bir sey istendiğinde kızmaz, bilir ki bu verdikleri sayesinde geri kalan mallan korunacaktır. Ama bir kez daha
yineliyorum, hiçbir seyi olmayan kisi, yalnızca her seyi olanı koruyan bir sözlesmenin altına hangi hakla girer? Eğer siz, ettiğiniz yeminle, zenginin mülkiyetini koruyan bir hakkaniyet sözlesmesi yapıyorsanız, bu “koruyucu” yemine hiçbir seyi olmayan kisinin uymasını isteyerek adaletsizlik yapmıs olmuyor musunuz? Sizin yemininizden onun çıkan
nedir? Ve zenginlikleri bakımından kendisinden bunca farklı birinin yalnızca isine yarayacak bir seye söz vermesini niçin istiyorsunuz? Kesinlikle bundan daha haksız bir sey olamaz! Bir yeminin, bunu eden tüm bireyler üzerinde esit bir etkisi olmalıdır; bu yemini tutmakta hiç çıkan olmayan birini yeminin bağlaması imkânsızdır, çünkü artık özgür bir halkın sözlesmesi olmaktan çıkmıstır: Bu yemin güçlünün zayıf üzerindeki silahıdır ve buna karsı, zayıf hiç durmadan isyan etmelidir. Ulusun talep ettiği mülkiyete saygı yemininde olup biten budur; yalnızca zengin, yoksulu bu yemine bağlar, yoksulun bunca düsüncesizlikle ettiği yeminden çıkarı olan yalnızca zengindir ve yoksul öyle düsüncesizce etmistir ki bu yemini, iyi niyetinden yararlanarak zorla kabul ettirilmis bu yemin aracılığıyla kendisine karsı kimsenin yapmayacağı seyi yapmayı kabullendiğini
göremez.
Bu barbar esitsizliğe ikna olmus olan sizler, tek suçu hher seye sahip olandan bir seyler çalmaya cesaret etmis olmak olan kisiyi cezalandırarak adaletsizliğinizi artırmayın: Sizin hakkaniyetten uzak yemininiz ona bu hakkı hiç olmadığı kadar vermektedir. Onun açısından saçma olan bu yemin aracılığıyla onu yalan yere yemine zorlayarak, bu yalan yeminin yol açabileceği tüm suçlan mesrulastırıyorsunuz; dolayısıyla, nedeni olduğunuz bir seyi cezalandırma hakkınız yoktur! Hırsızları cezalandırmanın korkunç vahsetini size hissettirmek için daha fazla bir sey söylememe gerek yok. Sözünü ettiğim halkın bilgece yasasını taklit edin; kendi malını çaldıracak kadar ihmalkâr adamı cezalandırın, ama hırsızlık yapana asla ceza vermeyin; bilin ki bu eyleme izin veren sizin yemininizdir ve o kisi, hırsızlık yaparak doğanın ilk ve en bilgece hareketine göre davranmıstır yalnızca: Kimin zararına olursa olsun, kendi varlığım koruma hareketi.
