Anasayfa > Books / Kargakara > Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi 1, Memet Fuat

Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi 1, Memet Fuat

“(…)

Bu ortama serbest nazmı getirecek olan Nâzım Hikmet ise, büyük hayranlık duyduğu, ilk şiirlerini gösterip düzelttirdiği edebiyat öğretmeni Yahya Kemal’i gözleyerek şairliğe bağlanan, hececilere katılımıyla da birdenbire parlayan genç bir yetenek. Aruzu, Osmanlıcayı bilmiyor. Onun için de bu gibi tartışmaların bütünüyle dışında. İşgal altındaki bir ülkenin acılarını şiirlerinde büyük bir coşkuyla yansıtan direnişçi bir şair. Kimi şiirlerini Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi gibi ünlülere adıyor; karşılığında bu ünlüler de ona şiir adıyorlar. Ödüller alıyor, övgülere boğuluyor. 1921 başlarında. Kurtuluş Savaşına katılmak amacıyla, gene kendisi gibi bir şair olan Vâlâ Nurettin’le birlikte Anadolu’ya geçiyor. Bolu’da öğretmenlikle görevlendiriliyorlar. Bir yandan da Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen şiirler yazacaklar.

Bolu’da Türk halkının, köylülerin yaşamını yakından görünce emperyalizme karşı büsbütün bileniyor, ayrıca dinsel yobazlığın yoğun baskısını duyarak büyük bir karamsarlığa kapılıyorlar. Sovyet Devrimi üzerine anlatılanlar, yirmisine yeni girmiş bu iki genç şairi yerinde görmek, öğrenmek özlemiyle, emperyalistlere karşı Anadolu hükümetini destekleyen Sovyetler Birliği’ne çekiyor.

Moskova’ya giderken uğradıkları Batum’da Nâzım Hikmet, “İzvestiya” gazetesinde gördüğü herhalde Mayakovski’nin olan bir şiirin uzunlu kısalı dizelerine, basamaklı istifine ilgi duyuyor. Daha Rusça bilmediği için içeriğini anlayamasa da bu şiirin “çok iyi tanıdığı” Fransız serbest ölçüsünden ya da Türk şiirindeki serbest müstezattan başka bir şey olduğunu seziyor.

(…)

Nâzım Hikmet “İzvestiya” gazetesindeki şiiri gördüğünde bir hececi olarak serbest müstezat denemeleri yapmakta değildi. “Çok iyi tanıdığı” Fransız serbest ölçüsü yolunda da herhangi bir çalışması olmamıştı. Moskova’ya giderken geçtikleri açlık bölgelerinde gözlediklerinin etkisiyle yazmaya giriştiği “Açların Gözbebekleri”ni, hece ölçüsüne sokamadığını görünce, “İzvestiya”daki şiirin biçimsel çağrışımlarından güç alarak, basamaklı yazmayı denedi. Ortaya yer yer hece kalıplarıyla kurulmuş olsa da, kurallara uymayan, serbest bir ölçü çıktı.

İçine girdiği yeni dünyanın düşünce, duygu yükü altında, bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler birbirini izledi. Rusça öğrenince, devrimci bir ortamda geçmişin bütün değerlerini hiçe sayarak yazan genç Sovyet şairlerini okumaya başladı. Bunlar İtalya’da Marinetti’nin başlattığı Gelecekçilik (Futurizm) akımının etki alanında, geçmişi yadsıyan, her şeyi gelecekte gören devrimci şairlerdi.

Aşağı yukarı yedi yıl sonra, 1929’da, 835 Satır adlı kitap Türk şiirinde bir bomba gibi patladı: “Güneşi İçenlerin Türküsü”, “Salkımsöğüt>”, “Orkestra”, “Piyer Loti”, “Makinalaşmak”, “Açların Gözbebekleri”, “Gövdemdeki Kurt”, “Bahri Hazer”, “Yangın”, “Yanardağ”, “Sanat Telakkisi”, “Korsan Türküsü”, “Rodos Heykeli”, “Berkley”.

Bu şiirlerin sunulduğu ortam Haşim’e, Yahya Kemal’e, Fecr-i Ati’ye, Hececiler’e alışık, şiirde sürekli ama yavaş bir gelişmeyi yaşayan, arayışlar içinde bir ortamdı. Yedi Meşaleciler’e genç yetenekler diye umutla bakılıyor, hecede manzumecilikten uzaklaşılmaya çalışılıyor, Fransız edebiyatının gittikçe daha yakından tanınmasıyla şiirin ölçü ile uyağı aşan yanlarına, içerik sanatlarına yöneliniyordu. Gene de şiir bir incelik işiydi, şiire her düşünce, her duygu, her sözcük giremezdi.

