Anasayfa > Books / Kargakara > İbrahimi Anlatı (19) Son

İbrahimi Anlatı (19) Son

KURAN

Hz. Muhammed’den yeterince bahsettikten sonra şimdi de genel olarak Kuran metnini ele alalım. Kur’ân veya Kur’ân-ı Kerîm, (Arapça: القرآن) Müslümanlarca İslam Peygamberi Muhammed’e, âyetleri Allah tarafından Cebrail meleği aracılığıyla vahiyler şeklinde gönderildiğine inanılan kutsal kitap. İlk halife Ebubekir (632-634) zamanında bir araya getirtilen Kuran nüshaları, üçüncü halife Osman bin Affan döneminde çoğaltılarak önemli merkezlere gönderilmiştir. Kuran ayrıca Furkân-ı Hâkim, Mushâf-ı Şerif, Kelâ-mullah, Kitâbullah gibi isimlerle de anılır. Uzatma, nokta, hareke gibi işaretlerin yer almadığı bu yazıma daha sonraları ilâve edilen işaretlemelerle okuyuş şekli (tecvid); yazılı olarak belirlenerek bu şekilde nesilden nesile aktarılmıştır.

Kuran “sûre” adı verilen bölümlerden oluşur. Kuran’da 86’sı Mekki, 28’i, Medeni olmak üzere 114 sure bulunur. Medine’de ek-lenen sureler Bakara, Ali İmran, Enfal, Ahzab, Maide, Mümtahine, Nisa, Zilzal, Hadid, Muhammed, Rad, Rahman, Dehr, Talak, Bey-yine, Haşr, Nasr, Nur, Hac, Münafikun, Mücadele, Hucurat, Tahrim, Cuma, Tegabun, Saf, Feth ve Berae’dir. Her bir sure “ayet” adı verilen bölümlerden oluşur. Ayetlerin uzunluğu bir kelime ile bir sayfa arasında değişir. Kuran’ı oluşturan 30 eşit parçadan her birine cüz denir.

‘Vahiy’, görünüşte, surelerin mevcut sırasını izlemeksizin, genellikle Müslümanların belirli bir konuda bilgi, görüş veya cevap gibi ihtiyaçları ya da önemli bir olayla ilgili olarak gerçekleştiği için, Kuran’ın nihai şekli vahiylerin tamamlanmasından sonra ortaya çıkmıştır. Kuran’ın yazılımı sırasında Arapçada noktalama işaretleri bulunmadığı için bazı ayetlerin okunuş şekli, sayısı, nereden başlayıp nerede bittiği gibi konular kesin değildir. Buna göre, Kuran, surelerin başındaki besmeleleri ayrı bir ayet saymama kaydı ile 6236 ayetten oluşur. Ayetlerin sayısını İbn-i Abbas 6616, Nafi 6217, Şeybe 6214, Mısır âlimleri 6226 olarak ifade etmişlerdir. Said Nursi, Zemahşeri gibi bazı alimler ise muhtemelen avama kolay gelsin diye rakamları yuvarlayıp 6666 rakamını vermişlerdir. Kuran’da kaç ayet olduğu hususundaki ihtilaf numaralandırma hususundadır. Bazı âlimler, bir kısım uzun cümleleri iki-üç ayet saymışken, bazısı tek ayet kabul etmiştir. Yine Şafiî âlimleri besmeleyi başında zikredilen sure ile bir bütün olarak saydıkları halde, Hanefi âlimleri besmeleyi ayrı bir ayet olarak saymışlardır. Sure başlarındaki “Yasin, Ha mim” gibi huruf-u mu-kattaa için de benzer durum geçerlidir.

Surelerin kronolojik sırası, Kuran hakkındaki tartışmalı hususlardandır. Ayetlerin açıklanış sırası ile ilgili eldeki veriler yeterince güvenilir değildir. Avrupalı akademisyenler, Kuran’ın içeriğini tarz ve konu açısından inceleyip göreceli bir sıraya koymaya çalışmışlardır. Theodor Nöldeke 1860’ta Kuran Tarihi (History of the Qur’ān) isimli eserini yazdığından beri sureler Batılı kaynaklarda dört değişik şekilde sıralanmaya başlanmıştır. Bu sıralamalardan üçü Mekke ve Medine dönemlerini temel alır.

Buna göre Muhammed’in risaletinin başında ilk olarak ‘indiği’ kabul edilen âyetler Alak suresinde geçer: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.”[1] İlk yazılan ayetlerin inananları okumaya, öğrenmeye, yazmaya ve araştırmaya çağırdığı ve bilim için büyük teşvik mesajı taşıdığı düşünülür. Rivayete göre Kuran’ın en son yazılan âyeti de şudur: “Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı beğendim.”[2]

Kuran sözcüğü Arapça QARE’E sözcüğünün üç harfli mastarıdır. Kuran “okunan şey” veya “ okumak”, Kerîm ise “soylu, asil” ve “eli açık, cömert” anlamlarına gelir. Kuran kelimesi, Kuran’ın 58 ayetinde geçer. Ayrıca “kuran” kelimesi Kuran’da “okunan, okuyuş, okuma” “ekli, katlı, derli” anlamında da kullanılmıştır. Muhakkak ki, biz onu anlayasınız diye Arapça bir kitap olarak indirdik.”[3]Şimdi Kur’ân okumak istediğin zaman önce o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”[4] Kur’ân okunduğu zaman, hemen susup onu dinleyin, umulur ki, rahmete nâil olursunuz.”[5] Şüphesiz ki bu Kur’ân, insanları en doğru ve en sağlam yola iletir ve salih amel işleyen müminlere büyük bir ecir olduğunu müjdeler.”[6] Biz Kur’ân’dan, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan âyet-ler indiriyoruz. Zalimlerin de ancak zararını artırır.”[7]

Birçok âyette “el-Kitâb” kelimesinin Kuran anlamında kullanıldığı görülür: “(Elif, Lâm, Mîm.) İşte o kitap, bunda şüphe yok, müttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir.”[8] Çeşitli ayetlerde Kuran için başka isimler de kullanılmıştır: el-Furkân (Furkân Suresi: 1), ez-Zikr (Hicr Suresi: 9), en-Nûr (Nisâ Suresi: 174), er-Rûh (Şûrâ Suresi: 52) vb.

Kuran, Tevrat ve İncil de kutsal metin olarak kabul etmektedir: “Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur’ân)ı hak ile indirdik.”[9] Kuran indiriliş amacını İbrahimi anlatının diğer kutsal metinlerini Arapların anlayamamasına bağlamaktadır: “(Onu size indirdik ki:) ‘Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa (Yahudi ve Hıristiyanlara) indirildi; biz ise, onların okumasından habersizdik (o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk)’ demeyesiniz.”[10] Öte yandan, daha önce de değindiğimiz gibi Kuran’a göre diğer kutsal kitapların inanlısı olan kavimler dinin özünden uzaklaştığı ve değişik inançlara sahip gruplara bölündüğü için de Kuran’ın gelmesi zorunlu olmuştur: “Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.”[11]

Kuran yazılımı 610-632 yılları arasında, yaklaşık yirmi üç yılda gerçekleşmiştir. Kuran, Muhammed tarafından kâtiplere yazdırılarak kayıt altına alınıyordu. Vahiy kâtipleri sayıları zamanla değişmekte olan kişilerden oluşuyordu. Enes bin Malik bunlardan birini şöyle anlatıyor: “Bir adam vardı. Neccaroğullarından, Hıristiyan’dı, Müslüman olmuştu. Bakara ve Ali İmran surelerini okumuştu. Peygambere de vahiy yazıyordu. Sonra, yeniden Hıristiyan oldu ve kaçıp Hıristiyanlara katıldı. ‘Ben ne öğretip kendisi için yazdımsa, Muhammed yalnızca onu bilir, başka bir şey bilmez,’ demeye başladı.”[12] İslam muhalifi olan çağdaşları da Kuran’ın bu şekilde adım adım yazılmasının, kişisel ve siyasal ihtiyaçlarına uydurmak üzere, onu Muhammed’in tanzim ettiğinin bir işareti olarak görmüşlerdir: “Yine o inkâr edenler dediler ki: ‘O Kur’ân ona, hepsi birden indirilseydi ya’! Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.”[13]