Đnsanın hemcinsleri karsısındaki görevlerinin bu ikinci kategorisinde incelememiz gereken suçlar, hovardalığın yol açabileceği eylemlerden olusur. Bunlar arasında özellikle, kisinin diğerlerine borçlu olduğu seye en çok zarar veren sey olarak, fahiselik, zina, ensest, tecavüz ve sodomi yer alır. Tek görevin, hangi yolla olursa olsun varlığım sürdürmesi için gerekli
temel biçimi korumak olduğu bir yönetimde, ahlâki suç olarak adlandırılan seylerin, yani belirttiğimiz türdeki tüm eylemlerin tamamen önemsiz olduğundan elbette bir an bile kusku duyamayız: Cumhuriyetçi bir yönetimin biricik ahlâkı budur. Đmdi, bu yönetimin etrafındaki despotlar sürekli yalanlıyor diye, kendini korumaya yönelik araçlarının ahlâki araçlar olabileceğini hayal etmemiz mantıken imkânsızdır; çünkü bu yönetim ancak savas yoluyla kendini korur ve savastan da daha az ahlâki bir sey olamaz. Simdi, yükümlülükleri nedeniyle ahlâksız olan bir devlette bireylerin ahlâklı olmasının temel önemde olduğu nasıl kanıtlanabilir sorarım size. Bence, bu bireylerin ahlâklı olmamaları daha iyidir. Yunan yasa koyucuları, uzuvları kangrenlestirme gereğinin önemini gayet iyi hissetmislerdi; ahlâki çözülmeleri düzenin sürmesine yararlı çözülme üzerinde etkili olduğundan, bir yönetim içinde daima olması gereken isyanlar bu kangrenlesmeden kaynaklanır; bu, cumhuriyetçi bir yönetim olarak gayet mutlu götürüldüğünden, çevresindekilerin nefretini ve kıskançlığını kaçınılmaz olarak kıskırtır. Đsyan, diye düsünüyordu bu bilge yasa koyucular, asla ahlâki bir durum değildir; yine de bir cumhuriyetin kalıcı hali bu olmalıdır; düzenin sürekli olarak ahlâksızlığa çöküsünü sürdürmesi gerekenlerin pek ahlâklı varlıklar olmasını istemek hem saçma hem de tehlikelidir, çünkü bir insanın ahlâk durumu bir barıs ve huzur
halidir, oysaki onun ahlakdısı hali, onu kaçınılmaz isyana yaklastıran sürekli bir hareket halidir, bu isyan içerisinde cumhuriyetçinin üyesi olduğu yönetimi her zaman desteklemesi gerekir.
Simdi ayrıntılara girelim ve utancın analiziyle baslayalım; iffetsiz duygulanımlara karsıt olan bu ödlekçe hareketi analiz edelim. Doğa insanın edepli olmasını amaçlasaydı eğer, kesinlikle onu çıplak doğurmazdı; uygarlık bakımından bizden daha az yozlasmıs olan sayısız halk çıplak dolasmakta ve hiçbir utanç hissetmemekte; giyinme alıskanlığının biricik temelinin hem havanın sertliği hem de kadınların süs merakı olduğundan kuskunuz olmasın; kadınlar arzuların doğmasına yol açacak yerde bu etkileri (inceden gözler önüne sererlerse bir süre sonra bu etkilerin tümünü yitireceklerini hissederler; doğa onları kusursuz yaratmamıs olduğundan, bu kusurları süslerle gizlediklerinde hosa gitmenin tüm yollarına sahip olacaklarını düsünürler; demek ki utanç, bir erdem olmanın ötesinde, ahlâk bozukluğunun ilk etkilerinden baska bir sey değildi, kadınların süs merakının ilk araçlarından biriydi. Hayâsızlığın sonuçlarının, yurttası cumhuriyetçi yönetimin yasaları için temel önemdeki ahlâksızlık halinde tuttuğuna inanan Lykurgos ve Solon, genç kızların
tiyatroya çıplak çıkmasını zorunlu kılar.(Bu yasa koyucuların niyetinin, erkeklerin çıplak bir kız karşısında hissettikleri tutkuyu yatıştırarak, onların kimi zaman kendi cinslerine hissettikleri tutkuyu daha etkin kılmak olduğu söylenmiştir. Bu bilgeler tiksinilmesini istedikleri şeyi gösteriyorlar ve en zevkli arzuları esinlesin diye yaratıldığına inandıkları şeyi gizliyorlardı; sonuçta, söylediğimiz hedef için çalışmış olmuyorlar mı? Görüldüğü gibi, cumhuriyetin törelerinde ahlâksızlığın gerekli olduğunu hissediyorlardı.) Roma bir süre sonra bu örneği taklit etti: Flöre oyunlarında çıplak dans ediliyordu; pagan misterlerinin büyük bölümü böyle kutlanıyordu; hatta bazı halklarda çıplaklık erdem olarak kabul görüyordu. Sefih eğilimler sonuçta iffetsizlikten doğar; analiz ettiğimiz sözüm ona suçlar bu eğilimlerden kaynaklanır, bunların ilk sonucu da fahiseliktir. Bizi esir etmis olan yığınla