“BU YALNIZLIK BENİM
Sana bir gün bu mektubum ulaşır
Açarsın ah eline kan bulaşır
Çürür bir yerlerde çırılçıplak cesedim
Sedyeyle taşınır kan çiçekleri
Adımların birbirine dolaşır.
Nazlı ırmak boylarından, ılık rüzgarlarla geldim
Çiçek istediler verdim, şarkı dediler söyledim
Ömrümün yarısı kavgayla geçti
Ben böyle yalnızlık görmedim.
Beni bir gün bu şarkıyla anarsın
İçinden kopar bir tel ağlarsın
Gecikmiş bir vefa kalıntısıyla
Polis kaydından sildirip adımı
Pencerenin buğusuna yazarsın
Darmadağın bir evden sabah ezanıyla çıktım
Denizler üstüme gelmeyin
Kuşlar ne olur didişmeyin
Şarkımı esmer bir hasrete sundum
Bu yalnızlık benim… ilişmeyin”
dur… ağlama gözlerim, Yusuf Hayaloğlu, Ağaç Yay., İstanbul, 2010, s. 17, 18
“TERKET BU ŞEHRİ
Sen bu rezil şehrin adamı değilsin,
Şu çirkin betonu görmüyor musun?
Çürümüş insanlar sarmış her yeri…
Kalbin çürümeden
Terket bu şehri…
(…)
(…)
Sonra bu duvarlar üstüne çöker…
Oyalanma artık,
Terket bu şehri…
Sen bu çarpık şehre yakışmıyorsun…
Yağmalanmış her yer sığmıyorsun…
Öldü yavaş yavaş, buymuş kaderi…
Biraz akıllı ol,
Terket bu şehri…
(…)”
agy s. 25, 26
“BUNU SEN İSTEDİN
Yaşadığındır senin
Avucuna damlayan o tuzlu yaş…
Onarılmaz hatalara,
Ve bağışlanmaz günahlara
Taşıdığındır senin, o sersem baş…
Şimdi bir iklimdir pişmanlık
Sapsarı, kupkuru, bet-beniz;
Döker yaprağını yavaş yavaş…
Bıraktığındır senin
Bir sevdayı ardına
Öyle kırık dökük, öyle savruk, salaş…
(…)
İşte sana taş
Suretindir senin, içinde taşıyarak…
Ve içinden taşarak
Gözpınarlarına saldıran o nafile yaş
Hak ettiğindir senin…
Ne öfkelere savrul, ne de şaş
Bunu sen istedin arkadaş…”
agy s. 27, 28
“BENİM YILMAZ’IM
Romantik bir liseliydim, yani tam tıfıl çağında
Yurdumun körpe fidanları, ard arda kururken darağacında…
İstasyon şefinin Deniz yürekli kızına vurulmuştum
Çirkin Kral diye birini ilk defa ondan duymuştum…
Oysa güzel bir adamdı ve bütün şahsiyetsizleri dövüyordu
Ezilenler onu övüyor, ezenler ise şahsiyetine sövüyordu…
Tuttum bir filmine gittim, tüm insanlara ‘ARKADAŞ’ diyordu
Bunu derken gözleri kılıç yarası gibi bağrımızı deliyordu…
Ömrümde hiç kimse onun kadar ‘abice’ gülmemişti
Ve hiçbir filmde, hiç kimse o kadar yiğitçe ölmemişti…
İsyankar bedenimi ateşe boğan bir kızgın volkandı
Yahut şöyle söyleyeyim; yaşadığım en kırmızı heyecandı…
Artık gülüşüm O’ydu, duruşum, yürüyüşüm O’ydu
O beni okyanusa taşıyan hırçın ve berrak bir suydu…
Utandım, yıllar yılı duvara çarpıp kırılan voltasından
Ve mektuplar yazarken mavi gözlüsüne, Selimiye Kışlası’ndan…
Sanırım birilerinin biryerlerine birşeyler batırmıştı
Yolcularına yatak açıp onları vicdanına yatırmıştı…
Sonra yılları aştım, düştüm kalktım, vuruştum kalktım
Artık O’nun bir parçasıydım,hatta O’ydum, yani halktım…
Duvarlara sevdamızı yazıp mazlum meydanlarda yırtınıyordum
Belaya sürtünüyordum, belaya batıp parkamla örtünüyordum…
Derken, tanıştım mahsus mahal dedikleriyle, dizde kurşun yarası
Ve açıldı ilk defa, ikinci adresim mapusanenin heybetli kapısı…
Dışarıda devrimciler teoriyi sorusuz ve cevapsız patlatıyordu
İçerde pratik kendini dayatıyor, işkence kemik çatlatıyordu…
Çarmıha gerilen düşlerimiz ve ön dişlerimiz söküktü
Belki direncimiz değil ama tekmil ciğerimiz döküktü…
Öyle çoğulduk ki, bizi hiçbir mapusaneye sığdıramadılar
Her birimiz Yılmaz’dık, toplayıp çıkartamazdılar, yıldıramazdılar
Nihayet kesişti yolumuz bir zindancı başının odasında
Kadere kefen biçen çılgın bir hasretin gardiyan duldasında
Dağ rüzgara barışmıştı ve ırmak, denizine kavuşmuştu
Serseri bir mayın, kopan bacağını sanki orada bulmuştu…
Kirpiklerimize dokunup ‘Beni kalleşimden kurtar’ demişti
O mütevazı devrimci, benden yalnızca onurunu istemişti…
Yağmur yağdım ona, kardelen açtım, Munzur çağladım
Ben ömrümde ilk defa, yüzüm yüzüne değince ağladım…
Kendim için varolmaya, o gün orada, o anda son verdim
Ben sonra son gününe dek, en son ve en çok, O’nu sevdim…
Şimdi bütün şahsiyetsizlerin altında bir tahtırevan
Şimdi kalbimiz kan-revan, ve O’nsuz bütün filmler yavan
O mendebur Paris’e gideceğim elbet; ulan şerefsiz! diyeceğim
Ulan en sevdiklerimi aldın, ulan Eyfel’in yıkılsın diyeceğim…
Hani Munzur dağlarında bir film çekecektik; ah yalancı!..