Kuran’ın, vahiy meleği olan Cebrail ve Muhammed’in birbirlerine karşılıklı okumaları ve sahabilerin ezberlemesiyle korunduğuna inanılır. Vahyin Muhammed’in ölümüne kadar devam etmesi sebebiyle Muhammed’in sağlığı sırasında Kuran’ın kitapta toplanmasına imkân olmamıştır. Vahyin Muhammed’in ölümünden iki gün öncesine kadar devam ettiğine inanılmaktadır. Kuran sureleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde yazılmıştır. Bu da demektir ki bir sure bitmeden arada başka surelerin ayetleri de inebilmektedir. Fakat ayetlerin iniş sırasıyla sıralanışı arasında bir farklılık var gibi durmaktadır. Misalen Muhammed’in Veda Haccı sırasında tam olarak söylediği ve son sure olarak kabul edilen Nasr suresinden sonra gelen son ayet Bakara’nın 281. ayeti olmuştur. Halbuki Bakara suresi 286 ayetten oluşmaktadır. Mekke’de yazılanlar “Mekkî”, Medine’de yazılanlar “Medenî” olarak adlandırılmıştır. Fakat bu ayrım pek de uygun olmamaktadır. Çünkü örneğin Hud suresine baktığımızda 123 ayetlik surenin 2, 17 ve 114. ayetlerinin Medine’de, geri kalanın Mekke’de geldiğini öğreniriz. Anlaşılan Muhammed hangi ayetin hangi surenin devamı olduğunu hafızlarına söyleyerek yazdırmış olsa gerektir ki bunun da Kuran’da pek çok karışıklıklara sebep olması çok muhtemeldir. Sonuç olarak bu da bizi surelerin başında anlam verilemeyen harf isimlerinin (Mukataa harfleri)[14]hafızları sureleri ka-rıştırmamak içi kullandıkları kod olma ihtimaline götürmektedir. Belki de hafızlar sureleri birbirine karıştırmışlar, aynı sureleri farklı farklı ezberlemişlerdir ki bu da bize Kuran’da bazı ifadelerin ve kıssaların neden sıklıkla tekrar ettiğiyle ilgili bir açıklama sunabilir. Yani bir hafızın başka bir biçimde kodladığı sureyi bir diğeri başka bir sure olarak kodlamış ve dolayısıyla aynı surenin ufak tefek farklılıklarla ezberlenmesi sonucunda aynı sure farklı adlarla ve küçük değişikliklerle Kuran’da yer almış olabilir.

Kuran yazılışında on üç yıl kadar süren Mekke döneminde indiğine inanılan ayet ve sureler daha çok İslam inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar; Allah’ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve ‘ahiret günü’ne iman gibi konular işlenir, Allah ile eş tutulan putlar reddedilir.

Mekke döneminde Kuran’a, Kuran’ın Âdem’den itibaren devam eden tevhid dini ve vahiy zincirinin devamı olduğu ibaresi eklenmiştir: Allah dinden Nuh’a tavsiye buyurduğu şeyi sizin için de bir kanun yaptı ve (Ey Muhammed!) sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye buyurduğumuzu da şeriat kıldı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.”[15]

Medine’de yazılan âyet ve sûrelerde daha çok aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkilerini düzenleyen şer’i hukukun kuralları, anlaşmalar, barış ve savaş durumları söz konusu edilir. Ayrıca bu dönemde yazılan Berae suresi gibi bazı ayet ve surelerin dil ve hitap açısından tehdit edici olduğu gözden kaçmaz. Hatırlanacağı üzere MS 622 tarihinden itibaren bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti, Muhammed yönetiminde, Medine’de oluşmuştu.

İnanışa göre yükümlülükler Allah tarafından hafiften ağıra doğru yavaş yavaş yirmi üç yıla yayılarak gönderilmiş, Muhammed ve arkadaşları bunları uygulamaya geçirmişlerdir. İslam inanışında bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanın alınması, kötü ve zararlı olanın kaldırılmasıdır.[16]

Kuran ayetlerinin yaşanan olaylar ve sorunlarla ilgili olarak ihtiyaç üzerine geldiğine ve bu yüzden toplumda gerekli etkiyi gösterdiğine inanılır. İslami literatürde esbab-ı nüzul denilen bu durum Kuran tefsirlerinde önemli bir yer tutar. Kuran döneminde yaşanan olaylarla o kadar ilgilidir ki örneğin Rum suresi adını bu ayette İranlılarla yapılan savaşta yenilmiş olan Rumların (Bizanslıların) tekrar galip gelecekleri kehanetinde bulunulmasından almıştır: “Rumlar yenildi. (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde onlar, bu yenilgilerinin ardından mutlaka galib geleceklerdir.”[17]

Muhammed’in ölümünü takip eden Yemâme savaşlarında yetmiş kadar hâfızın ölmesi üzerine Ashabdan Ömer’in hafızların toplanması için dönemin halifesi Ebu Bekir’e başvurarak konunun görüşülmesini istediği, bunun üzerine Ebu Bekir’in, Zeyd bin Sâbit başkanlığında aralarında Abdullah bin Zübeyr, Sa’d bin Ebi Vakkas, Abdurrahman bin Haris bin Hişam’ın da bulunduğu bir komisyon kurarak Kuran sahifeleri bir araya getirildiği iddia edilir.

İddiaya göre Halife Ebubekir zamanında Zeyd bin Sâbit, elinde yazılı Kuran metni olan herkesin bu metinleri getirmesini, ayrıca metinleri bizzat Muhammed’den duyduklarına dair iki güvenilir şahid göstermesi ister. Osman toplanan bu kurula “Zeyd ile imlada anlaşamazsanız, Kureyş‘e göre yazın” emrini vermiştir. Prensip gereği olarak, Ebu Bekir zamanında Kuran toplanırken Abdullah b. Mesud’un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir. Örneğin Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır”[18] âyetinin devamındaki “mütetâbiat” (peşpeşe) ilavesi Kuran’a eklenmemiştir. Yine Abdullah b. Mes’ud’un annelerin nafakası ile ilgili: Varise düşen de yine aynı borçtur”[19]âyetindeki mirasçı hakkında “zi’r-rahimil-mahrem” (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kuran’dan sayılmaz.

Tevâtür derecesinde olan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Muhammed’den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Hanefîler yemin keffâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve Hanbelîlere göre ise, mütevatir olmayan kıraatler ne Kuran ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz.[20]

Kuran’ın bugünkü haliyle kitap halinde toplanılmış şekline “Mus’haf“ denecektir. Mushaf, “sayfalar haline getirilmiş” ya da “iki kapak arasındaki sayfalar”anlamına[21] gelir ve S-H-F (sahife) kökünden gelmektedir. Kuran, Peygamber’in vefatı ile tamamlandığından kendisi hayatta iken toplanmamış, ezberlenerek muhafaza edilmiştir. Yani Kuran, Muhammed’in sağlığında mushaf hale getirilmemiş, hıfz yolu ile muhafaza edilmiştir. Hıfz yoluyla nakil ve nakledilenlerin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında genel bir görüş birliği olsa da bu konuda şüpheli tutum ve farklı rivayetlerin kaydedilmiş olduğu gözardı edilemez. Kuran ayetleri ilk zamanlar vahiy kâtipleri tarafından papirüs, deri ve kemik üzerine yazılarak saklanmaktaydı Bu yazılarla güvenilen Sünni kaynaklarda kaydedilen sahih bir rivayete göre Muhammed’in ölümünde insanlar cenaze işleriyle meşgul iken bir keçi üzerinde yazılı olduğu kâğıdı yemiş ve Peygamber’in ölümüne kadar okunmakta olan ayet bu şekilde ortadan kalkmıştır. Zeyd bin Sâbit’in ortaya koyduğu aslî nüshaya “İmam Mushaf” adı verilmiştir. Ayrıca bazı sahabelerin bu mushaftan farklı özel Mushafları olduğu bilinmektedir. Bu mushaflar halife Osman zamanında yakılacaklardır. Abdullah bin Mesûd‘un teklifiyle “İmam Mushaf” üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır.