Nâzım Hikmet bu ortama birdenbire yepyeni bir şiirle gelmiş, o güne kadar şiire girmez sayılan konuları, alışılmış kuralları altüst eden bir serbestlikle şiirleştirivermişti.

Böylesine aşırı bir yeniliği yadsımak istemeleri doğal olan, alışkanlıklarına yenik ustalar bile, önlerine konan bu aykırı güzellik karşısında olumsuz bir tavır takınamadılar, mırın kırın etseler de, genel beğeninin baskısı altında, boyun eğmek zorunda kaldılar.

Dönemin ünlü edebiyat adamı Yakup Kadri şöyle diyordu:

“835 Satır Türk şiirindeki, hatta Türk dilindeki inkılâbın ilk satırıdır. (…) O, yalnız Türk şiirinde çığır açmış bir edebiyat inkılâpçısı değil, hiç görmeğe alışık olmadığımız yepyeni bir şair tipidir.”

Dönemin en sevilen şairlerinden Ahmet Haşim ise, kendi anlayışına çok uzak olan bu şiiri şöyle değerlendiriyordu:

“Bu vezin bildiğimiz vezinlerden değil, bu lisan şiirin bizde bugüne kadar kullandığı lisana benzemiyor. Nâzım Hikmet Bey, tarzını kendi icat etmedi, bu biçimde şiirler şimdi dünyanın her tarafında yazılıyor. Nâzım Hikmet Bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir. Bu şiirin eskisine nazaran ruçhanı muhakkak. Eskiden şiir bir tek düdükle söylenirdi. Nâzım Hikmet Bey bir tek alet yerine koca bir orkestra takımı vücuda getirmiş. Fakat bu zengin orkestra, yalnız marş nevinden birtakım heyecanlı havalar çalıyor.”

Kendisinden önceki sanatçılara karşı yaptığı çıkışlar, aşırı bir yenilik getirmiş olması, Nâzım Hikmet’i, önceleri, Gelecekçilik’ten kaynaklanan Batı’daki akımların etkisinde geçmişi hiçe sayan bir şair gibi gösterdi. Her şeyi yıkarak, Türk şiir geleneğinden kopmak istediği sanıldı. Bağlandığı dünya görüşü de bu sanıyı güçlendiriyordu. Ne var ki, yerel konulardan uzak, uluslarüstü yaklaşımına, insanı soyutlayarak ele alma eğilimine karşın, aynı yıl yayımlanan ikinci kitabı Jokond ile Si-Ya-U’da, Nâzım Hikmet’in, geleneksel şiirimizle bağlarını koparmak istemediği, bir bireşim arama özlemi içinde olduğu açıkça görüldü.

Varan 3; 1+1=1 (1930); Sesini Kaybeden Şehir (1931); Benerci Kendini Niçin Öldürdü; Gece Gelen Telgraf (1932); Turanla Babu’ya Mektuplar (1935) — kitaplar birbiri ardına geldikçe, “yalnız marş nevinden birtakım heyecanlı havalar” çalınmadığı, daha yumuşak, daha alçak sesli şiirlere yönelindiği, bir yandan da, türler arasındaki engellerin zorlandığı izlendi. En önemlisi de, soyut, uluslarüstü kişilerden, somut, yerel kişilere doğru gidilmekte, toplumsalcı içerikte yeri yok sanılan bireysel duygular, insanlara özgü tutkular bu büyük orkestrada gittikçe daha fazla yer almaktaydı.

Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nda (1936) ise. Nâzım Hikmet özlediği bireşime varmış, Türk şiir geleneğinin, Türkçenin güzelliklerini çeşitli yönleriyle kucaklayan, hem Divan şiirinden, hem Halk şiirinden etkiler alan, çok güçlü bir “yeni” şiire ulaşmıştı.

Çağdaş Türk şiirinin başlangıç yıllarında en önemli, en göze batan değişiklikleri gerçekleştirmiş olan Nâzım Hikmet’in, sekiz yıl süren bu ilk yayın döneminde, bir yandan da kendi şiir anlayışı değişmiş, gelişmişti. 20 Nisan 1937’de “Her Ay” dergisinde çıkan bir soruşturmaya verdiği yanıtta bu gelişmeyi şöyle özetliyordu:

“Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mazi, hal, istikbal unsurlarıyla ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum. Fakat, hâlâ ulaşamadım. Birçok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok defa fazla haykıran bir ‘propaganda’ edası taşıyorlar. Bu hatamı anladım. Yeni verimlerimde bu hataya bir daha düşmeyeceğim. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışın sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değişti.”