dini yanılgıdan artık vazgeçtiğimize göre ve önyargıları ortadan kaldırdıkça doğaya daha da yaklasarak, yalnızca bu doğanın sesini dinlediğimize göre, bir seyin suç olduğuna emin olduğumuzda doğanın bize esinlediği eğilimlerle mücadele etmek yerine onlara direnmek gerektiğine göre, sefahatin bu eğilimlerin bir devamı olduğuna inandığımıza göre, bu tutkuyu içimizde söndürmek yerine huzur içinde bunu tatmin etmenin yollarını bulmamız gerekir. Dolayısıyla, bu bölüme düzen vermeye çalısmalıyız, ihtiyaç nedeniyle sefahat nesnelerine yaklasan yurttas, bu nesnelerle birlikte, tutkularının buyurduğu her seye, asla herhangi birine bağlanmadan kendini verebilsin diye gereken tüm güvenlik tedbirlerini almalıyız, çünkü insan özgürlüğünün tümüyle açılımına bundan daha çok ihtiyaç duyan hiçbir tutku yoktur. Sehirlerde sağlıklı, genis, temiz mobilyalarla süslü ve her açıdan güvenli yapılar insa edilmelidir; buralara zevk almaya gelecek hovardaların heveslerini tatmin etmek üzere, her cinsten, her yastan, her mizaçtan insan onlara sunulacaktır, bu kisilerin tam bir itaat göstermesi kural olacaktır, en ufak ret, buna maruz kalan tarafından keyfi olarak anında cezalandırılacaktır. Bunu da açıklamalı, cumhuriyetçi ahlâka göre değerlendirmeliyim; ben her yerde aynı mantığı vaat ettim, sözümü tutacağım. Biniz önce söylediğim gibi, özgürlüğün en genis açılımına en çok ihtiyaç duyan tutku buysa eğer, kuskusuz en despotiği de budur; bu tutkuda insan emretmeyi sever, itaat ettirmeyi sever, etrafında tatmin etmeye hazır köleler bulmak ister; oysa doğanın insan yüreğine yerlestirdiği despotizmi sergilemenin gizli bir yolunu insana vermezsek, bu despotizmi uygulayabilmek için etrafındaki nesnelere saldırır, yönetimi karıstırır. Bu tehlikeyi önlemek istiyorsanız, bu zorbaca arzuların serbestçe atılımına izin verin, bu arzular kisiyi iradesi dısında sürekli olarak rahatsız ederler; sizin ihtimamınız ve onun parası sayesinde, iç oğlanlardan ya da hanım sultanlardan olusan haremin ortasında kendi küçük hükümranlığını uygulayabilmekten memnun olduğunda, dünyevi isteklerini giderecek tüm
imkânları kibarca sağlayan bir yönetimi devirme yönünde hiç istek duymayacak ve tatmin olacaktır. Tersine, farklı usullere basvurduğunuzda, bu kamusal sefahat nesnelerine, eskiden bakanlık tiranlığının ve Sardanapales’lerimizin(Bilindiği gibi alçak ve hergele Sartine, XV. Louis’ye sefahat araçları sağlıyordu. Haftada üç kez, Paris’in batakhanelerinde olup biten her şeyin Dubarry tarafından zenginleştirilmiş, özel ayrıntısını ona okutuyordu. Bu Fransız Neron’unun hovardalık kolu devlete üç milyona mal oluyordu!) sehvetinin icat ettiği gülünç engelleri dayattığınızda, bir süre sonra sizin yönetiminize karsı sertlesen erkek, sizin tek basınıza uyguladığınızı gördüğü despotizmi kıskanan erkek, sizin ona dayattığınız boyunduruktan kurtulacak ve sizin onu yönetme tarzınızdan bıkarak, daha önceden yaptığı gibi bu yönetimi de değistirecektir.
Bu fikirleri gayet iyi kavramıs olan Yunan yasa koyucularının Lakedaimon’daki, Atina’daki fuhusu nasıl ele aldıklarına bakın; yurttasa yasak koymak yerine onun fuhustan basını döndürüyorlardı; sehvetin hiçbir türü yasaklanmamıstı ve biliciler tarafından yeryüzü filozoflarının en bilgesi ilan edilen Sokrates, Aspasya’nın kollarından Alkibiades’in
kollarına kolaylıkla geçerken elbette Yunanım gururuydu. Daha ileriye gideceğim: Fikirlerim günümüzün alıskanlıklarına ne kadar ters olsa da, benimsenen yönetimi korumak istiyorsak bu alıskanlıkları değistirmek için kendimizi zorlamamız gerektiğini kanıtlamayı hedeflediğimden, namuslu bilinen kadınların fahiseliğinin erkeklerinkinden daha tehlikeli olmadığını; belirttiğim evlerde uygulanan sefahate onları da katmakla kalmayıp, kadınlar için de böyle evler kurmamız gerektiğim; buralarda onların bizimkinden kat kat fazla ateslilikteki mizaçlarının ihtiyaç ve kaprislerini tüm cinsiyetlerle tatmin edebilmeleri gerektiğini size kanıtlayacağım.