Zamanla içerisinde yeni fethedilen yerlerdeki kavim ve kabilelerin Müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. 648’de Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi bu farklı okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağlamıştır. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel olmak için Huzeyfe bin Yemân, Halife Osman’a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istemiştir. Bunun üzerine Halife Osman, Muhammed’in diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında yalnızca Ebu Bekir’in emriyle derlenmiş olan onaylı Kuran Mushaf-larının kullanılmasını ve tüm diğer nüshaların kullanılmasının ya-saklanmasını kararlaştırmıştır. Osman bir önlem olarak da bu Mushaf dışındaki Mushafları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitmiştir. Halife Osman tarafından toplanan bir heyet, sureleri Peygamber’in sağlığında dizdiği sıra ile toplamış, Kuran’dan olmayan dipnot ve tefsir notlarını imha etmiştir. Bu dizilişe göre Kuran 114 bölümden (sure) oluşur. Sureler genellikle içerdiği konulardan birine verilen Arapça isimlerle anılırlar. Sureler kronolojik bir sırada (yazılış sırasına göre) düzenlenmemiştir. Müslümanlar Kuran’ın sıralanışının da mucizevî olduğuna inanırlar. Ebû Bekir zamanında yazılan İmam Mushaf, Ömer’in ölümünden sonra kızı ve Muhammed’in hanımlarından olan Hafsa’ya geçmiştir. Osman zamanında çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir. Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra’ya gönderilerek Müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmeye çalışılmıştır. Hatta Ali’nin Osman için “Eğer Osman Kuran’ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım” dediği ileri sürülür.

Sonuç olarak Kuran’ın bugünkü dizilişi ile mushaflaşması Halife Osman zamanında gerçekleşmiştir. Bilinen en eski Kuran Mushafı (MS 9. yüzyıl) Özbekistan’ın Taşkent şehrindeki bir müzede sergilenen üçüncü Halife Osman Mushafı’dır. Beş kopya halinde çoğaltılıp çeşitli İslam şehirlerine gönderilen orijinallerden biri de Topkapı Müzesi’nde sergilenmektedir. Zamanla Osman tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilmiş olan diğer nüshalar kaybolmuştur. Taşkent’teki nüsha Sovyetler döneminde Semerkant’tan zorla alınarak St. Petersburg’da sergilenmiş, sergilenmesi için Başkortostan’a gönderilmiş, Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile reprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) yayınlamıştır. 1924 yılında geri verilmiştir. Bazı sayfaları 2000 ve 2003 yılında Christie’s Londra ve Sam Fogg koleksiyonunda satılmıştır. Dolayısıyla Taşkent’te bulunan nüsha eksiktir. Bunun dışında İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde bulunan diğer eski mushaflar şunlardır: No: 557. Ali’nin imzasını taşıyan Mushaf, No: 458. Ali’nin yazısı olduğu kabul edilen Mushaf.

Ömer devrinde Kuran öğretimine hız verilmiş; Medine’de ve İslam Devleti’nin diğer merkezlerinde hafız olduğu söylenen sahabelerin gözetmenliğinde pek çok hafız yetiştirilmiştir.

Kuran’ın yazılması Arapçanın ve Arap alfabesinin ilk gelişim (protoarabic) dönemlerine rastlamıştır. Başlangıç dönem Arap alfabesinde harf sayısı bugün kullanılan 28 harfe karşılık 22 harfi karşılayan 15 farklı yazım/harften oluşmaktaydı. Yazıda noktalama işaretleri yoktu. Bu dönem yazılı metinlerinde dilin yanı sıra yazım kurallarının yerleşmemesi ve alfabe yetersizlikleri sebebiyle farklı anlamlara gelebilecek anlatım şekilleri ortaya çıkmıştır. Arapçada hareke, şedde ve uzatma gibi yabancılar için oluşturulan özel işaretler sadece dini metinlerde ve çok daha sonraları kullanılmaya başlanmıştır.

Kuran’ın ilk yazılışındaki alfabetik yetersizliğe bağlı olarak ayetlerin nasıl okunması gerektiği sorunu değişik kıraat mezheplerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin abdest almakla ilgili ayetin farklı okunuş şekillerinden dolayı abdest alırken ayaklar bazı İslam bölgelerinde meshedilir iken diğerlerinde ayakların yıkanması abdestin farzlarından kabul edilir.

Yine sonradan konulmuş işaretler ile bir okuyuş şekli tercih edilerek ayetin muhtemel olan diğer anlamları dışlanmış ve o okuyuşu tercih eden kişinin anlayışı Kuran’ın asli unsuru haline gelmiştir. Bu şekilde örneğin sabah Kuran okunmasından bahseden İsra-78. ayeti sabah namazını emreden ayete dönüşmüştür.

Sözlü Kuran versiyonlarının çok sayıda olmasına rağmen yazılı Kuran’ın adedi yukarıda da belirtildiği üzere sadece birkaç taneydi (7 adet). Yazılı Arapça zamanla gelişme göstermiştir. Hac-cac zamanında birbirine benzer harfleri ayırt edebilmek için imla işaretleri ve sesli harfler oluşturulmuştur. Kuran yazımına eklenen bu yeni harf ve işaretlerin sebebi, farklı okumalardan kaynaklanan tartışmalara ve insanların Kuran’ı farklı okumalarına son vermekti. Bu yeni sistem İslam dünyasında 9. yüzyılın başlarına kadar tartışmalara konu olmuştur. Kuran’a eklenen yeni harf ve işaretler renkli olarak yazılmaya başlanmış ve asıl metnin bir parçası kabul edilmemiştir.

Kuran dil açısından yazıldığı dönemin Arap dili özelliklerini yansıtmaktadır. Edebi dil açısında tartışmalı bir üsluba sahiptir. Bazı yazarlar yer yer şiirsel özellikler gösteren Kuran anlatımının tekrarlanamaz ve taklit edilemez bir Kuran mucizesi olduğunu iddia ederler. Karşıt görüşte olanlara göre ise Kuran’da gereksiz tekrarlar, vurgular, anlatım kesiklikleri, cümle bozuklukları, konular arasında bağlantısız geçişler vb. edebi düşüklükler bulunmaktadır. Bu durum Kuran tercümelerinde parantez içerisinde ilaveler yapılarak düzeltilmektedir. Kuran’ın üslubu da birçok yazarın eleştiri hedefleri arasında yer almıştır. Necm suresi örneğinde görülebileceği gibi Kuran’ın bazı ayetlerinde kullanılan sıfat ve zamirlerin kime ait olduğu belli değildir. Bu durum tercüme ve tefsir yapanların ayetlere kendi anlayışlarına göre anlam vermelerine yol açmaktadır.

Kuran’da bulunan gramer uygunsuzlukları değişik teorilerle izah edilmeye çalışılmıştır. Konu farklı kişilerce hata veya istisnai kullanım olarak değerlendirilir. Tartışma zamir, isim ve sıfatların uygunsuz kullanımı, müzekker-müennes uygunsuzluğu, tekillik-çoğulluk kurallarına uyulmaması gibi değişik kategorilerde incelenen çok sayıda uygunsuz kullanımla ilgilidir.

Kuran’daki gramer uygulamalarıyla ilgili bir iddia da gelecekle ilgili ifadelerde mazi (geçmiş) sigasının kullanımıdır. Bu iddiaya göre bu şekilde anlatımın başka örnekleri de bulunmakta ve ay’ın gelecekte parçalanacağı Kamer suresinde bu şekilde anlatılmaktadır.

Kuran, Arapça dışında İbranice, Hintçe, Farsça, Habeşçe, Berberi, Roma, Kıpti, Yunan ve Suriye dilleri gibi değişik dillerden çok sayıda kelime (Garaib-i Kuran) içermektedir. Kuran’daki yabancı kelimelerin, O’nun anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirildiğini ifade eden ayetlerle çelişki oluşturup oluşturmadığı tartışmaları bir tarafa, melek, Harut ve Marut, şeytan, cehennem, iblis, ifrit, cin gibi kelimeler veya Esma-ül Hüsna’dan sayılan Rahman, Hüda, Aziz vb. isimler birtakım inanç problemlerine yol açmaktadır. Zira bu kelimeler köken aldıkları dilde tamamen farklı anlamlar için yaratılmış ve kullanılmış kelimelerdir. Essuyuti bu kelimelerin sayısının 275 olduğunu ifade etmektedir.