Nâzım Hikmet’in şiir anlayışında önemli bir değişmenin gelmekte olduğunu Şeyh Bedreddin Destanı zaten 1936’da göstermişti. Belki de bu tedirginlik yüzünden 1937 ürünsüz geçti. 1938’de ise cezaevi yılları başladı. İçerde yazdıkları yayımlanamadığı gibi, eski kitaplarının yeni basımları da yapılamadı. Birkaç yıl içinde Nâzım Hikmet şiiri ortadan silindi. Yapıtları özel kitaplıklarda bile en gizli köşelere saklandı. Yeni şiirleri ise ancak yakınlarının, dostlarının, cezaevi yöneticilerinin çevresinde okundu.

Serbest nazım 1929-1938 arasında yaygın bir akım görünümü kazanmış mıydı?

1920’lerin sonunda bu yola giren birkaç şair görüldüyse de, yaygın bir akımın oluştuğu söylenemez. Nâzım Hikmet’in siyasal eylemleri yüzünden sürekli kovuşturmalara uğraması, öte yandan şiirindeki çok belirgin özelliklerin, kendisini izleyenleri “taklitçi” durumuna düşürmesi, okurlar arasında büyük ilgi görmesine karşın, serbest nazmın yaygınlık kazanamamasına, siyasa ile koşutluk içindeymiş gibi görünmesine neden oldu.

1929’da 24 Saat, 1930’da A-Birinci Forma, Herhangi Bir Şiir Kitabıdır adlı yapıtları yayımlanan İlhami Bekir Tez, Serbest nazım akımında Nâzım Hikmet’in en yakın yol arkadaşıydı. Aynı dünya görüşünü, benzer şiirleştirme yöntemlerini paylaşıyordu. Ama bu arkadaşlık uzun sürmedi. İlkokul öğretmeni olan İlhami Bekir Tez geri çekilmek, şiire de, Nâzım Hikmet’e de uzak durmak zorunda kaldı. Bir ara Halkevi çevrelerinde göründü. Daha sonra ise bu gibi çevrelere de, ilerici dergilere de yaklaşmadan, şiirini kendi dünyasına kapattı. Ortamını buldukça kitapçıklar yayımladı. Az sayıdaki ölçülü uyaklı şiirlerinin dışında, Serbest nazım dönemindeki şiirleştirme yöntemlerinden hiçbir zaman vazgeçmedi.

1+1=1’deki(1930) şiirleriyle Serbest nazım akımı içinde yer alan Nail V. de 1932’deki bir tutuklanma olayının getirdiği bunalımlarla Nâzım Hikmet’den uzaklaştı. Daha sonra bazı dergilerde şiirleri çıktıysa da arkası gelmedi.

Bu şairler yalnız bir şiir anlayışını değil, bir dünya görüşünü de paylaşmışlardı Nâzım Hikmet’le. Oysa aynı dönemde Serbest nazım akımı içinde siyasal eğilimlerini şiirlerine yansıtmayan şairlerde vardı.

(…)

1938’de 28 yıla mahkûm edilen Nâzım Hikmet. 12 yıl sonra. Temmuz 1950’de, bir af yasasından yararlanarak cezaevinden çıkmış, ama dışarda da açıkça izlendiğini, şiirlerini bastırmasına ise hiç olanak bulunmadığını görmüştü. Ertesi yıl Haziran 1951’de Moskova’ya kaçması üzerine kitaplarının yayımlanma olasılığı büsbütün ortadan kalktı. Böylece cezaevinde yazdığı Dört Hapisaneden adlı kitabını oluşturan şiirler, Kuvayı Milliye Destanı, Saat 21-22 Şiirleri, Rubailer, Memleketimden İnsan Manzaraları, 1950’lerde de Türk okurlarına ulaşamadı, şiirimizin gelişmesini etkileyemedi.