(…)”
agy s. 118-141
“(…)
(…) Hayır, parçalayın bunları, doğanın isteği budur; eğilimlerinizden baska fren, arzularınızdan baska yasa, doğanınkinden baska ahlâk tanımayın; sizin güzeli iliklerinizi solduran ve yüreklerinizdeki tanrısal atılımları esir eden bu barbar önyargılar içinde daha uzun süre acı çekmeyin;(Kadınlar aşırı şehvetlerinin onları nasıl güzelleştirdiğini bilmezler. Yaşı ve güzelliği aşağı yukarı benzer iki kadını karşılaştırın, birisi bekâr diğeri de hovardaca yaşıyor olsun: Bu sonuncunun göz alıcılığının ve körpeliğinin nasıl da baskın çıktığı görülecektir; doğaya uygulanan şiddet, zevklerin kötüye kullanılmasından çok daha fazla tüketir; yatakların bir kadını güzelleştirdiğini bilmeyen kimse yoktur.) siz de bizim gibi özgürsünüz ve Venüs dövüslerinin mesleği bize olduğu gibi size de açıktır; saçma sitemlerden hiç korkmayın; ukalalık ve batıl inanç yok oldu; sizin sevimli sap kırdıklarınız yüzünden yüzünüz kızarmasın artık; mersin dallarıyla ve güllerle taçlandığınızda size vereceğimiz değer, kendinizi verisinizin büyüklüğüyle artacaktır.
(…) Thomas Moore, Ütopya adlı kitabında kadınların kendilerini sefahate teslim etmelerinin yararlı olduğunu kanıtlar ve bu büyük adamın fikirleri hiç de düs değildi. (Moore, nişanlıların evlenmeden önce birbirlerini çırılçıplak görmelerini istiyordu. Bu yasa
gerçekleşseydi ne çok evlilik suya düşerdi! Tersinin daha iyi olacağı itiraf edilecektir; buna malı görmeden almak denir.)
Tatarlarda, bir kadın ne kadar çok fahiselik yaparsa o kadar saygı görüyordu; iffetsizliğinin isaretlerini açıkça yakasında tasıyordu ve bu süsleri olmayana hiç değer verilmiyordu. Pegu’de, aileler kendi kadınlarını ya da kızlarını yollan oradan geçen yabancılara kendi elleriyle teslim ederler: Atlar ve arabalar gibi, kızlarını da günü birlik olarak kiralarlar! (…)
(…) Poivre Sahili’ndeki ve Rio-Gabon’daki zenciler kendi karılarına ve öz kızlarına fahiselik yaptırır; Juda krallığında, büyük oğul babasının karısıyla evlenmek zorundadır; Sili halkları kız kardesleriyle, kızlarıyla ayrımsız yatarlar ve çoğu zaman hem anneleriyle hem de kızlarıyla evlenirler. (…)
(…)
(…)Tüm Amerika, keşfedildiğinde, bu zevke sahip insanlarla doluydu. (…) Benguele’deki zenciler erkekleri herkesin gözü önünde metres tutar; baskent Cezayir’deki hemen hemen tüm saraylar bugün yalnızca genç oğlanlarla doludur. Tebai’de oğlan çocuklarıyla sevişmeye hosgörü göstermekle kalınmaz, emredilir de; Khaironeia filozofu [Sokrates; ç.n.) genç insanların ahlâkını yumuşatmak için sodomiyi öğütlüyordu.