Kuran’ın tercüme edilebilir olup olmadığı da uzun tartışmaların konusu olmuştur. Uygulamada ise meal denilen yarı tercüme anlatımlar tercih edilmiştir. Meal yazarları, birebir tercümedeki metne değişik zorunluluklar (cümlelerdeki anlatım bozukluklarının giderilmesi, kapalı anlatımlar, cümle düşüklükleri, kelimelerin tam karşılığının meal yapılan dilde bulunmaması veya olduğu gibi tercümenin yazar tarafından sakıncalı bulunması, ayetlere mucizevi anlamlar yüklenmek istenmesi vb.) sebebiyle olsun kendi anlayışını (mezhep, tarikat, cemaat) dikte etmek amacıyla olsun parantez içerisinde ilaveler yaparlar veya kelimelerin anlamlarını değiştirerek verirler. Bu şekilde ancak uzman olanların anlayabileceği saptırmalar dini metinler içerisine yerleşmiştir. Örnekler Sad suresi 10. ve 32. ayetleri, zariyat suresi 7. ve 47. ayetlerinde, Vakıa suresinde, namaz vakitleri, tesettür, Allah’ın isimleri, ve mut’a ile ilgili nisa 24., İnsan suresi 19., Kehf suresi 22. ve 26.[22] ayetlerinin meallerinde görülebilir. Bu konuda başvurulan diğer bir yöntem etimolojik veya rutin hayatta kullanılan olağan anlamlarının bir kenara bırakılarak kelimelere yeni anlamlar verilmesi ve tercümelerin bu anlamlar üzerinden yapılmasıdır.

Birincil kaynak olarak Kuran’a dayandırılan şeriat kadın-erkek ilişkileri, savaş, evlilik, boşanma, miras paylaşımı gibi birçok konuda koyduğu kurallar ile yüzyıllar boyunca insanlığı ve toplum düzenini etkilemiştir.[23] Bu kurallardan belki de en tartışmalı olanlarından biri de kadınların örtünmesiyle ilgili olanıdır: “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları[24] müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.”[25]

Kuran ve hadislere dayanan şeriat hukuku ticaret, miras, şahitlik ve ceza davaları gibi konulara da temas etmiş; örneğin faizi yasaklamıştır: “Riba (faiz) yiyen kimseler,[26] şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle kalkarlar. Bu ceza onlara, ‘alışveriş de faiz gibidir’ demeleri yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır. Bundan böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt üzerine faizciliğe son verirse, geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a kalmıştır. Her kim de yeniden faize dönerse işte onlar cehennem ehlidirler ve orada süresiz kalacaklardır.”[27] Fakat bu konularda insanlar arasında bugün evrensel bir prensip olan eşitlik ilkelerini gözetmemiştir. Örneğin miras konusunda kadın ve erkek arasında eski Arap geleneklerine paralel olarak sürdürülen erkek lehine bir eşitsizlik söz konusudur: “Allah size evlatlarınızın miras taksimini şöyle emrediyor: Çocuklarınızda, erkeğe iki kadın payı kadar, eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden de fazla iseler, bunlara mirasın üçte ikisi ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona malın yarısı vardır. Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa ana babanın her birine ölenin terekesinden altıda bir; şâyet ölenin çocuğu yok da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, ananın payı üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri ananındır. Bu paylar, ölenin borçları ödenip, vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir. Baba ve çocuklardan, hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu, siz bilmezsiniz. Bütün bunlar Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah alîmdir, hakîmdir.”[28] Daha da önemlisi kölelik olağan bir kurumdur Kuran’a göre. Yalnızca kölelerin hakkının korunmasını rica etmekle yetinir çağlar üstü bir kitap olan Kuran: “Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve cariyelerden) müka-tebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde (hürriyete kavuşmalarında kendileri için) bir iyilik görüyorsanız, hemen mükatebe yapın.”[29][30]

Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta Kuran’ın Muhammed ve arkadaşları tarafından yazıldığı kabul edilir. Müslümanlar, Kuran’ın Allah tarafından gönderildiğine inanır ve Kuran’ın başka kaynaklardan alıntı yaptığı iddiasını kabul etmezler. Kuran’ın, insan yazısı veya başka kaynaklardan alıntı olduğu iddiaları Muhammed’in ümmi olduğunu ve Kuran’ın kusursuz bir Arapça üzerine kurulduğunu ifade eden ayet ile reddedilir: “Pürüzsüz Arapça bir Kur’ân (indirdik ki, Allah’ın azabından) korunsunlar.”[31] Kuran’ın daha birçok ayetinde de bu eleştiriye karşı çıkıldığı görülür. Örneğin Hud suresinde şöyle denmektedir: “Yoksa ‘onu kendi uydurdu’ mu diyorlar? O halde sen de onlara de ki: ‘Haydi siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin. Allah’dan başka çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın. Eğer doğru söylüyorsanız’ [32][33] Ne ki Kuran’ın uydurulmasına savunma olarak yazılmış olan bu ayet pek de geçerli bir arguman sunmamaktadır. Eğer böyle samimiyetsiz bir çaba içine girilmek istenseydi Kuran’dakine benzer on ayet değil ona benzer bir metin de rahatlıkla yazılabilirdi. Lakin zaten kutsal olsun olmasın her metin bir şekilde biricik ve kendine hastır. Böyle bir savunma Dostoyevski’nin “Hadi siz de bir Suç ve Ceza yazın” demesine benzer ki Suç ve Ceza yazılamasa da bir Ullyses yazılır başka bir edebi şaheser olarak. Kaldı ki iç tutarlılık ve estetik bakımından Mesnevi, Kuran’dan çok daha eşsiz bir eserdir. Lakin kutsal bir metin olmamasının sebebi kendisini kutsal bir metin olarak sunmaması ve baştan Kuran’ı referans almasıdır. Dolayısıyla bu tarz saçma bir savunma kabul edilebilir değildir. Çünkü herhangi bir eser de aynı savı öne sürebilir. Misal, o dönem yaşasaydı Zerdüşt de Müslümanlara, “Hadi bir Avesta yazın da görelim” diyebilirdi.

Kuran’ın eleştirisi Hint ve Hıristiyan kaynaklarca belirli metotlar çerçevesinde yapılmıştır. İncelemeler Kuran’ın bilimsel tutarlılığı, tarihsel tutarlılık ve kendi iç tutarlılığı gibi başlıklarda yapılmıştır.

Kuran’a göre Evren, Dünya merkezli olarak tanımlanır. Kuran bazı ayetlerde yeryüzünün insanlar için dümdüz bir döşek haline getirildiğini ifade eder. Kuran’a göre gökler (evren, sema) Dünya üzerinde 7 kat olarak düzenlenmiş, gök lambaları olan yıldızlar 1. kat göğe yerleştirilmişlerdir: “Andolsun biz, en yakın göğü kandillerle donattık ve onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık. Ve onlar için alevli ateş azabını hazırladık.”[34] Kuran’da gök cisimleri Güneş, ay ve yıldızlardan ibaretttir. Güneş bir ışık, Ay bir nurdur.[35] Tekvir Suresi 2. ayetine göre kıyamet yaklaştığında yıldızlar yeryüzüne dökülür. Gök cisimlerinin uzaklık bilgileri yanında küçük cisimlerin daha büyük olanların üzerine düşebileceği fiziksel gerçeği göz önüne alındığında ifadelerin Kuran’ın yazılış zamanındaki evren anlayışını yansıttığı ve bugünkü kozmoloji bilimi ile uyumlu olmadığı çok açıktır. Yine Kuran’ın gölge olayını açıklayan ifadeleri de bu tarz ilkel izahatlara örnek bir niteliktedir: “Rabbinin gölgeyi nasıl uzatmakta olduğunu görmedin mi? Dileseydi onu elbet hareketsiz de kılardı. Sonra biz güneşi, ona (gölgeye) delil kılmışızdır.”[36]

Kuran’ın kaynakları üzerine değişik çalışmalar yapılmış, Kuran’ın diğer sözlü geleneklerden etkilenip etkilenmediği sorusu ve Kuran kavramlarının değişik kültür ve geleneklerdeki orijinleri araştırılmıştır.