(…)”

Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi 1, Memet Fuat, Adam Yay., İstanbul, 2008, s. 15-18, 38, 39

Ahmet Kutsi Tecer (1901 – 1967)

(…) 1929’da, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. (…)”

agy s. 83

Necip Fazıl Kısakürek (1905 – 1983)

(…) 1922’de girdiği İstanbul Darülfünunu Felsefe Bölümü’nü bitirmeden, devlet bursuyla, Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe okumaya, Paris’e gönderildi, ama bir yıl sonra öğrenimini tamamlamadan geri döndü. (…)

(…)

Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahçup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak hakikati arama işi…’

‘Şiir, hassemizi kaynaştırıcı idrak mihrakında, maddi ve manevi bütün eşya ve hadiselerin maverasına sıçramak isteyen, küstah ve başıboş kıvılcımlar mahrekidir. O bir noktaya varmanın değil, en varılmaz noktayı sonsuz ve hudutsuz aramanın davasıdır. Maddi ve manevi, eşya ve hadiselerin maverasında karargah kurmuş olan mutlak hakikat kapısı önünde, edebi bir fener alayı… Şiir budur.’

(…)

‘Her remzde ‘gizli’den bir işaret ve her gizlilik işaretine sırdan bir haber vardır.’

(…)”

agy s. 160, 169

Sabri Esat Siyavuşgil (1907 – 1968)

(…) Ortaöğrenimini İstanbul Erkek Muallim Mektebi ile İstiklal Lisesi’nde (1926), Darülfünun Hukuk Mektebi’nde başladığı yükseköğrenimini ise, devlet bursuyla gittiği Fransa’da Dijon ile Lyon Üniversiteleri felsefe bölümlerinde tamamladı. 1932’de yurda dönünce Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne felsefe öğretmeni olarak atandı. (…)”

agy s. 173

Ahmet Muhip Dıranas (1908 – 1980)

(…) Güzel Sanatlar Akademisi kitaplık müdürü olarak İstanbul’a gelince, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne yazıldı. (…)”

agy s. 191

Fazıl Hüsnü Dağlarca (1914)

(…)

Felsefeciler varlığı yokluğu, yaşamı, ölümü, Tanrı’yı, tanrıları, insanoğlunun merak ettiği her şeyi irdeliyor, sorular sorup akıl yoluyla karşılıklar arıyorlar.

Aslında, bu akıl yürütme etkinliğinde ‘duyuların ya da duyusal kavrayışın’ yeri yok, salt mantıksal usavurma, ama insanoğlu dile, imgelere, şiire başvurmadan düşünebilir mi?

Hiçbir konuda ‘bilinemezciliğe’ buyun eğmek istemeyen Fazıl Hüsnü Dağlarca ise, işte bu yoldan, imgeler yolundan giriyor sorular dünyasına, bilgiye aç bir felsefeci gibi her şeyi anlamaya, giderek her şeye şiirsel bir çözüm yakıştırmaya çalışıyor.

Sonuçta belki ortaya felsefe geleneğiyle ilgisiz, işlevsiz, dağınık akılyürütmeler çıkıyor, ama bu akılyürütmelerin daha önce hiçbir dilde örneği bulunmayan şiirleri getirdiği de bir gerçek.

(…)

Ondaki felsefeci yaklaşımını, ilgisini çeken her şeye sorularla yönelip akılyürüterek karşılık aramanın kaynağını da ‘Kutluk’un Evindeki Konuşma’dan çıkarabiliriz:

‘Babamın kırmızı ciltli bir kitabı vardı; küçük bir kitap, şimdiki Varlık Yayınları boyutunda. 150 yaprak kadar. Kitabın adı Muhtasar Yunan Felsefesi’ydi. Bunu yarı anlar yarı anlamaz, belki yüz kez okudum. Bir gün okuldan eve dönünce, evde bir tartışmayla karşılaştım. Babam anneme çıkışıyordu; ‘Kitaplarımı bile koruyamam, kim alır bunları, kim karıştırır buraları?’ diyordu. Anneciğim, ‘Kim karıştıracak, ordadır’ diyordu. ‘Kırmızı ciltli bir kitap, Muhtasar Yunan Felsefesi nerede?’ Annem şaşkın susuyordu. Söylesem bir türlü, söylemesem bir türlü. Sonunda dayanamadım, en bilgiç sesimle, ‘Ben aldım’ dedim. Hayretle yüzüme baktı babam, ‘Ne yapacaksın?’ dedi. Ben çok olağan bir şey yapıyormuşçasına, yemek yiyorum dermişçesine, ‘Okuyorum’ dedim. Daha yedinci sınıfta olduğumu bilen babam, yarı alaylı bir sesle, ‘Ne anlarsın sen ondan?’ dedi. ‘Anladığım kadar anlıyorum.’ dedim. Beni tepeden aşağı bir süzdü; ‘Getir kitabı’ dedi. Gittim, kitap dolabımın en onurlu yerinde duran kitabı aldım, geldim. Bir yeri açtı, ‘Anlay!’ dedi. ‘Buradan ne anladın?’ Ezbere olmamakla birlikte, birçok kez okuduğum için, usumda kalanları söyledim. Bir yer daha açtı, yine söyledim, bir daha açtı, söyledim epeyce. Duyuyordum ki, babamın kızgınlığı yavaş yavaş geçmekte, bu yüzden yeni soruları daha soğukkanlı, daha rahat anlatıyordum. Sekiz on sorudan sonra babam en yumuşak sesiyle ‘Al, kitap senin olsun’ dedi.’