Hani ben yazacaktım, sen yönetecektin; ah dolancı!..
Hani İstinye’de martılar, rakımızdan peyniri çalacaktı; ah çalancı!..
Geldin Geçtin, suyumdan içtin, ömrümü biçtin; ah talancı!..”
agy s. 31-35
“BİR SAVRUK ADAM
Kararsız bir savruk adam
Boşluğunda bir odanın
(…)
Yarı sönmüş bir sigara
Yarılanmış ucuz şarap
Ve birkaç silik hatıra…
Duman olmuş, hali harap!..
(…)
Karalanmış birkaç şiir
Boşa harcanmış seneler
Umut tükenmeye görsün
Hasta kendini yeniler
Gerçek acı verirken
İlham iflasın külüdür
(…)”
agy s. 51, 52
“(…)
Ey gözyaşı damlası…
Gencecik karımın bakışlarındaydın,
Ve körpecik çocuklarımın dokunuşunda;
Mapusanenin kanlı parmaklıklarından,
Ve yol arkadaşım Yılmaz Güney’in,
Ve can yoldaşım Ahmet Kaya’nın;
Sızarken o sürgün güzeli yanaklarından…
Can yoldaşımdı, canı sevgide, sevinçteydi…
Şimdi sürgünde, yargısız infazda, linçteydi…
Bir telefon rakı kokar mıydı, kokuyordu;
“Benim yerime de iç Yusuf Abi…” diyordu…
Bin tane Paris’in bir İstanbul etmediğini görüyordu;
Milyonları bir şarkı ile ağlatan adamım; Ahmedo’m;
Şimdi şarkısız akşamları ağlıyordu…
Ey benim adamım, Yılmayanım, Yılmaz’ım…
Ey benim ecele mihnetim, bin zahmetim, Ahmed’im…
Oy benim yaşama sevincim, gururum, ay parçası nurum;
(…)”
agy s. 57, 58
“ŞAİRE SORDULAR
Şaire sordular: Hep gezersin de yerin yurdun neresidir?
Meskenin mekanın yok, bu böyle neyin nesidir?
Şair dedi: Mekansızım ki hiçbir kötülük kapımı çalmaya
Çal kapısını şiirimin ki orası mekansızın adresidir!
(…)”
agy s. 61
“SİVAS’A BEDDUA
Kerbela’da Hüseyin’dim
Madımak’ya Hasret oldum
(…)
Pir Sultan’dım taşa tutuldum
Ölmedim… kavgaya katıldım…
Yaşayanlar tutsun bu yası
Zulmün adını Sivas koydum
Unutmayın… Unutmayın Sivas’ı!..
Ben kül olmuş bir ozanım
Kül olasın ey Sivas…
Yangınlarda uyandı canım
Ah yanasın ey Sivas…
Hasret’e kapandı gözüm
Kör olasın ey Sivas…
Kan içinde kaldı sazım
Kan dolasın ey Sivas!..
Öldüm sevdalar uğruna
Yıkılasın ey Sivas…
Türkümüz kalsın yarına
Savrulasın ey Sivas…
Pir Sultan’ı taşa tuttun
Taş olasın Sivas…
Bizi ateşlere attın
Kavrulasın ey Sivas!..”
agy s. 67, 68
“(…)
Tenhalarda bir gölgeyim
Kimse bilmez ben nerdeyim
(…)”
agy s.87
“AĞLAMA DİYARBAKIR
Diyarbakır ortasında vurulmuş uzanırım
Ben bu kurşun sesini nerde olsa tanırım
Bu dağlarda gençliğim cayır cayır yanarken
Ay vurur gözyaşına… ben gecede kalırım
Ey fırtınalı bayır… ey mazlum Diyarbakır!