Kuran’daki birçok karakter ve olay, Tanah ve Yeni Ahit gibi Yahudi-Hıristiyan kaynaklarında mevcuttur. Batılı akademisyenler Kuran’ın daha çok sonraki dönem Hıristiyan kaynakları ve Midraş gibi Yahudi kaynaklarından alıntı yaptığı üzerinde dururlar. Kuran’daki “İlahi Adalet” ve “Cennet” gibi motifler çağdaş Suriye Kiliselerine mensup misyoner din adamlarının öğretilerine büyük benzerlikler göstermektedir.

Kuran birçok ayetinde sembolik ifadelerle cansız varlıkları konuşturur, onlara duygu ve insansı hareketler verir, onları emirlere itaat ettirir. Örneğin Kehf suresinde İslam öncesinde Arapların tapmakta olduğu putlar konuşturulur: “Ve o (kıyamet) günü Allah kâfirlere şöyle buyuracak: ‘Ortaklarım ve şefaatçılarınız diye zannettiğiniz putlarınızı çağırın.’ Müşrikler onları çağırırlar, fakat kendilerine cevap vermezler. Biz, kâfirlerle ilâhları arasına ateşten bir engel koymuşuzdur.”[37] Bu ifade de bize Kuran’ın aslında bu putlara tekabül eden varlıkları kabul ettiğini, lakin Allah’ın mutlak gücüne oranla zayıf varlıklar olarak kabul ettiğini düşündürebilmektedir ki başka bir surede putların cehenneme atılıp cezalandırılacağına dair ifadelerle karşılaşırız: “Ve arkasından hep onlar (putlar ve azgınlar) o cehennemin içine fırlatılmaktadırlar.”[38] Yine başka bir ayette de benzer biçimde Allah’a ortak koşulduğu söylenen putlar reddedilmemekte lakin Allah’ın onlar karşısında üstünlüğü vurgulanmaktadır: “Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve şanı yücedir.”[39] Meryem suresinde İbrahim’in putlara tapan babasına, “Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan Rahmân (olan Allah)a âsî oldu”[40] diye çıkışması ise bize Kuran’ın Allah’ı temsil eden dışındaki bütün putları Şeytanın tezahürü olarak gördüğünü düşündürebilmektedir. Kuran’ın üçte ikilik bölümünü oluşturan Kuran anlatılarını inceleyen bazı ilim insanları kıssaları tarihsel olanlar, temsili kıssalar ve mitolojik olanlar olarak sınıflandırmışlardır. Tarihsel anlatımlar anonim hikâyelerin taşıdığı özellikleri taşır. Örneğin hikâyelerde kişiler ve yerler kaymış, zaman yüzyıllar öncesine veya sonrasına atılmıştır. Hikâyelerin kendi devirlerinde kabul edilebilir gerçeklikleri bulunmasına rağmen yüzyıllar içerisinde sözlü geleneğe ait olan bu hikâyeler kültürden kültüre değişerek geçmiş, tamamen veya kısmen efsaneleşmiş, mitolojik parçalar ilave edilmiştir. Muhtemelen Kuran’a bu eleştiriler Muhammed zamanında da yapılmıştır ki Kuran zaman zaman bu eleştiriye cevap vermek zorunda hissetmiştir kendini: “Ve o kâfirler: ‘Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler.”[41] “Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman, ‘işittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir’[42] diyorlardı.”[43] Yine Furkan suresinde şöyle denmektedir: “İnkâr edenler: ‘Bu Kur’ân Muhammed’in uydurmasıdır, ona başka bir topluluk yardım etmiştir’[44] diyerek haksız ve asılsız bir söz uydurdular. ‘Kur’ân öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırmış da sabah akşam kendisine okunmaktadır’ dediler.”[45][46] Muhammed yine bunlara paralel olarak şair olmakla da suçlanmış ve Kuran bu iddiayı da şiddetle reddetmiştir: “Yoksa onlar (senin için): ‘Bir şâirdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz’ mu diyorlar?”[47][48]

Kuran’da iç tutarsızlıklıklara da sıkça rastlanır. Mesela Bakara suresinde, “Biz bir âyetten her neyi nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz”[49] denirken başka bir surede, “Sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın”[50] denmektedir. Yine İslam mesajının zamanlar üstü ve evrensel olduğu iddiasına tezat bir biçimde Ra’d suresinde Allah’ın keyfi olarak vahyi değiştirebileceğine ve zamana göre güncelleyebileceğine dair ifadelere raslanır: “Her ecel için bir yazı vardır.[51] Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O’nun katındadır.”[52][53]

Kuran da Tanah gibi zaman zaman inananlarını tehdit etmekten geri kalmaz: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar.”[54] Hatta Kuran’da bu tehdit bazen bütün insanlara yöneltilir: “Ey insanlar! Eğer Allah dilerse sizi giderir de başkalarını getirir. Ve Allah, buna kadirdir.”[55] Kuran bazen de inanmayanları canavarlarla tehdit etmeye vardırır işi:

Söylenen başlarına geleceği vakit,[56] bunlar için yerden bir ‘dâbbe’ (canlı)[57]çıkarırız ki bu, onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.”[58] Daha da ilginci hoşgörü dini olarak ortaya konan İslam’ın kitabı Kuran’da bizzat Muhammed’e düşmanlık eden şahıslara yönelik ilenmelere rasgeliriz. Örneğin Leheb suresinin tamamı Muhammed’in amcası Ebu Leheb ve eşine ilenmek için yazılmıştır: “Ebu Leheb’in elleri kurusun (yok olsun o), zaten yok oldu ya. Ne malı ne de kazandığı onu kurtaramadı. (O), alevli bir ateşe girecektir. Karısı da odun hamalı olarak (onunla beraber girecektir). Boynunda da hurma lifinden bir ip olacaktır.”[59]

Ayrıca Kuran özgür düşünceye, akıl yürütmeye yani spesifik anlamda söylersek felsefeye de kesinlikle karşı gibidir: “Kahrolsun[60] (o fikir adına) kendi tahminlerini ileri sürenler![61] Onlar bir sarhoşluk ve cehalet içinde şuursuzdurlar.”[62]

En nihayetinde Muhammed ve Kuran hakkındaki bu çözümlemelerden sonra kitleleri peşinden sürüklemesi ve halen dünya üzerinde milyarlarca inananıyla dinsel, sosyolojik ve siyasi etkileri önemli bir biçimde hissedilen İslam’ın kutsal metni olması bakımından meşru sayılabilecek bir şekilde İbrahimi anlatıya dahil olan Kuran’ın İbrahimi anlatıya kattıklarına bakmak gerekir.