(…)”

agy s. 222, 223

Arif Dino (1893 – 1957)

(…) 1942 yılında Alman faşistlerinin yükselişiyle birlikte, İstanbul’da faşizme karşı oldukları bilinen ilerici aydınlar tutuklanıp Anadolu’ya sürüldüler. Arif Dino önce Develi’ye oradan da, kendi isteği üzerine Adana’ya gönderildi. (…)”

agy s. 245

Orhan Veli Kanık (1914 – 1950)

(…) 1932’de mezun olunca İstanbul’a gelip Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girdi. 1935’de öğrenimini yarım bıraktı. (…)”

agy s. 265

“Oktay Rifat (1914 – 1988)

(…)

‘Hegel’e göre şiir ruhun söze dönüşerek nesnelleşmesi, algılanabilir hale gelmesidir. Bu tanımı kabullenmek için ille de ruhçu ya da ideacı olmaya gerek yoktur.’

(…)”

agy s. 306

“Melih Cevdet Anday (1915 – 2002)

(…) 1946 seçimlerinden sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na Reşit Şemsettin Sirer getirilince, Konya Kitaplığı’na atandı. Kütüphaneler Genel Müdürlüğü’nün araya girmesiyle, Ankara Kitaplığı’nda tasnif memuru olarak çalışması sağlandıysa da, iki yıl sonra bu görevinden ayrılarak İstanbul’a döndü. ‘Akşam’ gazetesinde sayfa sekreterliğiyle basın dünyasına girdi. (…) Solcu olduğu için görevine son verildi. Doğan Kardeş Yayınları’nın kitap bölümüne girdi. Aynı gerekçeyle bu işinden de çıkarıldı. 1956’da Yanyana adlı kitabı Türk Ceza Yasasının 142. maddesine aykırı görülerek toplandıysa da, yargılama sonucu aklandı. 1958’de ‘Tercüman’ gazetesinde önce takma adla, sonra kendi adıyla köşe yazıları yazdı. Sağcı bir yazar transfer edilirken onun gazeteden uzaklaştırılmasını şart koştu. (…) 1979’da UNESCO Genel Merkezi kültür müşaviri olarak Paris’e gitti. Ertesi yıl hükümet değişince geri çağrıldı.

(…)

‘Dilin olanaklarını deneme, araştırma… Buna biçim – anlam ilişkisi de diyebiliriz, olanakları sonsuzdur, ama bir noktada gelir odaklanır: Düzyazı ile hesaplaşma. Şiirin ölüm kalım savaşıdır bu. Her şiir, şiirin kurtuluşu için verilen bir savaş olmalı. şiir düşüncenin yoğunlaştırılması değil, düşüncesidir.’

(…)”

agy s. 314, 338

Asaf Halet Çelebi (1907 – 1958)

(…)

‘Saf şiir parçalanmayan bir tek kelime halinde olunca ona ne bir şey ilave edebilmeğe, ne de ondan bir şey ilave edebilmeğe imkan olamaz. Şiirde bazı kelimelerin lugat manalarını aramak da bence lüzumsuzdur. Çünkü şiir kelimelerin bir araya gelmesinden hasıl olan büyük bir kelimeden başka bir şey değildir. (…)’

(…)”

agy s. 350

“Hasan İzzettin Dinamo (1909 – 1989)

(…) Son sınıfta (Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü) okurken, örgüt kurma, bildiri yayımlama eylemleriyle suçlanıp dört yıl ağır hapis cezası yiyince öğrenimi yarım kaldı. 1939’da cezaevinden çıkınca İstanbul’a gelip yazarlık yapmaya başladı. (…) 1942’de dergilerde yayımlanan şiirlerinden ötürü bir yıl ağır hapis cezası daha yedi. (…) 1949’da yeniden İstanbul’a dönünce, yaşamını sürdürebilmek için, kimliğini gizleyerek fotoğrafçılık, özel öğretmenlik, çevirmenlik gibi işler yaptı. (…) 1955’te 6 – 7 Eylül Olayları sırasında tutklanıp altı ay içerde kaldıktan sonra suçsuz bulunarak salıverildi. (…) Son yıllarını yazarlığı tek uğraş edinerek gecekondusunda geçirdi. (…)