Sodominin Roma’da büyük ölçüde hüküm sürdüğünü biliyoruz: Genç oğlan çocuklarının kız giysisi içinde ve genç kızların da oğlan giysisiyle fahişelik yaptığı halka açık yerler vardı. Martialis, Catullus, Tibullus, Horatius ve Vergilius sanki metreslerine yazar gibi dizeler yazmışlardı erkeklere ve nihayet, Plutarkhos (Ahlâki Eserler, Aşk Risalesi.) erkeklerin askında kadınlara yer olmadığını yazar. Girit adasındaki Amasiyenler eskiden genç oğlanları esi benzeri hiç görülmemiş törenlerle kaçırıyorlardı. (…) Strabon, yine bu adadaki sarayların yalnızca oğlan çocuklarıyla dolu olduğunu söylemektedir: Bu çocuklar herkese fahişelik yapıyorlardı.
(…) Aristotelesçi Jerome’u dinleyelim. Oğlan çocuklarıyla ask, der bize, tüm Yunan’da yaygındı, çünkü cesaret ve güç veriyor, tiranları kovmaya yarıyordu; âsıklar arasında gizli ittifaklar kuruluyordu ve bunlar suç ortaklıklarını ele vermektense işkence görmeyi tercih ediyordu; böylece yurtseverlik her seyi devletin refahına feda ediyordu; bu bağların cumhuriyeti güçlendirdiği kesindi, kadınların aleyhinde atılıp tutuluyordu, bu tür yaratıklara
bağlanmak, despotizme özgü bir zayıflıktı.
(…) Galyalıların buna son derece bağlı olduklarını Sezar belirtir. (…) Romalıların Jüpiter ve Ganimed aşklarını kutladıkları bilinmektedir. (…)
Muhammed’in Kuran’da kutsadığı bu sapıklığa pek eğilimli olan Türkler, çok genç bir bakirenin bir oğlan çocuğunun yerini yeterince tutabileceğini ileri sürerlerse de oğlanları sınamadan kadına yöneldikleri enderdir. Sixtus Quint ve Sanchez bu sefahate izin verir; Sanchez bunun üremeye yararlı olduğunu kanıtlamaya bile girişmişti, bu ön hazırlıkların
ardından yapılan çocuk son derece sağlıklı oluyordu. (…) Lukianos bu başıbozuklukların yol
açtığı ilerlemeleri bize öğretir, Sappho’da da bunları görmemiz tesadüf değildir.
(…)
Burada, insanın doğanın öteki ürünlerinin düzeyine indirerek kuşkusuz gururunu inciteceğiz, ama filozof küçük insani gururları asla okşamaz; onun her zaman için büyük bir tutkuyla istediği sey, hakikati aramaktır, özsaygının aptalca önyargıları altından hakikati bulup çıkarır, hakikate erişir, onu geliştirir ve onu şaşkın dünyaya cesurca gösterir.
(…)Bir insanı ya da bir hayvanı yok etmenin esit olmadığını inkâr edemezsiniz; ama her canlı hayvanın imhası, Pythagorasçıların sandığı gibi ya da Ganj kıyılarında yasayanların hâlâ inandığı gibi kesinlikle bir kötülük müdür? (…)”
agy s. 145-153
“DOLMANCE: (…)
(…)
(…) Doğanın kadınları mahkûm ettiği bu güçsüzlük, doğanın niyetinin, zevk alırken kendi gücünden en fazla zevk alan erkeğin, canının çektiği tüm şiddeti kadına uygulaması olduğunu, hatta isterse iskence etmesi gerektiğini tartısmasız olarak kanıtlar. Eğer insan soyunun bu annesinin niyeti, çiftlesmenin isleyisi öfkeninkiyle aynı olmasaydı şehvet krizi bir tür kudurganlığa benzer miydi? Hangi sağlıklı insan, tek kelimeyle, güçlü organlarla donanmış hangi insan zevk alırken yararlandığı nesneyi su ya da bu biçimde örselemek istemez? Kendi duyumlarının asla farkına varmayan bir yığın salağın benim sistemimi yanlış anlayacaklarını biliyorum; ama bu aptalların benim için ne önemi var ki? Ben onlara hitap etmiyorum. Kadınlara tapan bayağı insanları da bir yana bırakıyorum; küstah Dulcinea’larının ayakları dibine uzanmıs, kendilerini mutlu edecek bir iç çekisi beklerken, hâkim olmaları gereken bu cinsiyetin alçakça kölesi olanlara, doğanın kadınları boyun eğdirsin diye hak olarak verdiği prangaları kendileri tasımanın asağılık cazibesini bırakıyorum. (…)”
agy s. 168