Öncelikle Kuran, İbrahimi anlatının diğer metinleri Tanah ve Yeni Ahit’ten çok daha fazla kıyamet gününden sonra insanlara verilecek bir ceza ve ödül olarak cennetle cehennem temalarını vurgulamış; cennet ve cehennemi somut ve ayrıntılı bir biçimde tasvir etmiştir. İlkin inananlara ödül olarak sunulan cennet ile ilgili Kuran’da yaklaşık 200 ayet bulunur. Bu ayetlerde cennetin ayrıntılı tasvirleri yapılmıştır: “İşte onlara Adn cennetleri vardır; altlarından ırmaklar akar, orada altın bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek koltuklar üzerine dayanıp kurulacaklar. O ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!”[63] Kuran’da bu kadar çok bahsedilen cennet hakkında söylenenleri kaba bir biçimde şu şekilde özetleyebiliriz: Birincileyin, doğal olarak cennete sadece inananlar girebilecek ve orada melekler tarafından şu sözlerle karşılanacaklardır: “Sabrettiğinize karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu ne güzel.”[64] İçinde sonsuza kadar yaşayacakları cennette en büyük ödül olarak Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmışlardır. Tanah’da insanın kovulduğu cennetin sınırları coğrafi olarak net bir biçimde çizilmişken Kuran’da insanların geri döndükleri cennetin boyutu yer ile göğün genişliği kadardır. Burada büyük bir zenginlik ve ihtişam vardır. Bunun dışında ırmaklar (içinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar[65]), pınarlar, yeşillikler ve ne çok sıcak ne de çok soğuk, tam kararında gölgelikler vardır. Özetle Muhammed dönemi Arabistan çölünde yaşayan bir bedevinin hayalini kurduğu güzel bir iklim ve bitki örtüsüne sahip bir yerdir burası. Buraya gelen inananlar yüksek köşk ve güzel konaklarda yaşayacaklar, yükseklere kurulmuş tahtlarda oturacaklardır. Burada insanlar yastıklar ve çarpıcı güzellikte döşeklerde uzanırlar. Burada sonsuza kadar yaşayacak inananlar en güzel elbiseleri giyip takılar takar ve çok geniş bir açık büfeden faydalanırlar. Bu menüde yer alan yiyecek içecek çeşitlerinden bazıları şunlardır: içkiler (şarap, bembeyaz; içenlere lezzet (veren bir içki)[66], Arzulayıp-seçecekleri meyveler (yüklü dalları bükülmüş kiraz, üst üste dizili meyveleri sarkmış muz ağaçları,[67] üzüm bağları[68], eşsiz-hurma ve eşsiz-nar),[69] canlarının çektiği kuş eti[70] vb. Bunun dışında kadınlarınki unutulsa da erkeklerin cinsel ihtiyaçları da unutulmamıştır; çünkü cennette erkekler için değişik biçimlerde tasvir edilen, huri adı verilen güzel yüzlü ve güzel huylu eşler vardır. Kısacası cennette insan nefsinin dilediği her şey mevcuttur. Yani herkesin genç ve yaşıt olduğu cennette inananlara her türlü nimet verilecektir. Burada mutluluk ve huzur dolu bir yaşam vardır; güvenlik vardır. Peki ne yoktur derseniz; kin ve nefret; boş konuşma ve yalan; yorgunluk ve bıkkınlık; korku ve hüzün yoktur. Dolayısıyla cennete girenler kurtuluşa ulaşmıştır. Sonuç olarak cennet vaadi genelde insanların dürtülerine seslenmektedir. Öte dünyadaki hedonizm için bu dünyada sabretmek olması bakımından bu vaatlerle dini yaşantı geciktirilen bir hedonizme çeviril-miştir.

Peki inananların içinde sonsuza kadar kalacakları cennet böyleyken inanmayanların içinde sonsuza kadar kalacakları[71] cehennem nasıl tanıtılmaktadır? Cehennem kavramı Kuran’da yaklaşık 110 ayette geçmektedir. İnanmayanlar ve günahkârlar kıyamet gününde simalarından tanınacaklar; alınlarından ve ayaklarından yakalanarak boyunlarında demir halkalar ve ayaklarında zincirle olduğu halde küçültücü bir biçimde kınanarak cehenneme sürükleneceklerdir; cehennemi görecek ve oraya gireceklerini anlayacaklar, lakin kaçamayacaklardır: “Suçlu-günahkârlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır.”[72] İnanmayanlar cehennemin yakıtı olacaklardır. Burası onlar için son varış yeridir ve kalınacak en kötü yerdir. İnanmayanların buluştuğu bu yer cennetin boyutu yer ile göğün genişliği kadar olmasına tezat bir biçimde dar ve sıkıntılıdır; puslu ve karanlıktır; duvarlarla çevrilidir. Uğultulu ve homurtulu cehennem konuşur ve insanları çağırır: “O gün cehenneme diyeceğiz: ‘Doldun mu?’ O da: ‘Daha fazlası var mı?’ diyecek”tir;[73] çünkü “Beşere delicesine susamıştır”.[74] İnlemelerin eksik olmayacağı bu diyardakilerin sonsuz azabı hiç hafifletilmeyecektir ve artık buradan bir kurtuluş yoktur. Buradakilere “her yandan ölüm gelecek, oysa ölmeyecek” lerdir.[75] Çektirilecek azabın ana unsuru ateş; dolayısıyla cezanın ana niteliği de yanmaktır: “Çünkü Bizim yanımızda bukağılar ve cayır cayır yanan bir ateş vardır.”[76] Bu azabın içindeki insanlar korkunç bir görünüm alacaklar; demir kamçılarla kamçılanacaklardır; vücutları ateşle dağlanacaktır; başları üstünden kaynar su dökülecektir. Cennettekiler ipekten elbiseler giyerken cehennemdekilere düşen katran ve ateşten elbiseler giymektir. Cehennemdeki içki çeşitleri kaynar su, kan ve irinli sudan; yemek menüsü ise zakkum ve darı dikeninden ibarettir. Burada bulunanlarla Allah konuşmayacaktır ve onlar hor ve aşağılık kılınacaklardır. Buradakiler inanmamakla girdikleri günahlarını itiraf edeceklerdir: “Öfkesinin-şiddetinden neredeyse pat-layıp parçalanacak. Her bir grup içine atıldığında, bekçileri onlara sorar: ‘Size bir uyarıcı gelmedi mi?’ Onlar: ‘Evet’ derler. ‘Bize gerçekten bir uyarıcı geldi. Fakat biz yalanladık ve: ‘Allah hiç bir şey indirmedi, siz yalnızca büyük bir sapmışlık içindesiniz, dedik.’ Ve derler ki: ‘Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık.’ Böylece kendi günahlarını itiraf ettiler. Çılgınca yanan ateşin halkına (Allah’ın rahmetinden) uzaklık olsun.”[77] Dolayısıyla Muhammed’e inanmadıkları için pişman olacaklardır: “Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki: ‘Eyvahlar bize, keşke Allah’a itaat etseydik ve Resûl’e itaat etseydik.’”[78] Cehennemden çıkmak ve yaptıkları bu hatayı telafi etmek için dünyaya geri dönmek isteyecekler, lakin bu istekleri kabul görmeyecektir: “İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım.’ Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur.”[79] Buradaki eziyet ve işkence o kadar kötüdür ki insanlar yok olmak isteyeceklerdir: “Gerçekten Biz sizi yakın bir azab ile uyardık. Kişinin kendi ellerinin önceden takdim ettiklerine bakacağı gün, kafir olan da: ‘Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim’[80] diyecek.”[81] Burada çaresiz kalan cehennem halkı birbirleriyle çekişip tartışacak ve inanmamalarına sebep olanları cezalandırmak isteyeceklerdir: “(Allah) diyecek: ‘Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin.’ Her bir ümmet girişinde kardeşini (kendi benzerini) lanetler. Nitekim hepsi birbiri ardınca orada toplanınca, en sonra yer alanlar, en önde gelenler için: ‘Rabbimiz, işte bunlar bizi saptırdı; öyleyse ateşten kat kat arttırılmış bir azab ver diyecekler. (Allah da:) ‘Hepsi için kat kattır.[82] Ancak siz bilmezsiniz’ diyecek.”[83] “İnkâr edenler dediler ki: ‘Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları bize göster,[84] ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda bulunanlardan olsunlar.’”[85] En nihayetinde cehennemdekiler La Fontaine’in hikâyesindeki ağustosböceği misali cennettekilerden su ve yiyecek isteyecekler; lakin cennettekiler de bu talebi gene masaldaki karınca gibi reddeceklerdir: “Ateşin halkı cennet halkına seslenir: ‘Bize biraz sudan ya da Allah’ın size verdiği rızıktan aktarın.’ Derler ki: ‘Doğrusu Allah, bunları inkâr edenlere haram (yasak) kılmıştır.’”[86] Peki bu insanların sonsuza kadar bu vahşi ve akılalmaz işkenceye maruz bırakılmalarının sebebi nedir? Bütün bu insanlıkdışı muamelenin altında temel bir neden vardır: Çok makul sebeplerden ötürü Muhammed’e ve onun İbrahimi anlatıya dayanan dini öğretisine inanmamak. Kuran’ın İslam’ı benimsemeyen, onun öğretilerine inanmayan insanlara karşı dili kullanış biçimi de oldukça gariptir. İnanmayan insanlar anlaşılmaz biçimde zalim olarak adlandırılır. “Acımasız ve haksız davranan, zulmeden” anlamlarına gelen zalim kelimesinin inanmayanlar için kullanılmasını anlamak pek mümkün değildir. Öte yandan bu cehennem tasvirinden anlaşılan bu sıfatı asıl hak eden Kuran’ın Tanrısıdır ki sırf inanmadıkları için insanları sonsuza kadar işkenceye maruz bırakmak ve onlara insanlık onuruna yakışmayan bir muamele göstermek en hafif tabiriyle aşırıya kaçan bir ceza gibi durmaktadır. Öte yandan cennetteki ‘salih’ insanların belki tanıdıkları, hatta sevdikleri insanlar cehennemde bu haldeyken cennette iç rahatlığı içinde olabilmeleri ise vicdan tanımıyla hiç bağdaşmaması bir yana insanın insana duygudaşlığının bittiğinin resmidir. Cennetteki insan eğer “ne yapalım, onlar da inansalardı, Müslüman olsalardı” diye düşünerek bu sonsuz işkenceyi zihninde haklı bulabiliyorsa gerçekten bencilliğin ve kindarlığın zirvesinde demektir. Bu, komşularının evi yanarken karşı binada balkonda oturp “ne yapalım onlar da evlerini sigorta ettirselerdi” diyerek kadeh kaldıran bir insanın düşünüş tarzıdır. Ya da belki de cennetteki insanlar o kadar uyuşturulmuştur ki kendi dışındaki bütün insanlara karşı bu kadar büyük bir umursamazlık içine girebilmektedir.