(…)

(…) Bir eylem adamı oluşuyla okurlarının yakınlık duydukları bir şairdi. Öte yandan, çalışmaları engellenerek, yayın olanakları kısıtlanarak, bu yakınlık hep soğutuluyordu. Nitekim Deniz Feneri’ni izleyen şiir kitaplarını ancak 1960’tan sonra yayımlayabildi.

(…)”

agy s. 360

Rıfat Ilgaz (1911 – 1993)

(…) 1944’te yayımladığı Sınıf adlı şiir kitabının ceza yasasının 142. maddesine aykırı görülmesi üzerine tutuklandı. Aklandığı halde altı ay içerde kaldı. Cezaevinden çıktıktan uzun süre sonra, Yozgat’ta Boğazlıyan Ortaokulu’na atandı. İki ay sonra İstanbul’a, Validebağ Sanatoryumu’na gönderildi. (…) Bu dergilerde yazdığı yazılarla, 1953’te yayımladığı Devam adlı şiir kitabı için açılan davalar yüzünden 5 yıl 5 ay 25 gün tutuklu kaldı. Şiir yayımlaması ise yazın dergileri üzerindeki polis baskısıyla engellendi. (…) Sıvas’ta aydınların yakılmasına duyduğu üzüntüyle, 7 Temmuz 1993’te, İstanbul’da öldü.

(…)”

agy s. 365

Cahit Irgat (1916 – 1971)

(…)

(…) Rüzgarlarım Konuşuyor ile Ortalık adlı kitapları yüzünden Ceza Yasası’nın 142. maddesine aykırı yayım yapmaktan mahkemeye verilmiş, zorlukla aklanmıştı. (…)”

agy s. 388

Niyazi Akıncıoğlu (1916 – 1979)

(…) 4 Nisan 1953’te Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlerle gizli dernek kurduğu savıyla tutuklanıp yargılandı. Yirmi ay cezaevinde kaldıktan sonra, 11 Aralık 1954’te aklandı. (…)”

agy s. 397

Behçet Necatigil (1916 – 1979)

(…)

‘Bugünkü şiirim ‘Eski Toprak’tan sonra başladı. (…) Bizim başkaldırmamız başka türlü. Başkaldırma gibi görünmeyen bir şiir. Aslında bütün sanat başkaldırmadır. Bütün sanat protestodur.’

(…)”

agy s. 416

A. Kadir (1917 – 1985)

(…) 1938 yılında Kara Harp Okulu son sınıf öğrencisiyken, okulda örgüt kurup zararlı kitaplar okudukları savıyla tutuklandı. Nazım Hikmet ile yargılanan Kara Harp Okulu öğrencilerindendi. On ay hapse mahkum oldu. (…) 1943’te yayımladığı Tebliğ adlı şiir kitabı toplatıldı, Sıkıyönetim Komutanlığı’nca İstanbul’da bulunması sakıncalı görülen kişilerden sayılarak sürgüne gönderildi. Muğla, Balıkesir, Konya, Adana, Kırşehir’de geçirdiği sürgünden 1947’de döndü. (…)”

agy s. 436

Nahit Ulvi Akgün (1918 – 1996)

(…) 1948’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. (…) Ödemiş ile İzmir liselerinde felsefe, ruhbilim öğretmenliği yaptı. (…)”

agy s. 463

“İlhan Berk (1918 – 2008)

(…)

‘Öykülü şiire karşıyım. Öykülü dediğim konusu anlatılan, bir yerde başlayıp bir yerde biten şiir. (…) Bir öykünüz var, onu yazacaksınız; şiiri bu öyküyü yazmak için kullanıyorsunuz. (…)’

(…)

Bir çeşit dervişlik, keşişliktir şairlik. (…)

Bir çilehane adamıdır şair.

Hayatı yoktur.

*

Şair sözcükleri sonradan görür. Sis dağıldıktan sonra.

*

Gecedir şiir.

Kapalı odalarda görür işini.

Kara kitaplar okur.

(…)

Şair cehennemde yaşar.

(…)”

agy s. 473, 482

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.