Dağlarında ateşler… alnında kızıl bakır…
Çiğdemler solar gibi… anneler yanar gibi…
Dizlerine döküldüm, ağlama Diyarbakır!..
Üzülme sen üzülme… başını öne eğme
Gün olur kavuşuruz… dert etme Diyarbakır!
Diyarbakır yolunda toz olmuş dağılırım…
Bu hırçın depremlerle sarsılırım… kanarım…
Arkadaşların yüzü ağır ağır solarken
Gün doğar yaylalara… kahrımdan utanırım…
Ağlama sen ağlama… kanlı bezler bağlama
Bu yangın söner bir gün… ağlama Diyarbakır!”
agy s. 97, 98
“NEREDEN BİLECEKSİNİZ
Üstüm başım toz içinde
Önüm arkam pus içinde
Sakallarım pas içinde
Siz benim nasıl yandığımı
Nerden bileceksiniz?
Bir fidandım deriildim
Fırtınaydım duruldum
Yoruldum çok yoruldum
Siz benim neler cektiğimi
Nerden bileceksiniz?
Taş duvarlar yıkıp geldim
Demirleri söküp geldim
Hayatımı yıkıp geldim
Siz benim neden kaçtığımı
Nerden bileceksiniz?
Gökte yıldız kayar şimdi
Annem beni anar simdi
Sevdiğim var kanar şimdi
Siz benim niye içtiğimi
Nerden bileceksiniz?
Bir pınardım kan oldum
Yol kenarı han oldum
Yanıldım ah ziyan oldum
Siz benim neden sustuğumu
Nerden bileceksiniz?
Ben ardımda yas bıraktım
Ağlayan bir eş bıraktım
Sol yanımı boş bıraktım
Siz benim kime küstüğümü
Nerden bileceksiniz?”
agy s. 109, 110
“GİDERİM
Artık seninle duramam
Bu akşam çıkar giderim
Hesabım kalsın mahşere
Elimi yıkar giderim
Sen zahmet etme yerinden
Gürültü yapmam derinden
Parmaklarım üzerinden
Su gibi akar giderim
Artık sürersin bir sefa
Ne cismin kaldı ne cefa
Şikayet etmem bu defa
Dişimi sıkar giderim
Bozar mı sandın acılar
Belaya atlar giderim
Kurşun gibi mavzer gibi
Dağ gibi patlar giderim
Kaybetsem bile herşeyi
Bu aşkı yırtar giderim
Sinsice olmaz gidişim
Kapıyı çarpar giderim
Sana yazdığım şarkıyı
Sazımdan söker giderim
Ben ağlayamam bilirsin
Yüzümü döker giderim
Köpeklerimden kuşumdan
Yavrumdan cayar giderim
Senden aldığım ne varsa
Yerine koyar giderim
Ezdirmem sana kendimi
Gövdemi yakar giderim
Beddua etmem üzülme
Kafama sıkar giderim”
agy s. 119, 120
“BENİ VUR
Bir ince pusudayım
Yolumun üstü engerek
Bir garip akşamdayım
Sırtımı gözler tüfek.
Ben senin sokağına
Ulaşamam dardayım
O mazlum gözlerine
Bakamam, firardayım.
Oysa ben bu gece yüreğim elimde
Sana bir sırrımı söyleyecektim
Şu mermi içimi delmeseydi eğer
Seni alıp götürecektim.
Beni vur… beni onlara verme
Külümü al, uzak yollara savur
Dağılsın dağlara, dağılsın bu sevdamız
Ama sen ağlama dur.
Bir ince pusudayım
Bu gece zehir zemberek
Bir yolun sonundayım
Sessizce tükenerek.
Ah senin ellerine
Uzanamam, yerdeyim
O masum hayallere
Varamam ölmekteyim.”
agy s. 125, 126
“ADI YILMAZ
Dalyan gibi bir çocuktu
Benim gözümde küçüktü
Küstü de dağlara çıktı
İner mi inmez mi bilmem
Şimdi dağların tozudur
Belki isyanın sazıdır
Hala kalbimde sızıdır
Diner mi dinmez mi bilmem
Adı Yılmaz kendi Yılmaz
Makamı yok dem tutulmaz
Dağlara soru sorulmaz
İner mi inmez mi bilmem
Mavi gözleri boncuktur
Ölüm korkusu şuncuktur
Azrail atı kancıktır
Biner mi binmez mi bilmem
Parkasına kar yağmıştır
Bir kenarda ağlamıştır
Belki elleri yanmıştır
Söner mi sönmez mi bilmem”
agy s. 129, 130