Kuran’ın diğer İbrahimi metinlere kıyasla daha çok vurgu yaptığı unsurlardan biri de şeytandır ki Kuran’da yaklaşık 133 ayette geçmektedir. Şeytan, Tanah ve Yeni Ahit’te çok fazla anlatıda yer bulmazken Kuran’da neredeyse Allah’la beraber anlatının başaktörlerinden biri durumuna gelmiş gibidir. Denebilir ki Ta-nah’da Tanrı, İsrailoğullarına kızdığı zaman onları şeytanın yoldan çıkardığından vs. bahsetmezken Kuran’da şeytan insanları ayartmak için her zaman hazır ve nazır gibidir; öyle ki Freudyen tabirle söylersek insanın bütün id’i şeytanın elinde gibidir: “Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister.”[87]

Bütün bu cennet ve cehennem tasvirleri dışında Kuran’ın İbrahimi anlatıya getirdiği en büyük katkı İbrahimi anlatıda peygamberliği sonlandırması olmuştur. Kuran’a göre Muhammed son peygamberdir ve artık peygamberlik dönemi sona ermiştir: “Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir.[88] Ama Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.”[89][90] Dolayısıyla Muhammed’den sonra da İbrahimi anlatının peygamberlik geleneğini sürdürmek isteyen kişiler çıkacaksa da onlar belli bir grubun dışına taşıp kitleselleşemeyeceklerdir. Böylece İbrahimi anlatıya dahil olma biçimlerinden biri olarak peygamberlik ortadan kalkacak; lakin din büyüğü olma hep devam edecektir.

Böylece kitlesel bir biçimde insanları etkilemesi ve yeni bir dinin temeli olması bakımından İbrahimi anlatının son metni olarak kabul edebileceğimiz Kuran’a da değinmiş olduk. Nihayet insanların kendi kendilerine oluşturdukları büyük bir bilmece olan İbrahimi anlatının karanlık, karmaşık ve tozlu dehlizlerinde epey dolaştıktan sonra İbrahimi anlatıyı kabaca özetlediğimizi söyleyebiliriz.

[1]            Alak 1-5.

[2]            Maide 3.

[3]            Yusuf 2.

[4]            Nahl 98.

[5]            Araf 204.

[6]            İsra 9.

[7]            İsra 82.

[8]            Bakara 1,2.

[9]            Maide 48.

[10]          En’am 156.

[11]          En’am 159.

[12]          Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’l Menakıb/25,c.4,s.181-182;Tecrid, hadis no:1477.

[13]          Furkan 32.

[14]          Kuran’da bazı surelerin başında bulunan, ana metinden ayrı yazılan ve uzundan kısaya doğru dizilen “sessiz harf grupları”na denir. Farklı yazılı metinlerin birleştirildiği kanısını uyandıran bu harflerin ne anlama geldiği konusunda İslam âlimleri arasında fikir birliği yoktur.

[15]          Şura 13.

[16]          Bakara : 219; Nisa : 43; Mâide: 90-91.

[17]          Rum 2,3 Bu ayet Bizanslılar ile Pers İmparatorluğu arasında yüzyıllar süren savaşın son dönemleriyle ilgilidir.

[18]          Maide 89.

[19]          Bakara 233.

[20]          Zekiyuddin Şa’ban, Usulü’l-Fıkh, Tercüme. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara, 1990, s. 47, 48.

[21]          “Ana Hatlarıyla Kuranı Kerim”, Prof. S. Yıldırım, s. 65.

[22]          Bu duruma örnek olarak rivayete göre Kehf suresindeki bu ayetlerdeki bazı tamamlayıcı ifadeler Abdullah İbni Mes’ud’un Kuran nüshasının orijinal ifadeler olarak yer almaktaydı. Muhammed Esed’in görüşüne göre ise bu ifadelerin Abdullah İbni Mesud’un ilave ettiği açıklayıcı kenar notlarıdır (Esed, s. 591). Anlaşılan odur ki ilk Kuran nüshalarındaki bazı kenar notları hangi ifadelerin açıklayıcı kenar notu hangilerinin orijinal metne ait olduğu birbirinden ayrılamadığı için Kuran’a dahil olmuştur.

[23]          Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ise Kuran’ın laikliği emreden bir kitap olduğunu bile ifade etmektedir.

[24]          Bu muğlak ifade İslam toplumlarında kadının giyinmesiyle ilgili bitmeyecek bir tartışmayı da beraberinde getirecektir. İslam hukukunun geleneksel temsilcileri “görünmesinde (örfen) sakınca olmayan yerler” ifadesinin tanımını her ne kadar kadının yüzü, elleri ve ayaklarıyla sınırlı tutma eğilimi göstermişler –hatta sınırlamayı bazen daha da ileri götürmüşler- ise de, ‘illa ma zabera minba’nın anlamı bazı modern müfessirlere göre çok daha geniştir; nitekim bu müfessirlere göre kullanılan ifadedeki kasdi belirsizlik (yahut çokanlamlılık) da bu hususta, insanın ahlaki ve toplumsal gelişiminin gereği olarak ortaya çıkan zamana bağlı değişikliklerin göz önünde bulundurulduğunu göstermektedir.

[25]          Nur 31.

[26]          Riba (“faiz”) kavramı ile ilgili tartışma için bkz. nüzul sırasına göre bu terimin ilk defa kullanıldığı Rum 39. ve Esed’de ayetle ilgili 39. not. ‘Riba’nın yasaklanması konusunu ele alan bu pasajın Kuran’ın son ayetlerinden olduğuna inanılmaktadır. Faiz konusu, mantıksal olarak, karşılıksız yardım konusunu ele alan önceki uzun pasajla bağlantılıdır. Çünkü müfessirlere göre karşılıksız yardım ahlaki olarak faizin tam zıddıdır: -gerçek yardım, herhangi bir karşılık beklemeksizin bir şey vermeyi ifade eder; halbuki faiz, borç verenin mukabil bir emek sarfetmeksizin kazanç sağlama beklentisine dayanmaktadır.

[27]          Bakara 275.

[28]          Nisa 11.

[29]          ‘Kitab’ ismi, bu anlam örgüsü içinde ‘kitabet’ ya da ‘mükatebe’ (lafzen “yazışmak, karşılıklı sözleşme kaleme almak) terimleriyle eşanlamlı hukuki bir terim olup, köle ile efendisi arasında yapılan, kölenin hürriyetine karşılık olarak belirlenmiş, taksitle de ödenebilen belli bir miktar paranın ödenmesini ya da belli bir hizmetin yahut hizmetlerin yerine getirilmesini öngören yazılı anlaşma anlamındadır.

[30]          Nur 32.

[31]          Zümer 28.

[32]          Yani Kuran gibi ilahi bir kitap bir insan tarafından uydurulabilirse. Karş. Bakara 23, Yunus 37,38 ve İsra 88 ve ayrıca Esed’de bu ayetlerle ilgili notlar.

[33]          Hud 13.

[34]          Mülk 5.

[35]          “Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil (güneş) ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yücesidir”, Furkan 61.

[36]          Furkan 45.

[37]          Kehf 52.

[38]          Şuara 94.

[39]          Kasas 68.

[40]          Meryem 44.

[41]          En’am 25.

[42]          Burada, “istesek, şüphesiz biz (kendimiz) de bu tür sözler düzebiliriz”şeklinde aktarılan le-kulna ifadesine gelince; ‘kale’ fiili her zaman sadece “söyledi” anlamına gelmez, yerine göre bazen da “ileri sürdü”, “görüş bildirdi” yahut -edebi ya da sanatsal bir açığa vurma, dile getirme bahis konusu ise- “kompoze etti/seslendirdi/düzdü” gibi anlamlarda da kullanılır; bu anlamda ‘kale şi’ran’ ifadesi “bir şiir koştu/şiir kompoze etti” demektir. Yukarıdaki anlam akışı içinde ifade, Kureyş’in, Kuran’ın mesajıyla boy ölçüşebilecek şiirsel bir mesaj ortaya koyabilecekleri yolunda sık sık tekrarlanan iddiayı dile getiriyor. Bu pek tabii en geniş anlamıyla çoğu inanmayanın kutsal metinlere karşı benimsediği tutumun da bir ifadesidir.

[43]          Enfal 31.

[44]          Ya da “ve böylece, gerçeği örten, sahte (zulm sözcüğünün bu akış içindeki anlamı budur) ve asılsız bir şey getirdiler” (ya da “ortaya attılar”). Bu ifadenin, genellikle, önceki cümledeki inkârcıların söylediği karalayıcı sözlere karşı bu iddiaları çürütücü yönde verilen cevap olduğu söylenmişse de bu cümle Muhammed’e “yardım ettiklerinden” şüphe edilen kimselerin de Kuran’ın uydurulmasından onunla beraber sorumlu olduklarını ifade etmek üzere inanmayanların söylediği sözlerin devamıdır.

[45]          Kuran’ın en azından büyük kısmıyla, Muhammed’e başka birileri (karş. Nahl 103 ve Muhammed Esed’in Kuran Mesajı kitabındaki ayetle ilgili notlar, özellikle 130. not) yahut bu değilse, Yahudiliği ya da Hıristiyanlığı benimseyen Araplar tarafından Yahudi-Hıristiyan öğretilerine dayanarak aktarıldığı yolundaki görüşü; ve bunun da ötesinde, Muhammed’in, ya Kuran’ın vahyi bir mesaj olduğu konusunda kendi kendini aldattığı ya da öyle olmadığını bildiği halde, kasden onu Allah’a izafe ettiği yolundaki itirazları karakterize eden bir ifade.

[46]          Furkan4,5.

[47]          Ya da, “onun için zamanın kötü tecellilerini bekleyelim”, yani zamanın getireceği kötülükleri: bu, Cevheri ve Zemahşeri’nin (Esas’da) ‘raybe’l-menun (ki ikinci kelime, bu otoritelerie göre ‘dehr’in, yani “zaman”ın eşanlamlısıdır) ifadesine verdikleri anlamdır. Bu ifade, burada zamanın, peygamber öğretilerinin yanlışlığını yahut en azından bir yanıltma olduğunu ispat edeceği şeklindeki Peygamber düşmanlarının beklentilerini yansıtmaktadır.

[48]          Tur 30.

[49]          Bakara 106.

[50]          Fatır 43.

[51]          Yahut: “ilahi bir kelam (kitab). Bkz. Maide 8 – “Sizin her biriniz için (farklı) bir kanun ve (farklı) bir hayat tarzı belirledik” – ve Kuran mesajında bütünleşip sonlandığı düşünülen İbrahimi dini öğretiler zincirine ilişkin bir açıklamanın yer aldığı Muhammed Esed, Kuran Mesajı kitabında bu ayetle ilgili 66. not. Diğer müfessirler yanında İbni Kesir tarafından da benimsenen yukarıdaki cümleye ilişkin bu yorum, ifadeyi, Muhammed’den önce gönderilen peygamberlere ilişkin önceki bahse ve Kuran’ın, kendisinden önceki İbrahimi mesajların bir hulasası olduğunu işaret eden sonraki bölüme bağlamaktadır. Bunun dışında, her çağda o çağın şartlarına ve o çağın şartlarına ve o çağda yaşayan insanların ihtiyaçlarına denk düşen vahyi bir mesajın gönderildiğini dile getiren ifade, diğer İbrahimi dinlere mensup kimseler tarafından sıkça ileri sürülen, Kuran’ın önceki İbrahimi mesajlardan farklı olduğu yolundaki itirazlara cevap niteliğindedir (Razi).

[52]          Yani vahyin ya da bütün ilahi mesajların kaynağı, menba’ı (asl) O’dur.

[53]          Ra’d 39.

[54]          Maide 54.

[55]          Nisa 133.

[56]          Yani kıyamet gününde.

[57]          “Yerden çıkarılan yaratık.”

[58]          Neml 82.

[59]          Leheb.

[60]          “Kutile” ifadesinin çevirisi hakkında bkz. Müdessir 19 ve Muhammed Esed, Kuran Mesajı’nda ayetle ilgili 9. not.

[61]          Tacu’l Arus, ‘harrasun’ kelimesinin en derin anlamı olarak tercih ettiği, “kavrayamadıkları/anlayamadıkları şeyler” ifadesinin, bu bağlamda gayb ile, yani, “insan kavrayışının ötesindeki gerçeklik” ile eşanlamlı olduğunu belirtir.

[62]          Zariyat 10,11.

[63]          Kehf 31.

[64]          Ra’d 24.

[65]          Muhammed 15.

[66]          Saffat 46.

[67]          Vakıa 28,29.

[68]          Nebe 32.

[69]          Rahman 68.

[70]          Vakıa 21.

[71]          İnanmayanların sonsuza kadar cehennemde kalacakları ayetlerde çok açıkça belirtilmiştir: “O halde bu gününüzle karşılaşmayı unuttuğunuzdan dolayı tadın azabı! İşte biz de sizi unuttuk. Yapmakta olduğunuz işler yüzünden tadın ebedî azabı!”, Secde 14.

[72]          Kehf 53.

[73]          Kaf 30.

[74]          Müdessir 29.

[75]          İbrahim 17.

[76]          Müzzemil 12.

[77]          Mülk 8-11.

[78]          Ahzab 66.

[79]          Fatır 37.

[80]          Karş. Hakka 27.

[81]          Nebe 40.

[82]          Ya da, “herkese iki katlı (azap)”: Yani bir defa inanmadığı için, bir defa da kötü örnek olup başkalarının da inanmamasına sebep olduğu için. Karş Nahl 25 – “Bunu söylemelerinin sebebi şu: Kıyamet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklendikten başka, bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, yüklendikleri günah ne kötüdür!”

[83]          Araf 38.

[84]          Bkz. Enam 112 – “Biz böylece, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar birbirini aldatmak için süslü sözlerle vesvese verirler.Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları iftiraları ile baş başa bırak.”

[85]          Fussilet 29.

[86]          Araf 50.

[87]          Maide 91.

[88]          Yani, o bütün toplumun manevi babasıdır (Karş. aynı surenin 6. ayeti), yoksa yalnız bir kişinin veya belli kişilerin değil: Böylece, hasbelkader bir peygamberin fiziksel neslinden gelmiş olmanın, tek başına kişiye bir erdem kazandırabileceği anlayışı reddedilmiş olmaktadır.

[89]          Yani, mühürün (hatem) bir dökümanın sonunu göstermesi gibi, o da peygamberlerin sonuncusudur. ‘Hatem’ terimi, bu anlamının yanında, aynı zamanda bir şeyin “sonu” veya “sonuncu” anlamındaki hitam ile de eşanlamlıdır. Bundan, Muhammed aracılığıyla vahyedilen Kuran’ın bütün İbrahimi vahiylerin sonu ve özü olarak görülmesi gerektiği anlamı çıkarılır. (Karş Maide 48, Araf 158.) Ayrıca bkz Enbiya 107.

[90]          Ahzab 40.

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.